22 Ağustos 2011 Pazartesi

'Uyuşturucuya Hayır'a 6 Ay Hapis

Uyuşturucuya hayıra 6 ay hapisMersin'de Sosyalist Demokrasi Partisi'ne (SDP) bağlı Devrimci Liseliler'in (Dev-Lis) üyesi olan Çağdaş Doğan ve Hakan Serttaş beş yıl önce lise duvarına "Uyuşturucuya hayır!" yazdı, 6 ay hapis cezası aldılar.

Gençlere Çocuk Mahkemesi’nde ‘kamu malına zarar’ iddiasıyla 4’er bin TL ceza verildi. Daha sonra mahkemenin sorusu üzerine emniyet 30 yıl önceki bilgilere dayanarak Dev-Lis adlı yasal öğrenci topluluğunun ‘terör örgütü’ olduğunu savundu.

Gençler her ne kadar “Uyuşturucuya karşı duyarlılık için yazdık” dediyse de mahkeme, Mahkeme duvardaki yazıyı, “Sanıkların uyuşturucu gibi toplumun duyarlı olduğu konuya dikkat çekmek amacıyla yazılama yaparken terör örgütünün imzasını atmak suretiyle toplumun örgüte yönelik fikir ve kanaatlerinde müspet bir imaj yaratma amaçlı propagandif faaliyet” diye değerlendirdi ve iki genci 6 ay 20 gün hapis cezası verdi.Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin bu kararı onaması üzerine, üniversiteye hazırlanan Çağdaş Doğan, 19 Ağustos’ta savcılığa teslim oldu ve Mersin Cezaevi’ne konuldu. Hakan Serttaş da öğrenci olarak bulunduğu Bursa’da savcılığa teslim oldu.

PKK Sadece PKK Değildir


Kürt meselesi öyle bir hale geldi ki artık ne Türkler ve Türkiye eskisi gibi kalabilir ne de Kürtler ve Kürdistan.

Eskisinden tamamen farklı yeni bir durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla önce bunun farkına varmak, sonra tartışmak ve a’dan z’ye yeni tanımlar yapmak gerekiyor.

Bundan böyle artık Türkiye’nin bölgenin ve dünyanın sahnesinde bir aktör olarak Kürtler de var; Kürdistan’da. Var ve, Türk kardeşlerimizin o çok sevdikleri ifadeyle ‘sonsuza kadar‘ da var olacak.

Elbette, Türklerle birlikte mi, yoksa onlardan ayrı mı varolmaya devam edecek sorusuna zaman yanıt verecek. Bunun kararını Kürtlerden önce Türkler verecek.

Bana kalırsa Türkiye, ırkçı Kemalist ve ümmetçi İslamcı mastürbasyondan ve içi boş gururdan arınıp kurtulmadıkça Kürtlerle eşitlik ve özgürlük temelinde birlikte yaşamayı kabul etmeyecektir.

Irkçı ve dinci gericiliğin zehirlediği toplum bunu kolay kolay hazmetmeyecektir.

Türk toplumun bunu kabul etmesi için ciddi bir ‘kırılma‘yaşaması gerekiyor. Bunun da yolu Kemalist ve İslami elitin uzlaşı içinde PKK’yle bir masa etrafında oturmasından, onunla karşılıklı el sıkışmaktan geçiyor.

Kimilerine imkansız gibi gelse de Türkiye’nin önünde bundan başka bir yol bulunmuyor.

Türkiye bunu yapmaz, Erdoğan’ın savaş arabasına biner ve dolu dizgin Kürtlerin üzerine gider, bu mazlum halka da Ermenilere, Asuri Süryanilere ve Rumlara yaptığını yapmaya yeltenirse olacaklar bellidir; Kürtler ağır, çok ağır bir bedel öder ancak, Türkiye de artık Malatya’dan ötesine geçemez.

Edirne-Malatya arasına çekilir ve Anadolu’daki ‘bin yıllık‘egemenliğini yitirir.

İşin şakaya gelir yanı yok. Yeni durumu anlamamanın, PKK’yi hafife almanın, Kürtleri yeniden tepelemeye soyunmanın faturası ağır, çok ağır olacaktır.

Bu nedenle Türkiye‘nin Erdoğan’ın nefretini frenlemesi, onun geri çekmesi, aklı selimi seçmesi; Kürt ve Kürdistan sorununun bütün boyutlarını içeren bir çözüme samimi olarak yönelmesi ve bunu garanti etmesi gerekir.

Bunu yapması; Kürtler gibi Türkleri de tüketen savaşı sona erdirmesi, Edirne’den Kerkük’e Türk-Kürt ilişkilerini yeniden düzenlemesi halinde Kürtlerin varlığı korku ve kaygı olmaktan çıkacak, motivasyon kaynağına dönüşecektir.

Kürtler bugün bölgenin hızla yükselen en önemli gücüdür.

Bazı bölge devletlerinden bile güçlüdür. Ne Türkiye ne de İran için kolay lokma değildir. Dolayısıyla Türkiye‘nin çok iyi düşünmesi, sorumlu ve dikkatli davranması gerekmektedir.

Ya Erdoğan‘ı geri çekecek ve onu çözüme yönlendirecek ya da felakete gidecektir. Mesele bu kadar basittir. Türkiye kritik bir eşiktedir.

Bu kritik eşikte Kürtlerin tercihleri ise nettir.

Kürtler Türklerle birlikte yaşamak istemektedir. Açık konuşalım bunu Türklerin kara kaşına, kara gözüne aşık oldukları için değil, o ülkede, o topraklarda hakları olduğu ve geleceğe dair çıkarları bunu gerektirdiği için istemektedir.

Kürt halkı ayrılmak istememektedir ama, bu zulme daha fazla katlanmak niyetinde de değildir.

Küreselleşme çağında; özyönetimin muhtarlıklara kadar yaygınlaştığı, farklı din, dil ve etnik kimliklerin birarada barış içinde yaşadığı ‘mülti-kültürel‘ dünyada bile Türk devletinin Kürtlerin kimliği, dili ve kültürel haklarını pazarlık unsuru yapması, lütufkar davranması ve özerkliğe karşı savaş açması, PKK’li olsun olmasın her Kürdü rencide etmektedir.

Evet, çoğu Kürt‘ün gönlünden birlikte yaşamak geçiyor; Yalnız Türklerle de değil, o coğrafyanın Ermeni, Asuri Süryani, Rum, Yahudi, Laz, Çerkez, Azeri vd. bütün halklarıyla çokkültürlülük ve gönüllü birliktelik temelinde, sınırların ve kimliklerin çok ötesinde, barış içinde birarada yaşamak geçiyor ama, Türk devleti ve AKP Hükümeti’nin bu küstah, buyurgan, lütufkar ve hepsinden önemlisi kan dökmeye meyilli olması işi zorlaştırıyor.

Son haftalarda 40 asker ve polis hayatını kaybetti. AKP ve yandaşları bunu savaş gerekçesi yapmış bulunuyor. Fakat seçim öncesinde ve ateşkes sürecinde öldürülen 40 PKK’liden kimse söz etmiyor.

Ölümden rahatsız olanların her şeyden önce öldürmemesi gerekiyor.

Erdoğan, ‘devlet silah bırakmaz‘ diyor. Ona‚‘ önce sen devleti ırkçı Türkçülüğün tekelinden çıkar, herkesin devleti haline getir ondan sonra konuş’ diye seslenmek gerekiyor.

Türkiye şimdi yaşamsal derece önemli bir sınavdan geçiyor. Elbirliği içinde bu savaşı süratle durdurması gerekiyor. Türkiye ve onun hırsı boyundan büyük Başbakanı, PKK’yi bitireceğini; Kürtleri tepeleyeceğini ve bu sorunu tarihte olduğu gibi tedip ve tenkille çözeceğini sanıyorsa ciddi ciddi yanılıyor.

PKK bugün, dağdaki 7-8 bin gerilladan, 500 bine yakın milisten, 10 milyonluk halk kitlesinden ibaret değildir. Artık bunların çok ötesindedir. PKK, Kürdistan‘ın 200 yıllık isyan birikimidir. Kendisine uzak veya yakın, kendisinden ayrılan ya da sorun yaşayan onurlu bütün Kürtler adına yükselen bir gelecek otoritesidir.

PKK, Ortadoğu’da kurulmakta olan dengelerin odağına yerleşmiştir. Kürtlerle birlikte yaşamak istiyorsa şayet Türkiye’nin PKK’yi merkez alan bir siyaset izlemesi gerekmektedir. PKK’nin birlikte yaşama iradesini güçlendirici bir siyaset üretmelidir.

Kürtlere parya muamelesini reva gören Erdoğan, belli ki bunun bilincinde değildir ama, Türkiye de Erdoğan’dan ibaret değildir ve artık bunu göstermelidir.

Elbette PKK de yeni dönemin yüklediği görev ve sorumlulukların bilinciyle hareket etmelidir. Bütün zorluklarına rağmen demokratik mücadeleyle çözüm sürecini güçlendirmeye devam etmelidir.

GÜNAY ASLAN

Yeni Türk Medyasındaki KontrKürt Yapılanması



Kürtler üzerinde her sabah iktidar yandaşı ve Türk ırkçılığı yapan gazetelerin, akşama doğru aynı televizyonların gece karanlığı ile Türk savaş uçaklarının bombardımanı devam ediyor. İnsan zihnine, bedenine ve Kürdistan doğasına ait olan her şeye bu bombardımanı yapanların ortak özelliği ise Tayyip Erdoğan sevdalı olmaları. Sahip oldukları temel düşünce yetisine göre her olguyu ve gerçeği yorumlayıp pazarlayabiliyorlar. Onlara göre değer kaybeden Türk Lirasından sıfırlar atılırsa paraları değer kazanır. Kürt meselesinin tarihsel tanımı üzerinde de tahrifat yapılır, çözüm için de muhataplıklar tasfiye edilirse de Kürt sorunu çözülmüş olur. Çünkü memleket eski memleket değil. Devir değişmiş devran dönmüştür.

Türk medyasında da devir değişti devran döndü. Derin devlet yapılanmalarının Andıçları ve yönlendirmesi ile oluşturulan Türk medyasında da bir dönüşüm yaşanıyor. Dönüşüm geçiren medyanın en temel özelliği sermaye sahiplerinin değişmesi değil. Oluşan yeni iktidar dengelerine gore Türk medyasının kimyası da değişmiş durumda. Yani sadece AKP ikitidarı ile oluşmuş islamcı veya liberal bir medya yapılanması yok.

Evrensel, Birgün ve Özgür Gündem gazeteleri dışında Türkiye’deki günlük gazeteler ve televizyonlar AKP’ye ve Fetullah Gülen Cemaatine teslim olmuş durumda. Yaygın gazete ve tvlerdeki birkaç dürüst ve karakterini koruyan yazar ve programcı dışında Türk medyasının ağırlıklı bölümü ya organik olarak AKP’lileşmek durumunda yada bu iktidar bloğunun istemine gore kendisini şekillendirmek durumunda kalmıştır.

