1 Eylül 2014 Pazartesi

ROJAVA DEVRİMİ KAZANACAK, ORTADOĞU’DA HALKLARIN DEMOKRATİK ve ÖZGÜR YAŞAMININ ÖNÜ SONUNA KADAR AÇILACAKTIR


İngiltere ve Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, küresel hegemonyayı buna dayandırdı. Herhalde ABD de 40-50’ye bölecek, daha çok parçalayıp zayıf düşürerek Ortadoğu’yu çelişki ve çatışma içerisinde yönetmeye çalışacak. Böylece hem parçalanmış, küçültülmüş güçler İsrail’in güvenliği için tehlike olamayacaklar, hem birbiriyle daha yoğun çelişki ve çatışma içinde oldukları için dış bir büyük güce bağlanmaya ihtiyaç duyacaklar. Bu yeni politikanın sonucu ABD’ye, küresel kapitalizme daha fazla bağlanacaklar.

Duran Kalkan

 Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler dendiğinde anlamamız ve esas almamız gereken, gelişmelerde çok önemli belirleyiciliği olan Rojava Devriminin ortaya çıkardığı çözüm alternatifini boğmak için çok yönlü bir ittifak halinde Irak Şam İslam Devleti Örgütü denen gücün geliştirdiği saldırılar oluyor. Bu saldırılar şimdi Kobanê’de yoğunlaşmış bulunuyor. Dört koldan Kobanê Demokratik Özerk Yönetimine, özgürlük güçlerine, halkına karşı çete saldırıları yürütülüyor. Buna karşı da Kobanê halkının, kadınlarının, gençlerinin YPG ve YPJ öncülüğünde geliştirdikleri kahramanca bir direniş söz konusudur. Halk varlığını ve özgür yaşamını bu temelde korumaya ve savunmaya çalışıyor. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun özgür yaşam için ödüyor. Varlık ve özgür yaşam irade ve iddiasını güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. Gerçekten de günümüzün “kahramanlık” denen insan erdemi Rojava’da Kobanê direnişinde yaşanıyor. Her türlü ikiyüzlülüğe, alçaklığa, vahşete, katliama karşı, insan kafasıyla top oynayacak kadar vahşileşmiş, alçalmış bir saldırganlığa karşı Kobanê halkı insanlık ve özgürlük savunusunda, ülke ve gelecek savunusunda büyük kahramanlıklar yaratıyor. İnsanlığa ibret olacak duruşlar, tutumlar gösteriyor. İnsanın olumlu yanlarını en üst düzeyde açığa çıkartıyor. 

Böyle bir vahşi saldırganlık nereden geliyor? Kimler tarafından geliştiriliyor? Yürütenlerin amacı nedir? Kısaca Kobanê’de ne yapılmak isteniyor? Böyle bir direniş neyle, nasıl yürütülüyor? Kobanê’de insanlık katliamına karşı insanlığın varlık ve özgürlük duruşu sergileniyor. Sadece Kürtlerin değil, Ortadoğu halklarının değil özgür insanlığın kalbi Kobanê’de atıyor. Günümüzde insanca olan her şeyi içeriyor, temsil ediyor. Dört parça Kürdistan’da, yurtdışında Kürt halkı büyük bir seferberlik halinde Kobanê’deki Kürt toplum yaşamının özgürce olmasını sağlamak için büyük bir destek sunuyor. Rojava Devrimi, Kobanê direnişi özgür Kürt ruhunun, bilincinin, örgütlülüğünün, bu temelde demokratik Kürt toplumsallığının, ulusallığının gelişmesine öncülük ediyor. Yeniden ruh kazandırıyor. Özgürlük ruhu, direniş ruhu, paylaşım ruhu, dayanışma ruhu kazandırıyor. Kendi geleceğini kendi direnişiyle yaratma bilinci kazandırıyor. Ulus olmanın, demokratik toplum olmanın özelliklerini ortaya çıkarıyor. Bu ruhla, bilinçle, pratikle sadece Kürtler değil Ortadoğu’nun demokratik, özgürlükçü güçleri de yakından ilgilidir. Saldırganlığı kınıyorlar, halk direnişini heyecanla destekliyor, selamlıyorlar. Özgür insanlık dünyanın dört bir yanında bu büyük devrimci direnişe gücü oranında destek veriyor. 

Bugün Kobanê direnişinde fiili temsiliyetini bulan Rojava Özgürlük Devrimi, insanlığa yeni bir yön çizmede, özgür ve demokratik yaşamı yürütmede öncülük görevi yerine getiriyor. Yeni bir umut, yeni bir ışık, özgür ve demokratik gelecek için! Dolayısıyla Ortadoğu’da kördüğüm olmuş iktidarcı ve devletçi uygarlığın yarattığı sorunların çözümünde, yaşanan kriz ve kaosun aşılmasında da Rojava Özgürlük Devrimi çıkış yolunu gösteren en temel güç oluyor. Böylece Apocu çizginin teori ve taktiğinin günümüz insanlığı için ne kadar aydınlatıcı, özgürleştirici olduğu açığa çıkıyor. Bu temelde Önder Apo’nun düşüncesini, savunmalarında yeni geliştirdiği Demokratik Modernite çizgisini daha yakından inceleme, anlama durumu gelişiyor. Böyle bir çizginin çözümleyici pratiği olan Rojava Devrimi’ne ilgi daha çok artıyor. Hemen herkes bu devrimin çözümleyici, çare olucu, devlet ve iktidar sisteminin yarattığı toplumsal sorunların çözümünde temel bir alternatif olduğu konusunda birleşmiş bulunuyor. Buradan ders çıkarma, bunu örnek alma yönünde gelişmeler yaşanıyor.

Küresel kapitalizm IŞİD’e ‘yürü ya kulum’ dedi 

Bütün bu yeni durumlar ve önemli gelişmeler, Önder Apo’nun 42 yıldır büyük bir çabayla, düşünce ve eylemle yaratmaya çalıştığı siyasal ve toplumsal devrimin Rojava’da, Kürdistan’ın küçük bir parçasında ete kemiğe bürünmesi, hayata geçmesi oluyor. PKK’nin, 15 Ağustos’u esas alırsak 30 yıllık, zindan direnişini esas alırsak 32 yıllık, Hilvan-Siverek’i esas alırsak 36 yıllık destansı direnişinin pratikleşmesi 19 Temmuz 2012 Rojava Özgürlük Devrimi ile somutlaşmış bulunuyor. Şimdiye kadar teori ve eylem olarak var olanın şimdi toplum yaşamına dönüşmesi oluyor. Bu bakımdan da bölgedeki gelişmelerde belirleyici etkisi bulunuyor. Hem halkları bilinçlendirme, özgürlük ve demokratik mücadelesine çekme bakımından, hem de Ortadoğu’da yaşanan çelişki, çatışmaların ortaya çıkmasında belirleyici rolü var. Irak’taki son IŞİD saldırılarını da bu temelde ele almak gerekmektedir. Kuşkusuz sadece bununla izah edemeyiz, ancak Haziran 2014’te IŞİD’in Irak’ta hamle yapmasında Rojava’da gelişen özgürlük devriminin çözümleyiciliği ve saldırılar karşısında gösterdiği direnişin önemli bir rolü olmuştur. Hem zeminin oluşmasında hem de böyle bir hamle yapacak gücü bulmasında Rojava Devrimi rol oynadı. Rojava Devrimi’ne karşıtlık bu koşulları oluşturdu. Rojava Devrimi’nin gücü, birçok gücün IŞİD’e destek vermesini sağladı. Deyim yerindeyse küresel kapitalizm, “yürü ya kulum” dedi, IŞİD de yürüdü. Yoksa iki günde Irak’ın ortasını ele geçirmek öyle kolay mıydı? Musul saldırısıyla IŞİD’in başlattığı hamlenin kendi gücüyle gerçekleşmesi mümkün değildi. Arkasında kapitalist modernist sistemin dolaylı ya da dolaysız desteği bulunmasaydı bunların gerçekleşmesi mümkün değildi. 

Peki bunlar nasıl oldu? Ne oldu ki, dünyada birbiriyle bu kadar çatışan iki güç bir araya geldi? ABD-İsrail ile El Kaide kol kola oldu? Nasıl oldu ki, iki günde Musul’dan Tikrit’e kadar Irak’ın Sünni-Arap bölgesinin hepsini IŞİD diye bir örgüt ele geçirdi? Bunun arkasında hangi güçler var, hangi amaçlar var? Bu durumun Rojava Özgürlük Devrimi ile bağı ne? Kürdistan’ın diğer parçalarında Apocu çizgide PKK’nin yürüttüğü özgürlük mücadelesinin gelişmesinin bunda payı ne? Bunları anlamamız gerekli. Rojava Devrimi’nin anlamına, derinliğine böyle varmış oluruz. Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşına nasıl bir demokratik barış alternatifi olduğunu, beş bin yıllık devletçi-iktidarcı sistemin krizinin yarattığı Ortadoğu kaosuna nasıl bir demokratik çözüm getirdiğini görebiliriz, anlayabiliriz. Rojava Devrimi’nin büyüklüğünü ancak bu biçimde görebiliriz. 

