9 Temmuz 2011 Cumartesi

Feminizmi Anlamak...


Feminist kadın hareketleri iktidar kıskacından kurtulamadıkları için mücadelelerinde ortaya çıkan duruş, sistem sınırları içinde hapsolma olmaktadır.




Bese ŞİMAL  
 
Günlük yaşamımızda üzerinde en fazla tartışma yürütülen kavramlardan biri de feminizmdir. Bu kavram ekseninde çeşitli yorumlar yapılmakta ve tanımlamalar geliştirilmektedir. Kimilerine göre feminizm, kadınların hak ve hukukunu savunmanın adıdır. Kimilerine göre kadıncılıktır, erkek düşmanlığıdır. Kimilerine göre içinde ahlaki sapkınlığı barındıran, kadının birlikte yaşamasını öngören ve kadın egemenliğine dayanan bir eğilim ve harekettir. Ve kimilerine göre ise feminizm; kadının özgürlüğü için mücadele eden, ekonomik, siyasi, hukuksal olarak kadın erkek eşitliğini savunan, kadın özgürlüğünü bu hakların kazanılmasına indirgeyen, erkek egemen sistemi kadın hakları konusunda duyarlı kılmanın mücadelesini veren kadın hareketlerinin toplam ifadesidir.  Bu açıdan çeşitli akımlardan oluşan feminizm, üzerinde düşünmeye ve tartışmaya değer çok önemli bir olgudur, konudur.

Dünya’da Feminist hareketlerin ilk ortaya çıktığı süreç, 1789 Fransız devrimine denk gelen bir süreçtir. Feminist hareketlerin sönükte olsa ilk belirişi aydınlanma ve Rönesans sürecine dayansa da örgütlü, disiplinli ve etkili biçimleriyle Fransız devrimi sürecinde ve sonrasında karşılaşıyoruz. Bu anlamda feminist hareketleri, 18. yüzyılın sonları ile 19. ve 20. yüzyıllara damgasını vuran sistem karşıtı hareketlerden biri olarak değerlendirmek gerekiyor. Feminizm Avrupa başta olmak üzere genel dünyada kadının bilinçlenmesinde, aydınlanmasında ve örgütlenmesinde önemli bir rolün sahibi olmuştur. Kadında belli oranda cins ve tarih bilincini geliştirmiş, erkek egemen zihniyet ve sistem sorgulamasını yaratmıştır. Feminist hareketlerin verdiği mücadele ile kadın, çeşitli hukuksal kazanımları elde etmiştir. Bu hakları kazanma uğruna çok büyük direnişler sergilenmiş ve çok büyük bedeller verilmiştir. Ancak maalesef Feminist hareketler bütün bu mücadelelere rağmen kadını iktidar-devlet sisteminin ve erkek egemenliğinin denetiminden ve etkisinden çıkaramamışlardır. Bu noktada sorulması gereken temel bir soru şudur; Kadının bunca yüzyıllık direnişi neden eşit ve özgür bir yaşamı ortaya çıkaramadı? Erkeği egemen erkek olmaktan, kadını ise köle kadın olmaktan kurtaramadı?

Feminist kadın hareketleri iktidar kıskacından kurtulamadıkları için mücadelelerinde ortaya çıkan duruş, sistem sınırları içinde hapsolma olmaktadır.  Kadının özgürlüğü için mücadele yürüten kadın hareketleri şunu derse; erkek iktidarı eşitsizlik yaratıyor, kadın iktidarı yaratmıyor. Erkeğin tek başına iktidar oluşu eşitsizlik yaratıyor ancak kadınla iktidarı paylaşması eşitsizlik sorununu çözüyor.  Bu söylemin ve eylemin kendisi feminist kadın hareketlerinin en büyük yanlışı, yanılgısı ve trajedisi olmuştur. Fikirle zikir bir olunca da erkek egemenliğinin en yoğunlaşmış biçimi olan kapitalist modernitenin değirmenine su taşımanın ötesine geçilememiştir.

Diğer yandan ise cins sorunu toplumsal sorunlardan ayrı ele alınmayacak kadar büyük bir toplumsal sorunlar yoğunluğudur. Cins sorunu sadece kadının sorunu değildir. Erkeğin ve tüm toplumun en başta gelen sorunudur. Bu sorunu ortaya çıkaran erkeğin iktidarı ise, o halde çözümü de kadının ve erkeğin özgürleşmesinde görmek gerekir. Gerçek şu ki; iktidar, kan hücresi gibi sürekli kendisini çoğaltan canlı bir olgudur. Mevcut durumda bu olgu kendisini tüm topluma yaymış durumdadır. Kadın özgürlük hareketleri kendilerini toplumdan yalıtıp toplumsal özgürleşmeyi önemsemedikleri müddetçe asla başarılı olamazlar. Kadın cinsi bu toplumun dışında ayrı bir gezegende yaşayamayacağına göre o halde toplumsal özgürleşmeyi de kendi programının ve mücadele stratejisinin temeli haline getirmek durumundadır. Erkek egemenliğine dayanan cinsiyetçi bir toplum çok güçlü bir ideolojik, siyasi, sosyal, ekonomik, ekolojik, demokratik mücadele verilmeden kadın erkek eşitliği ve özgürlüğü temelinde dönüştürülemez. Erkeğin ve toplumun dönüşümünden kopuk bir mücadelenin başarı şansı asla olamaz. Hiç şüphe yok ki bu mücadelenin yol açacağı tek sonuç, egemen erkeğin, cinsiyetçi toplumun, iktidarcı sistemin sınırlarında seyretmek olacaktır. 

Feminizm kendi içinde çeşitli akımlara ayrılsa da çok derin farklılıklardan bahsetmek zordur. Feminizmi biraz daha yakından tanımak açısından feminist akımları kısa da olsa ele almak gerekir.
Liberal feminizm: Liberal feministler kadınların seçme-seçilme, oy kullanma, eğitim görme haklarını esas alarak bir mücadele içerisine girmişlerdir. İktidar-devlet sistemini doğası boyutuyla sorgulayıp aşma perspektifi oluşturma yerine, sistemi değiştirmeden sistem sınırlarında bazı iyileştirmeler ve reformlar geliştirme arayışında ve çabasında olmuşlardır. Ekonomik bağımsızlığı sağlamak için kadını kamusal alana yönlendirmişlerdir. Liberal feministler liberal teorinin kadına eşitlik ve özgürlük getireceğine inanarak bir bakıma kapitalist moderniteyi ilerici görmüşlerdir. Esas olarak liberal ideolojinin etkisi ile içine girdikleri durum, ciddi bir özgürlük yanılsaması olmuştur. Erkek ile aynı haklara sahip olmayı özgürlük sanarak –niyetsel olup olmaması o kadar önemli değildir- erkek egemenliği-iktidarı ile uzlaşma mücadelesine girmişlerdir. Son noktada ise uzlaşarak sisteme katkı sunmuşlardır. 

Sosyalist feminizm: Cins sorununa sınıfsal yaklaşan bir akımdır. Kadın ile işçiyi aynı kefeye koyarak ikisi de ezilendir deyip, kadının kurtuluşunu işçinin kurtuluşunda görmektedir. Kurgu şunun üzerinedir; Proleter ile yan yana ortak bir mücadele proleteri iktidar yapacak ve tüm toplum gibi kadın da kurtulacaktır. Sosyalist feministlerin hâkim anlayışı, toplumun kurtuluşunu işçinin kurtuluşunda gören, kadının kurtuluşunu ise toplumun kurtuluşunda gören bir anlayıştır. Sosyalist feministlerde köklü bir iktidar ve devlet sorgulaması olmadığı için işçinin elindeki iktidarı ve devleti olumlayan bir yaklaşım vardır. Ayrıca tarihin ana çelişkisi olan cins çelişkisini sınıf çelişkisinin gerisine itmek en temel yanılgılarından birisi olmaktadır. Bu akımın ideolojisi proleteryanın iktidarına dayanan reel sosyalist bir ideolojidir.  

Radikal feminizm: Cins sorununa sınıfsal ve liberal yaklaşımları eleştirmiş, ataerkil sistem ve iktidar çözümlemelerini daha güçlü geliştirmişlerdir. Toplumsal cinsiyetçilik kavramını öne sürerek erkek zihniyetini ve sistemini daha geniş bir pencereden ele almışlardır. Radikal feministler kadına dayatılan politik ve örgütsel kalıpları yıkarak kadın mücadelesinin kitleselleşmesinde önemli bir rolün sahibi olmuşlardır. Ancak bu akım içerisinde çeşitli entelektüel kesimleri kapsayan marjinal eğilimler de ortaya çıkmıştır. Bu eğilimler derinleşerek sapma düzeyine varmıştır; Çocuk yapmanın kadını erkeğe bağımlı kıldığı bunun aşılması için erkeğin vücuduna da dölyatağı yerleştirilmesi gerektiğini savunanlar dahi çıkmıştır. Yine ataerkil sistemden kopuşun çözümü olarak lezbiyenliği savunan kesimler ve eğilimler ortaya çıkmıştır. 

Radikal feminizm kadın özgürlük mücadelesini önemli bir aşamaya taşısa da özgür yaşam alternatifini geliştirememiş, egemen sistemi aşmamış ve ortaya çıkan çeşitli eğilimler ise hareketi parçalamış ve etkisiz kılmıştır. 

Anarko feminizm: Anarko feministler anarşist ideolojiyi esas almışlardır. Bundan yola çıkarak devlet, iktidar başta olmak üzere insan ilişkilerinde ve kadın erkek ilişkilerinde üst-alt anlayışını kabul etmeyerek tüm otoriteleri reddetmişlerdir. Toplumun dişileştirilmesini savunarak işbirliğine, paylaşıma dayalı otoriteden uzak bir yaşamı öngörmüşlerdir. Anarko feministlere göre, ideolojilerin, devletin, dinin, geleneklerin, medyanın tahakkümü, tümden kadınlar üzerindedir. Ataerkil değerler hiyerarşilerle korunduğu için hiyerarşiyi yıkmak esastır. Kadın özgürlüğü ve eşitliği için bireyin özgürleşmesini esas almışlardır. Birey özürlüğünü cins özgürlüğü ile paralel ele almamak Anarko feministlerin en büyük yanılgılarından biri olmuştur. Bu yaklaşım onları bireyciliğe savurmuş, bireysel özgürlük anlayışını ön plana çıkarmıştır. Otoriteyi tümden reddediş ve alternatif sistem ve yaşam projeleri geliştirmeyişleri etkili bir örgütlülüğü ortaya çıkaramamıştır. Bu durum çok temel noktalarda sorgulama ve yaklaşım geliştirmelerine rağmen onları oldukça etkisiz ve güçsüz bırakmıştır. 

Eko feminizm: Kadın özgürlük mücadelesinde ekolojik yaklaşımı esas alan bir akımdır. Eko feministler, erkeğin kadını doğaya benzettiğini ve doğayı sömürdüğü gibi kadını da sömürdüğünü savunmuşlardır. O açıdan erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü aşmak için aynı zamanda doğa üzerindeki tahakkümünü de aşmanın esas olduğuna inanmışlardır. Eko feministlerin politik sahadan uzak durmaları onların egemen politikan etkilenmedikleri anlamına gelmediği gibi kendilerini etkisiz ve marjinal de bırakmıştır. 

Varoluşçu feminizm: Bu akım, kadınların sistem dışında olduğunu ve sistem tarafından ezildiklerini, öteki görüldüklerini savunmuştur. Kadının öteki durumunu görmesi onu umutsuzluğa götürmektedir. Bu akıma göre kadın nesne olmayı reddederse onu nesne göreni de kendisini farklı görmeye zorlayacaktır. Bunun için kadın akılcı ve eleştirisel yönünü geliştirmelidir. Gerçek şu ki beş bin yıllık bir sistem sadece akılcılığı ve eleştiriselliği geliştirmekle aşılamayacak kadar köklü ve çok kapsamlı bir olgudur. 

İslami feminizm: Kadın ve erkek eşitliğinin dine uyumlu bir tarzda sağlanabileceğini savunan bir akımdır. Müslüman toplumlarda kadının siyasal, sosyal ve ekonomik haklara sahip olması için mücadele eden bir harekettir. İslami feministler talepleriyle modernitenin dışına çıkamamakta ve İslami kimliği temel kimlik olarak ele almaktadırlar. Cins sorununa yaklaşımları liberal, uzlaştırıcı bir çerçeveyi aşamamaktadır. Egemen-cinsiyetçi sistem ve toplum zihniyetinin esasını oluşturan din, sosyolojik bir yoruma tabi tutulamamakta, aksine var olan bağımlılık liberal yorumlarla pekiştirilmektedir. Özel erkek, toplum erkeği ayrımına gidilerek egemen zihniyet görmezden gelinmektedir. Bu durum kadının erkeğin özel mülkiyeti olduğu algısını kadın yoluyla pekiştirmektedir.   
 
Kısaca daha benzer çeşitli eğilim ve akımlar olsa da belli başlı akımlar yukarıda özetlemeye çalıştığım gibidir. Hepsinin ortak noktaları da kadının özgürlüğünü amaçlayan bağımsız bir ideolojiye, felsefeye ve örgütlülüğe dayanmamalarıdır. Var olan ideolojilere eklemlenerek verilen bir mücadele, kadında doğru bir özgürlük algısı geliştirmediği gibi onu özgürlük adına tekrardan sistemin içine çekmekte ve sistemin kontrolüne sokmaktadır. 

Feminizme ilişkin Önder Apo’nun şu belirlemeleri konuyu çok güzel özetler niteliktedir; ‘‘ Feminizm kavramı Türkçesiyle kadıncılık hareketi anlamında kadın sorununu tam nitelemekten uzak olup, karşıtı erkekçilik olarak tasarlandığından daha da kısırlığa götürebilir. Sanki sadece egemen erkeğin ezilen kadınıymış gibi bir anlamı yansıtmaktadır. Hâlbuki kadın gerçekliği daha kapsamlıdır. Cinsiyetin ötesinde kapsamlı ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir... Kadının sınırları kolay belirlenemeyen bir sömürge statüsünde tutulduğu anlaşılmak durumundadır. 

Tüm bilimlere olduğu gibi sosyal bilimlere de damgasını vurmuş erkeklik söyleminde de kadından bahseden satırlar, gerçekliğe hiç dokunmayan propagandatif yaklaşımlarla yüklüdür. Kadının gerçek statüsü bu söylemlerle tıpkı uygarlık tarihlerinin sınıf, sömürü, baskı ve işkenceyi örtbas etmesi gibi belki de kırk kez örtülmektedir. Feminizm yerine Jineoloji ( kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir... Feminizmi de kapsayan kadın bilimine dayalı kadının özgürlük, eşitlik ve demokratik hareketi, açık ki toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynayacaktır.’’