LİBERALLERİ AKP’LİLEŞTİRME PROJESİ OLARAK RADİKAL GAZETESİ

AKP ve Gülen cemaatinin doğrudan sahip oldukları medya kurumları var. Zaman gazetesi, Samanyolu tv ve Aksiyon dergisi ekseninde yayın yapan medya kuruluşları Gülen merkezli. Oldukça yaygın bir örgütlenmeye sahipler. Ekonomik finansla bazı Türk liberalleri ve Kürtleri kendilerine bağlamış durumdadır. Gülen cemaatinin dolaylı olarak yarattığı iki temel gazete daha var. Liberal solcu olarak bilinen Radikal gazetesi ve Taraf gazetesi. Cemaat Türkiye ve Kürdistan’ı bu gazete projeleri ile şekillendirip biçimlendirmek istiyor. Radikal’in başında Zaman gazetesinden giden Eyüp Can ve Akif Beki ikilisi var. Biri cemaatin diğer Erdoğan’ın prensi. Radikal’i incelikli bir şekilde cemaatin Yeni Türkiyesine uygun halde biçimlendirdi. Bu biçimlendirme devam ediyor. Temel amaç Türkiye’nin muhalif liberal ve tutarlı demokratları işlevsiz hale getirmek. AKP’nin devlete yerleşme stratejisinin medya alanına uygulayan politikalar ile Eyüp Can ve Akif Beki yol alıyor. Gazetenin içinden gelen bilgiler de bu doğrultuda. Akif Beki talimatları direkt Tayyip Erdoğan’dan, Eyüp Can ise Zaman gazetesinin sorumlusu Ekrem Dumanlı’dan alıyor.

KONTRKÜRT PROJESİ OLARAK TARAF GAZETESİ

İkinci biçimlendirme proje ise Taraf gazetesi. Turkuaz rengi logosu ile okyanus ötelerinden ve kozmik odalardan alınan ve verilen ile oluşturulan gazete. Bu gazetenin temel misyonu ise Kürt meselesi etrafında bulanıklık yaratmak. AKP ve cemaatin “Yeni Türkiye”sinin prototip yazarlarını ve kanaat önderlerini oluşturarak işe başladı gazete. Orduya karşıymış gibi yaptı. “Darbe belgeleri, Ergenekon işleri” ile alıp-verdi. Bunları yaparken Fırat’ın doğusuna hiç gitmedi. Ama askerin vesayetini kaldırıyormuş gibi yayınlar yaptı. Bütün bunları yaparken PKK ve Kürtlerle ilgili haberlerde ise mevcut Kürt düşmanlığı politikasından vazgeçmedi. Okur dengesini kurmak için Kürtlerin bazı duygularını okşayan bir iki haber yapsa da esas hedefi olan bulanıklık yaratmayı istikrarlı yaptı.

Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın başında olduğu bu proje Kürt gazetelerinden gidenler ile Kürt haber kaynaklarını kullanma çabasında. İyi niyetli gazeteci ve yazarları ayırırsak Orhan Miroğlu, Kurtuluş Tayiz, Yıldıray Oğur, Mehmet Baransu, Melip Altınok gibi gönüllüler bu projeyi sürdürmek için ‘militan’ gibi çalışıyor. Bunların çalışmaları iki yönlü. Birincisi kendilerine ekonomik gelecek yaratmak ve yazar sıfatı kazanmak için iktidar blokunun tezgahından geçmeleri gerektiğini biliyorlar. Sol ve Kürt mahallelerinden geldikleri için aldıkları bilgileri bulanıklaştırıp haber ve yorum olarak piyasaya sürüyorlar. Balıkçı örneğindeki gibi.

12 Eylül faşizmine karşı teslimiyet bayrağı sallayarak soluğu Özal ve Çiller yanında alan ağabeyleri ve ablaları gibi bunlar da AKP faşizmine gönüllü teslim olmuş durumundadır. Bu nedenle radikal mücadele araçlarını savunan her fikre ve insanekarşıdırlar. Bu dönemde en temel yalan ve manipülasyonu bu gazete yapmaktadır. Özel olarak PKK genel olarak da Kürt düşmanlığı yapıyorlar. Bu gazetenin içinden gelen bilgiler de gazetenin Önder Aytaç ile bağının devam ettiğini, özellikle polisiye dosyalar ve cemaatin Kürt planları konusunda danışmanlığı devam ettiriyor.

MİT’İN PKK KARŞITI HABER PROJESİ OLARAK SABAH VE ZAMAN

Sabah gazetesi geçmişteki polis merkezli, andıçlarla yönetildiği için AKP sermayesi bu gazeteyi yönetmekte pek zorlanmıyor. Tercüman gazetesindeki sağ ve faşist kadroyu köşe yazarı olarak istihdam ederken MİT, Türkiye’deki ve uluslararası alandaki Kürt karşıtı haberleri bu gazete üzerinden yayıyor. Sabah gazetesinin cemaat hali ise Zaman gazetesi. Bu gazetelerin Kürtler ve PKK ile ilgili haberlerin yüzde 99’u yalan üzerine kurulu.

Bu dönemde dikkat çeken bir gazete var. Yeni Şafak gazetesi. Geçmişte Hürriyet gazetesinin oynadığı rolü oynuyor. İktidar ile organik olarak ilişkili. Direk hükümetten talimat alıyor. Yazarlarının çoğu bakan ve başbakanların danışmanı. Bu gazeteler ve bunların paralelinde yayın yapan televizyonların yan kuruluşu var. Bu gazeteler oluşturulan planları stratejik araştırmaların ve “terör uzmanları”nın yorumlarını da sos olarak kullanıyor.

AKP’NİN KONTR KÜRT EKİBİ KİMLER?

Ama Kürt meselesi üzerinde tahrifat yapılarak çözülebilecek bir mesele değil. Birilerinin bunu Tayyip Erdoğan’a, Yalçın Akdoğan’a, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a, Erdoğan’ın her daim danışmanı Efkan Ala’ya ve de boşluktan da yararlanarak genelkurmay başkanı olan Kimyasal Necdet’e de iyi anlatması lazım. “Stratejik Derinlik” stratejisi ile “komşularla sıfır sorun” konsepti iflas eden birinin Dış İşleri Bakanı olduğu memleketin Yeni yetme AKP’li yazarların yazı ve yorumlarıyla PKK’yi ve Kürt meselesini anladığını sananların cahilliğini de iyi görmek gerekiyor.

Ancak temel bir yanılgı var. Kürtler AKP ve cemaatin oluşturduğu yeni iktidar blokuna boyun eğmeyecek. Onların yeni yetme gazetecileri ve yazarları Kürtlerin sahip olduğu bilinci dumura uğratamayacak.

Çünkü bu AKP’lilerin ve cemaat yanlılarının şaşırdığı ve görmek istemediği bir şey var. Onlar sanıyor ki Kürtlerin bugün sahip oldukları kazanımları Tayyip Erdoğan ve şürekası babalarının hayrına Kürtlere vermiş. Kürtlerin bu kazanımlarında hiçbir payı yokmuş. Sanki 12 Eylül’de zindanlarda ölümüne direnenler Egemen Bağış, Cemil Çiçek ya da Bülent Arınç’tı. Sanki 15 Ağustos’ta ilk kurşunu Türk sömürgeciliğine sıkan “Önder Aytaç ve Emre Uslu’ydu. Sanki dağlarda bütün bombardımanlara karşı direnenler AKP il başkanlarıydı. Kürtler bugün sahip olduğu bu kazanımları kendileri direnerek kazandı. Kaldı ki AKP bu kazanımları kendi hanesine yazarak savaş rantçılığı yapıyor. Çünkü Kürtler 1990’larda direnirken Yeni Şafak, Zaman, Akit vb gazette gelenekleri Tansu Çiller ile ergenekon çetesini destekleyen yayınlarını yapıyordu. O zaman da bugünkü manşetleri atıyorlardı. Şimdi de.

TAYYİP ERDOĞAN’IN TETİKÇİ GAZETECİ VE YAZARLARI

Gelelim diğer önemli bir noktaya... AKP kendisine gore Yeni Türkiye tanımı yapıyor. Bunun Medyasını oluşturuyor. Kürt sorunu cahili Yasin Aktay, Yasin Doğan, Yalçın Akdoğan gibi akademisyenler ile yeni yetme halleri ile kimlik bunalımı yaşayan Rasim Ozan Kütahyalı, Yıldıray Oğur, Mehmet Baransu ve Hilal Kaplan gibiler ile polis akademilerinden devşirme olan Önder Aytaç, Emre Uslu gibiler gelinen süreci anlayabilecek Kürt bilgisine sahip değildirler. Çiller veya Erdoğan ile değişti denilen devletin kollarındaki resmi ve istihbarati bilgiler ile Kürtlerin bilinmesi ve anlaşılması zordur. Çünkü bunların yaptığı tahlilin anafikrini Yasin Aktay şu cümle ile özetliyor: “Öncelikle artık anlamamız gereken konu, PKK'nın Kürt sorunuyla ilgisinin kalmamış olduğu gerçeğidir. Kürt sorununun gerçekten siyaset zemininde çözüm yoluna girmiş olması PKK'yı gerçek anlamda bir ontoloji sorunuyla baş başa bırakmış durumdadır. O yüzden Kürt sorununun çözümünün aynı zamanda PKK'nın tahliyesi ve tasfiyesini gerektiriyor olması gerçeğini kabullenemiyor ve bu gerçeğe karşı biraz zorlu, zahmetli ve hatta imkânsız bir yola girişiyor.”

Yaptığı araştırmalarda edindiği sonuçları bile anlamayacak kadar sığ görüşlü olan yumuşak başlı Yasin Aktay ve benzerlerinin anlamadığı ve bilmediği bir gerçek var. O da şu: Kürtleri toplumsal olarak siyasallaştıran PKK gerçeği; görmek istediğiniz ve tanımladığınız gibi değildir. Dağları bombalayarak, binlerce Kürdü tutuklayarak, dostlarını tehdit ederek; her gün yüz PKK’li katlederek sorunu çözmeye çalışmak Çiller’den daha gerici, Eski Türkiye’nin faşist ve ırkçı yapılanmasından daha da militarist bir gerçeği gösterir. Dolayısıyla coğrafya cahili uzmanların yorumları ile Kürdistan’ı bilmeyen AKP’nin bu tetikçi baylar ve bayanları, Kürdistan halkının özgürlüğü için mücadele eden kurumların ve kişilerin karakterini de bilemezler. 

BAKİ GÜL

Kürt Sorunu'nda Şiddete Odaklı Çözümün Geri Çağırılışı-2

Taraf tarzı gazeteciliğin işlevi –işlev, sürecin manipülatif biçimde bilinçli örgütlendiği anlamına gelmemektedir; öyle olsa bile bu polemikçiyi ilgilendirmez- Kürt Sorunu’nda gelinmiş olan bilinçlilik düzeyini geri çekecek bir konuşma ve tartışma uzamı yaratmak amacıyla sorunun çeperleri içinde yer alan argümanları söylem üretecek biçimde örgütlemektir .