Bu devrime saldıran El Kaidecilik denen küresel provokasyon gücünün de aslında nereden beslendiğini, ne anlama geldiğini daha doğru anlayabiliriz. Böyle doğru bir anlayış sahibi olmaya da ihtiyaç var. Çünkü saptırılıyor. Kimisi İslam adına hareket ettiğini söylüyor, kimisi geleneğin direndiğini söylüyor. İslamın belirli değerlerine seslenerek kullanmak istemesi, İslam adına hareket ettiği ve direndiği anlamına gelmiyor. Ortada böyle şeyler yok, bunların hepsi uydurma. Gerçekten de küresel bir provokasyon gücü var. Kapitalist modernite sisteminin egemen güçleri ihtiyaç duydukları saldırıları ve çatışma zeminini bunlarla sağlıyorlar. Küresel sermaye kendisinin yarattığı herkese rol biçiyor, görev veriyor, işlem yaptırıyor. ABD bir biçimde bunu yapıyor, İsrail başka biçimde, AB başka biçimde yapıyor. Ama bunların bağlı olduğu sistem aynısıdır. Hepsine ulus üstü sermaye denen küresel kapitalizm yön veriyor. Bu sisteme bağlı güçler, onun çıkarı doğrultusunda hareket ediyorlar. Dolayısıyla Kobanê direnişi ve onun gerçekleşmesine neden olan Rojava Özgürlük Devrimi bunun aydınlatılmasına neden oluyor. Rojava Devrimi’ne saldırı karşısında bu güçlerin tutumu bile bu gerçekliği ortaya koyuyor. 

Böyle büyük bir devrimin ikinci yıl dönümünü yaşıyoruz. Rojava Özgürlük Devrimi üçüncü yılına giriyor. 19 Temmuz 2012’de Kobanê’den başlayan bir kıvılcımdı. Uygun koşulları iyi değerlendirdi, kısmen de konjonktürden yararlandı. Fakat esas olarak Rojava halkının gücüne dayandı, Kürdistan özgürlük mücadelesinin gücüne dayandı, Önder Apo’nun bizzat yürüttüğü çalışmaların ortaya çıkardığı sonuçlara dayandı. Böylece insanlık için yeni bir umut kaynağı olan özgürlük hamlesi ortaya çıktı. Rojava Devrimi dediğimiz budur ve bu, Kürdistan devriminin kıvılcımıdır. Kürdistan özgürlük devriminin 40 yıldır yaşanan pratiğinin Kürdistan’ın bu en küçük parçasında, bir ucunda pratikleşmesi, somutlaşmasıdır. Böylece önderlik çizgisinin, PKK çizgisinin de pratikte kazandığı zafer oluyor. PKK mücadelesinin nasıl bir pratiğe dönüştüğünü, bunun nasıl bir özgür yaşam ve halk direnişi gerçeği olduğunu iki yıllık direniş içinde Rojava Devrimi kanıtlamış bulunuyor. 

19 Temmuz devrimiyle birlikte Rojava halkı daha özgür yaşama adım attığı andan itibaren de bölgesel, yerel, küresel gericiliğin saldırılarına maruz kalmıştır. Bu anlamda bir yandan Demokratik Modernite inşası, özgür demokratik toplum inşası gerçekleştirilmeye çalışılırken, diğer yandan bunu engellemeye çalışan saldırganlara karşı direniş yürütüyor. Son bir yılda IŞİD denen küresel provokasyon gücünün vahşi, ölçü tanımayan katliam ve saldırılarına karşı bir halk direnişi, gerilla direnişi, yediden yetmişe halkın seferber olduğu bir direniş olarak sürüyor. 

19 Temmuz devriminin ikinci yılı IŞİD ağırlıklı saldırıya karşı büyük bedeller verilerek yürütülen kahramanca direnişle geçmiştir. Halk böyle bir direniş içerisinde bilinç aldı, örgütlendi. Örgütlü yaşamı inşa çalışmaları böyle bir direnişle iç içe geçti, yürütüldü. Devrim üçüncü yılına girerken bu saldırının Kobanê’de odaklandığını görüyoruz. Bu durumun devrime karşıtlıkla bağı var. IŞİD’in Irak saldırısına yol açan planlamayla, küresel kapitalizmin bölgeye yönelik müdahale planıyla bağı var. Öyle dar, basit değil; Kobanê çevresindeki çete güçlerinin canlarının sıkılmasıyla ortaya çıkan bir saldırı yaşanmıyor. Tersine belirttiğimiz düzeyde geniş bağları var. 

Bir devlet krizi, uygarlık krizi ve sistem krizi yaşanıyor 

Peki bu durumu nasıl anlamalıyız? Devrim de, devrime karşı gerçekleştirilen saldırılar da Ortadoğu ve Kürdistan tarihiyle bağlantılıdır. İnsanlık tarihiyle bağları var. Toplumsallaşmakla, Neolitik devrimle, tarım-köy devrimiyle, kadın devrimiyle bağlantılıdır. Böyle bir devrimi yaşayan toplum içerisinden ortaya çıkıyor bunlar. Kürdistan geneli ve Rojava’da böyle bir toplumsallığın yarattığı ahlaki-politik duruş, demokratik değerler, özgürlükçü yaşam ölçüleri var. Aslında direnen bunlardır. Diğer yandan Ortadoğu’da yaşanan 3. Dünya Savaşı’nın ve bunun Kobanê’de yoğunlaşmış halinin de devletçi-iktidarcı sistemin mantığıyla, içeriğiyle, gelişimiyle bağı var. Devletçi ve iktidarcı sistem Mezopotamya’da doğup gelişen ve dünyaya yayılan bir sistemdir. Bugünkü çatışmalar böyle bir sistemin yarattığı zeminde yaşanıyor. Yine bu sistemin bugün yaşadığı krizden söz ediliyor. Bir devlet krizi, uygarlık krizi ve sistem krizi yaşanıyor. Ortadoğu’da yaşanan çatışmaların, yapılan askeri ve siyasi hamlelerin böyle bir krizden çıkma mücadelesiyle ilişkisi var. Daha somut olarak; 1. Dünya Savaşı ardından oluşturulan Ortadoğu statükosu ile bağı var. Bu statükoyu 1. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa oluşturmuştu. Karşıt görünüp savaştıkları güç Almanya ve onunla müttefik olan Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Almanya’yı yeniden yapılandırdılar, Osmanlı’yı da parçalayıp yeni bir Ortadoğu şekillendirdiler. 

1. Dünya Savaşı sonuçlanırken karşı karşıya oldukları güç Ekim Devrimiydi, Türkiye’de gelişen Kemalist hareketti. Onlarla da belli bir çatışma yaşadıktan sonra 1922-25 arasında uzlaştılar. Bugün yeni bir dünya savaşına yol açmış olan siyasi statüko böyle bir çatışma ve uzlaşma sonucunda ortaya çıktı. Bu statükonun iki boyutundan söz etmek gerekmektedir. Birincisi, Kürdistan üzerindeki kültürel soykırımı hedefleyen inkar ve imha sisteminin oluşturulması, ikincisi, Arap aleminin bölünerek ikinci sınıf toplum boyutuna düşürülmesidir. Her iki durumu da kapitalist modernitenin küresel hegemonya oluşturabilmek için Ortadoğu’da yarattığı statüko ortaya çıkardı. İki toplum da kendisine dayatılan bu statükoyu kabul etmedi. Kürtler bu durumu anladıktan itibaren, fırsat buldukları her yerde ve zamanda buna karşı direndiler. Kültürel soykırımı hedefleyen inkar ve imha sistemine karşı Kuzey’de direndiler, Doğu’da direndiler, Güney’de direndiler. Bu direnişler 20. yüzyılın ilk yarısında katliamlarla bastırıldı. İkinci yarısında da ABD, İsrail ve İran’ın desteğiyle yürütülen güneydeki direnişin 1975 Cezayir Anlaşması ile yenilgiye uğramasından sonra yeni bir durum ortaya çıktı. PKK’nin doğuşu bu yeni durumu ifade ediyor ve temsil ediyor. Bugüne kadar da 40 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak bu direniş sürüyor. Parça parça, bölge bölge gelişen, tepki olarak ortaya çıkan bu direnişler PKK ile birlikte bilinçli, örgütlü, ülke ve ulus bütünlüğüne sahip özgür ve demokratik yaşamı hedefleyen bir hareket haline gelmiş bulunuyor. Bu hareket Kuzey Kürdistan’da doğdu, Kürdistan’ın diğer parçalarına adım adım yayıldı.