Önder Apo gündemimize kuşkusuz çok yeni bir kavram koymaktadır. Bu durum kadın özgürlük mücadelesinde çığır açıcı bir adımı ifade etmektedir. Kadın, toplumun sadece fiziki olarak yarısını veya yarısından fazlasını oluşturmuyor. Kadın aynı zamanda toplumun ve toplumsal doğanın temel anlam gücüdür. Toplumsal yaşama anlam ve değer katan esas güç, kadının maddi ve manevi dünyasından süzülerek maddi ve manevi kültür gerçekliği kazanan kadın doğasıdır. Toplumsal doğayı bundan uzak tanımlamak onu doğru tanımlamamaktır. Bu açıdan kadın doğası doğru tanımlanmadan toplumsal doğayı doğru tanımlamak mümkün değildir. Kadın zihinsel, ruhsal, duygusal, fiziksel, sosyal, siyasal, ekonomik olarak neden, nasıl sömürgeleştirilmiştir? Bu soruya tam ve doğru bir cevap verilmeden kadın doğasını anlamak söz konusu olamaz. Bu anlaşıldıkça erkek egemenlikli sömürgeci zihniyet ve sistem de derinliğine anlaşılmış olacaktır. 

Kadını toplumda yer edinmiş, ana, eş, sevgili, namus, statüleri içinden çıkararak ele almak gerekir. Bu noktada cinsellik ve aşk olgularının hakikate göre ele alınıp çözümlenmesi ve yeniden tanımlanması oldukça önemlidir. Erkek iktidar sistem tarafından doğal bir soy sürdürme, toplumsal doğayı-yaşamı devam ettirme eylemi olan cinsellik, kadını sömürgeleştirerek tüm toplumu sömürgeleştirmenin temel bir iktidar silahı haline getirilmiştir. Aşk yalanlarıyla bu silah daha da etkili kılınmış, ortaya vahşet bir kadın soykırımı çıkmıştır. Erkek iktidar sistem, sömürgeci ve vahşi karakterini aşk maskesi takarak örtbas etmeye çalışmış ve çalışmaktadır. Bu biçimde beş bin yıllık tecavüz kültürünün üstü örtülmektedir. Kapitalist modernite ile daha da tırmanışa geçen, tecavüz, cinayet, dayak, küfür, şiddetin her biçimi sevgi ve aşk sözcükleri ile karanlıkta tutulmaya çalışılmaktadır.  Kapitalizm hiçbir dönemde olmadığı kadar kadını kapsamlı bir sömürgeleştirmeye tabi tutmaktadır. Önder Apo’nun ifadesiyle ‘‘Tüm emeklerin anası, ücretsiz emeğin sahibi, en düşük ücretli işçi, en çok işsiz, erkeğinin sınırsız iştah ve baskı kaynağı, düzenin çocuk doğurma makinesi, yetiştirme ebesi, reklam aracı, seks-porno aracı vb.’’ Bu ifadeler kadının sömürgeleştirilme düzeyini ve kapsamını çok çarpıcı ortaya koyduğu gibi kapitalist sistemin korkunçluğunu ve azılı kadın düşmanı karakterini de çok net gözler önüne sermektedir. 

Günümüzde kadın, hukuki eşitlik mücadelesinde ileri bir noktayı yakalamıştır. Ancak tehlikeli olan şu ki, bu eşitlik anlayışının içeriği boş kalmış, biçimsel bazı uygulamalarla kadını sistem ile uzlaşmaya çekmiştir. Kadını erkek egemen iktidar sistemi ile uzlaştırmıştır. Görünüşte kadın erkekle, insan hakları, siyasal, sosyal, ekonomik haklar bakımından eşit gibidir. Peki, işin özü gerçekten öyle midir? Acaba en büyük kandırma burada gizli değil midir? İşte yine bütün bu konular jineolojinin araştırma ve çözümleme kapsamına giren konulardır.

Kısacası iktidar uygarlığının ürettiği tüm toplumsal sorunların aşılmasında cins çelişkisinin çözülmesi ana çözüm durumundadır. Kadının özgürlüğü, eşitliği, demokratik siyaset yapma hakkı, kendisiyle ilgili tüm ilişkilerde söz ve irade hakkı tam sağlanmadan toplumsal özgürlük mümkün değildir. Kadın ahlaki politik yani demokratik toplumun esas gücünü oluşturmaktadır. Kadının yaşamla, toplumsal ve fiziki doğayla bağı, erkeğe oranla çok daha fazla gelişkindir. Bu kaynağını kadının gelişkin duygusal zekâsından almaktadır. Kadının irade kazanıp özgürleşerek duygusal zekâsı ile analitik zekâsını birleştirmesi, ahlaki politik toplum kültürünü geliştirecek ve bu kültürü tüm topluma hâkim olan bir kültür haline getirecektir. 

Ekonomi de Jineoloji kapsamına giren konulardan biridir. Tarihte ekonomi kadına ait bir faaliyet iken, egemen erkek ve devlet iktidarı bunu kadının elinden almıştır. Tefeci, tüccar, para, faiz, sermaye ekseninde ekonomi üzerinde tam bir iktidar tekeli kurulmuştur. İktidar-devlet sistemi gasp ve hırsızlıkla gün gün sermayesini arttırırken gerçek ekonomi sahibi olan kadın ise tam bir sömürü nesnesine ve dilenciye dönüştürülmüştür. Ev yasası anlamına gelen ekonomi, yeniden gerçek sahiplerinin eline geçmek durumundadır. Bunun için de kapsamlı bir bilimsel,  teorik çalışmaya ve mücadeleye ihtiyaç olduğu kesindir. 

Jineolojik çalışma kadının gerçek doğasını ve sömürgeci erkek iktidar sistemin karakterini çok net bir biçimde ortaya çıkaracağı gibi, kadının eşitlik, özgürlük, demokratik mücadelesinde çok güçlü bir çözüm perspektifini de ortaya çıkaracaktır. Ortak perspektif ile tarihe bakan kadınlar, birlik olmanın önünde hiçbir engel ile karşılaşmayacaklardır. Ortak bir kurtuluş ideolojisi ve felsefesi ekseninde bir araya gelip, küresel çapta demokratik bir kadın hareketi düzeyine ulaşarak yeni bir toplumsal sistemin inşacıları olacaklardır. Ve yaşam kadınların ellerinde yeniden kendi hakikati ile buluşacaktır. Yaşamın her yerinden anlam fışkıracak ve her anlam damlası, bütün insanların yüreğini mutluluk ve sevinçle dolduracaktır.

TESEV'den 'Çok Dilli Hayat' Raporu

TESEV Demokratikleşme Programı'nın Türkiye'de Cumhuriyet döneminde değiştirilen yerleşim adları üzerine başlattığı çalışmanın araştırmacı/yazar Sevan Nişanyan tarafından kaleme alınan raporu yayımlandı. Rapora göre 1965’ten önce Türkiye’deki tüm yeradlarının yaklaşık üçte biri değiştirildi. Bugün yeradları tartışmasında esas itici gücün “Kürt siyasi hareketi” olduğuna vurgu yapılan rapordaki öneriler arasında, Kürtçe adlar var olan resmi (Türkçe) adların yanı sıra genel dolaşıma sokulması, ikidilli haritaların yayımlanması, ikidilli trafik levhalarının yapılması ve okullarda Kürtçe adların öğretilmesinin teşvik edilmesi de yer alıyor.

Sevan Nişanyan’ın kaleme aldığı "Hayali Coğrafyalar: Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Değiştirilen Yeradları" adlı rapor bugün yayınlandı. Raporda Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca il, ilçe, mahalle, köy ve mezra gibi yerleşim adlarının değiştirilmesinde izlenen siyaset, içerik ve uygulamaları farklılık ve benzerlikleri ile ele alınırken, devletin yerleşim adları siyaseti ile vatandaşlık siyaseti arasındaki ilişki ortaya konuluyor. Ancak raporda Kürtçe'nin bir lehçesi olan Zazaki'nin ayrı bir dil olarak ele alınması dikkat çekiyor.

"Hayali Coğrafyalar" raporunun yanısıra, projenin bir diğer önemli ayağı da "Türkiye Yerleşim Birimleri Envanteri" başlıklı bir veritabanı olarak dikkat çekiyor. Veritabanında, Türkiye'deki il, ilçe, mahalle, köy ve mezraların eski ve yeni adları, kökenleri ve hangi tarihlerde değiştirildiğine ilişkin bilgiler Googlemaps destekli bir Türkiye haritası üzerine işlenmiş. Haritaya http://www.nisanyanmap.com adresinden ulaşılabiliyor.

Yer adlarının iadesi tartışmasının anadilde eğitim, demokratik özerklik ve yerel yönetimler üzerinden Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri ile doğrudan ilişkili olduğuna dikkat çekiliyor. Ama aynı zamanda Türk kimliği ile iç içe geçmiş Çerkeslerin de kendi toplumlarının Türkiye'de yerleşik bulunduğu yerlere Çerkesçe isim verilmesi konusundaki yakın tarihli taleplerini daha fazla dile getirdiğine işaret ediliyor.

Nişanyan, rapor için, “sadece Türkiye’de yer adlarının değişimine ilişkin yeni ve kapsamlı bir bilgi platformu oluşturmuyor, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlık politikalarına, ulus devlet ve milli kimlik inşası süreçlerine ve yakın dönem tarihine ilişkin alternatif bir bakış açısı da sunuyor. Bir yandan da, basitçe ‘coğrafi’ olarak tanımlanabilecek bir meselenin barındırdığı siyasal arka plana ve sayısız yer adı değiştirme uygulamasının nasıl bir siyasal projenin ürünü olduğuna ilişkin eleştirel bir okuma imkânı sağlıyor” ifadelerini kullanıyor.

TÜRKÇELEŞTİRMEYE YÖNELİK SİYASİ İRADE 1913-16’DA ORTAYA ÇIKTI

Rapora göre Türkiye’de “Türkçe olmayan” yeradlarının Türkçeleştirilmesine yönelik siyasi irade1913-1916 yıllarında Enver Paşa’nın bayraktarlığında ortaya çıktı: “Balkan Savaşları’nı izleyen günlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Milli Mücadele esnasında da Müdafaayı Hukuk kadrolarının girişimiyle Rumca veya Bulgarca kökenli olan birçok yeradı değiştirildi.”

1960 DARBESİNDEN SONRAKİ DÖRT AYDA 10 BİN YER ADI DEĞİŞTİRİLDİ

İl İdaresi Kanunu’nda 1959’da yapılan bir değişiklikle İçişleri Bakanlığı’na köy adı değiştirme yetkisi verildiğinin hatırlatıldığı raporda aynı yıl iller bazında yeni yeradı listeleri yayımlanmaya başlandığı kaydediliyor. Raporda şu ifadeler yer alıyor: “Hazırlıklar 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ertesinde semeresini verdi. Darbeyi izleyen dört ay içinde 10.000’e yakın yeni köy adı resmi kullanıma sokuldu. 1965’ten önce Türkiye’deki tüm yeradlarının yaklaşık üçte biri değiştirildi. Bazıları binlerce yıllık tarihe sahip olan 12.000 dolayında köy ve 4.000 dolayında bağlı yerleşim ile binlerce akarsu, dağ ve coğrafi şekil, bürokratik zihniyetin ürünü olan yeni Türkçe adlara kavuştu.”

YER ADLARININ YÜZDE 36'SI DEĞİŞTİRİLDİ

“20. yüzyıl Türkiye’sinde değiştirilen yeradları” tablosunda 15.585 değişim belgeleniyor. Rapora göre mükerrer değişiklikleri gösteren 538 kayıt çıkarıldıktan sonra toplam 15.047 yerleşim biriminin ad değişiminden etkilendiği görülüyor. Raporda, “Bu rakam veritabanımızda bulunan 41.036 yerleşim biriminin %36,5’ini, yani üçte birden fazlasını temsil etmektedir” deniliyor.

TÜRK VE MÜSLÜMAN OLMAYANLARIN İZLERİNİ SİLMEK İÇİN…

Eski adları unutturmak için son “derece katı politikalar” izlendiğine vurgu yapılan raporda, “Bu adları (parantez içinde dahi olsa) gösteren haritaların basılması, yurda sokulması ve dağıtılması yasaklandı. Bu amaçla Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde harita sansür kurulu işlevi gören Harita Genel Komutanlığı oluşturuldu. Türkiye’de her türlü harita basımı ve satışı bu heyetin iznine bağlandı.3 Yerel bazda eski adları tanıtan yayınlar, bazen basit bir krokiyi ‘harita’ saymak suretiyle toplatıldı.”

Raporda, “Yeradlarının yasaklanmasıyla eşzamanlı olarak Türkiye coğrafyasında Türk ve Müslüman olmayan diğer izlerin silinmesi için yeni bir seferberlik başlatıldı” tespiti yapılıyor.

TESEV raporunda 12 Eylül 1980 darbesinden sonra “Türkçeleştirme” tanımına uygun olarak ad değişikliği olmadığı yönünde ilginç bir tespit de yapılıyor. Rapora göre ad değişikliklerinin hemen hepsi 1960 dolayında gerçekleşti: “12 Eylül rejiminin yeni yeradlarının kullanımına dair zorlayıcı tutumu nedeniyle bugün Türkiye’de pek çok kişi, köy ve mezra adlarının 1980’den sonra değiştirildiği yönünde yanlış bir izlenime sahiptir. Oysa 1980-1983 döneminde (daha önce tüzel kişiliğe sahip değilken köy statüsüne kavuştuğu için Türkçe ad verilen birkaç düzine yer dışında), “Türkçeleştirme” tanımına uyan ad değişikliği yok gibidir. Kişisel tanıklığa ve anekdotlara dayanarak 1980 sonrasına tarihlendirilen ad değişikliklerinin hemen hepsi, resmi belgelere göre 1960 dolayında gerçekleştirilmiştir.”

ETNİK TALEPLER

Yeradlarının “ulusal” politika doğrultusunda değiştirilmesine karşı çıkan sesler 1980 ve 1990’larda cılız olarak duyulurken, 2000’li yıllarda kamuoyunu önemli oranda etkisi altına aldığı belirtiliyor.

Raporda “etnik taleplere” de dikkat çekilirken, Türkçeleştirmeden en çok etkilenen iki bölgeden birinin “Güneydoğu”da, eski adların iadesi Kürt siyasi hareketinin başlıca taleplerinden biri olarak ön plana çıktığı ifade ediliyor: “Yeradlarının değiştirilmesi, Kürt kültürünü ve ulusal kimliğini sindirmeye yönelik resmi politikaların bir parçası olarak değerlendirildi. Eski adların iadesi, anadilde eğitim ve yayın haklarıyla birlikte, kültürel haklar mücadelesinin asli bir unsuru sayıldı. Günlük yaşamda eski adları kullanmak, bir siyasi duruş ve onur meselesi olarak görüldü.”

Raporda, “Benzer talepler –bir siyasi oluşuma bağlı olmaksızın– Lazca konuşulan bölgede de güç kazandı. Çerkes çevrelerinde, Çerkes yerleşimlerinin yerel Çerkesçe adlarını canlandırma, hatta bu yapılamıyorsa Çerkesçe ad yaratma gayreti ortaya çıktı. Gürcü ve Arap dil alanlarında henüz kristalize olmuş bir eğilim olmasa da aynı yönde münferit sesler duyuldu” denildi.