Bir mesele üzerine polemiğe girmek oldukça ciddi bir iştir; sadece kendi kelamınızın değil aynı zamanda hasmınızın da sözünün gücünü ölçmek zorundasınızdır. Onun düşünme evreninin çeperleri, akıl yürütmesinin üzerinde işlediği –ve de görmezden gelinip işlemediği- argümanları ve tüm bunların nasıl bir konumlanma noktasından doğru bir araya getirilip örgütlendiği, polemiği başlatma arzusunu taşıyanın masasında yer almalıdır. Keza polemikte amaç, ileri sürülmüş herhangi bir yargıya yönelik tersi bir konumdan farklı bir yargı ileri sürerek karşılıklı mevziler kazmak değil, ileri sürülmüş olan yargının etrafında örgütlenmiş olan kavramsal haznenin dağıtılmasıdır. Çünkü
söylem konuşmanın sonucunda ileri sürülen fikirlerin biriktirilmesiyle değil o fikri üreten konuşma sürecinin örgütlenmesini sağlayan öncüllerin ve yan argümanların bir tartışma evreni yaratmasıyla oluşur. Taraf tarzı gazeteciliğin işlevi -işlev, sürecin manipülatif biçimde bilinçli örgütlendiği anlamına gelmemektedir; öyle olsa bile bu polemikçiyi ilgilendirmez- Kürt Sorunu’nda gelinmiş olan bilinçlilik düzeyini geri çekecek bir konuşma ve tartışma uzamı yaratmak amacıyla sorunun çeperleri içinde yer alan argümanları söylem üretecek biçimde örgütlemektir.

Burada ciddi ve güçlü bir polemiğin üzerinde taşıması gereken ikinci sorumluluk ortaya çıkar: polemikçi karşısına almış olduğu söylemin üreticilerini bir ‘proje’nin bilinçli aktörleri olarak gören, zayıf düşüncenin suçlayıcı üslubuna başvurmaz. Söz konusu söylemi belirli bir perspektife yerleşmiş olup mevcut sorun hakkında tartışan samimi aktörlerin ürünü olarak görür ve sözü tartışır; sözün sahibini değil.


Tartışma zorunlu olarak dil ve düşünme arasındaki ilişkinin farkındalığını öncül olarak gerektirir. Dilde kullanılan sözcükler ve onların içerikli biçimde örgütlenmiş hali olan kavramlar, düşünmenin, kendisini üzerine kurduğu temeller/düşünmeyi varlığa getiren araçlardır. Çok uzun zamanların yükünü taşıyor olsalar da günümüz enformasyon akışının iletişim aygıtlarının gelişimi aracılığıyla takip edilemez hızı dili günlük müdahalelerin ve bu müdahaleleri yapma olanaklarına sahip olanların öznel zorlamalarına, manipülasyonlarına açık hale getirir. Bu süreç sözcüğün –ya da nitelikli bir tartışma uzamı örülebildiği oranda kavramın- taşımış olduğu yüklerin içeri alınması ve dışarıya çıkarılması (yani bir seçme işlemi) aracılığıyla işler. Bu seçme işleminin sonucunda duyulabilir/görülebilir hale gelen kavramın ne tür bir seçme sonucu ortaya çıktığı, içinde yer aldığı söylemin bütünü tarafından belirlenir. Örnek vermek gerekirse;
anadil sözcüğünün –ve elbette onun bir kavram olarak işlenmiş halinin- etnik kimliğin bir göstergesi ya da günlük konuşmada anlaşmanın koşulu olarak gören bir söylem içindeki anlamıyla, anadilin bir halkın kolektif bilincinin niteliğini ve dolayısıyla da dünyayı görme/değerlendirme gücünü oluşturan temel olduğunu bilince çıkarmış bir söylem içindeki anlamı, bu iki farklı söylem içinde aynı sözcüğü kullansalar da, birbirinden oldukça farklı iki politik tavır, iki politik talep doğurur. Birincisi, dile sıradan bir araç muamelesi yapan ve verili toplumsal yapının –meşruluğu kabul edilmiş- formu içinde devletle yurttaş arasında geciktirilmiş bir hakkın iadesi sınırlarında gezinirken, ikincisi devlet yurttaş ilişkisinin görev ve sorumluluklar retoriğini oldukça aşan bir biçimde ulus inşa süreci içinde devletin mevcut formuna dair zorlayıcı, devleti yapısal olarak dönüştürme arzusunda bir siyasal alan içinde iş görmektedir. Taraf gazeteciliği birincinin lehine ikinci tavrın ufkunu daraltma işlevi görürken bütün bir siyasal alanın dilinin taşıdığı yüklere dair de bir eksiltme, kavramları içeriksizleştirme, dolayısıyla da siyasetin dilini niteliksizleştirme gibi sonuçlar üretmektedir.

Yukarıdaki öncüller eşliğinde bakıldığında, benim iddiam, dilin yapısal gücünün mevcut azalmışlığında kavram üretim sürecinin düşünmenin zayıf bir formu aracılığıyla gerçekleştirilmesinin mekânı haline gelen Taraf gazeteciliği, Kürt Sorunu’nda, Kürt siyasi hareketinin ve Türkiye emek hareketinin çok zor zamanların içinden geçerek üretmiş olduğu bir söylemin düzeyini düşürmek ve kavramların içeriklerini daraltmak suretiyle, şiddeti çözüm olarak öne çıkaran yeni (aslında eski) konsepte meşruluk sağlamaktadır. Meşruluk sağlamadan kasıt, açıkça operasyonların ya da şiddet odaklı çözümün desteklenmesi değildir, fakat Kürt Siyasal Hareketlerinin pratiklerinin manipülatif ve ‘sınırlı bir hayalgücü’ üzerinden kritiği, devlet söyleminin ve uygulamalarının kabul edilebilirlik derecesini arttırmaktadır.


Kabul edilebilirliğin artmasının diğer bir nedeni ise Taraf gazetesinin sorunu tartışma biçimi aracılığıyla görünüşe gelmektedir. Reel politik dengelerin ya da gündelik hesapların soyutlama düzeylerindeki bir zayıflıkla oldukça kısıtlı bir zaman dilimi içinde ve de dar bir yapısal düzlem üzerinden yapılan değerlendirmeler sorunun merkezlerini bulanıklaştırmakta hatta görünmez kılmaktadır. Mevcut eylemlilikler ve yapılar arası ilişkilere dair ileri sürülen komplo teorileri bir yandan meselenin özünü söylem alanından çekmekte, bu vesileyle de hükümet politikalarının odağını oluşturan kriminalize etme politikasının argümanları sorunun tek zeminiymiş gibi sunulmaktadır.


Böyle bir gazetecilik ve yeni köşe yazarları tiplemesinin hangi gereklilikler ile ortaya çıktığı elbette oldukça uzun bir başka tartışmayı gerektiriyor. Aynı derecede uzun ve bu metnin sınırlarını aşan bir diğer tartışma da söz konusu gazetenin liberal olarak adlandırılması. Sosyalist solun önemli bir kısmının söz konusu gazeteyle ilgili olarak bu sıfatı tercih etmesi genellik düzeyi oldukça yüksek bir soyutlamanın kullanıldığına işaret ediyor. Söz konusu sıfat gazete yazarlarının ve gazetenin genel politikasını işaret etmekten çok, kavramın negatif çağrışımlarına referans veriyor. Fakat söz konusu negatiflik gazetenin ortak yargılarının derli toplu ekonomi-politik bir değerlendirmesinden köklenmiyor; değerlendiricinin kaynağa inmeyişinin yanı sıra gazetenin böyle bir omurgasının olup olmadığı da bir başka sorun. Klasik muhafazakar siyasetin kabullerinin mevcut post-muhafazakarlık tarafından ilkeler bazında tasfiyesi nasıl ki bu siyasal yapıyı her türlü iktisadi yapıya eklemlenebilir hale getirdiyse liberal iktisadın da ayrım gözetmeden her türlü politik tavra sızabilme yeteneği liberal düşüncenin bu zamana kadar biriktirmiş olduğu tüm ilkelerin nötrleşmesi anlamına geliyor. Taraf gazetesi tam da bu merkezsizleşme ve –kavramın değer içeriksiz kullanılışında- omurgasızlaşmanın iki zeminin ortasında yer alıyor.


Böyle bir konuma iki açıdan dikkat etmek gerekiyor. Günümüz liberalizmini tanımlayan iki öğeye bakıldığında karşımıza çıkan sermaye ve -eski liberalin aksine(!)- devlettir. Türkiye’de sermayenin –hem istanbul hem de AKP çevresinde yoğunlaşmış olan sermayenin- Kürt Sorunu’nda isteği şiddet odaklı çözümden ya da PKK’nin imha edimesi politikasından yanadır. Örgütsüzleştirilmiş Kürt, yeni ve krizli dönemler için güvencesizlik ve emek gücünün değersizleştirilmesine odaklı emek denetim stratejilerinin uygulanabileceği ideal bir zemindir. Devlet açısından baktığımızda da, verili dünyadaki mevcut uygulamaların yönetmeye dair otoriterleşme eğilimleri –yeni bir toplumsal yaşam ufku da bulunan- Kürd’ü örgütsüzleştirmeyi temel hedef olarak belirler. Peki Taraf gazetesi Kürd’ü örgütsüzleştirmenin sermaye ve AKP tarafından üretilmiş bir projesi midir? Ya da malum cemaatle ilişkilerinin sorunsuz olmasından hareketle cemaatin Kürdü, mevcut konumundan, içeri alarak dışarıda bırakma hamlesi ile daha geri bir pozisyona çekmesi projesi midir?


Nitelikli bir tartışma bu tür soruların peşine düşmez; önemli olan metnin başlarında tartıştığımız, Kürt Sorunu’nda Taraf gazetesi tarafından üretilen ve devletin şiddet odaklı çözümüne meşruluk sağlayan söylemle yukarıdaki dinamiklerin kavramsal haznelerinin yapısal olarak niçin ve nasıl örtüştüğünü analiz edebilmektir. Taraf gazetesi için, bir proje olmaktan daha kötü olan, tarihsel bilgisizlikleri ve teorik yetersizlikleri yüzünden, kendilerinin bile farkında olmadığı (!), şiddet odaklı söylemin üretilme sürecinin bileşenlerinden biri haline nasıl geldiklerinin açığa çıkarılmasıdır.


Yapılmış olan tartışma daveti bu açığa çıkarmanın kavramlarının üretilmesi ve zayıf ama etkili Taraf gazetesi söyleminin –büyük ve tehlikeli sonuçlar vereceğinden açıkça söylüyorum- itibarsızlaştırılması için yapılmıştır.


* Ersin Vedat Elgür

Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi

Kürt Sorunu'nda Şiddete Odaklı Çözümün Geri Çağrılışı-1

Bir ulusun inşası sürecini ve yeni bir toplum imkânını –ki bu ikisinin birlikteliği Kürt Siyaseti’ni devletin nezdinden tehlikeli yapan ve onu salt etnik bir hareket olmaktan çıkarıp geniş bir ufka taşıyan en önemli noktadır- eş zamanlı örgütleyen ve bu bağlamda kendi kurumlarını yaratmaya çalışan düşünsel algıyla, ‘yok’luktan ‘var’lığa çıkmış bir kimliğe folklorik süs muamelesi yapan düşünsel algı arasındaki üzerine köprü kurulamaz uçurum, hem şiddeti üreten hem de üretilen şiddetin politik niteliğini kazandıran boşluğu oluşturur.