Bu hareketin doğuşu Önderliksel bir doğuş olarak gerçekleşmiştir. İdeolojik grup aşaması ardından partileşme gerçekleşti. Bu temelde gelişen siyasal ve toplumsal mücadeleye karşı gerçekleştirilen 12 Eylül faşist askeri rejimine karşı zindanda, yurtdışında direndi. Bu direnişleri 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı ile büyük bir özgürlük mücadelesine dönüştürdü. 1984’ten bugüne geçen 30 yıl boyunca da yaşanan bütün gelişmeleri bu direniş belirliyor. Her gelişme bu direnişin sonucu olarak, gerilla öncülüğünde Kürt halkının yaşadığı direnişin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu gelişmelerin bir kısmını bu direniş doğrudan yaratıyor, bir kısmı da Özgürlük Hareketi’ne karşı küresel sistemin yürüttüğü mücadele içerisinde ortaya çıkıyor. Yani direnişin dolaylı etkisi olarak gerçekleşiyor. Güney Kürdistan’daki ayrı devlet ilan etme hazırlıkları da bu temelde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla PKK direnişiyle 1. Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkartılan Ortadoğu statükosu Kürdistan’da Kürt halkı tarafından reddedilmiştir. Her ne kadar 20. yüzyıl ilk yarısındaki direnişler ezilerek bu siyasi statüko, yani Kürdistan’ın parçalanması gerçekleştirilmeye çalışılmışsa da, PKK’nin direnişiyle bu sınırlar fiilen işlemez kılınmıştır. Gerilla bu sınırların altında, üstünde, sağında, solunda kendini var ediyor. Böylece küresel kapitalizmin hegemonya kurabilmek amacıyla Ortadoğu’da yaratmaya çalıştığı siyasi statükonun dayanmaya çalıştığı Kürdistan’ı bölen sınırlar gerilla tarafından Ortadoğu’nun birliği,  bütünlüğünü sağlama köprüleri haline getiriliyor. 

Rojava Devrimi bu gelişmenin, mücadelenin bir öncü kıvılcımı oldu. ABD desteğinde IŞİD’in Irak saldırısı ve ardından gelen Kobanê saldırısı böyle bir gelişmeyle kesinlikle bağlantılıdır. Irak’ta olanlar da, Suriye’de olanlar da, Rojava’da olanlarla, PKK’nin yarattığı gelişmelerle bağlantılıdır. İkinci boyut, Arap toplumunun ikinci sınıf toplum haline düşürülmeyi hazmetmeme konusudur. Bu da bir gerçek; Araplar da tarihin eski toplumudurlar. Sümer devletçi uygarlığının yaratılmasında rol oynayan toplumdurlar. İslam devrimi gibi dünyanın dört bir yanında yayılma gücüne sahip, etkinliğini bin beş yüz yıldır sürdüren büyük devrim hareketini yaratmış bir toplumdur. Kendi içinden peygambersel öncülük çıkarmayı başarmış bir toplumdur. Bir kültürü, toplumsallığı var. Tarihin en kadim toplumlarından birisi olma özelliğini taşıyor. Böyle bir toplumun 1. Dünya Savaşı ardından 22 devlete bölünerek Türkiye ve İran’ın baskısı altında ikinci sınıf konuma düşürülmesi, bu toplum tarafından kabul edilmemiştir. Dolayısıyla böyle bir bölünmeyle kendine biçilen rolü de kabul etmemiştir. Her ne kadar “devlet oldunuz, Osmanlı’dan, İran’dan kurtuluyorsunuz” denilse de gerçeğin öyle olmadığını kısa sürede anlayan ve itiraz geliştiren bir toplum olmuştur. Arap milliyetçiliğinin 20. yüzyılda çok güçlü şekilde gelişmesi böyle biçilmiş bir statüye toplumun duyduğu tepki sonucu olmuştur. Milliyetçiliğin gelişmesi bir taraftan kapitalist sistemin askeri, siyasi yayılmasıyla bağlıyken, diğer yandan toplumun ikinci sınıf olmayı hazmetmeyen, kabul etmeyen psikolojisinin dışa vurumudur. Kurulan yeni Ortadoğu düzeni ve sınırları cetvelle çizilen ulus-devletler sorunlarına çare olmayınca, kısa sürede böyle bir statünün ve düzenin kendisini ikinci sınıf olmaktan kurtarmaya, özgür iradeli tarihine yakışan bir toplum haline getirmeye yetmediğini görünce hayal kırıklığına uğradı, değişik biçimlerde arayışlar gelişti. 

El Kaideciliğin sahte bir İslam söylemiyle kendini bu kadar etkili kılması da buradan kaynaklanmaktadır. Aslında küresel kapitalizm Arap toplumundaki bu psikolojiyi iyi fark etti, gördü, anladı ve onu Ortadoğu’da yeşil kuşak projesi temelinde Sovyetler Birliğine karşı, onun güneyden kuşatılması temelinde kullanmaya çalıştı. Sovyetler Birliği’nin Güney Asya’ya, sıcak denizlere inmesini böyle bir politikayla önlemek istedi. El Kaidecilik denen akım aslında bu politikanın ürünü olarak doğdu. Suudi kaynaklıdır, Afganistan’da ortaya çıkmıştır ve başlangıcı Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a dönük yayılmasına karşı, onu yenilgiye uğratmak üzere ABD saldırıları içerisinde olmuştur. ABD siyasetleriyle doğrudan bağı vardır. Zaten büyük ölçüde Suudi’nin ve çevre Arap güçlerinin petrol dolarına dayanıyorlar. Böylece küresel sermayenin önemli bir gücü konumundadırlar. Rolleri provokasyon yapmaktır. Bunlarla Arap toplumu biraz etkilenmek ve gerektiğinde kullanılacak biçimde elde tutmak hedeflendi.

25 yıldır 3. Dünya Savaşı yaşanıyor 

Sovyet sisteminin kuşatılması başarılıp giderek çöküşü sağlanınca ortaya Ortadoğu’da gerçekleşecek yeni statüko temelinde yeni dünya düzenini kurmayı hedefleyen 3. Dünya Savaşı geliştirildi. Dolayısıyla şu an yaşanan gelişmelerin 1990’ların başından itibaren, esas itibariyle Körfez Savaşı’yla başlayan ve 25 yıldır devam eden, herkesin de 3. Dünya Savaşı olarak tanımladığı savaşla bağı var. Sovyetler Birliği’nin hep “biz barış gücüyüz” iddiası olmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın Ekim Devrimiyle sona erdirildiğini söylediler. 2. Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmini de böyle bir anlayış ve ruhla yenilgiye uğrattılar. Onu yenilgiye uğratacak gücü, enerjiyi burada topladılar. Pratik bu Sovyet teorisini, söylemini doğruladı. Diğer birçok bakımdan Sovyet teorisi sosyalizmi doğrulanmazken ya da yetersiz kalırken, bunun sonucunda Sovyet sistemi çözülür, çökerken aslında barışın korunmasında Sovyet söylemleri gerçekçi çıktı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından ABD Yeni Dünya Düzeni Stratejisi temelinde 20. yüzyılda kurulmuş düzeni ve şekillenmeyi tasfiye etmek ve küresel kapitalist hegemonyayı daha güçlendirmek üzere Körfez Savaşı’yla birlikte bir saldırı harekatı başlattı. 25 yıldır böyle bir savaş yaşanıyor. 

Bu savaş ulus üstü sermayenin serbest ve güvenli dolaşması temelinde daha çok kazanmasını sağlatmak isteyen küresel kapitalist modernite güçleri ile sınırları, gümrük duvarlarını güçlendirmiş ulus-devlet statükosu arasındaki savaştır. 3. Dünya Savaşı başka amaçları olan bir savaş değildir. Aslında saldıran küresel kapitalizmdir. Bölgenin, Ortadoğu’nun statüsünde değişiklik yapmayı, sermayenin daha rahat ve daha fazla kar etmesini amaçlıyor. Bunun içinde mevcut sınırları katılaştıran ulus-devlet diktatörlükleri yerine sistemin ihtiyaçlarını karşılayacak rejim değişiklikleriyle Büyük Ortadoğu Projesi dediği yeni bir egemenlik statüsünü Ortadoğu’da kurmak istiyor. Bu temelde 25 yıldır ABD ve müttefiklerinin bölgeye dönük çok yönlü müdahaleleri ve saldırıları olmaktadır. 