ESAS İTİCİ GÜÇ KÜRT SİYASİ HAREKETİ


“1987’den bu yana 100 civarında köy ve kasabanın eski adı, uzun bürokratik mücadeleler sonucunda iade edildi” denilen raporda sonuç olarak şunlar dile getiriliyor:

“Yeradları tartışmasının önümüzdeki dönemde daha da güçlenerek süreceğine kesin gözüyle

bakabiliriz. Bunda esas itici güç, Kürt siyasi hareketidir. Kürt kamuoyunun neredeyse ittifakla benimsediği bir duyarlılığa siyasi iktidarın uzun süre ilgisiz kalacağını veya direnmek isteyeceğini düşünmek yanlış olur. Kürt taleplerinin ateşlediği tartışma, doğal olarak diğer bölgelerde de aynı yöndeki istekleri motive edecek, henüz cılız ve kararsız olan seslerin güçlenmesine zemin hazırlayacaktır.”

KÜRT REALİTESİNİ TANIMAK


Raporda “Kürtçe adlar sorunu” ele alınırken, değiştirilmiş yeradlarının iadesi meselesinin Türkiye gündemine son yıllarda Kürt kültürel hakları tartışması çerçevesinde taşındığı kaydedildi.

“Kürt realitesini tanımak” diye ifade edilen sürecin, sonuçta Kürt dilinin kamusal alanda tanınması ve kabul edilmesi meselesi olduğunun belirtildiği raporda şöyle devam edildi:

“Bu ise, en azından,

a) Kürt dilinin bir yazılı iletişim aracı olarak geliştirilmesini,

b) Kürtçe eğitimin yaygınlaştırılmasını,

c) resmi işlemlerde (Türkçenin yanı sıra veya tek başına) Kürtçenin kullanılabilmesini, ve

d) Kürt coğrafyasına ilişkin Kürtçe ad repertuarının kamu söylemine dahil edilmesini içerir.

TESEV’e göre dolayısıyla bugün bölgede Cumhuriyet döneminde verilmiş olan yeradlarının kaldırılarak eski adlara geri dönülmesi, kamuoyunda “Türkçenin” yenilgiye uğraması ve “Türkçe adların” bölge coğrafyasından silinmesi olarak algılanacak ve buna uygun duygusal tepkilerle karşılaşacak.

İZLENMESİ GEREKEN YOL

Bu açıdan rapora göre Kürt coğrafyasında izlenmesi gereken yol şu şekilde olabilir:

a. Her şeyden önce bölgedeki coğrafi birimlerin Kürtçede cari olan adlarının tesbiti ve yazımının standartlaştırılması gereklidir.

b. Bu amaçla bölgede kullanılan belli başlı eski dilleri (Kurmanci, Zazaki, Ermenice,

Arapça, Süryanice) bilen ve tarihi araştırma metotlarına vâkıf kişilerden oluşan bir uzmanlık heyeti kurulmalıdır.

c. Kürtçe adlar var olan resmi (“Türkçe”) adların yanı sıra genel dolaşıma sokulmalı; ikidilli haritalar yayımlanmalı; ikidilli trafik levhaları yapılmalı; okullarda Kürtçe adların öğretilmesi teşvik edilmelidir.

d. Farklı dil ve lehçelerin konuşulduğu yerlerde yerel adın Kurmanci biçiminin yanı sıra diğer dil ve lehçelerdeki (Zazaki, Arapça, Süryanice vb.) biçimleri de tespit edilmeli ve yayımlanmalıdır.

EĞİTİM MÜFREDATINDA ESKİ ADLAR YAŞATILMALI

“Eski yeradlarının korunması ve canlandırılması konusunda bu aşamada yapılabilecek olan ve belki de yapılması gereken, resmi bir iade sürecinden ziyade, bu tür araştırma, belgeleme ve bilinçlendirme programlarıdır” denilen “somut olarak” şunlar öneriliyor:

a. Yerel adlarla birlikte yerel tarihin, akademik ve popüler çerçevelerde araştırılması, belgelenmesi ve yayımlanması teşvik edilebilir;

b. Popüler yayınlarda ve eğitim müfredatında eski adların yaşatılması sağlanabilir;

c. Karayolu levhalarında –ya da en azından turistik bilgilendirme tabelalarında– eski adlar anımsatılabilir;

d. Eski ve yeni adları birlikte gösteren haritaların yayımı kolaylaştırılabilir. Cüzi bütçelerle ve siyasi açıdan risksiz kararlarla hayata geçirilebilecek olan bu uygulamaların, kendi geçmişiyle ve kimliğiyle daha barışık, daha çoğulcu, daha özgüven sahibi bir Türkiye hedefine –biraz da olsa– hizmet edeceği muhakkaktır.

Dördüncü Stratejik Dönem Ve Devrimci Halk Savaşı


Köleleşme öz savunmayı kaybetmeyle başlamaktadır. Burada, her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır


Duran Kalkan

Dördüncü Stratejik Dönem, Önderlik tarafından tanımlanan yeni bir mücadele sürecinin özelliklerini ifade etmektedir. Önderlik bu dönemin savaş tarzını Devrimci Halk Savaşı biçiminde tanımladı. Hareket olarak son bir yıldır bu yönlü tartışmalar yürütmekteyiz. Bu yönlü belli bir netleşme, derinleşme, görüş birliği ve planlama düzeyi ortaya çıkardık. Bir yıl öncesine göre şimdi çok daha hazırlıklı bir düzeydeyiz. Fakat yine de daha çok tartışmamız, anlamamız, ayrıntılandırmamız gereken hususlar vardır. Onlar üzerinde durmak, tartışmak, net ve somut olmayan konuları aydınlatmaya çalışmak önemli olmaktadır. 

Her şeyden önce meşru savunmayı doğru ve yeterli tanımlamaya,  anlamaya çalıştık. Çünkü bu, ne yaptığımızın doğru anlaşılması ve bu temelde doğru ele alıp başarıyla yapabilmek açısından gerekli olmaktadır. Yine Kürt sorununun çözüme kavuşturulması açısından en çok tartışılan konudur. Aslında bir yerde çözümün gelip dayandığı, çözüm tartışmalarının en çok yoğunlaştığı yer olarak tanımlamak hatalı değildir. Diğer konularda az çok görüşlerin yakınlaşabileceği, tarafların anlaşabileceği görülebilmektedir. Fakat sorun savunma konusu oldu mu görüşler ayrışıyor, bu yönlü tartışmalar yoğunlaşıyor. Çözümsüzlüğün önemli bir etkeni bu alan gibi görülüyor, gösteriliyor. Bunun bir çözümsüzlük mü, yoksa çözümü kolaylaştırıcı husus mu olduğunu görebilmek ve anlayabilmek önem taşımaktadır. 

Bu noktada ikili bir yan vardır. Kürt toplumunun bu gerçeği görüp anlaması, kendi savunmasını yapacak bir bilinç ve örgütlülüğe ulaşması, güvenliğini kendi eline alması, bunda ısrarlı olması önemli bir etken olmaktadır. Bir de Kürdistan üzerinde hükümranlık sürdüren güçlerin burada toplumla bir uzlaşmaya, anlaşmaya ulaşabilmeleri, kendi hükümranlıklarına bir sınır çizebilecek, sınır getirebilecek bir bilince, zihniyete veya politikaya ulaşabilmeleri, onu kabul eder hale gelebilmeleri gerekiyor. Bu yönlü sorunlar bulunmaktadır. Böyle bir egemenlikte ısrar etmenin, toplumun savunma örgütlülüğünü geliştirememesiyle ve kendisini bu yönlü ayakta tutamamasıyla bağlantılı olduğunu bilmekteyiz. Yine toplumun direncinin kırılmasıyla, giderek mevcut soykırım sistemi altında da böyle bir bilinçten, örgütlülükten tümden uzaklaştırılmış olmasıyla bağı vardır. Bir soykırım sistemi olan kapitalist modernite düzeninin Kürdistan’da Kürt toplumu üzerinde geliştirdiği etkiler böyledir. Bu bakımdan meşru savunma ve öz savunma hususunu yeniden yeniden değerlendirmek, daha baştan ele almak, bütün yönleriyle aydınlatmaya ve anlar hale gelmeye çalışmak bizim açımızdan önemli olmaktadır. Bu konuda önemli bir bilinç aşındırılması, toplumsal örgütlülüğe zarar verme durumu yaşanmıştır. Neredeyse toplum olarak yeni bir şeyi keşfediyor gibi tartışıyoruz. Bütün toplum, herkes “Kürtlerin de böyle bir ihtiyacı olur mu, buna hakkı var mıdır, olmalı mı, olmamalı mı?” yönündeki tartışmalara katılmaktadır. Neden bu hale gelindiği, bu durumun neyi ifade ettiği, böyle bir tartışma konumunda olmanın ne kadar ilerleme, ne kadar gerileme olduğu, tarihin neresinde olmak anlamına geldiği konuları ciddi hususlardır. Bizim de bu konuları iyi anlamamız gerekmektedir. 

Her canlının kendi savunma sisteminin olduğundan söz etmekteyiz. Hatta her maddenin kendisini savunan bir yapısının olduğunu değerlendirmekteyiz. Meşru savunmayı, güvenliği, canlı olarak var olmanın, insan türü olarak gelişmenin, toplum haline gelmenin temel varlık unsurlarından biri saymaktayız. Fakat bunun ne olup olmadığını da daha yeni yeni anlamaya, tartışmaya çalıyoruz. Bir varlığın hayatta kalabilmesi için bu kadar önemliyse, vazgeçilmez bir unsursa, bunun bilincinin ve örgütlülüğünün de oluşturulması gerekmektedir. Bu kural Kürtler için de geçerli olmaktadır. Böylesi bir tarihsel sürecin ardından bu konuyu yeni keşfediyormuş gibi sıfırdan başlayıp tartışıyor olmanın ne anlama geldiğini kendimize sormamız ve anlayabilmemiz gerekmektedir.  

Bunlar, Kürt toplumu üzerinde uygulanan sömürgeci, soykırımcı rejimin toplum bilincinde yarattığı sonuçları doğru ve yeterli anlayabilmek açısından önem taşımaktadır. Kuşkusuz mevcut durumumuz iyi ve övülecek bir durum değildir. Tersine, sanki yeni doğuyor ve diriliyor gibi bir durumu yaşıyoruz. Tarihin en kadim halkı, toplumsallığın geliştiği coğrafyada, şimdi “öz savunma nedir, meşru savunma nasıl olur, bunlar olmalı mı, olmamalı mı, bunu yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, bunun bilinci, örgütlülüğü, eylemleri nasıldır?” yönünde tartışmalar yürütüyor ve anlamaya çalışıyoruz. Ne yazık ki Kürt toplumunun getirildiği nokta budur. 

Bu durum Kürtler açısından olumsuz olduğu kadar insanlığın durumu açısından da ciddi bir olumsuzluk ifade etmektedir. Bu aslında insanlığın geldiği düzeyi de göstermektedir. Bu durum insanlığın gelişiminden koparılabilecek, ayrı ele alınabilecek bir durum değildir. Uygarlık diye tanımlanan sistemin, insanlığı nereye getirmiş olduğunu en açık ve net bir biçimde bir kere daha burada görmekteyiz. Her şeyi yok etti biçiminde sadece kötüleyemeyiz de, ama insanlığı çok geliştirdiği, özgürleştirdiği, bilinçlendirdiğini de söyleyemeyiz. İnsanlığı getirdiği sonuçlar ortadadır. Uygarlık tarihinin, kapitalist modernite sistemi altında insanlığı getirdiği noktayı en iyi gözlemenin yeri, Kürdistan’dır. Bu coğrafyayı bir tarihin şafağı diyebileceğimiz, insanlığın oluştuğu,  toplumsallaştığı süreçle değerlendirebiliyoruz, bir de şimdiki duruma bakıyoruz. Bu coğrafya her iki bakımından da başat rol oynayıp öğretici veriler sunmaktadır. 

Meşru savunmayı, güvenliği bir varoluş öğesi olarak görmekteyiz. Her canlı ve maddi varoluş için gereklidir. Kürt toplumu da bir canlı öğe, bir maddi varoluş olduğuna göre, bu toplum için de güvenlik gereklidir. Bazıları “gereksizdir, güvenliğini bize devretsin gerisine karışmasın” diyor. Bu, toplumu istediği gibi sömürebilmek, yönlendirebilmek, bu topluma istediğini kabul ettirebilmek için yapılmaktadır. 

Köleleşme öz savunmayı kaybetmeyle başlamaktadır. Burada, her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır. Bunun karşıtı olarak gelişen egemenliktir. Buradan baktığımızda insanlık tarihi açısından başat olanın meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın bir varoluş tarzı, varlık öğesi olduğunu rahatlıkla tanımlamaktayız. Bir tür olarak insanın, yine onun varlık biçimi olarak toplumun güvenliği tıpkı beslenmesi, üremesi gibi bir varlıksal öğedir. Meşru savunma veya öz savunma diye tanımladığımız husus da bu güvenliğin sağlanması olmaktadır. Hangi biçimde olursa olsun, varlığına kasteden saldırılar karşısında kendi varlığını korumayı, güvenliğini sağlamayı ifade etmektedir. Bu, insanlar bir tür olarak şekillendiğinden bu yana, onun yaşam biçimi olarak toplumlar için geçerlidir. Aslında tarihsel gelişme süreçlerinde bu da kendine göre şekilleniyor. Bilinç, örgütlülük ve araçlar olarak yeni unsurlara kavuşuyor. Böyle bir gelişme yaşıyor. Fakat her zaman var oluyor. Bunu böyle görüp, tanımlamak, anlamak en doğru olandır. Bu bakımdan da meşru savunmasız olmaz, güvenliğini sağlayamayan bir varlık varolamaz. Kendine göre varolamaz ve özgür olamaz. Bu açıdan esas olanın meşru savunma olduğunu, insanlık tarihi açsından başat olanın tıpkı demokratik uygarlık sistemi gibi meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın, öz savunmanın da demokratik uygarlık sisteminin varoluş biçimlerinden biri olduğunu değerlendirmekte ve tanımlamaktayız. 

Köleleşmenin başlangıcı, egemenliğin ortaya çıkışı, iktidarın ilk adımlarının atılışı, güvenliğin kaybedilmesiyle, öz savunma yapılamaz hale gelinmesiyle başlıyor. İnsanlar zorla ya da hileyle, baskı ve sömürü altına alınırken, kaybettikleri ilk şey kendi güvenliklerini kendi güçleriyle sağlayabilme durumu oluyor. Bunun araçlarından yoksun kılınıyorlar, örgütlülükleri dağıtılıyor, bilinçleri köreltiliyor, dirençleri kırılıyor. Hangi yöntemle oluyorsa olsun, baskı ve sömürü düzeni, köleleştirme, hâkimiyet, egemenlik bir yerde güvenliğin kaybedilmesi, meşru savunmanın kırılması anlamına gelmektedir. 