Şiddetin siyasalın uzamına ait olmadığına dair tespitler/arzular, büyük kuramsal çöküntülerin ve hayal kırıklıklarının eşlik ettiği bir söylem alanı içinde yerini, “sabırların tükendiği”, “artık müsamaha gösterilmeyeceği” teslim ol! çağrısına bırakıyor. Muktedirin sabrının ve müsamahasının sınırı, çağın tininin, yani insanlığın bu zamana kadar üretmiş olduğu kolektif bilincin en nitelikli sonuçlarını ölçüt almak yerine kendi bilişsel haznesinin alabildiğine sınırlı ve iktidarın (kendine içkin) yapıları tarafından belirlenmiş kriterler tarafından çiziliyor. Siyasetin gündelik dilinde bu tavrın tercümesi muhataplığın, önce reddi ve sonra da tasfiyesi, olmazsa da imha edilmesidir. Kimse fikirlerin silahlar aracılığıyla yok edilemeyeceği yalanına sarılmasın; yok edilebilirler; siyaset bu yok etmenin sizin tarafınızdan tercih edilip edilmediğiyle alakalıdır. Yoksa söylem gücü yüksek ilkesel ifadelerin bilince içkin hale getirilmesiyle değil. Çünkü tarih kendi yatağında ve kendi
tarih öncesinden almış olduğu potansiyelleri kendiliğinden açan öznesiz bir süreç değil, bizzat öznelerin zora dayalı müdahalelerinin belirlediği bir akış/durduruştur.

Zora dayalı etkinlik karşısında iki tür muhatap bulur: başka özneler ve yapı; çok zaman bunlar arasında ayrım yapmak olanaksızdır keza öznelerin yapıyla girmiş oldukları etkin ve edilgin ilişkiler ve bu ilişkilerin yarattığı diyalektik hareket her ikisini de birbirinin taşıyıcısı ama aynı zamanda da birbirinin üreticisi durumuna getirir. Bu anlamda yapılardan bağımsız bir özne ve öznelerden bağımsız bir yapı mümkün değildir. Devlet aklının sorunun başından beri -ve de şimdilerde de- çözüm olarak gördüğü Kürt Sorunu ile PKK’yi birbirinden ayırma denemeleri bu nedenle hiçbir zaman başarılı olmamıştır. Aynı başarısızlığın PKK ile Kürtleri ayırma konusunda da yaşanacağı çok açıktır. Bu ayırma çabasını temsiliyet tartışmaları eşliğinde sürdüren AKP belirli oranda temsiliyet kazanıp kendine alan açtığını düşünürken Kürt Siyaseti’nin ana akım hareketinin söylem alanı ve kavramsal haznesiyle iç içe girmekte ve alana dair kendi üretmiş olduğu bir söylem olmadığından ancak klasik devlet refleksinin söylemine geri çekilerek Kürtlere sınır çizmeye çalışmaktadır. 

Muhafazakârlığın yeni formunun en belirgin özelliği ve handikabı da burada ortaya çıkar: muhafazakâr artık geçmişten doğru gelen –elbette din, aile ve etnisiteyle ilgili olanları başat kabul ederek- insan ‘başarı’larının ve ‘değerler’inin korunmasının aktörü değil mevcut verili durumun himayesinin (siyasal olmayan) siyasi görünümüdür. Yeni muhafazakârlığın ‘yeni’si tam da bu korunanın/korunmak istenenin zamansal çizgisindeki değişmeden kaynaklanır: liberal iktisatla yaptıkları barış, kapitalizmin ontolojisinin diyalektik devindiricisini oluşturan metalaştırmanın katı olan her şeyi buharlaştıran dinamikleri ile birleştiğinde, eskinin muhafazakârının himaye altına almak istediği her şey yeni muhafazakâr için piyasada sergilenen bir metadan ya da politik kararların bir süsü olmaktan daha öte anlam taşımaz.

Geçmişten geleceğe taşınacak olan ufkun kaybedilmesi, politikanın kuramsal zemininde vaat üretme yeteneğinin de kaybedilmesi anlamına gelir. Bu yüzden “Açılım” vaatsiz –ve de belirsiz- başlamış, klasik Türk devlet politikalarının onlarca yıllık şiddet retoriğinin yeni bir vaat olarak sunulması ile de sonlanmıştır: günümüz muhafazakâr siyasetinin Kürt Sorunu’ndan ‘geriye dönen -kendince- ilerlemesine’ neden olan şey de, -üzerine basa basa söylüyorum- Kürtlerin
politik şiddetidir. Kendilerinin masaya çekilmesi için tırmandırıldığını düşündükleri şiddetin tartışma düzeylerinin arkaikliğinin yükseltilmesi için kullanıldığını anlamamaları da muhafazakârın zamansal çizgisindeki kaymanın şimdide verili olanı himaye etmeye dönüşmüş olmasındandır. Bir ulusun inşası sürecini ve yeni bir toplum imkânını -ki bu ikisinin birlikteliği Kürt Siyaseti’ni devletin nezdinde tehlikeli yapan ve onu salt etnik bir hareket olmaktan çıkarıp geniş bir ufka taşıyan en önemli noktadır- eş zamanlı örgütleyen ve bu bağlamda kendi kurumlarını yaratmaya çalışan düşünsel algıyla, ‘yok’luktan ‘var’lığa çıkmış bir kimliğe folklorik süs muamelesi yapan düşünsel algı arasındaki üzerine köprü kurulamaz uçurum, hem şiddeti üreten hem de üretilen şiddetin politik niteliğini kazandıran boşluğu oluşturur. Bu kadar büyük bir boşluğu dolduramayacağı kendileri açısından da oldukça açıkken, zaten fiili olarak elde edilmiş olanları, daha da geri çeken bir düzeyde hukuki hale getirme denemesi olarak muhafazakârın “Açılım” projesi başından itibaren şiddetin geri dönüşünü haber veren bir kapasitesizlikle maluldür.

Devlet şiddetinin ve Kürtlerin
politik şiddetinin geri çağrılışı çok farklı motivasyonlara sahip iki geri çağırılma durumuna işaret eder. Bir tarafta bu zamana kadar kazandıkları her şeyi şiddete ve onun aracılığıyla kurumsallaştırdıkları yapılara borçlu olan Kürt Siyaseti’nin tartışmanın düzeyini yükseltmek için kullandığı şiddet; diğer tarafta ise yükseltilmiş düzeyi yani Kürt Sorunu’nda üretilmiş olan yeni taleplerin sınırını aşağı çekmeye çalışan güvenlik konseptine odaklanmış şiddet. Bu durum liberalizmle bütünleşen muhafazakâr siyasetin gericilikle temasının görünüşe geldiği yerdir; fakat gericilik artık muhafazakâr siyasetin dine referanslarından türetilebilecek bir konum değildir. Gericilik başarısız olmuş siyaset yapma biçimlerinin arenaya tekrar çağrılması vasıtasıyla toplumun kolektif bilişsel kapasitesindeki mahkûm edilmiş formları manipülatif hamlelerle kurumsallaştırma pratiğidir. Seçim öncesi, heykel yıktırma, Öcalan için “biz olsak asardık” ifadesi, Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini gündeme getirme de benzer bir geri çağırma, toplumu gericileştirme hamlesidir. Ramazandan sonra Kürt Sorunu’nun şiddete odaklanmış çözümü üzerinden siyaset üretileceği tehdidi de “Açılım” projesi ile geri çektiremedikleri talepler sınırını askeri yöntemlerle geri çektirme denemesi olarak şekillenecektir.

Statükonun geri çağırılması durumu sadece teknik olarak şiddete odaklı çözüm düşüncesine lokal bir dönüş değildir. Kürt Siyaseti’nin ‘meşru’ siyasal alandaki hareket olanağı da, kriminalizasyon süreci ile daraltılacak ve Kürt Sorunu’nu tartışan aktörlerin oluşturduğu kavramsal hazne de yargı kurumu aracılığıyla sınırlanarak suç tehdidiyle muhafazakârın sınırlı söylem alanına geriletilmeye çalışılacaktır. Dünyanın şimdi olduğundan daha da fazlası olabileceği ihtimalinin muhafazakârın tahayyülünden silinmiş olması, dünya üzerindeki tüm toplumsal mücadeleleri kriminal bir sözcük dağarcığıyla çevirmeye çalışan mevcut hegemonyanın uygulamalarıyla muhafazakâr siyasetin uyumluluğunu arttırmaktadır. Bu hegemonya kurma pratiğine muhafazakârın düşünsel kapasitesindeki sınırlılığı eklediğinizde otoriterleşme kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.


Elbette tüm bu anlattığımız sürecin olanaklı hale gelmesi, vaat etme kapasitesini yitirmesi ile omurgasızlaşmaya başlayan muhafazakâr siyasetin, uluslararası reel politik dengelerin sürekli yalpalayan bir aktörüne dönüşmesini sağlamaktadır. Libya’daki NATO müdahalesiyle ilgili değerlendirmenin üç günde tersine dönmesi, komşularla sıfır sorun projesinin Suriye’ye savrulan tehditlerin sözcülüğü görevine dönüşmesi, proje üreten değil üretilmiş projelere eklemlenmeye çalışan bir görüntü ortaya çıkarmaktadır. Kürt Sorunu’nda geri çağrılan şiddete dayalı çözüm, muhafazakârlığın yapısal dönüşümünün -ve bir başka yazının konusu olmak üzere yapısal krizinin- yukarıdaki tüm sonuçlarıyla birlikte bu uluslararası hesaplarla yakından ilişkilidir.


Zalim ve mazlum ayrımının sadece düşüncelerinden değil vicdanlarından da silindiği, liberal otoriterleşme lehine muhafazakârlığın tasfiyesi hareketi olarak -yanlış okumadınız-, post-muhafazakâr siyasetin Kürt Sorununu çözme denemesinin niyetlerle ilgili değil yapısal sınırlılıklara bağlı sorunlardan başarısızlığa uğradığı açıktır ve
Gerçek bir tartışma bu yapısal zeminde sürdürülmelidir. Başarısızlığın şimdilerde gizlenen sonuçları geçmişin anlamının, gelecek zamandaki bir şimdi ve burada aracılığıyla serbest bırakılması ile açık hale gelecektir.