Bu savaş en çok toplumlara zarar verdi. Halklar da bu devletçi-iktidarcı uygarlık sisteminin krizinden doğan savaştan kurtulmak üzere demokratik devrimi teori ve pratikte geliştirmeye çalışıyorlar. PKK’deki gelişim, Önder Apo’nun evrensel bir önderlik haline gelmesi bu çatışmadan Demokratik Ortadoğu Devrimi’ni çıkartacak bir teorik çizgiye ulaşması bunu ifade ediyor. Benzer arayışlar diğer toplumlarda da var. Türkiye’de, İran’da, Arabistan’da aydınlar, düşünürler, sanatçılar, siyasetçiler arasında benzer bir arayış var. Herkes Ortadoğu’daki statüyü ve kendi durumunu beğenmeyerek bir arayış içine girmiştir. Bu arayışta en ileri teorik çözümlemeye ulaşan güç Önder Apo oldu. Çünkü sistem gericiliği, köleliği en çok Kürdistan’da derinleştirmişti. Dolayısıyla özgürlük ve kurtuluş en çok Kürdistan’da gerekliydi. Bu statüyü en çok reddeden Kürtler oldu. Nitekim 20. yüzyıl boyunca ağır bedeller ödeyerek en fazla direnen, cesaret ve fedakarlık gösterenler de Kürtler oldu. Dolayısıyla da alternatif çözümü Kürt Özgürlük Hareketi yarattı, onun Önderliği yarattı. Bu da anlaşılır bir durumdur. 

3. Dünya Savaşı’nın gelişen pratik adımlarına bakmak lazım. Çünkü gelişen olaylar bu 25 yıldaki olaylarla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Saddam’ın bahane olduğu Körfez Savaşı tıpkı El Kaide’ye karşı savaş nedeni olan 11 Eylül gibi bir provokasyondu. Saddam Hüseyin rejiminin de öyle bir karakteri vardı. Serüvenci bir Arap milliyetçiliğiydi Irak Baasçılığı. Belki de Bismark’ın Almanya’da yaptığına benzer biçimde zorla Arap bölünmüşlüğünü ortadan kaldırıp birlik yaratma hayali güdüyordu. Küresel sermaye güçleri, ABD bu ruh halinden, anlayışından yararlandı. Onu Kuveyt’e girmeye teşvik etti, ardından da buna karşı Saddam Hüseyin yönetiminin işgalinden Kuveyt’i kurtarmak üzere bir savaşı gündeme getirdi. Buna dayanarak Ortadoğu’nun stratejik alanlarına silahlı güç koydu. Ortadoğu’dan böyle bir savaşı yürütmek üzere yeni ittifak güçleri ortaya çıkardı. Saddam Hüseyin kuvvetlerine askeri saldırıyla ağır darbe vurup Kuveyt’ten çıkardı. Böylece 1991 Ocağından başlayan ve Mart ayına kadar süren Körfez Savaşı Irak’ı fiilen üçe böldü. Saddam Hüseyin’in siyasi, askeri, ekonomik gücünü ciddi biçimde darbeledi. 36. paralelin kuzeyini, 32. paralelin güneyini güvenlikli alan haline getirdi, Saddam Hüseyin’in kara ve hava güçlerinin saldırılarına kapattı. Böylece Saddam Hüseyin’i Irak’ın ortasında, Bağdat ve çevresindeki bir yönetim derekesine düşürdü.

Kürt gerillacılığı Filistin direnişi içinde boy verdi 

Irak’ın kuzeyinde Kürt bölgesinin bir bölümünde yeni bir siyasi-askeri sistem, Kürt devletçiliği geliştirilirken, güneyde de Şiiler kendilerini yöneten bir sistemleşmeye gittiler. ABD Körfez Savaşıyla yarattığı siyasi duruma dayanarak Kürdistan ve Filistin devrimlerine müdahalede bulundu. 1992’den itibaren Çevik Güç Operasyonu temelinde PKK’ye karşı başlatılan saldırılar bunu ifade ediyor. Bu saldırı 92 Güney Savaşı ile başladı, uluslararası komploya kadar devam etti. Diğer yandan Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin yönetimine destek veren neredeyse tek Arap gücü Yaser Arafat başkanlığındaki Filistin yönetimiydi. Oslo süreci ve Ortadoğu Barış Projesi adı altında Filistin devrimini de tasfiye etmeyi amaçlayan bir süreç geliştirdiler. Ortadoğu’yu yönlendiren Filistin devrimini adım adım erittiler. Filistin devrimi sadece Arap alemine değil, bütün Ortadoğu’ya yön veriyordu. Ulusal Kurtuluş Hareketleri içerisinde önemli bir yeri vardı. Biz de o devrim zemininde ilk eğitimlerimizi gördük ve Kürt gerillacılığı Filistin direnişi içinde boy verdi. Tuhaftır ki, şimdi Kobanê’de saldırı yoğunlaşırken Gazze’de de yoğunlaştı! Belki tesadüf olabilir ama bu kadarı da çok tesadüf görünmüyor. Bundan 35 yıl önce Kürtler Filistin direnişi ortamına gidip destek alırken, bugün de Filistin ve Kürdistan üzerindeki çatışmalar eş zamanlı yürüyor. 3. Dünya Savaşı’nın birinci dönemi açısından durum böyledir. 

Körfez Savaşı’nın sonuçları üzerinde yürüttüğü mücadele ile ABD bazı kazanımlar elde etti ama istediği sonuçlara ulaşamadı. Ne Kürdistan’da ne Filistin’de ulaşabildi. Buna dayanarak Balkanlarda, Kafkaslarda, Doğu Avrupa’da, Afrika’da ve Asya’da bir dizi siyasi ve askeri saldırı yürüttü. Aslında körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ı parçalayıp Ortadoğu’da bir denetim kurdu. Bunun üzerine dünya genelinde 20. yüzyılda kendisine karşı Sovyetler Birliği ile ittifak içinde ortaya çıkan siyasi güçleri tasfiye etmeye, dengeleri tümden kendi kontrolüne alıp denetimini küresel düzeyde kurmaya çalıştı. Küresel düzeyde belli sonuçları alsa da Ortadoğu’da istediği sonuca ulaşamadı. Büyük Ortadoğu Projesinin içini dolduracak düzeyde bir siyasi güce ve etkinliğe kavuşamadı. Bir çözümsüzlük ve çıkmaz içindeyken 11 Eylül İkiz Kule saldırısı oldu. Adeta yenilmekte olan ABD’nin imdadına yetişti. 11 Eylül 2001’de İkiz Kule saldırısıyla bir ikinci döneme başladı. ABD yönetimi İkiz Kule saldırılarını vesile ederek ikinci bir Ortadoğu saldırısını planladı ve gündeme getirdi. Önce Afganistan’a, ardından Irak’a saldırdı, askeri müdahalede bulundu. 2003 baharında Saddam Hüseyin yönetimini yıktı. Afganistan ve Irak savaşının sonuçlarına dayanarak bölgenin bütün güçlerine siyasi, askeri, ekonomik müdahalelere yöneldi. Suriye’ye, İran’a ve PKK’ye yöneldi. 2002-2004 tasfiyeciliği dediğimiz saldırı aslında ABD’nin böyle bir müdahalesinin parçası olarak ortaya çıktı. PKK’ye yansıması böyle oldu. Öncesinden zaten uluslararası komployu planlamış, 15 Şubat 99’da Önderlik esaret altına alınmıştı. Hem bu komploya dayanarak, hem de Afganistan ve Irak savaşlarının ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden Kürdistan Özgürlük Devrimi’ni parçalayıp tasfiye etmeyi hedefledi. 

Afganistan ve Irak’ın işgali, ardından Türkiye ve Irak’ı ittifak haline getirerek Suriye ve İran’a müdahale arayışları bazı sonuçlar verse de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yeni bir hegemonik sistem kurmasına yetmedi. Halkların özgürlük ve demokrasi arayışları da Ortadoğu’nun statükoculuğu da buna karşı direndi. Karmaşık ve çelişkili bir çatışma içerisinde ABD müdahaleleri hedeflediği başarıya ulaşmadı. Çıkmaz ve çaresizlik içine girdi. Böyle bir ortamda 2011 başında gelişen Arap Baharı denilen isyan hareketleri ortaya çıktı. Aslında bunlar Arap milliyetçiliğinden çözüm bulamayan, ABD müdahalelerinin de çözüm yerine Arap toplumunu daha çok aşağılayan yaklaşımına karşı Arap toplumunun kendisine dayatılan ikinci sınıf toplum olma durumunu tersine çevirme direnişleri olarak tarih sahnesine çıktılar. Örgütlü olanlar da vardı ama esas itibariyle daha çok bu toplumsal psikolojiye dayalı kitle direnişleri olarak gelişti.