Bu meşru savunma duruşunu kıran, insanları, toplumları öz savunmadan yoksun bırakan, dolayısıyla köleleştiren işleme de ‘savaş’ diyoruz. Savaş, egemen olmanın, egemenlik kurmanın, birilerinin güvenlik sistemini dağıtmanın, öz savunmasını yıkmanın biçimi olmaktadır. Dolayısıyla savaş da hiyerarşi ve devlet sistemi ile birlikte, esas olarak da uygarlığa geçiş olarak tanımlanan süreçten itibaren, baskı ve sömürünün en temel kurumlarından birisi olarak gelişmektedir. Savaş örgütlülüğü bunun kurumlaşması olmaktadır. Savaş, baskı ve sömürüyü gerçekleştirmenin temel araçlarından biri haline gelmektedir. Gaspı, sömürüyü gerçekleştiriyor. Burada zor kullanımı, karşı tarafın savunma gücünü kırmayı ifade ediyor. Çeşitli bilinç kaydırmaları, hileler de vardır. Bu, daha farklı yönlerden gelen büyük saldırılar, afetler karşısında güvenlik sağlama adı altında geliştirilen kurumlaşmaların, giderek kendi güçlerinin güvenlik sağladığı iddia ettiği, güçler üzerinde baskı ve sömürüye, ayrıcalığa dönüştürmesi biçiminde de yaşanmaktadır. Bu bakımdan da savaş, baskı, sömürünün ve gaspın temel bir yöntemi olarak devletçi sistemin temelini oluşturmaktadır. Devletçiliğin temelinde bu vardır. Savaşın esası, içte, egemenlik altında tuttuğu insanlar üzerinde baskı ve sömürü sistemini sürdürmek, o sistemin güvenliğini sağlamak, dışta da daha fazla ganimet, gasp elde etmek amacıyla soygun, talan geliştirmek, bunun için saldırılar yürütmek, başkalarının yarattığı değerleri zorla, onun güvenlik sistemini yıkarak, gasp etmeye çalışmak oluyor. 

Bu anlamda savaşı, bir saldırı, baskı, sömürü ve gasp olayı olarak tanımlamak, savaş kurumunu böyle ele almak yanlış değildir. Savaşın bu düzeyde geliştiği bir durumda da toplumlar, kendisini bu saldırılar karşısında koruyabilmek, kendi değerlerini, varlığını güvence altına alabilmek, kendi güvenliğini sağlayabilmek için bilinçlenme, örgütlenme yaşıyor. Böylece “meşru savunma savaşları” diye tanımladığımız savaşlar da gündeme geliyor. Nasıl ki uygarlık çatallaşması, tekelci, iktidarcı uygarlıkla demokratik uygarlık ikilemini ortaya çıkarıyorsa, bu ikilemin bir yansıması olarak da baskı ve sömürünün temel bir kurumu olarak savaş ve buna karşı varlığı, güvenliği, özgürlüğü sağlama aracı olarak meşru savunma savaşı gündeme geliyor. 

Beş bin yılı aşkın bir süredir insanlığın yaşadığı durum budur. Yerkürede günümüzde savaşla ulaşılmayan, dolayısıyla devletçi uygarlığın el atmadığı, hükümranlık geliştirmediği bir avuç toprak parçası bile kalmamış bulunuyor. Bu bakımdan her yerde savaş kurumları ve örgütleri vardır. Dünya aslında biraz da savaşla yürümektedir. İnsanlık kendini savaşla, savaş gücüyle temsil etmektedir. Dünya, ordular tarafından parsellenmiş bir vaziyette bulunuyor. Bu anlamda yerkürenin hakimi, insanlığı esas olarak yöneten, yönlendirenler savaş kurumlarıdır. Her ne kadar onu biraz sınırlandırmaya, bazı kurallara bağlamaya, bu anlamda baskı ve sömürüyü yöntem olarak yumuşatmaya çalışmalar olsa da, hepsinin altında yatan yine esas olarak savaş gerçeğidir. Savaş kurumlaşması olarak ordu gerçeği, bunun ifade ettiği silahlar vardır. Japonya’da yaşanan deprem birkaç şehri vurdu. Ama enerji üretme itibariyle oluşturulan nükleer enerji santrallerinin patlaması, neredeyse bütün yerküreyi tehdit etmektedir. Her tarafa yayılmış bu enerji sistemleri ve silahlar var. Aslında bu gelişmeler bu enerji sistemleriyle değil de,  silah üretimiyle oldu. Nükleer enerjinin ortaya çıkartılması, onu çeşitli yaşam alanlarında kullanmak için değil, birbirini boğazlayacak silahlar üretmek için yapıldı. Bu bakımdan da şimdi enerji üretim santrallerinden kat kat fazlası dünyanın dört bir yanına depolanmış nükleer silahlar olarak varlık göstermektedir. Japonya’da yaşanan deprem, mevcut santrallerin güvenlik altında olmadığını, bazı koşullarda insanlara hizmet edici olsa da, bazı durumlarda da insanlığı tümden yok etme tehdidi altında tuttuğunu ortaya koydu. Bir de bunların şimdi silahları var. Bu silahların denetimde olduğunun güvencesi yoktur. Bu silahlar neredeyse, her an oralarda da bir afet olabilir. Gerçekten de kontrol altında tutulabiliyorlar mı? Bu yerkürenin üzeri şu an dünyayı on kez daha fazla yok edebilecek insanların ürettiği silahlarla doludur. Silahlanma, ordu, savaş bakımından gelinen nokta budur. Şuan insanlık kendi ürettiklerinin esiri konumunda ve onun tehdidi altında yaşamaktadır. Yine sadece insanlığın değil, bütün canlı varlıkların, yerkürenin varlığı tehdit altındadır. 


Onun için de ‘savaş’ deyip geçmemek gerekiyor. Silah, ordu, savaş, askerlik kavramları üzerinden hiç önemi yokmuş gibi geçmemek gerekiyor. Tam tersine, bugün insanlık için en ciddi tehdit, en büyük tehlike burada yatmaktadır. Geçmişte ordular birbirlerine saldırırlarsa birbirleri için tehdit oluşturuyorlardı veya yenilen bir ordunun savunmakla görevli olduğu toplum tehlike altına giriyordu. Şimdi birbirine saldırmaya hiç gerek yok. Bir doğal affet, bir kaza bile sadece rakibi değil, kendini bile yok etmeye yetecek kadar tehlikeler taşmaktadır. Dünya ne yazık ki böyle bir duruma getirilmiştir. İnsanlık böyle bir tehdit altında tutulmaktadır. Bunun için dünya yönetimi nedir, ne değildir, politika, diplomasi denilen şeylerin nasıl yürütüldüğünü, partilerin, hükümetlerin, siyaset, hukuk kurumlarının neyi ifade ettiğini doğru anlamak gerekiyor. Bunlar bir anlamda insanlığı, hatta yerküreyi on kere yok edecek kadar tehdit eden tehlike gerçeğini örtmeye, maskelemeye, kamufle etmeye çalışan örtüler olmaktadır. Bunun dışında herhangi bir özellik taşımıyor, sadece bu tehlikeyi temsil ediyorlar. Bu kadar tehdit, güç kimin elindeyse onun hukuku, siyaseti ve parası işliyor. Bunlar dışında herhangi bir şey işlememektedir. O bakımdan da görüntüye değil de, işin özüne bakabilmek, özünü görebilmek önemli olmaktadır. 

Bu da bütün insanlık açısından meşru savunma durumunu çok daha ciddi bir biçimde gündeme getiriyor. Böyle bir dünyada gerçek anlamda öz savunma, meşru savunma yapabilme imkânının ne kadar kaldığı, hangi araçlarla bunun yapılabileceğini bilmek zordur.  Silahlanma ve savaş araçlarında ulaşılan düzey, meşru savunma yapma imkanı bırakmıyor. Silahı üretenler bile, sonunda onların esiri konumuna gelmiş bulunuyorlar. Tehlike bu kadar büyüktür ve insanlık için böyle ciddi bir tehdit vardır. Kapitalist modernite sistemi deyip geçmemek gerekiyor. Bu sistem altında insanlığın getirildiği nokta böyle bir noktadır ve bütün insanlık tehdit altında tutuluyor. Esir alınmış durumdadır. Dikkat edilirse bu durumu değiştiremiyor. Bırak değiştirmeyi, o yönlü adım bile atamıyor. Ona dönük geliştirilen düşünceler, sapkınlık olarak görülüyor ve derhal yok ediliyor. Günümüzde yürütülen kavga, biraz da böyle bir kavgadır. 

Bu bakımdan savaş olgusunu tarihsel süreç açısından iki biçimde ele alıyoruz. Birincisi; gasp, sömürü ve baskının aracı olarak kullanılan saldırı savaşlarıdır. Bunlara “gasp savaşları” demekteyiz. İkincisi, bu tür saldırılar karşısında varlığını ve özgürlüğünü korumayı ifade eden, kendi güvenliğini sağlamayı içeren, meşru savunma savaşlarıdır. Özgür olabilmek, varolabilmek için bu kadar saldırganlığın olduğu bir ortamda, güçlü bir savunma yapma gereği vardır. Geçen tarihsel süreçte bu çok daha fazla anlam bulabiliyordu, yapılabiliyordu. Ama şimdi nükleer silah ve nükleer savaş tehdidiyle, öz savunmanın ne kadar yapılıp yapılamayacağının bile tartışılır hale geldiği bir durum yaşanmaktadır. Birkaç askeri birlikle, silahla güvenlik sağlamak kolay bir iş değildir. Bütün yerküre için, üzerinde yaşadığımız, toplum olarak var olduğumuz coğrafya için, onun üzerinde yaşayan herkes için büyük bir tehdit vardır.

Bu durum, meşru savunma olayını çok daha köklü, derin ele almayı gerektiriyor. Böylesi bir duruma karşı, “madem bu duruma gelmiş, boyun eğmekten, teslim olmaktan, köleleşmekten başka çare yoktur. Mevcut saldırı gücüne, tehdidine karşı direniş gösterilemez, kendimizi savunamayız” diyemeyiz. Eskisi gibi öz savunma yapmak basit ve kolay bir iş değildir. Bu, birkaç savaş aracıyla, yıkıcı, kırıcı araçla, birkaç savaş oyunuyla, beş, on kişiyi bir araya getirerek yapılamaz. Fakat “tehlike yerküre için, bütün canlılar için oluşturulmuştur” diye de teslim olamayız. Bu durum karşısında “meşru savunma yapılamaz, öz savunma yapılamaz” da diyemeyiz. Bunların hepsini insanlar yarattılar. Bütün canlılar ve yerküre için bu tehdidi, tehlikeyi insanlar ortaya çıkardılar. İnsanların ürünüdür, bizim eserimizdir. Dolayısıyla da insanlık mücadelesinin, özgürlük mücadelesinin önemli bir boyutu olarak -belki de birinci boyutu olarak- bu duruma karşı mücadele etmek, bilinçle, örgütlülükle, küresel düzeyde bir savunma bilinci ve örgütlülüğü geliştirerek, daha büyük bir çaba harcayarak bunu yapmamız lazım. Bu durum, gelinen düzey meşru savunmadan vazgeçmeyi değil, daha çok ona sarılmayı gerektirmektedir. Meşru savunmanın önemini azaltmıyor, daha ciddi ve daha büyük önem arz eden hale getirmiş oluyor. Bütün insanlığın güvenliğinin, savunmasının birbirine bağlı olduğu, küresel bir bütünlük arz ettiğini gösteriyor. Böyle bir yaklaşımla ele alınırsa, bilinç, örgütlülük ve mücadele olarak bu temelde yaklaşılırsa, geliştirilirse bu küresel saldırıya karşı küresel bir savunma, meşru savunma, öz savunma da geliştirilebilir. Bugün insanlığın öz savunması, güvenliği böyle bir boyut kazanmış durumdadır. Saldırı, başkalarının iradesini kırmayı, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedeflerken, meşru savunma ise her tür varlığa ve özgürlüğe kasteden saldırı karşısında kendini savunmayı, varlığını ve özgürlüğünü korumayı, güvenlik altına almayı, savunmayı ifade etmektedir. Savunmanın haklılığı, meşruiyeti burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü varlıkla ilgilidir, kimseye zarar vermiyor. Öznenin kendisiyle ilgili bir konum olmaktadır. Saldırı ise başkalarının varlığını, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedefliyor. Meşru savunmayla saldırı savaşları arasındaki bu farkı çok net görmek gerekiyor. Bu her zaman geçerliliğini korumaktadır. Bizim de temel aldığımız ilke bu olmaktadır. 

Önder APO bunu çok somut tanımlayarak; “Dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız, bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” dedi. Bizim temel meşru savunma anlayışımız, ilkemiz bu olmaktadır. Bunu bütün insanlık için geçerli görüyoruz. Demokratik uygarlık sisteminin güvenlik tarzı ve anlayışı bu olmaktadır. Böyle bir ilkeyle insanlığın daha özgür, demokratik, dayanışmacı, birinci doğayla daha uyumlu yaşar hale geleceğine inanıyoruz. Hem hiyerarşik devletçi sistemin inşa ettiği, yarattığı toplumsal sorunları çözmenin hem de toplumun doğayla barışık, uyumlu hale gelmesini sağlamanın temel yönteminin, duruşunun bu ilke temelindeki duruş olduğuna inanıyoruz. Bunun mücadelesini veriyoruz. Bizim meşru savunma çizgimizin özü, esası budur. Meşru savunmanın özü, “Dünyayı yenecek gücün olsa da hiç kimseye saldırmayacaksın, bütün dünya birleşip üzerine gelse de varlığını, özgürlüğünü korumaktan asla vazgeçmeyeceksin.” Varolacaksan özgür ve iradeli olarak varolacaksın. Meşru savunmayla özgürlük ve demokrasi bağı da burada ortaya çıkıyor. Özgürlük ve demokrasi ile bütünlüğü, birlikteliği, bağı net bir biçimde böyle gözüküyor. 

Kürtler açısından meşru savunma, günümüzde soykırıma karşı direnme savaşı olarak ortaya çıkmaktadır. Saldırı karşısında direnci kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış, bilinci çarpıtılmış, katliamdan geçirilerek asimilasyon altına alınmış bir soykırım sürecini yaşayan toplumsal bir gerçeklik var. Kürdistan’da yaşanan gerçekliğin bu olduğu açıktır. Son yüzyıl tümüyle böyle geçti. Önceki süreçlerde bu düzeyde olmasa da, yine de hep savaşlarla doludur. Kürdistan, Sümer’den bu yana, Uruk kralı Gılgamış’ın Kürdistan seferinden bu yana saldırı gücü oluşturan, biriktiren ve daha fazlasını elde etme amacı, hedefi güden her fatihin ilkçağda da, ortaçağda da, kapitalist modernite çağında da saldırdığı bir alan oluyor. Çünkü Kürdistan, toplumsallığın geliştiği; neolitik devrimin, tarım-köy devriminin, kadın devriminin yaşandığı, bütün bu değerlerin biriktiği bir alandır. Toplumsallaşmanın merkezidir. 