* Ersin Vedat Elgür

Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi

Erinç Yeldan: Kapitalizm İçerde de Dışarda da Savaşa Muhtaç

2008’de patlak verip 2010’da kısmen yatıştıktan sonra dünyanın kapısını yeniden ve daha şiddetli biçimde çalacağına kesin gözüyle bakılan ekonomik kriz çok bekletmedi. Avrupa ve ABD’de borç ödemeleri konusunda yaşanan sıkıntılar, borsalarda ve kur hareketlerinde altüst oluşlara yol açtı. 2008 krizinde OECD ülkeleri içinde en büyük daralmayı yaşayan Türkiye, yeni hareketlilikte de borsası en çok kaybeden ülke oldu. Bunun üretim, istihdam ve gelire yansımaları ise henüz açığa çıkmış değil. AKP hükümeti çelişkili açıklamalar ve tedbirlerle “risk var ama iyi yönetiyoruz” söylemine sarılmış durumda. Sendika.Org’un sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre ise bu söylem, AKP’nin çaresizliğinin bir yansıması. Yeldan, bu krizin sistemin krizi haline gelebilmesi için sınıf mücadelesinin yükseltilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Yeldan'la dünya ekonomisinin durumu, ABD'nin kredi notunun düşürülmesini takip eden hegemonik güç tartışmaları, tırmanan savaşların krizle bağlantısı ve kriz karşısında emek cephesinden yükseltilecek taleplerin içeriği üzerine konuştuk

KAPİTALİZMİN İÇİNE DÜŞTÜĞÜ ÇELİŞKİLİ ORTAMI ÖTELEYECEK BİR MALİ GENİŞLEME KAPİTALİZMİN KALELERİNİN YARATACAĞI MİKTARLARI AŞMIŞ DURUMDA
 
Bugün dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durumu nasıl tarif edebiliriz?

Şimdi, küresel ekonomide
büyük durgunluk diye ifade edilen, çok tehlikeli bir konjonktür içindeyiz. Dünya ekonomisi aslında 1970’lerde oluşmaya başlayan bu sermaye birikimindeki tıkanıklığı aşacak teknolojik, sermaye birikimi ve kurumsal ivmeyi kapitalizm henüz gerçekleştirememiş durumda. Bunun sinyalleri Asya krizinde verildi, Rusya moratoryumunda verildi, 2001 yavaşlamasında verildi ve nihayet 2008 küresel krizde bu patlak verdi ve ortaya saçıldı.

2008’de bütün ezberler bir kenara atılıp, neoliberal iktisadın artık eskimiş, köhnemiş dediği bütün canlandırma paketleri tekrardan devreye sokularak 2008 krizi bir yere kadar bertaraf edildi, ötelendi. Sonra toparlanma yılı dediğimiz konjonktürde birden bire şirketler, bankalar değil devletlerin iflasları ortaya çıkmaya başladı.


Kapitalizmin içinde düştüğü çelişkili ortamı öteleyecek, sermaye birikimini sürdürecek bir mali genişleme Amerika dâhil kapitalizmin kalelerinin yaratacağı miktarları aşmış durumda. Sistem kendi içinde sürdürülemez bir boyutta çatlama içine sürüklenmiş durumda. Bir yanda küresel anlamada büyük bir eşitsizlik var bir yanda mal, sanayi üretiminin sürdüğü Çin, Hindistan bölgesinde yoğun emek sömürüsüyle birlikte ücret avantajlarından kaynaklanan birikim fazlası var. Öbür tarafta da bunu tüketebilecek tüketim fazlası bir türlü yaratılamıyor. Bu yapay yollarla 2000’li yıllarda kredi kartları, menkul kıymet köpüğü, internet köpüğü yaratılan balonun patladığı bir noktadayız.


Şimdi dünyanın büyük bir durgunluk konjonktüründe olduğu bir dönemde Türkiye ekonomisinin bu kadar dışa bağımlı yapısının yarattığı yapısal sorunlar, çatlaklar Türkiye’yi nereye sürükler, sürdürür bunu bilemeyiz. Galbreit’in ünlü bir sözü var: “Sönmekte olan balon düzenli hareket etmez.” Şu anda balon sönüyor düzensiz davranışların kimi nerede ve nasıl etkileyeceği belli değil.


Geçtiğimiz haftalarda Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in bir açıklaması oldu. Putin ABD’yi dünya ekonomisinin asalağı olarak adlandırdı. Ancak baktığımız zaman mevcut konjonktürün aşırı üretim ve bunun yansıması olan aşırı tüketime dayandığını ve bu ekonomik canlılığın enerji fiyatları yoluyla Rusya ekonomisine yaradığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu bağımlılık ilişkilerini biraz açabilir miyiz?


Şimdi, Putin’in açıklaması tamamıyla siyasi bir şov. Rusya şu anda küresel ekonominin doğrudan doğruya birinci hammadde üreticisi olarak küresel ekonomiye eklemlenmiş durumda ve hatta bu emtia fiyatlarındaki artışların ardındaki spekülasyonların da baş aktörlerinden bir tanesi.


Yalnız şu sözü doğru; kapitalizm bir rant ve asalaklık rejimi. Bir başka ifadeyle piyasaların anarşizmine dayalı bir birikim modeli. Bu birikim modeli içinde kârın kaynağı her zaman için rant ve sömürüdür, bunu zaten biliyoruz. Finansal kârın arkasında da köpük ve spekülasyon ekonomisi yatmaktadır. ABD ekonomisi, dünyanın merkez bankası olmasına dayalı Bretton Woods sisteminin getirdiği, kapitalizmin hegemonik gücü olma avantajını sonuna dek kullanmış. Öyle ki 2005-2006 küresel krizden hemen önceki dönemde Amerika’da özel tasarruf oranının yüzde 0 olduğunu biliyoruz.
Neden tasarruf etsin ki Amerika? İşte, dünyanın merkez bankası olarak likidite sunuyor ve Kore’si, Japonya’sı, Türkiye’si, Çin’i, Hindistan’ı Amerika’nın sunduğu bu dolar ve hazine kâğıtlarına hücum ediyor. Bu da Amerika’ya tasarruf etmeden tüketme olanağı sağlıyor. Hatta ileri finansal hizmet toplumu gibi post-modern toplum imajı veriyor. Putin’in sözü doğru yani, bu kapitalizmin ta kendisi.

NE ÇİN NE DE AVRUPA ABD’DEN ROL KAPMAYA ADAY OLUR

Amerika’nın hegemonyasının sarsıldığını söyleyebilir miyiz? Son olarak kredi ve derecelendirme kuruluşu S&P’nin not düşürme kararını bu yönde yorumlayabilir miyiz?


Bu çok zor. Ben burada finansal sistemin artık ayaklarını yere basması gerektiğini düşünüyorum. Finansal sistemin artık 2008 öncesine dönemeyeceği artık çok açık. Öncesinde tamamen finansal genişlemeye, likidite bolluğuna dayanan köpük düzeni ve düzenin getirdiği bütün yıkımların da sosyalleştirilmesi ve mali canlandırma paketleri yoluyla da bertaraf edilmesinin artık olmayacağını, finansal sistemin de yavaş yavaş anlamaya başladığını görüyoruz. Artık dünyada finansal burjuvazi açışından yüzde yüz korunaklı bir limanın kalmadığı çok net bir şekilde anlaşılıyor. Amerikan finansal sistemi için yapılan not indirimini de ben biraz buna bağlıyorum. Bence bu not indirimi ileride Amerikan finansal hegemonyasının zayıflayacağına hele hele bunun el değiştireceğine yönelik çok güçlü bir emare değil. Bu rolü üstelenecek iki tane adaydan biri olan Çin’in finansal sistemi son derece güdük ve sığ dünya finansal sisteminin getireceği hacmi kaldırabilecek boyutta değil. Çin’in de böyle bir riski yönetecek ya da göze alacağını zannetmiyorum. Bence, Çin ekonomisi üretmeye ve dünyanın atölye ekonomisi konumunu pekiştirmeye razı. Şu anki durumda, bir finansal hegemonyanın peşinde olduklarını öngörmek güç.


Avro ya da AB’nin de şu andaki konjonktür içinde böyle bir finansal liderliğe soyunacağını düşünmek hayal. Dolayısıyla, finansal sistemin daha az korunaklı olduğunu gördükleri limanlarda gene de sığınmaya çalışacağını ve Amerikan finansal hegemonyasının daha uzun bir dönem süreceğini düşünüyoruz. Ama sistem bütün olarak daha az sağlıklı, daha riskli ve kırılgan.


Ergin Yıldızoğlu “Bu kriz, o krizdir” diyor. Bunun kitlelere mal edilmesi en büyük dileğimiz. Finansal burjuvazinin bu krizini Türkiye’de ve dünyada reel bir krize dönüştürmek emekçilerin ve onların örgütlerinin görevi.


Aslında bizim bu yönde çalışmamız gerekiyor, krizin niteliğini ortaya koymamız gerekiyor ancak bu yöndeki çabaların da çok yeterli olmadığını görüyoruz.




DÜNYA KAPİTALİZMİ ARTIK BİR SAVAŞ KONJONKTÜRÜ OLMADAN SERMAYEYİ YÖNETEMEZ


2008 yılında Milliyet’te yaptığınız söyleşide “Bu krizin ardından düzeltici savaşlar gelebilir” sözünüzü 3 yıl sonra tekrardan yorumlarsanız, neler söylemek istersiniz?


O zamanki yorumlarımız çoğunlukla kapitalizmin tarihinden edindiğimiz derslere dayalıydı. Tarih kuşkusuz böyle bir determinist tekerrürden ibaret bir süreç değil. Hiçbir kriz bir öncekilerle benzer mekanizmalarla aşılmıyor; hegemonik güç değişiyor, sosyal uyarlama mekanizmaları değişiyor. Teknolojiler değişiyor, emekçi sınıfların konumu değişiyor fakat şu tespit çok ortada; dünya kapitalizmi artık bir savaş konjonktürü olmadan sermayeyi yönetemez konuma sürüklenmiş durumda.


Bu sadece Keynesgil anlamda talep yaratma ya da iktisadi artığı şu ya da bu şekilde yakma meselesi değil. Aynı zamanda bu tip krizlerin ortaya döktüğü sosyal çalkantıların da, ya milliyet temelinde ya etnik temelde ya da dini temelde kamufle edilmesi, yani bir tarafa kanalize edilmesi gerekiyor. Yoksa bunların bir emek-sermaye çelişkisine dönüşmesi durumunda Yıldızoğlu’nun değindiği noktaya birden bire gelmemiz kaçınılmaz olacak. Bu tür iktisadi kriz anları, böyle 50-60 senede yaşadığımız bu dalgalar siyasi ve sosyal krizleri kaçınılmaz olarak yaratıyor.  


İşsiz kalmış kitleler bir aidiyet duygusu içinde komşusuna düşman oluyor, yanındaki başka milliyetten olan insanlara düşman oluyor, kaybettiği işinin sorumlusu olarak onları görüyor ve medya sermaye ile birlikte bu tür ayrımları sürekli körüklüyor. Bu ayrımlar da illa da bir nükleer ya da 3. Dünya Savaşı konjonktürüne değil bölgesel savaşlar şeklinde tezahür edebilir. Yugoslavya’nın parçalanması daha sonra kara Afrika’da Sudan’ın parçalanması, Arap Baharı diye sürdürülen konjonktürün aslında Ortadoğu’da ve Arap dünyasında cetvellerin, pergellerin tekrardan ele alınıp yeniden şekillendirilmesine yönelik projeler olduğunu da görüyoruz. Bu bakımdan bölgesel savaş veya daha büyük bir savaş durumunun kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyorum, okuyorum.