İngiltere ve Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, ABD 40-50’ye bölecek 

Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da iktidarlar devrildi. Yemen’de iktidar değişikliği ortaya çıktı. Suriye’ye sıçradı ve bir iç savaş hali ortaya çıktı. Şu anda Suriye’de bir kilitlenme yaşanmaktadır. ABD böyle bir hareketi kendi çözümsüzlüğü için çıkış alanı olarak değerlendirmek istedi. Bir umut gibi gördü. Suriye’de daha önce Körfez Savaşıyla, yine Afganistan ve Irak savaşlarıyla ulaşmak istediği sonuca ulaşmak istedi. Suriye’deki sistemi aşarak en azından Arap aleminde tam bir egemenlik kurmayı hesapladı. Arap toplumunun isyanını bu doğrultuda kendi çıkarı için değerlendirmek istedi. Çok kısa sürede ABD’nin bu çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Yeni bir tıkanma ve çözümsüzlük yaşanmıştır. Tunus’ta kısmi bir istikrar ortaya çıksa da diğer alanlarda bir çıkmaz yaşanmaktadır. Mısır’da Hüsnü Mübarek yönetimi devrildi, ardından İhvan-ı Müslim’in yönetimi oluştu. Ne var ki İhvan-ı Müslim ABD’nin beklediği gibi uyumlu bir yönetim olmadı. Aksine ABD’nin bölge politikalarını zorlayan bir pozisyon ortaya çıktı. Bunun sonucu askeri darbe yaparak Mısır’ı elde tutmak zorunda kaldı. Mısır’ın yanında Libya da paramparçalılığı yaşamaktadır. ABD’nin müdahale edip sistem kurmak istediği Irak’ta Sünni toplumun yönetimden dışlanması başından beri bir siyasi krizi süreklileştiren etken haline gelmiştir.

Suriye’de çatışmayla bütün bunlara çözüm bulabilir miyim, arayışında olduysa da sonuç alamadı. Ne kadar güç-destek verdiyse de kendi istediği doğrultuda çatışmaları yönetemedi. Esad yönetimini değişikliğe uğratamadı. Sonunda Cenevre Konferanslarıyla Suriye’de çözüm bulmak istedi. Ancak Cenevre-2’yle birlikte bu arayışlar iflasla sonuçlandı. Bizzat konferansı toplayan kişi iflas ettiğini ilan etti ve görevden çekildi. Suriye’de ABD politikaları tam bir kördüğüm içinde çözümsüzlüğü yaşamaktadır. Bu, ABD’nin 90’dan itibaren Körfez Savaşı’yla başlayan saldırılarının başarısızlıkla sonuçlanması anlamına geliyordu. O zamana kadar mevcut bireysel diktatörlük ifade eden rejimleri değiştirerek rejim değişikliği temelinde ulus üstü sermayenin biraz daha rahat dolaşıp daha fazla kar sağlayacağı bir Ortadoğu sistemi yaratmayı hedefliyordu. Bu stratejisi başarısızlıkla sonuçlandı, hiçbir yerde yeni sistem kuramadı. Bu noktada bir değişiklik arayışı içine girdi. IŞİD saldırıları ABD’nin bu çözümsüzlüğü, çaresizliği ortamında yeni çare arayışı, yeni stratejiye yönelimini gösteriyor. IŞİD saldırılarıyla belli amaçlar hedeflenmesi tamamen küresel sermaye politikasının hayata geçirilmesiyle, ABD politikalarıyla bağlıdır. Rejimleri değiştirerek Ortadoğu’da hegemonya kurma stratejisi başarısız kalınca bu sefer mevcut devlet sistemlerini parçalayarak, sürekli kriz ve çatışma ortamında kendi etkinliğini sağlatacak sınır değişikliklerine yönelerek Ortadoğu’da hegemonya kurma stratejisine yöneldi. 

IŞİD saldırıları ve Irak’ta ortaya çıkan durumu ABD-İsrail politikalarının uygulanması olarak görmek lazım. IŞİD eliyle yapıldı ama yaptıranlar bunlar. ABD’nin bunu yaptırmış olması bir strateji değişimini ifade ediyor. Değişen strateji de sınırların değiştirilmesi, Ortadoğu siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesi anlamına geliyor. İngiltere ve Fransa Ortadoğu’yu 25’e böldü, küresel hegemonyayı buna dayandırdı. Herhalde ABD de 40-50’ye bölecek, daha çok parçalayıp zayıf düşürerek Ortadoğu’yu çelişki ve çatışma içerisinde yönetmeye çalışacak. Böylece hem parçalanmış, küçültülmüş güçler İsrail’in güvenliği için tehlike olamayacaklar, hem birbiriyle daha yoğun çelişki ve çatışma içinde oldukları için dış bir büyük güce bağlanmaya ihtiyaç duyacaklar. Bu yeni politikanın sonucu ABD’ye, küresel kapitalizme daha fazla bağlanacaklar.

Bu yöntemle Ortadoğu’nun devrimci demokrat potansiyeli ve yeni bir demokratik uygarlık geliştirme gücü yok edilecektir. Bu potansiyel tüketilerek Demokratik Ortadoğu Devriminin önüne geçilmiş olacaktır. Önder Apo’nun planladığı, öngördüğü, teorik olarak geliştirdiği Demokratik Ortadoğu Devrimi toplumların bölünüp parçalanması ve yaşayacakları iç çatışmalarla sabote edilmiş olacaktır. Demokratik devrimi yapacak potansiyel güçler eritilip yok edilecektir. Bu bir karşı devrimci hamle, karşı devrimci saldırıdır. IŞİD saldırılarının Ürdün-Amman’da planlandığı açığa çıkmıştır. IŞİD adıyla oluyor ama ardında 8-10 örgüt var. Bu planlamaya İsrail öncülük etmiş. Ardından ortaya çıkan sonuçları kabul ettiğini İsrail açıkladı.

Bu saldırıların arkasında Baas Rejiminin kalıntıları ve Tarık Haşimi’nin de yönetimde olduğu örgütlenmeler var. Bunlar IŞİD’le ortak hareket etmektedirler. İsrail ve ABD IŞİD hamlesiyle Suriye’yi bölüp parçalamaktadır. Artık ne Suriye’de ne de Irak’ta eskiye dönmek mümkündür. Irak ve Suriye parçalandı. ABD Irak’ın bütünlüğünden yanayız deyince, sanki bu saldırıların arkasında ABD yokmuş gibi algılanıyor, o görüşler doğru değil. ABD herhalde “ben yaptım” demeyecekti! İsrail öyle der, ABD başka bir şey söyler. Fiilen yapar, sözde tersini söyler. Bu da ABD stratejisinin, küresel kapitalizm stratejinin uygulanması oluyor. Sonucu ortaya çıkınca da “ne yapalım, bölünmüş” diyerek sonucu kabul ettirmeye çalışacak.  Çünkü “ben böldüm” dese herkes ABD karşısında bir ittifak oluşturmaya yönelir. 

ABD  parçalayacak, körükleyecek, çatıştıracak 

ABD Ortadoğu’da yürüttüğü 3. Dünya Savaşı’nda stratejik değişim yapıyor. Bunu sadece Suriye ve Irak’la sınırlandırması düşünülmemeli. Türkiye ve İran böyle kaldıkça Suriye ve Irak’ta yeni bir sistem oluşturması mümkün değildir. Türkiye ve İran’ın müdahaleleriyle Suriye ve Irak’taki çıkmazı ABD’ye yaşattılar, başarısız kıldılar. Bölgenin hegemonik güçleri bunlar. Bunlar değişmeden sadece Suriye ve Irak’la Ortadoğu’da yeni bir sistem kurmak mümkün değil. Dolayısıyla bu bir bölgesel plandır. ABD ve müttefikleri bölgeyi daha fazla parçalamaya karar vermiş oluyorlar. Çelişkileri daha çok körükleyecekler, daha çok çatışma içine sokacaklar. Böylece Demokratik Ortadoğu Devriminin zeminini kurutmaya çalışacaklar. Ortadoğu’da alternatif bir demokratik uygarlığın doğuşunu, gelişimini önleyecekler. Ortadoğu’da Demokratik Modernite devriminin gerçekleşmesini engellemiş olacaklar. ABD politikalarını böyle anlamak gereklidir. 