Dolayısıyla toplumları egemenlik altına alabilmek için onun merkezini ele geçireceksin. Kendini dünya fatihi yapabilmek için hiçbir karşıt bırakmayacaksın. Onun için de her şeyden önce, tarihin merkezini ele geçireceksin. Bu bütün imparatorların, fatihlerin uyguladıkları bir kuraldır. Dolayısıyla Kürdistan uygarlık tarihi boyunca hep işgal, istila, saldırı ve savaşlara sahne oldu. Sürekli bu temelde yıkıldı, yağmalandı, talan edildi, yakıldı. Burada, uygarlık birikimleri, değerleri, insanlığın kültürel gücü hep tahrip edildi. Buna karşı bir direnç de oldu. 

Kürt toplumu bütün bu saldırılar karşısında kendi özgürlüğünü ve güvenliğini koruyan bir toplum olmaktadır. Ne dıştan gelen devletlerin köleleştirdiği ne de kendi içinde devletleşmeye fırsat veren bir yaşamı sürdürüyor. Bunun bedeli olarak da uygarlık dışı kalmaktadır. Bunun için de Önderlik iki temel stratejik unsuru esas aldığını, bunlardan birinin tarıma dayalı beslenme, ikincisinin de dağa dayalı yaşam ve güvenlik olduğunu belirtti. Güvenliği sağlamanın yolu da, dağa dayalı yaşam olarak görülüyor. Dağa dayanmak ve tarımla sınırlı kalmak uygarlık alanındaki gelişmelerden de mahrum ve geri kalmaktır. Kürtler yüzyıllarca uygarlıktan geri kalmayı, basit bir yaşam içinde olmayı, özgürlüğün bedeli olarak kabul etmişlerdir. Ama teslim olmayı, köleleşmeyi, bu temelde uygarlık değerlerine açılmayı reddetmişlerdir. Tarihin önemli esas bir boyutu budur.

Modernite sisteminin bütün dünyayı ele geçirirken, esas Ortadoğu’yu ve onun merkezinde de Kürdistan’ı ele geçirmeye çalıştığını bilmekteyiz. “Dünya savaşları” deniliyor. İlk büyük I. Dünya Savaşı, bir Ortadoğu savaşıydı. Bu savaş, Almanya ile İngiltere arasında olsa da, Avrupa’da Avrupalı devletler arasında gerçekleşse de, savaşın asıl hedefi Ortadoğu’yu ele geçirmekti. Savaşın alanı Ortadoğu’ydu. O güçler arasında olması Ortadoğu’yu kimin fethedeceği, kimin ele geçireceğinin ortaya çıkması içindi. Dünya imparatorunun kim olacağının belirlenme savaşıydı. Sonuçta Almanya yenildi, onunla müttefik olan Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Ortadoğu ve Kürdistan savaş galibi olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Ortadoğu ve Kürdistan böylece, İngiliz imparatorluğuna bağlanmış oldu. Bu fethin Kürdistan için ortaya çıkardığı sonuç, fiilen bölünüp parçalanma, ülkenin ve toplumun farklı devletlerin egemenliği altına alınması, olgunun resmen yok sayılmasıdır. Bir halk, kimlik, kültür ve ulus olarak yok etmek üzere de gerekli kırımın, soykırımın yürütülmesidir. Yok sayılan olguyu yok etmeyi hedefleyen bir soykırım sisteminin dayatılmasıdır. 

Bunda katliam da, asimilasyon da kullanılıyor. Bütün o isyanlar denen olgular aslında bir katliam girişimidir. Örneğin Dersim’e uygulanan bir soykırımdır. Öyle söylediği gibi ortada bir isyan yoktur. İsyan olduğunu söyleyen sömürgecilerdir. Bunu, gerçekleştirdikleri soykırımı biraz yumuşatmak için söylemektedirler; “karşı taraf isyan etti de biz onun için bunu yapmak zorunda kaldık” demeye getiriyorlar. Halbuki ortada isyan diye bir şey yoktur. İsyandan çok önce planlanmış bir katliam girişimi vardır. Katliama ve soykırıma karşı direnme var. Bir isyan varsa da, buna karşıdır. Yoksa başka bir şeye, normal bir durumda isyan edip de “niye bize isyan ediyorsunuz” diye bir katliam girişimi gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Tam tersine, isyan denilen şey, çok planlı, örgütlü bir biçimde geliştirilmek istenen soykırım saldırıları karşısında bir direnmedir. Bu da, başarısız olmuş ve kırılmıştır. Ondan sonra da soykırım rejimi, tümüyle askeri hakimiyet sağlamış, siyasi kurumlaşmasını geliştirmiştir. Ona göre de asimilasyonu oldukça örgütlü ve planlı bir biçimde dayatmıştır. Kurumsal bir asimilasyonu dayatmasının öncesinde katliamlar, askeri işgal ve fetih vardır. Benzer durumun Doğu’da ve Güney’de de geliştirildiğini bilmekteyiz. 1975 yılına kadar geldiğimizde en son İran ve Irak arasındaki Cezayir anlaşmasıyla, KDP isyanının kırılması, ezilmesi Kürdistan parçalarındaki o direncin tümden yok edilmesini, bütün Kürdistan’da kapitalist modernite hakimiyetiyle ortaya çıkartılan yok sayma ve yok etme sisteminin, soykırımın tümden hakim hale geldiğini görüyoruz. Gerisi buna karşı direniştir. 

PKK, bütün bunların sonucunda, bütün parçalarda, tarih içerisinden gelen geleneksel Kürt toplumsal duruşunun, kabile-aşiret sisteminin, onun örgütlülüğünün, öz savunmasının, direncinin bu yok sayma ve yok etmeyi ifade eden soykırım operasyonlarıyla kırılıp toplumun geleneksel yapısı, varlığı, direnci tümden ezildikten sonra, onu asimile etmeye karşı, asimile ederek yok etme sürecine karşı gelişen bir direnme hareketi olmaktadır. PKK ve 1970’lerin ortasından itibaren gelişen süreci böyle ele almak, değerlendirmek gerekmektedir. Bu anlamda Kürdistan’da yürütülen bütün direnişler, soykırımı önleme direnişleridir. Dolayısıyla meşru savunma kapsamındadırlar. Kesinlikle başkalarına saldırma, onların değerlerini yok etme ya da ele geçirme hedefine dönük değillerdir. Yok edilmek istenen bir toplumun, kültürün, kimliğin, dilin var olmak ve varlığını korumak, mümkünse özgür hale gelmek, özgürlüğünü kazanmak için yürüttüğü bir direniş oluyor. 

Önder Apo, dördüncü Stratejik dönemin temel görevini, “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” olarak tanımladı. Bu, aslında baştan beri geçerlidir. Şu an açısından ortaya çıkan bir durum değildir. 1970’lerin ortasından bu yana PKK ve onun etrafında, Güney’de, Doğu’da gelişmiş olan bütün direnişlerin temel özelliğidir. Katliamla bilinci ve iradesi kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış olan, asimilasyonla da yok edilmek istenen bir halkın dil, kültür, kimlik, toprak, toplum olarak yaşamaya çalışma, varlığını koruma, var olma mücadelesi oluyor. Var olabilmek için özgür olma hedeflerini de gütmektedir. Bu bakımdan PKK’nin bütün bir mücadelesi, direnişi, geçmişteki bütün stratejik dönemler böyle bir hedefe bağlıdır. Bu hedef sadece dördüncü stratejik döneme ait bir hedef değildir. “Varlığını koruma” demek, varlığına yönelik bir tehdit var demektir. O da soykırım ve yok etmedir. Soykırıma karşı bir direniş, duruş anlamına geliyor. Bugün de bunun gündemde olması soykırım tehlikesinin ve tehdidinin sürdüğü anlamına gelmektedir. Bu yönlü inkar ve imha kırılmamış, aşılmamıştır. Kürt toplumunun toplum olarak varlığına dönük bir soykırım saldırısı söz konusudur. PKK’nin yürütmüş olduğu mücadele, buna karşı varlığını koruma, kendini savunma, güvenliğini sağlama direnişi olmaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek için de düşüncede, iradede, örgütlemede ve yaşamda özgür olmak, kendi özgürlüğünü elde etmek gerekiyor. Ancak tüm saldırıları kıracak şekilde var-olabilmek, özgür olmayı gerektiriyor. Kırk yıllık mücadelenin ve direncin özü bu olmaktadır. 

12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin kırk birinci yılına girdik. Aslında bu darbe, Kürdistan’daki yeniden uyanışı yok etmeyi de hedefleyen bir darbeydi. Esas olarak Türkiye’deki devrimci demokratik gelişmeleri katliamdan geçirme, yok etme hedefini gütse de, onun içinde önemli bir amaç ve hedef, Kürdistan’da gençlik düzeyinde yeniden bir uyanma, uyanışa geçme, kıpırdanma durumunu da yok etmeydi. Faşist oligarşik güçler, devrimci, demokratik akım harekete geçemeden, kendileri için tehlikeyi daha gerçekleşmeden veya bütünlüklü bir yapı kazanmadan yok etmek istediler. 12 Mart darbesinin esası buydu. Despotik devletçi sistem, 12 Mart darbesiyle büyük bir saldırı hamlesi yapmış oldu. Devrimci, demokratik akımı kırdı, yenilgiye de uğrattı. O çatışmanın özü, Türkiye’nin nasıl bir yönde ilerleyeceği sorusuna cevap aramaktı. 12 Mart faşist askeri darbesi, oligarşik faşist hakimiyet sağladı. Devrimci demokratik güçleri ezdi. PKK de bu ezilme operasyonuna karşı direnmeyi temsil etti; ezilmeyen, ayakta kalan, yaşamak isteyen bir direnme çizgisi olarak günümüze kadar geldi. Her ne kadar Türkiye cephesi bu darbe karşısında ezilip dolayısıyla faşist oligarşik yapı hakimiyet kurduysa da, direniş o zaman çok zayıf olan, yeni uyanmakta olan Kürdistan toplumunda gelişerek, PKK biçiminde örgütlendi ve günümüze kadar devam etti. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin saldırısına karşı bir meşru savunma direnişi, demokratik direniş oluyor. Türkiye açısından da anlamı budur. Türkiye demokrasisi için bir öz savunma direnişidir. Kürt toplumu için ise soykırıma karşı varlığını koruma hareketi olmaktadır. Bu ’70’lerde sözle oldu. O dönemde daha çok bilinç, söz, ideoloji ön plandaydı. Silah, siyaset onun ardından yeni yeni kullanıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı silahın öne çıktığı bir direniş, meşru savunma savaş oldu. PKK, gerillalaşarak bunu gerçekleştirdi. 1990’ların ortalarından günümüze kadar siyasi yönü ağır basan bir direniş oldu. Varlığını koruma mücadelesi oldu. 

Şimdi bu hedef 2010 yılı itibariyle yeni bir direniş mücadelesi temelinde gerçekleştirilmek isteniliyor. “Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Kazanma”, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımlanan, bütünlüklü, topyekûn meşru savunma direnişi diyebileceğimiz bir direniş mücadelesiyle gerçekleştirilmek isteniliyor. Çünkü soykırım rejimi saldırılarını sürdürüyor. İnkar ve imha sistemi tümüyle kırılıp aşılamamıştır. Kürtler için soykırım tehlikesi, saldırıları devam etmektedir. Özgürlük yoktur. Köleliğin en ağırı yaşatılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla da geçmiş dönemdeki mücadelelerle sağlanan birikimlere de dayanarak, onlar üzerinde geçen dönemlerde başarılamayanı başarmak ya da her dönemde kısmen başarılmış ama tam sonuca götürülememiş olanı, böyle yeni bir dönemle, tam sonuca götürmek üzere yeni bir stratejik dönem içine giriliyor. İşte dördüncü stratejik dönem olarak kastettiğimiz mücadele bu olmaktadır. Bunların hepsi bir meşru savunma savaşı, direnişidir. Kürdistan’da 1970’lerin ortasından bu yana gelişen mücadelenin tümü inkar ve imhaya karşı, soykırım saldırılarına karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma direnişidir. Çeşitli dönemlerde, o dönemin koşullarına göre bu direniş yapılanmıştır. Üç stratejik aşamadan geçmiştir. Şimdi dördüncü stratejik aşamayla bu direniş daha büyük bir sonuca, başarıya götürülmek istenilmektedir. Daha doğrusu varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanmak üzere geliştirilmiş olan meşru savunma savaşında sonuca gidilmek, zafere ulaşılmak hedeflenmektedir. 

Her dönemin kendine göre özellikleri ve farklı koşulları vardır. Bu koşullar mücadelenin farklı boyutlar almasını, farklı özellikler kazanmasını getiriyor. Ayrı stratejik dönemler olması buradan ileri gelmektedir. Mücadelenin yol ve yöntemlerindeki değişiklikleri içeriyor. Üçüncü stratejik döneminin varlığını koruma ve özgürleşmede kalıcı bir sonuç elde edememesi sonucunda yeni bir stratejik mücadele dönemine girmiş bulunuyoruz. İşin özü ve esası bu olmaktadır. Tarihsel olarak, insanlık tarihi açısından da, savaş ve meşru savunma savaşı açısından da, Kürdistan tarihi ve Kürdistan’da işgal, istila, saldırı, inkar, imha ve soykırıma karşı direniş açısından da anlamı ve tanımı bu olmaktadır. PKK’nin yürüttüğü direniş mücadelesi içerisindeki yeri de budur. Bütün bunlarla bir bağı vardır. 

Dördüncü stratejik dönemin ne olup olmadığını, görevlerinin, yöntemlerinin nasıl olup olmadığını doğru anlayabilmek için onu böyle bütünlüklü görebilmek gerekiyor. Başarıyla uygulamak da doğru anlamayı getiriyor. Başarıyla uygulayabilmek için, bu stratejik dönemi başarıya götürebilmek için, doğru ve derinlikli, yeterli anlamak gerekmektedir. Doğru ve yeterli anlamak da bu biçimde bütünlüklü bakabilmeyi gerektiriyor. Hem savaş ve meşru savunma savaşı tarihleri açısından hem de Kürdistan tarihi açısından yerini, konumunu böyle ortaya koyabilmek, tarihsel bir bakışla ele alabilmek, tarih içerisinde bir yere oturtabilmek gerekiyor. Doğru anlayabilmemiz her şeyden önce bununla mümkündür. Bu konuda kopuk, parçalı, yüzeysel, güncel bir bakış içinde olunmamalıdır. Tarihsel bakıştan kopulmamalıdır. Öyle olursa kesinlikle doğru ve yeterli bir anlama düzeyi gelişmeyecektir. Yeni stratejik dönemi doğru anlayabilmek gerekiyor. Onu PKK tarihi, Kürdistan tarihi, insanlık tarihi içerisinde bir yere oturtamazsak, o zaman bu stratejik dönemin ne anlama geldiğini, neyi hedeflediğini, niçin gerekli olduğunu anlayıp kavrayamayız. Bunu kavrayamazsak da taktiklerini, tarzını ve stratejisinin içeriğini kavrayamayız. Bu durumda da başarılı pratik yapamayız. Bu stratejik mücadeleyi yerinde, zamanında, doğru, etkili, başarılı bir biçimde yürütemeyiz. Demek ki başarılı olabilmek için anlamak gerekiyor. Yeterli, derinlikli anlamaya kesinlikle ihtiyaç vardır. Bu stratejik dönemi anlayabilmemiz için de elbette ki, onu her şeyden önce tarihsel bütünlükle ele alabilmek, tarihteki yerini, konumunu, fonksiyonunu doğru ve yeterli görebilmemiz gerekiyor. Ancak böyle görebilirsek Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin ne olduğunu, neyi amaçladığını, niçin gündeme geldiğini yeterince anlarız. Bunları anladığımız ölçüde de bu dönemin başarıyla pratik yapan militanları, komuta ve savaşçısı haline geliriz, eylemcisi oluruz.