Bunlar, 1900’lerin başından beri Rosa Luxemburg’ların ortaya koyduğu tezler. Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği durumun daha sonra 1940’larda tekrar ele alınması ve sermayenin kapitalizmi idare etmek adına savaş konjonktürü içine girmesi… Savaşın hem teknolojik ilerleme bakımından hem de kitleleri pasifize etme ve onları başka bir yöne kanalize etme için zorunlu bir yol olarak görüldüğü düşüncesindeyim. Şu anda yaşanan etnik çatışmalar, hem ülkemizde hem de sınırlarımızda yaşananlar bu konjonktürde değerlendirilmeli bence.




SİSTEM İÇİ TALEPLER VE SİSTEMİ DÖNÜŞTÜRMEYE YÖNELİK TALEPLER EŞ ANLI OLARAK YÜRÜTÜLMELİ


Tam da bu noktada emekçi yığınlara bu yıkıcı dönem için mücadele anlamında neler söyleyebiliriz? David Harvey’in belirttiği gibi kapitalizmle mücadelenin neoliberalizmle mücadele olması gerektiği sözünü de düşündüğümüzde neler söylemek istersiniz?


Öncelikle, bu söze katıldığımı belirtmek isterim. İngiltere kaynaklı “vatandaşlık ücreti” ya da “geçimlik ücret” meselesine daha önce değinmiştik. Kapitalizmin şu anki devrevi krizi içinde bunun mümkün olmadığı yönündeki tutum nedeniyle, “kitleleri bu talep etrafında toplayamıyoruz” şeklinde bir yaklaşım mevcut İngiltere’de.


Türkiye’de ise yurttaşlık bilinci giderek azalırken bir cemaat etrafında toplanma, cemaat ağları içinde var olma eğilimi artmakta. Sosyal yardım da bir dizi dini motif içinde kabul görüyor ve o şu anda gündemde. CHP’nin “aile sigortası”nın beklenen etkiyi yaratmamasında bunların da rolü yadsınamaz. Oysa, diğer taraf çok daha güçlü bir sinyal ile kamuoyunun karşısına çıktı ve kitleleri aldı götürdü. Dini motifler etrafında ve Türkiye’ye dayatılan Büyük Ortadoğu Projesi’nin de bir parçası olan Türkiye’de muhafazakârlaşma, cemaatleşme eğiliminin sonucu olarak “aile sigortası” başarısız olmuştur diyebiliriz.


Fakat daha çok sistem içi ve sistem dışı talepleri doğru dengeleme konusunda bir kafa karışıklığımız mevcut. Korkut [Boratav] hocanın çok önemli bir yaklaşımıydı bence. Kitleleri örgütleyebilmek, yani kapitalizmin sistem içi talepleri bile karşılayamaz halde olduğunu gösterebilmek için birtakım sistem içi talepleri ısrarla masaya koymamız lazım. İstihdam ve işsizlikle mücadele tabii ki bunlardan bir tanesi. Yani kapitalizm 1950’li 60’lı yıllarda bu talepleri meşru olarak görüyor, “gerçekçi” görüyor ve bunların yerine getirilebilmesi için bir kurumsal çaba içinde gözüküyordu. Oysa, Keynesgil politikalarla, Bretton Woods sistemiyle tüm bunlar kapitalizmin öğesine aykırıydı.


Şimdi, bu “sistem içi” taleplerden vazgeçmek bence şu bakımlardan yanlış: Kapitalizm sistem için tedbirleri bile yerine getiremeyecek, buna bile tahammül edemeyecek durumda. Kitlelerin sınıfsal bilinci üzerinde bir etki yaratmak amacıyla bu tür sistem için talepleri yükseltmek anlamlıdır. Bu, CHP’nin “aile sigortası” gibi, yurttaşlık bilincini doğuracak talepler şeklinde olabilir; işsizlik sigortası fonunun genişletilmesi olabilir; sendikal taleplerin yükseltilmesi şeklinde olabilir. Ama “Bunlar geçekçi değil, kapitalizm bize bunları veremez, dolayısıyla biz bunları talep etmeyelim” diye bunları elden çıkarmak bence yanlış olur.


Bir yerde görsel bir etki yaratıp kitleleri örgütleyebilmek için onlara güç vermek, örgütlenme bilinci vermek için bu tip taleplerin yükseltilmesi lazım. Ve bunların bir noktada sistem ile olan ilişkilerinin ortaya dökülmesi lazım. Yani sistem içi talepler ve sistemi dönüştürmeye yönelik talepler eş anlı olarak yürütülmelidir. Sakın yanlış da anlaşılmasın, önce sistem için taleplerle kitleleri toparlayalım daha sonra bir “sınıf bilinci” verelim, ondan sonra da sistemi değiştirecek talepleri de gündeme getirelim, şeklinde bir şeyi kesinlikle söylemiyorum. Tam tersine iki yönlü taleplerin de birlikte yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum.


David Harvey’in sözüne tekrar gelecek olursak… 1970’lerde oluşmaya başlayan krizin ötelenmesinde finansallaşmanın çok önemli, büyük rolü var. Bizim, Bağımsız Sosyal Bilimciler raporlarında dile getirdiğimiz ana unsur olan finansallaşma, kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini ötelemeye yaradı. Finansallaşma sayesinde bu kriz ötelendi, dolayısıyla bu finansallaşmanın önünü kesebilmek, onu dizginleyebilmek yani finansal sermayenin kaynaklarının kurutulabilmesi aslında bana son derece devrimci talepler olarak geliyor; kapitalizmin ömrünü kısaltacak, onun kaynaklarını kurutacak talepler olarak geliyor.


Son derece masum, basit bir talep olarak ortaya çıkan bu Tobin vergisi birçok devrimci yapı için çok basit ve sistem içi, çok reformist geliyor. Ama öte yandan finansal sermaye buna tahammül dahi edemiyor. Ben bununla sınırlı kalmayıp finansal sermayenin bu yönden de sıkıştırılması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu tabii ki mücadeleyi yüzde 3-5’lik bir vergi talebi ile sınırlandırmak değil; kapitalizmin birikim kaynaklarını törpüleyecek, kurutacak ve onu zor durumda bırakacak bir talep olduğunu göz ardı etmememiz gerekiyor. Neoliberal paradigma, Keynesgil iktisadın çöküşü, hatta neoliberal paradigmanın en uç örneği bu iş-çevrimleri teorileri, yaşanan bu krizler aslında piyasanın kendi doğal mekanizması içindedir, Kendi optimal tepkilerini veriyor. “Bunlara hiç müdahale edilmemesi lazımdır” diyen ultra sağ, ultra muhafazakar neoliberal görüşün canlandırıldığını görüyoruz.


Bunlara doğrudan Marksizm’in temel öğeleri üzerinden tepki vermek, Yıldızoğlu’nu tekrar referans gösterirsek bu krizin bir sistem krizi olduğu tartışmalarını gündeme getirmek gerekiyor. Bir yerden başlayarak kapitalizmin kriz içinde olduğunu, konjonktürel olarak aşılsa bile kapitalizmin krizli bir sistem olduğu algısını güçlendirmek gerekiyor.



II. BÖLÜM


"Emekten yana güçler krizi halka iyi ifade edemediler. Kriz emekçileri ilgilendirmeyen borsa endeksine, döviz kuruna indirgenmiş durumda..."

"Emekçi sınıfları yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor..."

"Türkiye için risk var fakat bu iyi idare ediliyor' sözü aslında riskin doğru tespit edilememesinden kaynaklanıyor..."


* * *

Kriz tartışmalarını izliyoruz. Hükümet kanadından birbiriyle çelişen açıklamalar geliyor. Merkez Bankası şaşırtıcı kararlar alıyor. Ne yapmaya çalışıyorlar?


Hükümetin tavrı, çok iyi kurgulanmış bir ekonomi ve siyaset idaresinden ziyade içgüdüsel olarak rastgele verilmiş tepkiler bütünü izlenimi uyandırıyor. Her tepkinin ardından “galiba yanlış yaptık” veya “piyasalara’ yanlış mesaj verdik” gözlemi ile bir başka tepki veriyorlar. Mehmet Şimşek’in, Ali Babacan’ın, Merkez Bankası’nın, Zafer Çağlayan’ın verdiği tepkiler inişli çıkışlı bir içgüdüsel tepkileşme gibi. Çok iyi denetlenmiş, planlanmış, önceden de öngörülmüş bir projeye göre hareket ettikleri izleniminde değilim.


Türkiye 2008 krizini önceki yıllarda olduğu gibi yaygın banka iflasları; fiyatlarda, döviz kurunda, faizlerde büyük hareketlenmeler şeklinde yaşamadı. 2008 krizi, doğrudan doğruya şirket iflasları, işsizlikte artış, üretim sektörünün çöküşü şeklinde yaşandı. 2000’li yıllarda Türkiye’nin küresel finansal sistemle olan ilişkileri çoğunlukla şirketlerin doğrudan borçlanması, şirketlerin küresel ekonomi ile doğrudan aktif menkul kıymet alım-satım işine girmesi ile belirlenmişti. Yurtdışından sermaye girişleri 2008’in son çeyreğinde yavaşlayınca şirketlerin borçları sürdürülemez hale geldi. Şirket iflasları yaşandı, üretim daraldı, yatırımlar ertelendi, üretim ertelendi, makine teçhizat ithalatı yavaşladı ve Türk sanayi reel anlamda yüzde 40'ı aşan bir daralma içine girdi.


Bakan Mehmet Şimşek'in, “Türkiye için risk var fakat bu iyi idare ediliyor” sözü aslında riskin doğru tespit edilememesinden kaynaklanıyor. Bankacılık sistemi riskli değil. Çünkü bankacılık sistemi şu anda Türkiye ekonomisinin küresel ekonomi ile olan eklemlenmesinde çok aktif rol alan bir sistem değil. Aktif rol alan kesim şirketler. Bu kesim de ucuz dövizin getirdiği ithalat kolaylıkları nedeniyle sıcak paraya dayalı, ithalata dayalı bir büyüme içinde gözüküyor.


“Makroekonomik temeller sağlam” cümlesi tamamıyla gerçek dışı. Makroekonomik temel dediğimiz gösterge iç tasarruf yatırımı dengesi ve dış tasarruf dengesidir. Cari işlemler açığı diye dile getirilen büyüklük milli gelir muhasebesinin tanımı gereği içerde tasarruf yatırım dengesinin bozulduğu anlamına geliyor. Türkiye bugün milli gelirinin yaklaşık yüzde 10'u kadar bir dış açık yaşıyorsa, bu, tasarruf ve yatırım dengesinin milli gelire oran olarak fiilen yüzde 10 bozulmuş olması anlamına gelir. Dolayısıyla makroekonomik temellerin yüzde 10 saptığı bir ekonomide makroekonomik temeller sağlıklıdır demek milli gelir muhasebesini tamamıyla göz ardı etmektir.


Türkiye ekonomisinin 1980'den sonra girdiği yolda ('94 krizi, '98 durgunluğu, 2001 krizi gibi tökezlemelerin dışında) Türkiye ekonomisinin bütün geleceği yabancı sermayenin, sıcak para dediğimiz spekülatör sermayesinin kaprislerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ancak döviz girişi olduğu sürece üretimini finanse edebilmekte, büyüyebilmektedir.