IŞİD’i saldırıya geçirdiler, Suriye ve Irak’ı böldüler, ardından IŞİD’i kontrol altına almaya çalışacaklar. Çünkü kendini İslam aleminin sahibi gören, böyle olduğunu iddia eden IŞİD tehlikeli hale gelebilir. Nitekim “Bütün İslam toprakları benimdir” diyor. Sünni mezhebe dayanıyor, Şiiliği, diğer dinleri ve inançları katletmeyi hedefliyor. Böyle olunca başta Güney ve Batı Kürdistan olmak üzere, İslam aleminin tümüne yayılmayı hedefliyor. IŞİD’in liderini halife ilan ederek yeni bir Hilafet rejimi geliştirmeye çalışıyorlar. Eğer böyle olursa İsrail ve küresel hegemonya için Irak ve Suriye’den daha tehlikeli hale gelirler. Öyle ki, çevre ile hep çatışma içine giren, gerginlik yaratan bir güç olmalı ama çok büyük, İsrail’i tehdit edecek, bölgede egemenlik kuracak bir güç de olmamalıdır. ABD’nin çıkarına olan budur. Bunu yaratmak için birinci aşamada IŞİD’le Irak ve Suriye’yi böldü, ikinci aşamada ise IŞİD’i kontrol altına almak isteyecek. Hemen böyle bir arayışa girdiler. Aslında öncesinden bunun olup olmayacağını incelediler, olacağına kanaat getirdikten sonra böyle bir ilk hamleyi yaptılar. Şimdi ikinci aşamaya geçtiler. Bunun için herhalde Esad yönetimi ile uzlaşacaklar; Şam’da, Latkiye’de bir Alevi devleti olmasını öngörecekler. Suriye’de Sünni kesimlerin (İslami Cephe’nin, ÖSO’nun, İhvan-ı Müslimcilerin) belli bir etkisi var. Bunları da belli alanlarda güç yapacaklar. Belki de bunları, hegemonik sistemin etkinliğini en az sorunla sürdürdüğü Ürdün’le birleştirecekler. Bağdat ve güneyinde bir Şii bölgesi ve devleti ortaya çıkarılacak. Doğuda zaten İran var. Böylece doğudan, güneyden ve batıdan IŞİD kuşatılmış olacak.

Rojava Devrimi’ni tasfiye planı KDP-AKP planıdır 

Geriye kuzey kalıyor; kuzeyden IŞİD nasıl kontrol altına alınır? Kuzey’de de Kürtler eliyle kontrol sağlanmak isteniyor. Güney Kürdistan’da devlet ilan etmek böyle bir planın parçası olarak gündeme geliyor. Yoksa ne Barzani’nin ne Talabani’nin hazırlığından dolayı değil. Tamamen ABD planları bunu gerektiriyor. Bu doğrultuda Güney Kürdistan’da bir devlet ilanına gidilmeye çalışılıyor. Böyle bir ilan durumu bu temelde gündeme geliyor. İşte bu noktada henüz daha bu  proje pratikleştirilmeden genel plan içerisinde KDP-AKP ittifakına rol veriliyor. Kuzeyden IŞİD Kürtlerle kontrol edilecekse, kuşatılacaksa, bunu kuşatacak Kürtlerin KDP öncülüğünde birliğinin yaratılması hedefleniyor. KDP’nin AKP ile birlikte böyle bir stratejisi var. Öyle anlaşılıyor ki, kısa vadede ABD’yi de böyle bir plana ikna etmiş görünüyorlar. 

IŞİD’i kontrol altına almak için Rojava’nın bazı bölgelerinin içine alındığı Güney Kürdistan’a dayalı bir Kürt devleti ilan etmek öngörülüyor. Bunun için Rojava Devrimi tasfiye edilecek ve Rojava’nın çoğu terkedilecek. Kobanê saldırısı buradan ortaya çıktı. Aslında bu, üç ay önceki bir plandı. 30 Mart yerel seçimleri öncesinde bir deneme yaptılar. O zaman bu saldırı planı direnişle boşa çıkarılınca bu amaçları ertelenmiş oldu. Önce Rojava’yı tasfiye edip sonra Irak’a IŞİD’i saldırtacaklardı. İlk plan öyleydi. Kobanê direnişi bu planı kırınca yenilediler, planı değiştirdiler. IŞİD’i Irak’ın Sünni Arap bölgesine saldırttılar. Oradan alınan sonuçlara göre şimdi yeniden Rojava Devrimi’ni tasfiye planını gündeme koymuşlardır. Bu plan AKP-KDP planıdır, ABD’nin de bir süreliğine destek verdiğini görüyoruz. Ancak çok uzun süreli destek vereceğini düşünmemek lazım. Bu planın da hedefi şu: Kobanê’yi düşürecekler, Kobanê kırılırsa Efrîn etkisiz hale gelmiş olacaktır. Bunun sonucu Cezîre yalnız kalacak KDP’ye teslim edilecek. 

Kobanê, Rojava Devrimi’nin ilk kıvılcımlandığı, başladığı, Önder Apo’nun 1979’da Türkiye dışına çıktığı yer. Bir de orta halka oluyor. Orta halka koparıldı mı, Cezire ile Efrin arasında bağ kalmıyor. Böylece IŞİD Cezire’ye saldıracak, Cezire yönetimini ağır darbeleyecek, KDP kurtarıcı olarak devreye girecek. Qamişlo, Cezîre ve petrol bölgesi Rimelan Başur’a bağlanacak. Böylece bir devlet ilan edecekler. Kürt petrol emirliği böyle oluşacak. KDP ve AKP planı, Kobanê’ye dönük gelişen saldırı bu temelde gerçekleşmektedir. Bunu başarırlarsa Suriye’nin ve Irak’ın Kürt bölgelerinden oluşmuş bir devletle de IŞİD’i kuzeyden kuşatmaya alacaklar. 

Bu iki aşama başarıldı mı, üçüncü aşama gelecektir. Bu sefer bu bölme-parçalama politikasının İran ve Türkiye’ye dönük bölümleri gündeme getirilecektir. Eğer ABD Ortadoğu’da sınırları değiştirme stratejisini esas alırsa bunda Türkiye ve İran’ın durumu da önem kazanacaktır. Böyle bir stratejinin uygulanmasında Kürtlerin pozisyonu, stratejik konumu çok çok önemlidir. Kürtlere bunu yaptıramazsa kimseyle yapamaz. O nedenle ilan edilmiş bir Kürt devletine dayanarak İran’ı ve Türkiye’yi bölmeye çalışacaklar. Güneyde Kürt devleti oluşturanlar, Kürdistan’ın daha büyük parçaları olan Doğu ve Kuzey Kürdistan’da Kürt inkarı ve imhası politikasını yürütemeyeceklerdir. Böyle bir ortamda Kuzey ve Doğu’nun inkar ve imhayı kabul etmesi ve statüsüz yaşaması söz konusu olamayacaktır. Dolayısıyla üçüncü aşamada çatışma İran ve Türkiye sahasına kayacaktır. 

Böyle bir plana, IŞİD’le bölgeye yapılan müdahaleye ve Kobanê saldırısına İran ve Türkiye’nin nasıl tutum takınacağı önem kazanmış bulunmaktadır. IŞİD’in Irak’ta saldırısı ve ortaya çıkan durum İran’ın bölgedeki konumunu zayıflatmaktadır. İran, Irak, Suriye, hatta Lübnan’ın da içinde yer aldığı Şii kemeri İran için çok önemliydi. Bu nedenle IŞİD’in saldırılarına çok sert tepki göstermesi bekleniyordu. Beklendiği kadar tepki gelmedi. Bağdat’ı savunmak dışında Maliki yönetimine destekte bulunmadı ve ABD’ye uzlaşma çağrısı yaptı. Demek ki, İran da Irak’ın parçalanmasından çok rahatsız değil. Belki de bunu kendisinin yararına görüyor. Parçalanmış Irak güçten düşmüş Irak oluyor. Şimdiye kadar batı sınırında güçlü bir Irak, İran için savaş gerekçesi olmuştu. Irak parçalanmış olursa böyle bir tehditten kurtulmuş olacak. Bunun için İran bu bölünmeden yana rahatsız görünmüyor. Şiileri zaten kendine bağlayacaktır. Sünni yönetimi İran’dan uzaklaştırmış olacaktır. Güney Kürdistan’ı, KDP ile YNK’yi denetim altına almış. Bunların etkin olduğu bir devleti hem IŞİD’e karşı, hem PKK ve PJAK’a karşı kullanabileceğini umut ediyor. O nedenle Güneylilerin ‘kuracağız’ dediği devletten fazla bir korkusu yok. 

Diğer yandan Şiiler arası çatışma ve çelişki de var: Necef ve Kum Şiiliği Şii mezhebinde bir öncülük çatışması yaşıyor. Necef tarihsel ve ideolojik bakımdan daha kuvvetli ve topluma daha yakın. Eğer bu güç Irak’ın tümünü içeren bir siyasi-askeri güç haline gelirse Şiilik Irak’ta daha güçlü olur, İran ikinci plana düşer. Ama böyle bir parçalanma Irak Şiiliğinin askeri ve siyasi gücünü zayıflatır ve böylece İran’ın Şii mezhebindeki liderliği güçlenmiş olur. Bu noktada İran’ın mevcut durumdan çok rahatsız olmadığı anlaşılıyor. Kaygısı ve onun için önemli olan Güney Kürdistan’daki durumdur. Güney Kürdistanlı örgütleri iyi tanıdığı, onlarla gizli anlaşmaları olduğu için onlara dayanarak PJAK’ı etkisiz kılmayı umut ediyor. Böylece Doğu Kürdistan’da olası bir mücadele gelişimini engelleyebileceğini düşünüyor. 1980’li yıllarda Doğu Kürdistan’da gelişen ayaklanma ve direnişi KDP yoluyla bastırması hala hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.