Mazdek, Babek Ve Hürremizm


Mazdek geliştirdiği felsefik anlayış ile Zerdüşt rahipleri ile Sasani aristokratlarının ortaklığıyla oluşan erkek egemenlikçi devletçi sisteme karşı eşitlikçi, ortakçı ve özgürlükçü bir düzeni savunmuştur.
 
“Mazdek, Hürrem ve Babek gibi ünlü komünalistler tarafından sergilenen isyan ve direnişler, alan ve karakter unsurları nedeniyle Zerdüştizmin son temsili olabilir. Her üçü de hem İran-Sasani çürümüş monarşizmine hem de sefahat içindeki Abbasî sultanlarına karşı direnişleriyle kahramanlık simgesi oldular.” Rêber Apo

Ortadoğu’nun kadim tarihi merkezi uygarlıkların baskılarına karşı etnisite ve din temelli direnişlerle şekillenmiştir. Günümüz insanlığının en çok borçlu olduğu komünal değerler bu direnişlerde yaşatılmıştır. İbrani kabilelerinin direnişi, İbrahimi dinlerin çıkışı, Zerdüştilik, Karmatilik, Haricilik, Alevilik ve daha yüzlerce aşiretsel, kavimsel, mezhepsel, felsefik hareketler baskı ve zulüm karşısında özgürlük hareketleri olarak çıkış yapmışlardır. 

Bu görkemli direniş tarihinin Nemrutlar karşısındaki adı Hz. İbrahim, firavunlar karşısındaki adı Hz. Musa olmuştur. Sonrasında Doğu-Batı hattında Buda, Konfüçyüs, Zerdüşt, Sokrates şahsında iradi ve ahlaki yükselişi görmekteyiz. Ardından gericileşen Yahudilik karşısında gizli tarikatların en etkilisi Esseniler Hareketi’nin etkilemesiyle yoksulların kurtuluş umudu olma yolunda Hz. İsa tarih sahnesine çıkar. Bu tarihsel akış Mani dönemine gelindiğinde Esseniler (doğal olarak da İsacılık), Buda ve Zerdüşt düşüncelerinin bir karması halini alır. Bu gelişme seyri, aynı zamanda dini-kültürel etkilenmelerin düzeyini ortaya çıkarır ki, bu da hiçbir hareketin tek başına, saf olarak düşünülmemesi gerektiğini açıklar.

 Zerdüştilik İran-Sasani imparatorluğunun resmi dini haline getirilip iktidarın aracı olma derekesine düşürülünce, buna karşı tarihten günümüze kadar gelişen isyanların sebebi olan reform hareketleri baş göstermiştir. İşte bu temelde Mezopotamya topraklarının tarihsel sıralama olarak Zerdüştilik ve Hıristiyanlıktan sonraki ilk büyük dini-felsefik-mezhepsel çıkışlar dönemi Mani ve Mazdek ile başlamış, İslamiyet döneminde ise Babek ve Hallac-ı Mansurlarla devam etmiştir. 

Mazdek isyanı tarihin tanık olduğu büyük bir komünalist hareket olarak önemli bir yere sahiptir. Ondan önce komünalist fikirlerle direnen hareketler olsa da hep gizli ve küçük guruplar halinde kalmışlardır. Açık ve yaygın etkisinden ve esasen de savunduğu tam eşitlikçi-ortakçı fikirlerden dolayı Mazdek hareketi ilk komünist hareket olarak anılır. Ancak dinde reformu öngörürken devlet yapısı içerisinde yer almasıyla geleneksel devletçi sistemin tümüyle dışında bir anlayış geliştirmediğini de eklemek gerekir. Bu durum Ortadoğu’daki direnişlerin genel handikabını oluşturmuştur. Esasen Mazdek’i en eski yaman komüncüler arasında saymak gerekir. İran-Sasani toprakları Mazdek’ten önce Mani’nin reform girişimine sahne olmuştur. Her iki hareket de katliamla bastırılmış olsa da kendilerinden sonraki tarihi de etkilemiş ve çeşitli direnişlerde çizgi olarak yaşamışlardır.

Hürremi Hareketin Temeli: Mazdekizm

Mazdek kimdir? Hangi koşullarda ortaya çıkmıştır? Hangi fikirleri savunmuş, nasıl bir önderdir? Kendinden sonraki tasrihi nasıl etkilemiştir?

 Egemenlerin baskı ve zulüm tarihleri, demokratik uygarlık direnişçilerinin adları dâhil maddi-manevi tüm varlıklarının tarihten silinmeleri amacı üzerine kanla inşa edilmiştir. Bu nedenle Mazdek hakkında da tanıtıcı kapsamlı bir eser geriye kalmamıştır. Fakat günümüze ulaşabilen bilgiler bile Mazdek’in İran ve Ortadoğu demokrasi tarihinde ortakçı yaşam adına geliştirdiği sistematik fikirleri ve direnişiyle adı gururla anılacak bir halk kahramanı olduğunu göstermektedir. 

Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen Mazdek, Hamedanlı olup 499 tarihinde katledilen reformcu bir halk önderidir. Zerdüşt ve Mani’nin ardılı olarak değerlendirilen Mazdek dönemi Yahudi, Hıristiyan, Budist dinleri kadar Yunan felsefi ekollerinin de Ortadoğu’da tanındığı bir dönemdir ve Mazdek’i de etkilemediği düşünülemez. Ancak Mazdek’te ana doğrultuyu belirleyen Doğu toplumsallığı olmuştur. Mazdek geliştirdiği felsefik anlayış ile Zerdüşt rahipleri ile Sasani aristokratlarının ortaklığıyla oluşan erkek egemenlikçi devletçi sisteme karşı eşitlikçi, ortakçı ve özgürlükçü bir düzeni savunmuştur. Bu temelde de; 

1-Mal ve servetlerin paylaşılması anlamında ortakçılığı
2-Kadın-erkek arasında eşitliği
3-İnsanlar üzerinde iktidar ve tahakküm kurulamayacağı düşüncesini felsefesinin merkezine koymuştur.

     Toprak sahibi Dikhanlar ve tapınak topraklarının sahibi din adamları buna karşı hemen tavır almıştır. Bu tavır ilk önce her çağda olduğu gibi egemenlerin “Mazdek, kadınların da aynen servetler gibi ortak olması gerektiğini savunuyor” karalaması şeklinde ortaya çıkmıştır. 

Mazdek, düşüncelerinin felsefik temellerini Zerdüşti Dualizm ile açıklamıştır: Aydınlık ve karanlık; İyilik ve kötülük daima savaş halindedir ve tanrı hariç her yerde bu durum zuhur etmektedir. Yine Zerdüştlükte olduğu gibi insan öldürme ve hayvan eti yenmesine karşı çıkmıştır. Din adamlarının ayrıcalıklarının ve ağır dini yükümlülüklerin ortadan kaldırılmasını; tüm kötülüklerin ve günahların kaynağı olan özel mülkiyet, şiddet, haset, öfke ve açgözlülüğün insandan uzak tutularak toplumun bir sevgi ve aşk toplumu haline getirilmesi gerektiğini savunmuştur.

Varlığın ilk oluşumunu aynı iyonyalı materyalistler gibi üç temel töz ile açıklamıştır: Ateş, toprak ve su. Diğer yandan Mazdek’e göre aydınlık tanrısı dört kişiye bahşettiği dört güç ve onların da kontrolündeki diğer güçlerle evrensel işleyişi yönetir. Bunlar;

1- Yargılama (Mobad-Başyargılayıcı)
2- Anlama ( Herbad-Anlamaya yol baş faktör)
3- Gizleme ( Serpahhad-Başkumandan)
4- Coşku ( Ramişgar-Keyif ve coşkunun ustası)
Buna göre bu dört kişinin denetiminde 7 güç vardır ve o yedi gücün elinde de 12 güç vardır.

Kısaca bu şekilde özetlenebilecek olan Mazdek’in düşünceleri ve savunduğu toplumsal düzen anlayışı hızla toplum içinde kabul görüp yaygınlaşmıştır. Bunun en temel sebebi de Mezopotamya topraklarında yaşayan halkların ortakçı yaşama aşinalığı ve o günkü koşullarda halen canlı olan köy komünlerinin varlığıdır.

Sasani Kralı 1. Kavas (Kawa, Kavad, Kavaz diye addedenler de vardır) bu durumu lehine çevirmek için Mazdek’in düşüncelerine başlangıçta sahip çıkar görünmüştür. Böylece Kavas, gittikçe güçlenen aristokratlar ve rahiplere karşı da elini güçlendirmiş olacaktı. İran’da Pers İmparatorluğu’ndan beri rahip ve aristokratların -prenslerin- önemli bir yeri vardı. Ülke eyalet sistemiyle yönetilirdi ki bu sistemi tarihe kazandıran onlardı. Sasani döneminde bu sistem korunmakla beraber güçlü, merkezi bir krallık oluşturmak eğilimi ağır basıyordu. 

Diğer yandan toplum içinde bir kastlaşma gelişmişti. En üstte tüm asilleri yöneten Şehinşah yer alıyordu. Rahipler (atorbanan), savaşçılar (arteştaran), bürokrat ve sekreterler (dabiran) ve halk tabakası (vasteryoşan) temel sosyal tabakaları oluşturuyordu. Prensler, geniş toprak ve mal sahibi aristokratlar ve rahipler hep birlikte ayrıcalıklı bozorgan (asiller) sınıfını oluşturuyordu. Toplumda daha alt seviyedeki bir ayrışma da Aryen soylu olan alt seviyedeki yöneticiler ve süvari birliklerinin temelini oluşturan azadan asilleri (hürler) ile Aryenler haricindeki köylüler arasındaydı. Kralın meziyeti tüm bu farklı sınıfların kendi sınırları içinde kalmasını sağlaması ve adaleti tesis etmesinde görülürdü. Bu durumdan üst tabakalar faydalanıp sürekli palazlandıkça yoksul halk kesimleri de daha çok eziliyordu. Mazdek isyanının ana ekseni işte bu şekilde sayıları ve acıları giderek artan yoksullardan yana oluyor; doğal olarak da halktan destek buluyordu.

İşte bu şekilde kastlaşmanın yarattığı yaşam düzeyi farkına bağlı olarak devletin açık taraf tutar hale gelmesi ve devlet erkanının şatafatlı bir yaşam içinde yaşarken, halkın giderek derinleşen ve çekilmez hale gelen sorunlarını ciddiye almaması ya da görmemesi isyanın zeminini daha da güçlendirmiştir. Sasanilerin sınırları Doğu’da Hindistan’dan Batı’da Roma İmparatorluğu’na dek uzanıyordu. Roma parçalandığından dolayı da onun mirası üzerinden varlığını sürdüren Bizans imparatorluğu ile Sasani imparatorluğu rekabet halindeydi. Sasani kralları Yunan etkilerini silip Pers döneminin saray yaşam etkilerini yeniden canlandırma hevesindeydiler. Bu yüzden de Bizans’tan geri kalmayan şatafatlı bir yaşam Sasani soylularının ve saray erkanını etkisi altına almıştı. Zaten ‘Bin bir gece masalları’ denilen yaşam biçimi de bu dönemin ürünü olarak tarihteki yerini almıştır. 

Elbette bu dönemin tarihe not düşen özelliği sadece binbir gece masalları değildir. Daha sonraları Zaloğlu Rüstem destanına kaynaklık edecek olan Ardeşir Papekan üzerine kahramanlık öyküleri de bu dönemin yazılı tarihindeki haklı yerini almıştır. 

Ardeşir Papekan bir Kürt hükümdar olarak Sasani devletini kuran kişidir. Ancak Fars soyluları kısa sürede onu tasfiye edip yönetimi ele geçirmişlerdi. Böylece Pers devletinin kuruluşunda olduğu gibi hanedan yönetiminin el değiştirmesinin bir örneği de Sasani devletinin kuruluşunda yaşanmış oluyordu. Bu durum aynı zamanda Kürtlerin devlet ve toplum içindeki etkisinin sürdüğünün de bir göstergesidir. 

Mazdek, Hamedan Kürtlerindendir. Ve iktidarla bütünleşerek bozulan Zerdüştiliği reformdan geçirerek devlet yönetiminde de reformu hedefleyen Mazdek ve taraftarları gittikçe güçlenmişti. Hatta 496’da Sasani kralını tahttan düşürüp ve sonradan kaçıp Ak-Hunlara sığınmış olsa da Kral Kavas’ı zindana bile atmışlardı. Kavas’ın yerine bir emanetçi olarak geçen Jamaspa, halk içinde etkisini bildiği Mazdek’e hoşgörülü yaklaşmış ve onun düşüncelerini benimser görünmüştür. Ancak sığındığı Ak-Hunların desteğini alan Kavas, 30 bin kişilik Ak-Hun ordusuyla saldırıya geçmiş ve 499’da Mazdek’i tutuklatmış, taraftarlarını yenilgiye uğratmış, Jamaspa da tahtı ona bırakmıştır. 

Bir rivayete göre de Mazdek taraftarlarının katliamını başlatan Kavas’ın daha sonra tahta geçecek olan oğlu I. Hüsrev, Mazdek’i halkın önünde yeni dini açıklayabileceğini söyleyerek onu konuğu olarak saraya davet etmiştir. Mazdek ve adamları daveti kabul edip saraya geldiklerinde kurulan tuzakla etkisiz hale getirilmişlerdir. Hüsrev, Mazdek’in adamlarını ayakları dışarıda kalacak şekilde baş aşağı olarak toprağa gömmüş ‘o şeytani mezhebinin mahsulünü gör’ dedikten sonra Mazdek’i de aynı yöntemle katletmiştir. Hüsrev’in bu katliamına karşılık Mazdek’in ölmeden önce “Bütün halkı katledebilir misin?” diye sorduğu rivayet edilir. Bu soru, aslında Mazdekçiliğin halk arasında ne denli yaygınlaşmış olduğunu göstermektedir. Katliamın doğrudan uygulayıcısı olsun veya olmasın, daha sonra Ortodoks Zerdüştiliği korumasından dolayı Hüsrev’e ‘ölümsüz ruh’ anlamına gelen anuşirvan (nuşirevan) lakabı verilmiştir.