Şimdi, 2011’in ikinci yarısında bütün dünya ekonomisinde bir durgunluk, sermaye akımlarında bir daralma gözleniyor. Bunun Türkiye’ye yansımalarında doğrudan doğruya tekrardan şirketler kesiminde üretimin yavaşlaması anlamında bir yavaşlama konjonktürüne gireceğiz. “Krizi iyi idare ediyoruz” sözü, sürekli olarak yabancı sermayeyi çekmeye yönelik bir söylem.


Ama Başbakan’ın “teğet geçecek” söylemi halkta bir karşılık buluyor…


Türk solu, daha doğrusu emekten yana güçler kriz olgusunu halka iyi ifade edemediler. Bu 2001 krizi ve 2001 sonrasında medyada yer alan birçok ekonomi programının ve kriz algılamasının etkisiyle, kriz emekçi halkı hemen hiç ilgilendirmeyen bir borsa endeksine, döviz kuruna, faiz oranlarına indirgenmiş durumda.


Fakat kriz, bu değil. Ne zamanki bütün bunlar, doğrudan doğruya istihdam kararlarına, yatırım kararlarına yansıyor, üretim duruyor, istihdam yavaşlıyor, tüketici güveni sarsılıyor. Kriz olgusunu ilk safta böyle anlıyoruz. Şimdi dünyanın hemen hemen bütün ekonomileri doğrudan doğruya bir üretim krizi yaşadı 2008'de. Türkiye de OECD ülkeleri arasında üretim ve istihdam krizini en ciddi yaşayan 2 ülkeden bir tanesiydi. İşsizlik oranındaki artış veya büyümedeki kayıplar bakımından değerlendirildiği zaman Türkiye ilk 3 ülkenin arasında yer alıyordu. Ama bankacılık sistemi üzerinden bir finansal kriz yaşamadı. Çünkü krizin aktörü dediğim gibi zaten bankacılık sisteminden ziyade şirketler ve hane halklarıydı. Küresel ekonomideki bu çalkantıyı Türkiye’nin reel ekonomi üzerinden yaşaması bu bakımdan çok doğaldı. Bir de hep dile getirilen, göz ardı etmememiz gereken bir olgu var. Türkiye’ye 2008 Ekim'inden 2009 Nisan sonuna kadar kaynağı belirsiz yaklaşık 18 milyar dolarlık bir sermaye girişi yaşandı. Bu da IMF ile stand by imzalama gerekçelerini ortadan kaldırdı. Konumuz değil ama bu para çok büyük olasılıkla şirket sahiplerinin, hane halklarının yurt dışında veya yurt içindeki kayıt dışı parayı kendi şirketlerini kurtarmak üzere sisteme dâhil etmesi sonucunda geldi. İlle de kara para olmak zorunda değil.


Türkiye’nin 2008 krizi ile ilgili olarak “krizden etkilenmedik” söyleminin ciddiye alınacak bir tarafı yok. Sanayi yüzde 40 çöktü, 1 milyon yeni işsiz ortaya atıldı, sadece sanayi sektöründe 400 bin kişi işsiz kaldı. Böyle bir konjonktürde tartışmanın özü “biz krizden etkilendik mi etkilenmedik mi, şimdi etkilenir miyiz” olamaz. Niye finans sektöründe herhangi bir intibak mekanizması devreye girmeden doğrudan doğruya reel sektörün bütün intibakı üzerine aldığı, emekçi kesimlerin büyük bir işsizlik, onun getirdiği büyük bir ücret daralması, sosyal yardımların çökmesi ve yoksulluğun artması ile yüz yüze geldiği bir kriz yaşadık; bunun üzerinde durmak gerekiyor.


2011’deki bu yeni durgunluk konjonktüründen Türkiye nasıl etkilenir; bunu tartışmamız gerekiyor. 2008’in dersleri bize gösteriyor ki yabancı sermayenin girişlerinin yavaşladığı bir konjonktürde Türkiye çok şiddetli bir reel sektör krizine sürükleniyor. Şimdi bu konuda alınmış hemen hemen hiçbir tedbir yok.


Merkez Bankası önlem olarak yine yabancı sermayeyi çekmeye yönelik bir “genişletici mali daralma” politikası izliyor. Bu 2001 konjonktüründe uygundu, çünkü dünya zaten bir likidite bolluğu içinde ve genişleme konjonktüründeydi. Yabancı sermaye kendisine yüksek rant elde edebileceği güvenilir az gelişmiş ülke pazarları arıyordu. Şimdi ise böyle “mali disiplini sağladık, biz çok sağlamız, gelin bize yatırım yapın” mesajı yankı bulmayabilir ve çok büyük olasılıkla bulmayacaktır.


Burada Türkiye’nin geniş iç pazarının devreye sokulmasında çok büyük bir yarar görüyorum. Artık yabancı sermaye yatırımlarına değil ulusal tasarruflara dayalı bir ulusal yatırım projesinin devreye sokulmasının tam zamanı. Hâlbuki şu anda, “daraltıcı bir maliye politikasıyla yurtdışından yine sermaye girişleri sağlansın döviz kuru 1.70’lerden tekrardan aşağı çekilebilsin ve bu durgunluğun getirdiği yumuşak yatırım ve tüketim psikolojisinin içinde çok yüksek olmayan bir cari işlemler açığı ile Türkiye 2011’i çıkarsın” beklentisi var.



Anladığımız kadarıyla ekonomide bir daralma yaşayacağız. Hükümet de herhalde şöyle düşünüyor: “Finansal bir çalkantı olmasın da, zaten ekonomi daraldığı zaman biz bunu sıkıntısız atlatabiliyoruz. Dövizde aşırı sıçrama yaşanmasın, biraz yükselsin. Hem bundan ihracatçı yararlanır hem de cari açık azalır…”


Kesinlikle. “Zaten yüzde 11’lik saman alevi gibi büyüme ve onun neden olduğu yüzde 10’luk cari açık kabul edilebilir bir seviye değildi. Şimdi, burada aşağıya doğru bir yavaşlama içine giriyoruz. Fakat çok da böyle işsizlik yaratacak büyük bir durgunluk değil. Bizim yüzde 6-7’lik bir büyüme hedefimiz zaten var, ona indirgeyecek, enflasyona da baskı yaratmayacak, finansal sistemde de büyük bir çalkantı yaratmayacak bir konjonktüre sürükleniyoruz. Ekonomi bu sayede kendi kendine cari işlemler açığını azaltır, yaz aylarında olduğumuz için mevsimsel etkilerden dolayı zaten istihdamda da bir canlılık yaşanır. Sanayideki olası daralmalar turizm ve tarımdaki mevsimsel istihdam ile bertaraf edilebilir” düşüncesi var.


Şimdi bu tamamıyla edilgen ve Merkez Bankası’nın “önceden hazırlıklıyız” sözünü yadsıyan bir politika. “Ekonominin düşüşe geçmesinden rahatız. Bu çok da büyük bir çöküntüye yol açmayacağa benziyor veya en azından biz buna kendimizi inandırdık, halkımız da bir an önce tedbirler almaya başlarsa 2011’in son aylarını yumuşak bir durgunlukla geçirebiliriz” temennisine dayanıyor.


Hatırlarsınız 2009’un Mayıs ayına kadar, bütçe yasasında yüzde 4-5 büyüme hedefi vardı; 2009’un orta vadeli programında kendi kendilerini teğet geçtiğine inandırıp hiçbir tedbir almadılar. O dönem “teğet geçiyor, geçti, küresel krizi atlattık” temennisi ile geçtikten sonra birden bire cumhuriyet tarihinin en şiddetli daralmasıyla karşı karşıya kaldık.


Çok yüksek büyüme oranlarına rağmen Türkiye’nin 2001 krizi öncesinde yüzde 5-6 düzeyinde olan işsizlik oranına inemedik. Çünkü Türkiye istihdam yaratacak bir büyüme içinde değil. Şimdi tekrardan bir yavaşlama, durgunluk konjonktürüne giriyoruz bu son tablo Türkiye’de istihdamın bu şekilde artırılamayacağını, işsizliğin yüzde 10’un altına düşürülemeyeceğini gösteriyor. Bunun üzerine bir de mali disiplin sözü ile betimlenen bir mali daralmadan, sosyal yardımlar ve sosyal harcamaların daraltılacağından çok büyük bir olasılıkla memur maaş ve ücretlerinin tekrardan bir negatif seyir içine gireceğinden emin olabiliriz. Böyle bir dönemde emekçi yığınları yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor.


Söyleşi: Engin Duran, Ankara

Kuraklık Değil IMF Vurdu!


Somali’de açlıktan ölen çocukların resimleri son günlerde gazetelerden eksik olmuyor. Tabii dünya liderlerinin Somali konusundaki yardım çağrıları da beraberinde geliyor. Türk Başbakanı R. Tayyip Erdoğan bile Ramazan Bayramı’nı Somali’de geçirmeye karar verdi. Yıllardır açlıkla pençeleşen ve emperyalizmin ürünü olan Somali akıllara geldi.

Kıtlık nedeniyle insanlar ölümle pençeleşiyor deniliyor. Kuraklık yaşanan bu coğrafyada, “1970’lere kadar gıda üretiminde kendi kendine yeterlilik hakimken bugün ne oldu da Somali bu hale geldi” sorusu ilk akla gelen sorular arasında. Açlıktan, kuraklıktan bahsedilirken yirmı yıldır süren iç savaş, 1980 sonrası uygulanan IMF reçeteleri, sömürgecilik döneminde uygulanan politikaların sorgulanması kimsenin aklına gelmiyor.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası “bağımsızlık” kazanan ülkeler arasında Somali de vardı. 1960’lı yılların başında bağımsız devlet olan Somali, Batı’nın çizdiği sınırlar arasında yeni bir savaşta buldu kendini. Etiyopya ile girdiği savaşı kaybeden Somali, ABD politikaları doğrultusunda hareket etmeye başladı. Ardından 70’li yıllara ABD’nin uyguladığı paket programa tabi tutuldu. Somali’ye ekonomik yardım yapılıyordu. Tabii bu ekonomik yardımın şartları da vardı. IMF böylelikle Somali’ye adım atmış oldu.

Önce tarım ve hayvancılığı bitirdiler
 
IMF’nin uyguladığı program sonrası tarım giderek geriledi. Çünkü tarımdaki harcamalar kesilerek, sanayiye yatırım yapılmaya başlandı. Aynı dönem ABD’nin Sovyet rekabeti, beraberinde Somali’ye gıda yardımlarını getirdi. Gıda yardımlarının ülke pazarına girmesi, kamu harcamalarının kesilmesi nedeniyle zaten zor durumda kalmış Somalili çiftçilerin rekabet gücünü düşürdü. IMF eliyle tarım sektörü öldürüldü. Bugün yaşanan kuraklık değil IMF politikaları tarımı zaten bitirmişti.