Türkiye’nin planı ne? 

Türkiye’nin durumu da ilginçtir. Bu gelişmelerin yaratılmasında Türkiye çok fazla pay sahibi oldu. Suriye’ye savaş açtı, kendine göre bir siyaset izlemek istedi. Maliki yönetimiyle hep çatışmalı oldu.  Bugün Irak’ta yaşananlarda önayakların başında gelmektedir. Güney Kürdistan yönetimiyle en sıkı ekonomik, siyasi ilişkiler içine girdi. Güney Kürdistan’ı bir yeni sömürge gibi kullandı ve devletin altyapısı olacak kurumların oluşmasında rol aldı. Siyasi olarak da o düzeyde destek verdi, şimdi de destek veriyor. Dikkat edilirse IŞİD saldırısından sonra açıklama yapan güçlerden birisi de Türkiye yönetimi oldu. AKP sözcülerinin “Kürdistan bizim kardeşimizdir” sözleri dikkat çekiciydi. Böyle daha iyi oldu, işlerimizi daha iyi yürütürüz, demektedirler. Zaten AKP siyasi olarak Güney Kürdistan’la ilişkiler üzerine kuruludur. AKP politikasının dayanağı olan Güney Kürdistan yönetimiyle daha sıkı ekonomik iş birliği de gelişir. Petrol ticaretini daha fazla geliştiriyorlar. Türkiye’nin böyle bir politika yürütmesinde Güney Kürdistan’la yürütülen ekonomik ve mali ilişkilerin dürtüsü de var. İkincisi, KDP güçlenirse ona dayalı olarak PKK’yi tasfiye etmeyi hedefliyorlar. Zaten ‘’teröre karşı ortak mücadele’’ dedikleri budur. Hem Rojava’da devrime ortak saldırı yürütüyorlar, hem de Kuzey’de birlikte Türkiye KDP’sini örgütlüyorlar. Örgütledikleri bu parti cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ı destekliyor. Sözde PKK Kürtlüğüne alternatif Kürtlük AKP Kürtlüğü oluyor, Tayyip Erdoğan Kürtlüğü! İşi bu noktaya kadar götürdüler. Bu biçimde PKK’nin gerileyeceği, Kürdistan Özgürlük Devrimi’nin tasfiye edileceği hesabını yapıyorlar. 

Türkiye’deki yönetim yaklaşımı budur. Kuşkusuz bu yaklaşım Milli Güvenlik Kuruluna ve devlete aittir. MHP ve CHP’nin bir kesimi buna karşıdır. Bu durumun Türkiye’yi böleceği endişesini taşıyorlar. ABD’nin arkasında olduğunu söylüyorlar. ABD’yi biraz daha iyi tanıdıkları için bundan endişe duyuyorlar. Endişeleri daha çok milliyetçi karakterdedir. Esas olarak bazı demokratik çevreler bu konuda daha duyarlılar ve doğru bir düşünce ve tutuma doğru ilerliyorlar. “Bu durumda Türkiye’nin tutumu ne olmalı” diye değerlendiriyorlar. Irak’ı bölerek, Kürdistan devleti ilan ettirilerek belli ki bazı maddi çıkarlar sağlanabilir. Ama bunun Türkiye’ye yansıması ne olacak? Bu konuda iki şey öngörülüyor; birincisi, Türkiye bölünebilir, ikincisi, faşist diktatörlük daha da katmerli hale gelir. ABD politikaları uygulanırsa Türkiye’nin gideceği nokta kesinlikle burasıdır. Buna karşı demokratik çevreler daha yüksek sesle muhalefet ediyorlar. Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Siyasi Çözüm Projesi’ne ilgi, eğilim daha fazla gelişiyor. Yine demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme hedefiyle ortaya çıkan Halkların Demokratik Partisi’nin etkili bir demokratik siyasi hareket haline gelmesinin zemini de güçleniyor. Böyle bir yön de var.

Türkiye demokratik çevrelerinde ve toplumunda gelişen Kürt Halk Önderi’nin projesiyle Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi eğilimini sınırlandırmak, böyle bir gelişmenin HDP’yi güçlendirmesini önlemek için AKP’nin bu son yasayı çıkardığı anlaşılıyor. “Biz de yeni bir adım atıyoruz, çözümden yanayız” demeye getiriyorlar. Böyle bir yola girerler mi, bunu gelişmeler gösterecek. Önder Apo da gelişmelerin hangi yöne evrileceğini bu yasadan sonra atılacak adımlara bağlı olduğunu vurguladı. Eğer heyetler oluşur, müzakere takvimi ortaya çıkartılırsa mevcut yasa muğlak olmaktan çıkıp, söz olmaktan çıkıp fiiliyata dönüşebilir. Önder Apo bunu şart koştu. Hem de seçimden önce yasanın anlam ifade edebilmesi için bu adımların atılması gerektiğini belirtti. AKP yasayı çıkardı, böyle bir hava yarattı. Cumhurbaşkanı seçimi için biraz daha Kürt oyu almak istiyor. Diğer yandan ise Irak’taki gelişmelerin Türkiye’de demokratik güçlerde yarattığı Kürt sorununun çözümü doğrultusundaki eğilimin önünü almak, bu yönlü demokrasi eğilimini de kendine kanalize etmek istiyor. ‘Terörü Sona Erdirme Toplumsal Bütünlüğü Sağlama’ isimli yasanın işlevi ve mevcut hali bu düzeydedir. Bunun ötesine geçebilmesi gerçekten de Irak’taki, Ortadoğu’daki gelişmeleri karşılayan bir çözümün yaratılarak yeni bir Türkiye vizyonunun ortaya çıkarılması Önder Apo’nun istemlerinin yerine gelmesine bağlıdır. Eğer heyet oluşturur, müzakere takvimi belirlenir ve bu konuda adımlar atılırsa o zaman bu yasa önemli bir adım haline gelir. Türkiye’deki yönetim tarzında önemli bir değişimi ifade edebilir. 

Türkiye’de geçmişte ciddi ve önemli bir değişiklik 2 Ağustos 2002’de idamı kaldıran ve müebbet hapse çeviren Bülent Ecevit hükümetinin çıkardığı yasa olmuştu. Bu, Türkiye tarihindeki en demokratik adımdı. Bunu da özgürlük hareketimizin mücadelesi ve Önder Apo’nun öncülüğü sağlatmıştı. Buna Önder Apo ‘Gül Devrimi’ dedi. İstanbul merkezli devlet yönetiminde önemli bir değişimi ifade etti. O zamana kadarki devletin yönetim felsefesinin özü, 12 Eylül cuntasının şefi Kenan Evren’in sözlerinde dile gelen “asmayalım da besleyelim mi?” anlayışında olduğu gibi idama, öldürmeye, katliama dayalı bir yönetim gerçeğini ifade ediyordu. Bu yönetim anlayışında kırılma ve değişim 2 Ağustos 2002’de idamın yasalardan çıkartılması adımı oldu. Şimdi eğer mevcut yasaya dayalı olarak müzakereler başlatılırsa, Önder Apo’nun şart koştuğu yerine getirilirse işte o zaman bu yasa da Türkiye tarihi açısından ikinci önemli ve ciddi bir adım haline gelecektir. Sadece asmayıp da beslemeyle yetinmeyecek, muhalefetiyle konuşup tartışarak bir demokratik uzlaşma yaratılarak sorunları çözme ortamı ortaya çıkarılacaktır. Bu da yeni bir devlet yönetim tarzı olacaktır. Böyle bir yönetim tarzı da tabii ki Türkiye’nin demokratikleşmesi, devletin demokrasiye duyarlı hale gelmesini ifade edecektir. Bu, Kürt meselesinin çözümünü başlatır; diğer sorunların çözümünü geliştirir, Türkiye’yi de demokratikleştirir. İşte o zaman ABD’nin Irak ve Suriye’yi bölerek bir Kürt devleti kurdurtması temelinde geliştirmek istediği Türkiye ve İran’ın bölünmesine dayalı proje yerine, Türkiye demokratikleşerek ve Kürt sorununun demokratik yöntemle çözerek Ortadoğu’yu demokratikleştirecek ve halkların kardeşlik içinde birliğini sağlayacak yeni bir siyasi alternatif sunulmuş olur.

Bunun büyük bir devrim değeri var, demokratik değeri var. Önder Apo sabırla çatışmaya girmeden demokratik siyaset yöntemini kullanarak kendi teorisinin uygulanmasını, ABD’nin Demokratik Ortadoğu Devrimini engelleme çalışmasına karşı bir proje olarak geliştiriyor. Türkiye’de attıracağı demokratikleşme adımlarını Kürdistan ve Ortadoğu’ya yayarak ABD stratejisini boşa çıkartmayı hedefliyor. Kürdistan Özgürlük Devrimini ve Demokratik Ortadoğu Devrimini geliştirecek adımları böylece ortaya çıkarma çabası harcıyor. Bu çabalar Türkiye’de gerçekten karşılık bulacak mı, yoksa sadece oy almak ve Ortadoğu’daki gelişmelerde ABD, AKP, KDP ve İsrail’in içinde olduğu farklı bir Ortadoğu politikasında yer almak için bir zaman kazanma fırsatı olarak mı kullanılacak, bunu da yakında göreceğiz.