İnanç kaynağı gereği şiddet karşıtlığını savunmuş -pasifist- olan ve devletin içine girerek reform çalışmalarına yönelen Mazdek ve taraftarları kendilerini korumayı başaramamış ve katliamdan geçirilmişlerdir. Mazdek aydınlık tanrısının dört gücünden bahsederken günün koşullarına göre ileri bir reform programını şifreler gibidir: Yargılayarak anlamayı, anladığını korumayı, koruduğunu yaymayı ve sonunda coşkuyla zaferini ilan ederek aşk toplumunu kurmayı müjdeleyen bir reform programı. Fakat ne yazık ki, tıpkı Mani’nin girişiminde olduğu gibi bu erken reform denemesi de katliamla bastırılmıştır. İran yönetimi bugün olduğu gibi, politik olarak eritmeye çalıştığı güçleri kendi içine alma ve eritemediğini da katliama tabi tutma tarzını Sasani döneminde ustalıkla uygulamaya koymuş ve sonuç almıştı.

Özgürlüğün Yüzyıllarca Yankılanan Derin Çığlığı: Hürremizm

Mazdek’in katledilmesinden sonra eşi Hürrem bu mücadeleyi yüklenmiştir. Tarih kayıtları ataerkil egemenlerin yazıcılarına kaldığından dolayı Hürrem hakkında pek fazla bilgiye rastlanmaz ve adeta yok sayılır. Hürrem’den beş yüz yıl sonra yaşamış olan Nizamülmülk ve kimi tarihçiler dönemlerine ulaşabilen birkaç bilgi kırıntısını aktarmış olsalar da, bir büyük gerçeğin aydınlanmasında önemli bir rol oynamışlardır. Sonraki hareketlerin özelliklerinden de anlaşılmaktadır ki, Mazdekizm Hürrem tarafından sürdürülmüş ve daha sonra Hürremizm adını alacak olan harekete de kaynaklık yapmıştır. Hürremizm, kökenleri Zerdüşti felsefeye dayanan komünalist bir mücadele çizgisidir. Anadolu Aleviliğinin de temel çıkış kaynağı olan Hürremizmin kavramsal olarak birden çok kökeni bulunmakta ve muhtemelen tümünün de birbiriyle bağlantılı olarak geçerliliği vardır. Hürrem kasabasından yapılan çıkış veya Hürrem’in anlamı olan hoş sözcüğünden dolayı hoş, iyi, güzel din anlamlarında Hürremizmin kullanıldığı iddia edilse de bunların Mazdek’in eşi ve yoldaşı Hürrem’den bağımsız olması düşünülemez. 

Kadın yok sayılmıştır. Nasıl olur da bir kadın imparatorluklar karşısında görkemli direnişlerin öncülüğünü yapabilir? Bu düşünce egemenlerin en büyük korkulu rüyası iken kadını, Ana Hürrem’i yok saymaları anlaşılır bir husus olmaktadır. Hürrem burada bir simge olarak düşünülse bile neolitiğin ve Zerdüşti geleneğin İslamiyet öncesi son kadın isyanı olmaktadır. Kaldı ki Mazdekizmin ve daha sonra gelişecek olan Hürremi hareketlerin kadın eşitliği ve özgürlüğüne yaptıkları vurgu, Hürrem’in sadece bir simge değil tarihi bir karakter olduğunu göstermektedir. Çünkü bu düşünceler kadın iradesi ve mücadelesi olmadan kendiliğinden hasıl olabilecek düşünceler değildir. 

Dönem, kadının toplum içerisindeki belirleyici gücünü çoktan yitirdiği bir dönemdir. Ataerkillik hükmünü icra etmektedir. Kadın gölgede, yitik ve kimliksiz kalmaya mahkûm edilmek istenirken buna karşı derinden bir başkaldırı dalgası gelişmektedir. Mezopotamya’da kadın, iradesini tümden yitirmemiştir. Eşitlik ve özgürlük arayışı sürmektedir. Burada kadının yöntemi dönemin koşulları gereği, açıkça kadın kimliğiyle ortaya çıkıp öncülük yapmak yerine dolaylı olarak derinden bir isyanı örmektir. Mazdek’in, Cavidan’ın ve Babek’in yanındaki kadın duruşu toplum açısından güven ve onay duruşudur. Ana tanrıça özelliğinin karakteristiği burada kendisini dolaylı olarak yansıtmaktadır. Toplum kadının duruşuna bakarak direnişi ve öncülerini onaylıyor. Bu çok önemli bir husustur. İslam kayıtlarından hareket edilse bile ‘Mazdek’ten sonra karısı Hürrem düşüncelerini yaymaya devam etti’ ve yine ‘Cavidan öldürülünce karısı taraftarlarına Cavidan’ın ruhu Babek’te yaşıyor diyerek Babek’in öncülüğünü kabul ettirdi’ diye düşülen notlar bu tespitimizin ne kadar yerinde olduğunu göstermeye yetmektedir.
Hürrem Sasani katliamından sonra Rey şehrine giderek burada Mazdek’in katliamdan kurtulan birkaç yoldaşı tarafından düşüncelerinin yayılmasını örgütlemiştir. Nizamülmülk Siyasetname adlı kitabında hadiseyi şöyle nakletmiştir:

“Mazdek, mal insanlar arasında ortaktır, diyordu. Çünkü insanlar, tanrının kulları ve Âdemin çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre yekdiğerinin malını kullanmalı ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu... Mazdek öldürüldükten sonra karısı Hürrem Binti Qade, iki adamıyla birlikte Medayin'den kaçtı. Rey kasabasına giderek halkı kocasının yoluna çağırdı. Peşine takılanlara Hurrem Din adı verildi... Hurrem Dinliler her yana dağıldılar ve her kentte başka bir ad aldılar ve her yerde de sürekli olarak baş kaldırdılar. Bâtınîler onlarla beraber oldu, çünkü her iki mezhebin aslı birdir.”

Mazdekilere karşı takibatlar Mazdek’in öldürüldüğü katliamla birlikte bitmemiş, I. Hüsrev tahta geçtiğinde de ikinci dalga katliamları gerçekleştirmiştir. Bu katliamcı zihniyetten dolayı Hürremizm yayıldığı her yerde farklı adlar almış, bazen yer altına çekilmek zorunda kalmış ve kültürel olarak etkisini toplum içinde ve direnişlerde sürdürmüştür…

‘Ta hazarda aradım seni

saçların kara mıdır hala
ve döver mi dizlerini

ey isyanın anası
anlatabilir mi seni yalnız
bir payizin savrulan yaprakları’ (Babek Destanı şairi Tuğrul Keskin)

Hüsrev ve kendisinden sonra gelen Sasani kralları Hıristiyanlık, Yahudilik gibi diğer dini inançlara genellikle idareci bir mantıkla yaklaşsalar da, Mazdekçi akımlara tavırları katliamdan başka bir şey olmamıştır. Bunun nedeni bu akımların özünde var olan komünalizm ve rejime alternatif olmalarıdır. İran içte bu tür bastırma hareketlerini geliştirirken Arabistan’da yeni bir din zaferini ilan etmiş ve hızla yayılmaya başlamıştı. Sasani İmparatorluğu da yayıldığı kadar yayılmış ve gücünün doruğunda olduğunu düşünmesine rağmen yayılım gösterdiği geniş toprakları kontrol edememiş ve esasen de kokuştuğu, çürüdüğü için 642 tarihinde nihai olarak İslam’ın kılıcına yenik düşmüştür. Orta Asya içlerine kaçan İran soyluları daha sonra burada Samaniler devletini kurarak varlığını sürdürürken, İran da dâhil tüm Ortadoğu toprakları 661’de kurulan Emevi Arap İmparatorluğu’nun eline geçmiştir. Bilindiği gibi İran bundan sonra İslamiyet’in Şii kolunu kendine uyarlamış ve İran Şialığını ortaya çıkarmıştır. Kürtler başta olmak üzere bölge halklarının birçoğu zor kullanılarak Müslüman yapılmıştır. Zor karşısında bile Müslümanlığı kabul etmeyen aşiret ve kabileler açık veya gizli direnişlerini sürdürmüşlerdir.

İslamiyet’in devletlerin temel ideolojisi haline getirilmesi ve egemenler elinde baskı aracına dönüştürülmesi karşısında Arap-Bedevi kültürünün özgürlükçü göçebe kabileleri başta olmak üzere birçok direniş geliştirilmiştir. Bu direnişler de genel olarak Bâtıni felsefe ekseninde vücut bulmuştur. Bâtınilik Hürremizmin de bir karakteridir ve onunla kaynaşmıştır. Bir ayrım yapacaksak o da dönemler temelinde olabilir ki, İslamiyet’in çıkışından sonraki direnişler daha çok dini ve islami motifler taşımak durumunda kalmıştır.

Emeviler karşısında giderek güçlenen Abbasi hanedanlığı henüz iktidara gelmeden önceki dönemde direnişlerin güç dayanağı olmuştur. Bunlar arasında Hidaş adı öne çıkmıştır. Direniş merkezi olarak da Horasan adı öne çıkmıştır. 725 yılından sonra Emevi karşıtlığını örgütlemek üzere Abbasiler tarafından Horasan’a gönderilen Hidaş lakaplı Ammar Bin Yezid’in Hürremizmi benimsediği ortaya çıkınca kentin valisi tarafından katledilmiştir. Ondan sonra da irili ufaklı birçok Hürremi isyan yaşanmıştır. Hürremizm komünalist özgürlükçü bir mücadele çizgisi olarak yüzlerce yıl varlığını sürdürmüştür. Emevi devletinin yıkılışı ve Abbasi devletinin kuruluşunda en önemli rolü oynayan Ebu Müslim Horasani’nin 753-4 tarihinde öldürülmesi ve taraftarlarının katliamdan geçirilmesinden sonra, 800’lü yılların ilk çeyreğinde Hürremiler Babek direnişiyle adlarını tüm dünyaya duyurmuşlardır.

Doğu’nun Devrimci Ruhu: Babek 

Mazdekçiliğin bir devamı olan Hürremizm hareketinin gücünün zirvesine ulaşması Babek döneminde gerçekleşmiştir. Babek Zerdüşti bir Kürt olan Abdullah ile Azeri olan Matar’ın oğludur. Babası köylerde gezerek kandil yağı satmaktadır. Matar adı Friglerde doğurganlık ve bereket tanrıçasının adı olup anne anlamına da gelmektedir. Babek’in anne ve babasına dair bilgiler onun iddia edildiği gibi ne sadece Kürt, ne Azeri olduğunu göstermesi açısından bir önem taşımakla beraber, öncülüğünü yapacağı Hürremi harekette milliyetlerin fazla bir öneminin olmadığını da belirtmek gerekir. Azeri halkı daha sonra Babek direnişini kendi uluslaşmasının temeli yapmışlardır; Kürtler, taşıdığı Zerdüşti karakter ve direnişçiliğiyle sahiplenmişlerdir. Bölge halklarının bu tarz sahiplenmeleri ve kendilerinden saymaları Babek’in taşıdığı toplumcu, özgürlükçü ruhtan kaynaklanmaktadır.    

Babek’in babası Savalan dağında soyguncuların saldırısında öldürülünce, annesi başkalarına sütanneliği yaparak geçimlerini sağlar ve Babek’i bu sayede büyütür. Babek on yaşından sonra annesinden ayrılarak Tebriz bölgesinde çobanlık yapar ve sekiz yıl sonra köyüne, annesinin yanına döner. Mimed bölgesindeki Bilalabad köyünde yaşamaktadırlar. Bu sıralarda Hürremiler tekrar tarih sahnesine çıkmışlardır. 808 yılında Azerbaycan’ın Bezz bölgesinde bir isyan başlatmış olan Hürremi hareketin başında Cavidan bin Sehl bulunmaktadır. Rivayete göre bir gün yoğun kar yağışı nedeniyle Cavidan ve adamları bu köye sığınırlar. Köyün ileri gelenlerinden ilgi ve hürmet görmeyince Matar’ın evine konuk olurlar. Matar ve oğlu Babek misafirlerini büyük bir saygıyla karşılar ve gerekli alakayı gösterirler. Burada Babek’in zekâsı ve İran dilini öğrenmiş olması Cavidan’ın dikkatini çeker ve neticede kendilerine katılmasını ister. Böylece Cavidan Babek’i Bezz dağındaki karargâhına götürür ve hocalığını yaparak yetiştirir.

Cavidan’ın ölümünden sonra eşi Babek’in Hürremi hareketin başına geçmesini sağlamıştır. Hürremileri toplayıp Cavidan’ın vasiyeti olarak şu sözlerle hitap ettiği kayıtlara geçmiştir:
“Genç Babek, ölen Cavidan’ın kutsal ruhunu taşıyor. Babek bundan böyle topluluğun önderi olacak… Mazdek’in dinini yeniden ihya edecek. Babek sayesinde en düşkünümüz bile azizler gibi olacak, çaresizliğiniz son bulacak.” 

Bunun üzerine Hürremiler Babek’i yeni liderleri olarak kabul etmiş ve kabul için daha önceki liderlere yapıldığı gibi geleneksel kabul törenini gerçekleştirmişlerdir. Topluluğun geleneklerine göre de Cavidan’ın eşi Babek’le evlenmiştir.

Babek hareketin güçlendirilmesi için gerekli tüm hazırlıkları yapar ve 816 yılında Bezz bölgesinde programının tebliğlerine başlar. Programı en sade haliyle eşitlikçi, ortakçı bir yaşam kurmaktır. Bu yaşamı korumak için bir nevi kurtarılmış alanlar yaratmanın mücadelesini başlatmıştır. Bunun üzerine Halife Memun ordusunu harekete geçirir. Bu ilk saldırıda Babek güçleri zorlanır ve geri çekilmek zorunda kalır. Erdebil ve Zencan arasındaki kaleleri ele geçer ve halkı katliamdan geçirilir. Bundan sonra Halife Memun Bağdat’a döner. Babek gücünü toplayınca Halifenin Hürremileri bitirme görevi verdiği Ermeniye ve Azerbaycan valisi Yahha İbn-Maaz’ı 820’de yenilgiye uğratır. Ardından gelen vali İsa İbn-Muhammed’de bir yıl sonra yenilince Ali İbn-Sadaka bu görevi üstlenir. O da yenilince Memun bu kez Ahmet İbn-Cüneyt’i gönderir. Fakat Babek bu valiyi yenilgiye uğrattığı gibi esir alınca korkudan bu bölgeye kimse vali olmak istemez. Halife rüşvet olarak Musul’u da vererek 826 yılında Muhammed İbn-Tusi’yi Babek’le savaşmaya ikna edebilmiştir. Ancak Muhammed İbn-Tusi’nin sonu da farklı olmamış, hatta savaş meydanında canından olmuştur. Ondan sonra gelen Ali İbn-Hişam ise Babek’le savaşmayı göze alamayınca Halife ondan şüphelenmiş, Hürremilere katılabileceği korkusuyla 833’te Hişam’ı öldürtmüştür.