IMF politikaları sonucu bu yıkım sadece tarımla sınırlı kalmadı. Eğitimden sağlığa birçok alan giderek gerileme yaşandı. IMF’in önerisi devalüasyona gitme oldu. Takip edilen politikalar yüzünden gıda ithal etmek zorunda kalan Somali, ulusal para biriminin değer kaybetmesi sonucu gıda ithalatında zorlanmaya ve bunun sonucu olarak daha fazla borçlanmaya başladı.
Devalüasyon sonucu Somali Şilini’nin değer kaybetmesi, Somali’de belki de en çok hayvancılıkla uğraşanları olumsuz etkilediği savunuluyor. Ülkenin 1980’li yıllarda Gayri Safi Milli Hasılası’nın yüzde 47’sini ve ihracatının yüzde 60’ını oluşturan hayvancılık, devalüasyon kararı ile zor durumda kaldı. Somalililer hayvanların sağlığını korumak için gerekli olan ilaçları ve besinleri yurtdışından ithal etmekteydiler. Somali Şilini’nin değer kaybetmesi ile birlikte hayvanlarının bakımlarını yapmakta zorlanmaya başladılar. Bu zorluğu aşmaya çalışan Somalililere bir kötü haber de, Suudi Arabistan’dan geldi. Somali’nin hayvan ihracatında bir numaralı müşterisi olan Suudi Arabistan, 1983 Haziran ayında aldığı bir kararla artık hayvan ithalatını Somali’den değil Avustralya’dan yapacağını duyurdu.

Batı’nın ‘yardım sahtekarlığı’
 
Bir yanda Batılı ülkelerden yardım diğer taraftan iç muhalefetin bastırılması için şiddetin dozunun arttırılması, Somali’de zulmün başladığı yıllara işaret eder. Emperyalistler bu iç kargaşanın farkındalığıyla yardım etmeye devam ettiler. Silah ve gıda yardımı ülkedeki diktatörlüğü büyüttü. 
Üzerinde uygulanan politikalar sonucu, Somali kendi bünyesindeki aşiretlerin çatışmalarının içinde kalmıştır. Yüzyıllarca bir arada yaşayan aşiretler, emperyalizmin “böl ve yönet” politikaları sonrası sömürge yönetimlerince kışkırtılarak iç şavaşa süreklendiler.
 
Bugün kuraklık ve kıtlık değil Afrika Boynuzu’ndaki Somali, Dünya Bankası ve IMF politikaları sonucu açlıkla pençeleşir hale getirilmiştir. Somali’de kıtlıkla pençeleşen ve fotoğrafları sergilenen insanlık tablosu, Dünya Bankası ve IMF’nin insani yardım anlayışının ve yapısal uyum stratejisinin iflas ettiğini gözler önüne sermektedir.

SELMA AKKAYA

'Ogün Samast'ı Samsun'a İstanbul Polisi Getirdi'

 
Gazeteci Hrant Dink cinayetinin perde arkası halen çözülmezken, tam 4 yıl sonra ANF’ye konuşan ve Dink cinayeti döneminde Samsun İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli olan bir üst düzey askeri yetkili, cinayette İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ihmali ve cinayetteki karanlık ilişkilerin ipuçlarını açıkladı.

Samsun İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli askeri yetkili, ''Cinayetten sonra Ogün Samast’ın bindiği otobüste oturduğu koltuğun önünde, yanında ve arkasındaki koltuklarda İstanbul Emniyeti'nden sivil polisler vardı. İstanbul'dan itibaren adım adım izlendi'' dedi.

Türkiye 19 Ocak 2007’de, Ermeni gazeteci Hrant Dink’in İstanbul Halaskargazi Caddesi'nde, yayın yönetmenliğini yaptığı ve sahibi olduğu Agos Gazetesi'nin önünde öldürülmesiyle sarsılmıştı. Başlangıçtan itibaren cinayetin Ogün Samast adındaki şahıs tarafından işlendiği belirlenmiş, ama Samast’ın ardındaki güçler bir türlü aydınlatılamamıştı. Geçtiğimiz ay Hrant Dink’in katledilmesi ile ilgili açılan davada yargılanan Dink’in katili Ogün Samast, 22 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Dink ailesi ve avukatları önemli olanın cinayetin arkasındaki karanlık bağlantıların ortaya çıkarılması olduğunu savunuyor.

Dink cinayetinde dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Er’in cinayetin işleneceğinden haberdar olduğu, İstanbul Vali Yardımcısı’nın Dink’i tehdit ettiği ve en önemlisi, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın olaydan haberdar olduğu yönünde birçok bilgi ortaya çıktı. Cinayeti işleyen Samast’ın, Samsun İl Jandarma Komutanlığı’nda Türk bayrağı ile verdiği pozlar ise cinayetin ‘devlet’ destekli olduğu yorumunu güçlendirmişti. Ancak, özellikle İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün cinayetin işleneceğinden haberdar olduğu halde önlem almaması dava da sürekli gündem oldu. Öte yandan, cinayet anına ilişkin kamera kayıtları ortadan kaldırıldı, tanıklar sustu ya da susturuldu.

CERRAH NEDEN AKLANDI?

Samast cinayeti işledikten sonra Samsun’a doğru yola çıktı. Ancak İstanbul Emniyeti zanlı Samast’ı bir türlü yakalayamamıştı! Durum kamuoyuna böyle yansıtıldı. Şimdi aradan 4 yıl geçtikten sonra dönemin Samsun İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli bir askeri yetkili cinayetteki sır perdesinin bir parça daha aralanmasında önemli bilgiler anlattı. ANF’nin görüştüğü askerin anlatımları, cinayetin işlendikten sonra aslında İstanbul Emniyeti’nin baştan beri Ogün Samast’ın cinayeti işlediğini bildiğini ve polislerin de cinayetin işlemesinin hemen ardından kendisini takip altına aldığını ortaya koyuyor. İstanbul Emniyet Müdürü olan Celalettin Cerrah’ın ve İstanbul polisinin cinayetteki “ihmali” çokça tartışılmış, ancak müfettişler tarafından yapılan soruşturma sonucunda ”aklanmışlardı”.

TANIK JANDARMA ANF’YE KONUŞTU


ANF’ye konuşan ve güvenliği açısından isminin açıklanmasını istemeyen jandarma görevlisi, Samast’ın Samsun Otogarında yakalandığı sırada kendisinin de Samsun İl Jandarma Komutanlığı'nda görev yaptığını belirterek, ”Cinayetten sonra Samast’ın bindiği otobüste oturduğu koltuğun önünde, yanında ve arkasındaki koltuklarıda İstanbul Emniyeti'nden sivil polislerin bulunduğunu” söyledi. Jandarma görevlisi, bu polislerin Samast’la birlikte İstanbul’dan Samsun Otogarı'na kadar geldiklerini kaydetti.

İSTANBUL POLİSİ SAMASTLA BİRLİKTEYDİ


Ogün Samast’ın cinayeti işlediği gün Samsun’a kadar polis takibinde geldiğini belirten Jandarma Görevlisi, “Samast’ın oturduğu 21 nolu koltuğun önünde arkasında ve yanında oturan kişiler İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı sivil polislerdi” dedi. Trabzon istikametine doğru giden otobüsün Samsun yeni otogara uğradığını ve yeni otogar Samsun’un dışında olduğu için oranın güvenliğinin İl jandarma komutanlığına ait olduğunu anlatan Jandarma görevlisi, “Otobüs durup kapısı açıldığı zaman, Samsun İl Jandarma komutanlığına ait personel otobüse bindi ve sözkonusu şahsı eliyle koymuş gibi yakaladı. Hangi koltukta oturduğunu biliyorlardı” diye konuştu. Kendisinin de o dönem Samsun İl Jandarma Komutanlığında olduğunu belirten jandarma görevlisi, söz konusu sivil polisleri bizzat gördüğünü ifade etti.

SAMAST’I NEDEN İSTANBUL’DA TUTUKLAMADILAR?


Alanın ve bölgenin İl Jandarma Komutanlığı'na bağlı olmasına rağmen Ogün Samast’ın otogardaki karakoldan Jandarma Komutanlığı'na değil, İl Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldüğünü belirten Jandarma görevlisi, orada jandarma astsubayların Samast ile birlikte poz verip fotoğraf çektirdiğini söyledi. İl Emniyet Müdürlüğünde Türk bayrağı eşliğinde Samast ile hatıra fotoğrafı çektiren astsubayların bundan dolayı değil, fotoğraflar basına sızdığı için sürüldüklerini belirten görevli, “Ancak İstanbul’dan beri Samast’ı takip eden İstanbul polisi hiç sorgulanmadı. Şimdi soruyorum: İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı sivil polisler madem ki Samast’ı İstanbul’dan beri takip ediyordu. Onunla aynı otobüse bindiler, Samsun’a kadar geldiler de, neden cinayetin işlendiği İstanbul’da tutuklamadılar? Cevabı çok basit. Çünkü İstanbul Emniyeti cinayetin sorumluluğunu üzerinden atmak istedi. Olayı saptırmaya çalıştı. Ogün Samast olayından ötürü İstanbul Emniyet müdürlüğünden herhangi bir komiser, emniyet müdürü, polis açığa alındı mı? Yok” diye konuştu.

Patriot Füzeleri Türkiye'ye Yerleştiriliyor

 

Geçtiğimiz Kasım ayında NATO’nun Lizbon zirvesinde Türkiye’ye konuşlandırılması kararlaştırılan füze kalkanı projesinde Washington-Ankara arasında mutabakat sağlandı. Türkiye, İran’a karşı kurulması planlanan kalkanın komuta kontrolünde yer almakta ısrar etti.

Bir yandan Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik hava saldırısı, diğer yandan Suriye için “sabrımız kalmadı” tehditlerinin gündemde olduğu bir dönemde Türkiye’de füze savunma sisteminin kurulması için geri sayım başladı. Lizbon’daki NATO zirvesinde Türkiye’nin ilkesel olarak onay verdiği füze kalkanında Ankara-Washington arasında anlaşma sağaldı.

Türkiye’nin komuta kontrolü sisteminde yer alma ısrarı Washington tarafından kabul edilirken, ABD’nin göndereceği Patriot füzeleri füze savunma sisteminin kapsama alanı dışında kalan bir bölgede yerleştirileceği belirtiliyor. Sistemin nereleri koruyacağı, hangi bölgeleri kapsama alanı dışında bırakacağı konusunda bilgi edinilmezken, Ankara’nın İsrail’in sisteme ilişkin bilgilere ulaşmasına da karşı çıktığı söyleniyor.

İki ülke arasındaki nihai mutabakatın ise ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın geçen ay Türkiye’ye yaptığı ziyaretin ardından sağlandığı öğrenildi.

Her ne kadar Ankara “Kalkan İran’dan gelecek saldırılara karşı” itirafında bulunmazsa da Batılı yetkililer, sistemin NATO üyesi ülkeleri ve müttefiklerini İran’dan gelecek saldırılara karşı koruyacağını dile getiriyor. 3 adet radar sistemi konuşlandırılmasına ihtiyaç duyulurken, Türkiye’ye ilişkin proje için ayrıca Standard Füze İnterseptörleri Akdeniz ve Kuzey Deniz’deki ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait savaş gemilerinde konuşlandırılacak.