Aynı yıl Hürremilerin başka bir kolu da Ali Mazdek öncülüğünde İsfahan’da ayaklanma başlatmış ve Babek’le birleşmek üzere Azerbaycan’a doğru ilerlemiştir. Bu sırada Halifenin orduları İshak İbn-İbrahim İbn Museb komutasında Hürremilere saldırır ve yaşanan çatışmalarda her iki taraf da ağır kayıplar verip yenişemezler. Hürremilerin Hamedan kolu zorlandığı için Bizans topraklarına geçmek durumunda kalır. Ali Mazdek ise on bin kişilik gücüyle İsfahan’a döner. 833 yılı zorlu savaşların yılı olsa da Halife Memun bir sonuç elde edemeden ölür. Yerine Mutasım geçer.

Halifenin görevlendirdiği valiler Hürremilerle savaşta kaynaklarını kendileri bulmak zorundaydı ve bu nedenle de valisi oldukları bölge halkını vergilerle eziyor, talan seferleriyle, katliamlarla halkı canından bezdiriyorlardı. Halk üzerindeki baskı arttıkça Babek’in saflarına katılım da artmıştır. Bölgede ezilen birçok halk bu isyana katılmış ve Halifeliği ciddi olarak sarsmıştır. Babek genellikle Bezz karargâhından savaşları yönetse de birçok savaşa bizzat katılmıştır. Mücadeleyi yürüttüğü coğrafyanın niteliği ve kayıtlara düşen savaş sahnelerinden anlaşılmaktadır ki, özellikle dağlık araziyi iyi kullanarak yer yer pusu, sızma, baskın gibi gerilla tarzları ile başarılar elde etmiştir. Abbasi zulmünden bıkan Kürtler, Türkmenler, Farslar, Bedeviler, Ermeniler ve Gürcüler tarafından desteklenen Babek esas gücünü de buradan alarak savaşların galibi olmayı başarmıştır.  

Mutasım iktidara geldikten sonra 835’te Babek’e karşı sarayındaki devşirme Türk komutan Afşin’i hazırlar. Afşin Mısır’daki bir halk ayaklanmasını bastırmıştır. Halife öncekilerden farklı olarak her türlü maddi ihtiyacını ve sürekli takviyelerle asker desteğini karşılayıp Bezz üzerine gönderir.

Savaş birçok cephede yürür ve üç yıl boyunca sürer. Afşin orduları yenildikçe Halife destek gönderir ve en son Bezz kalesini kuşatmaya almayı başarırlar. Kuşatma karşısında Babek kent halkının savaş bölgesi dışına çıkması için anlaşma önerir. Afşin bunu reddedip üstelik Halifeden bir af belgesi isteyip ardından teslim olursa ancak o zaman bağışlanacağını söyler. Babek’in yanıtı kimsenin affına ihtiyacının olmadığı şeklinde olur ve bir yarma hareketiyle kuşatmayı aşıp Ermeni topraklarına doğru yol alır. Kaledeki halk -Müslümanlığı kabul edenler hariç-kılıçtan geçirilir.

Ermeni emirlerinden Sehl İbn-Sumbat, yanına sığınmış olan Babek’e ihanet eder. Babek Bizans topraklarına geçip gücünü toparlamak isterken onu oyalayıp bir komployla, yanındaki yoldaşlarıyla birlikte Abbasilere teslim eder.

“Benim Destanım Öyle Bir Destandır ki, Ne Babek'le Başlamıştır, Ne De Babek'le Bitecektir!”

Babek’in ortaya çıktığı koşullara bakıldığında muhalif halk kesimlerine zulüm etmede Emevilerden geri kalmayan Abbasi imparatorluğu başta anılmalıdır. Abbasiler dönemi İslamiyet’in parlak dönemi olarak anılırken bölge halklarının neyle karşılaştığının hesabı büyük korkularla gizlenmekte ve gerçekler çarpıtılmaktadır. Oysa Abbasi İmparatorluğu İslam’ı değil, İslam’ın doğuş özüne ters düşerek Emevilere yakın bir konumla karşı-İslam’ı temsil etmekteydi. Dolayısıyla komünalist, özgürlükçü direniş hareketlerinin aslında İslamiyet ile değil, karşı-İslam ile savaştığını önemle belirtmek gerekir.

Emevilerle başlayan imparatorluk serüveni İslamiyet’in kullanılarak bir yandan bölgenin Araplaştırılmasını, bir yandan kadim Mezopotamya ve Anadolu kültürlerinin yok edilmesini, öte yandan da iktidarların saray yaşamlarının zevk ü sefa içinde sürdürülmesini hedefliyordu. Emeviler Hz. Ali’nin katli üzerine kanlı iktidarlarını kurmuş ve Abbasi hanedanlığı bu kan üzerinden yükselen zenginlikleri ele geçirmişti. Buna karşı Hürremi isyan ruhu halkların özgürlük ifadesi olarak karşı-İslam’ı temsil edenlere karşı toplumcu bir devrimcilik şeklinde kendisini göstermiştir.

Abbasiler 750 yılında Emevileri yenerek Halifeliği ve iktidarı ele geçirmiş ve 1258’de Cengiz Han’ın torunu Hülagü tarafından yıkılıncaya kadar da İslam dünyasının merkezi hâkimi olmuşlardır.

İlk Abbasi Halifesi Ebu’l Abbas dört yıl iktidarda kaldıktan sonra 754’te kardeşi Mansur tahta geçmiş ve 762’de devletin başkentini Şam’dan Bağdat’a taşımıştır. Bağdat, Mansur’un torunu Harun Reşid (786–809) döneminde halkların emeği, kanı, canı üzerinden tarihin en şatafatlı saltanatlarından birine tanıklık etmiştir. Öyle ki Sasanilerde olduğu gibi binbir gece masallarının tekrarı bu dönemde geçmektedir. Harun Reşid’den sonra sırasıyla oğulları Emin, Memun ve Mutasım iktidarı devralmış ve bölge halklarına kan kusturmuşlardır. Emin’in annesi Arap, Memun’un annesi Kürt ve Mutasım’ın annesi Türk’tü.

 Bu dönemde Çin uygarlığı karşısındaki direnişlerine rağmen tutunamayan Türklerin kimi boyları Ortadoğu’ya gelmiş ve bir kısmı devletlerin paralı askerliğine girmiştir. Mutasım’ın annesi de Türk asıllı bir cariye olduğundan bu kesimlerle kolayca ilişki kurabilmiştir. 833’te tahta oturan Mutasım kendi döneminde Bağdat’ta Türk kökenlilerin idaresinde maaşlı özel bir askeri birlik oluşturunca bu durum Araplar arasında huzursuzluğa yol açmış ve 836’da Samarra adında yeni bir kent kurarak burayı başkent haline getirmiştir.

Başkentliği tekrar Bağdat’a iade edene kadar 57 yıl süreyle Abbasilere başkentlik yapan Samarra Babek’in katledildiği yer olarak anılacaktır. 

Bağdat’a yakın bir yerde Dicle Nehri’nin kıyısında kurulan Samarra 4 Ocak 838 tarihinde büyük bir halk önderinin katliyle lanetlenecektir.
Bu katl olayında Samarra, tek bir çığlık sesini bile duymadan, kanlar içinde parçalanmış kolları, baş ve ayakları şaşkınlıkla seyretmişti. İşte tek bir çığlık bile atmadan katledilen Samarra’daki direnişin kahramanı Hürremilerin lideri Babek’di. 

Liderlik Cavidan’dan Babek’e geçmiş ve evlendiği kadın sayesinde taraftarların kabulünü görmüştü. Bu bir işaretti. Kadının bitmeyen gücünün işaretiydi. Samarra’da hem halkların hem de kadınların umutları kırıma uğratılmıştı. Tarihi çarpıtmak isteyenlerin hiçbir şekilde göstermek istemediği kadın gerçeği ve rolü Samara’da paramparça edilmek istenmişti. Dönemin erkek egemenlikli toplumsallığı ve buna karşı dolaylı olarak kadının oynadığı rol görülmeden Hürremizmin ve Babek’in hakkı verilemez.

Babek’in annesi Matar’dan başlayarak Babek’in inançlarının temelini oluşturan kadın aşağılanmak, bir mal-ortalık malı olarak gösterilmek istenmiştir. Çünkü tüm Hürremilerin hedeflediği komünal yaşam kadın eksenli neolitik kültürün izlerini taşımaktadır. Egemenler kadın şahsında bu kültür ve sisteme saldırmıştır.

Babek kendi döneminde kurduğu toplumsal düzenle eşitlikçi, ortakçı yaşamı hâkim kılmış ve ezilen bölge halklarının umudu haline gelerek 20 yıl sürecek olan isyanlara katılımını sağlamıştır. Fakat kimi yetmezlik ve hatalar bu büyük mücadeleyi kalıcı kılmanın önüne geçmiştir.

Birincisi; devlet ve iktidar dışı olan toplumsal alanda eşitlikçi-ortakçı bir yaşamı savunurken devlet ve iktidar ilişkilerinden tümden soyutlanamamış olması, ideolojik ve stratejik olarak sistem karşıtlığını uzun vadeli başarıya ulaştırma şansının olmadığını göstermektedir. Taktik olarak ise dağlara dayandıkça savaşlarda başarılar elde ederken, kaleye girip de kuşatmada kalınca yenilgi ile karşılaşması neredeyse kaçınılmaz olmuştur. 

İkincisi; diğer bölgelerdeki Hürremi hareket ve isyanları örgütleme ve birleştirme gücünü gösterebilmiş olsa Abbasi zulmünü bertaraf etmesi mümkün olabilirdi.

Üçüncüsü; İslam dininin ve feodalitenin yaygınca geliştiği bir döneme denk gelmiş bir isyan olarak karşı hamlesi objektif olarak dezavantajlı durumdaydı.

Dördüncüsü; İslam’ın yorumlanması, içtihat dönemi devam ediyor ve sistem kendini gerektiğinde düşünsel düzeyde esneterek sürdürme kabiliyetini gösterebiliyordu. 

Beşincisi; buna karşı Babek’in toplumsal düzeninin teorik-felsefik temellerini çok kapsamlı ortaya koyabilmesi gerekmekteydi. Fakat daha çok eylemsel yönüyle öne çıkmıştı.

    Önder APO Babekiler dâhil dönemin tüm direnişlerinin tam başarılı olamayışlarını şu şekilde açıklamaktadır:
“Özellikle Hz. Muhammedi’n ölümü, Ehlibeyt’in tasfiyesi ve ardından Emevi ve Abbasi hanedanlıklarıyla birlikte giderek katı bir gerici aşamaya gelinmiştir. Halkı temsil eden çok sayıda Batıni tarikatın ezilmesiyle, Ortadoğu uygarlığının üzerine tam bir karanlık çökmüştür. 10.-12. yüzyıllar arasındaki dönem, tüm tarihi etkileyecek büyük bir ideolojik-politik mücadele dönemidir. Ezilen ve yoksullaşan kesimlerin hareketi olarak ortaya çıkan Hariciler, Hürremiler, Babekiler, Karmatiler, Haşişinler, İsmaililer başta olmak üzere tüm Batıni hareketler aslında hem ideolojik hem de pratik olarak büyük bir mücadele vermişler; bir tür ilkel sosyalizmi temsil edip yaşamışlardır. Fakat üretim güçleri ve ilişkilerinin yaşanması gereken feodal biçimi henüz rolünü tam oynamadığından, bu hareketlerin tam başarısı mümkün olmamıştır. Ama yine de özgürlük ve eşitlik mücadelesi tarihinde büyük bir yerleri vardır.”

Abbasi orduları zulüm ve vahşette sınır tanımıyordu. Bu durumda Babek ve halkı seçeneklerini ‘YA ÖZGÜRLÜK YA ÖLÜM’ biçiminde belirlemişti. Onların ki bir yenilgi değil tarihe yazılmış bir özgürlük destanıydı.

Sonuçta dost bildiğinden gelen ihanet Babek’i Samarra meydanına kadar getirmiştir. Samarra’da ölüme giderken bile Babek’in sergilediği tutum tek başına insanlığa bahşedilmiş çok büyük bir onur ve direniş mirası olmuştur. Af dilerse kurtulacağını söyleyen Halifeye karşı ölürken de diz çökmemiştir. Said Nefisi Babek’i anlattığı kitabında bu son anları şöyle hicveder:
"Babek, Mutesim'in yanına geldiğinde, Mutesim ona şöyle demiş: Ey Babek, sen öyle bir şey yaptın ki, hiç kimse böyle bir şey yapmamıştır. Şimdi de hiç kimsenin tahammül edemeyeceği kadar tahammül etmelisin. Babek de 'yakında benim tahammülümü görürsün' demiş. Mutesim: 'Bunun iki elini benim gözümün önünde kesin' diye emir verdi." 

"Mutesim onun ellerinin ve ayaklarının kesilmesini emretti. Onun bir elini kestiklerinde, öteki elini kana batırıp yüzüne sürdü ve yüzünü gözünü kanlı kıpkırmızı yaptı. Mutesim, 'ey it bu ne iştir?' diye sordu. Babek şöyle dedi: '... İnsanların yüzü, bedenlerindeki kan nedeniyle kırmızı oluyor. Kan bedenden akıp gittiğinde, yüz sararır. Bedenimden kan akıp gittiği zaman halk, 'yüzünün rengi korkudan sararmıştır' demesin diye yüzümü kana boyadım."  
"Ona acı çektirmek amacıyla Mutesim, cellad kılıcı onun iki alt kaburgasının arasından yüreğine sokmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra, Mutesim'in emri üzerine onun dilini kestiler, onun vücudunu darağacına astılar. Başını Bağdat'a götürüp, köprü üzerinde bir ağaca taktılar. Sonra aynı başı, Horasan'ın kent ve kasabalarında dolaştırdılar. Nedeni ise şuydu ki; o, halkın yüreğinde kök salmış büyük bir nüfuza sahipti."

Ve Son Sözleri…
"... Bütün müstebidler (zalim hükümdarlar) gibi sen de yanılıyorsun. Çünkü benim destanım öyle bir destandır ki, ne Babek'le başlamıştır, ne de Babek'le bitecektir. Ey zavallılar, siz hiçbir zaman özgürlük yangısının ne demek olduğunu anlamayacaksınız. O dehşetli yangı ki, yüreği yakıp küle çeviriyor. Özgürlük, o ister tatlı olsun, isterse acı; yalnız oydu benim secdegâhım! Ve müstebid ki beni öldürüyor, o da hiçbir zaman anlamayacak ki, ölümü ile özgürlük fedaisi büsbütün yok olmuyor..." 

İşte bu son sözlerinde de ortaya koyduğu gibi O, dünyayı verseler de özgürlüğe değişmeyen Kemal Pir olarak bizlere ulaşmış oluyor. 15 Ağustos dirilişini yaratan ölümsüz komutanımız Agit olarak özgürlük tutkusuyla yeniden buluşuyor. Sıkılı yumruklarda saklı öfkemiz ve yüreklerde sönmeyen isyan ateşimiz olarak özgürlük mücadelemize ruh katıyor. Bunun için de O’nun ruhu, başta Kürtler olmak üzere tüm Ortadoğu halklarına komünalizm özlemini ve onu yaşatmanın iradesini taşıyor.