Ya daha ağır faşizm ya da demokratikleşme 

Mevcut durumda Irak’ı bölmeye, Güney’i devletleştirmeye en çok çalışan Türkiye eğer demokratik siyaset izlemez, Türkiye’yi demokratikleştirme temelinde Kürt sorununu çözmezse bu, Türkiye için baltayı ayağına vurmak gibi bir durum olacak. Bunun sonucu Türkiye daha fazla emperyalist saldırıya maruz bırakılacak, bölünmeye ve parçalanmaya gidecektir. Dolayısıyla Önder Apo’nun ortaya koyduğu çözüm projesi dışında hiç bir yol Türkiye’yi kurtaramaz. Bu bakımdan Türkiye şöyle bir noktaya geldi; ya daha ağır faşizm ya da demokratikleşme ve Kürt sorunun çözümü temelinde Ortadoğu’da yeni bir öncülük rolüyle Türkiye’den başlayarak Ortadoğu’yu demokratikleştirme sürecinin geliştirilmesi. İkisinin ortası artık kalmadı. Türkiye şimdiye kadar jeopolitik konumunu, siyasi ve diplomatik imkanlarını kullanarak, daha doğrusu tüketerek hep ortada yürümeye çalıştı. Ama bundan sonra ortada yürümesi zordur. AKP söz konusu adımları atar, önünü açarsa belki ömrünü biraz uzatır. Eğer öyle yapmazsa belki ömrünü uzatır ama kendisinin akıbeti de Turgut Özal ve Süleyman Demirel’den pek farklı olmaz. AKP’nin gitmesi, aslında yapılamayan demokratikleşme rolünün yeni güçler tarafından yapılmasının önünün açılması anlamına gelir. HDP gibi yeni demokratik güçlerin gelişmesi ve güçlenmesi ortaya çıkar, Türkiye’nin sorunlarını demokratik yöntemle çözecek bir konuma kavuşurlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü böyle gelişir. AKP’nin çözümsüz politikaları Türkiye açısından böyle bir gelişmenin yaşanabileceğini şimdiden ortaya koymaktadır.

Rojava Devrimi turnusol kağıdı gibidir

 Şu anda yaşanan gelişmeler karşısında Kürtlerin tutumu ne olmalı, hangi etkenlerden oluşmalıdır? Mevcut gelişmeler tarihsel olarak da, güncel olarak da Kürdistan’daki siyasal durumla bağlantılı yaşanmaktadır. Güncel olarak da bu durum Kürtler açısından hem önemli fırsatlar, imkanlar sunuyor, hem de ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakıyor. Bu iki etkenden hangisinin öne çıkacağı Kürtlerin göstereceği tutuma bağlı olacaktır. Eğer özgürlükçü tutum etkili olur ve Kürt toplumunun potansiyeli devrimci demokratik temelde harekete geçirilirse gelişmeler başta Kürtler olmak üzere tüm bölge halklarının yararına olur.  

Gelişmelerin Kürtlerin ve bölge halklarının yararına olması açısından da Kürt ulusal birliğinin geliştirilmesi ve bunun bütün parçalarda etkin kılınması önem kazanmaktadır. Eğer böyle olmazsa, dar milliyetçi, çıkarcı, parçacı yaklaşımlarla, hegemonik yaklaşımlarla bu fırsat ve imkanlar halklarımızın çıkarına değerlendirilemez, dolayısıyla da daha çok olumsuzluklar ve tehlikeler öne çıkar. KDP’nin mevcut politikaları böyle bir tehlike arz ediyor. Demokrasiye kapalı, demokratik birliği engelliyor, hegemoniktir, merkezidir, hepsi benim olacak diyor. IŞİD’in Irak saldırısı olana kadar seçimlerin yapılması üzerinden 10 ay geçmesine rağmen Güney Kürdistan’da hükümet bile kuramamışlardı. IŞİD saldırdıktan iki gün sonra KDP diğer partilere bazı tavizler verdi ve hükümeti kurabildi. Aslında verilen tavizler de, kurulan hükümet de AKP açısından Kürdistan’ın diğer parçalarında kendi hegemonyalarını kurmak amaçlıdır. Bu çok tehlikeli bir politikadır. Bu politika, Rojava halkının iradesini ve bu iradenin gerçekleştirdiği devrimi tanımamaya götürüyor. Bakur’da AKP ile Kürtler aleyhine bu kadar işbirliği yapmaya götürüyor. Bunlar kesinlikle tehlikeli politikalardır. Kobanê saldırısı bu politikaların sonucu olarak doğdu. IŞİD’in Kobanê’ye saldırısı arkasında kesinlikle bu politikalar var. Hepsi Türkiye üzerinden oluyor, bunu herkes de söylüyor. KDP hala Rojava Devrimi aleyhinde her türlü çalışmayı yapıyor. Bunun Kürtlükle, yurtseverlikle, demokratlıkla hiçbir alakası yoktur. 

Bugün Kobanê’ye saldıran güçleri destekleyenlerin Kürtlüğünden şüphe etmek lazım, insanlığından da şüphe etmek lazım. Kim ki, direnen Kobanê halkının özgürlük kuvvetlerinin yanında değilse, kalbi onlarla atmıyorsa, elindeki imkanları onlarla paylaşmıyorsa o en gerici, faşist, basit bir çıkarcıdır. Bu tutumlarla ne demokrat, ne yurtsever olunur. O bakımdan Rojava Devrimi turnusol kağıdı gibidir. Kobanê direnişi turnusol kağıdı gibidir. Nasıl ki bundan 32 yıl önce zindanda direnmek, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucuna girmek bir netleştiricilik rolü oynadı, her şeyi aydınlattı, turnusol gibi herkesin rengini belirlediyse, şimdi Rojava Devrimi de, Kobanê direnişi de aynı rolü oynuyor. 14 Temmuz ruhu Kobanê’de yaşıyor, 14 Temmuz direnişçiliği Rojava’da, Kobanê’de pratikleşiyor. Bunu net söyleyebiliriz. Kimin ne olduğu, hangi politikanın kime ne tür hizmetlerde bulunduğunun en iyi görüleceği yer Rojava Devrimi’dir. Mevcut politikaların nasıl sonuçlanacağının belirleneceği yer de Rojava olacaktır. Bu bakımdan ister ABD politikaları olsun, ister İran, Türkiye politikaları, ister KDP’nin politikaları olsun, bütün bunların nereye varacağı Rojava’daki mücadele ile belirlenecektir. Rojava Devrimi üçüncü yılına girerken böyle bir kilit haline gelmiş  durumdadır. Aslında Kürdistan’ın kilidi, Ortadoğu’nun kilididir. Rojava’da yürütülen mücadelenin sonucuyla Ortadoğu’da özgürlüğün, demokrasinin kapısı mı açılacak, Kürtler bunun öncüsü mü olacak, yoksa yeni insanlık suçları mı işlenecek, vahşi katliamlar,  soykırımlar mı yaşanacak, bunu Kobanê’deki direnişin sonucu belirleyecektir.

ABD’nin Rojava politikası 

Rojava Devrimi nasıl bir alternatif sundu, aydınlatıcı olduysa, şimdi Kobanê direnişiyle bu devrimi savunmak da böyle bir rol oynayacaktır. Kobanê Direnişiyle Rojava Devrimi’ni üçüncü yılda daha ileri götürmek Rojava Devrimi’nin yarattığı sonuçları daha da geliştirmek anlamına gelecektir. ABD şu an KDP politikalarına onay veriyor ama bu destek sonsuz olmayacaktır. Eğer Kobanê direnişi zafere giderse, Rojava Devrimi kendini daha fazla örgütler ve direncini arttırarak IŞİD saldırılarını kırarsa, bu durum ABD politikalarında da zorunlu değişimi getirecektir. ABD’nin bu kadar çok KDP yanlısı olma, onun dışındaki güçleri reddetme tutumu izlemesi kendi politikaları açısından da çok mümkün gözükmüyor. Aslında siyasi ortama yansıyanlar da durumu böyle gösteriyor. Sanki KDP’ye belli bir şans tanınmış,  “yaparsan yap!” yapamazsan, IŞİD saldırılarını kıran Rojava Devrimi’ni tanır, IŞİD’i bu yolla da kontrol etme politikası izlerim yaklaşımı içindedir. KDP’nin ve AKP’nin dolaylı ve dolaysız desteklediği IŞİD saldırıları kırılırsa ABD Rojava Devrimi’ni tanıma temelindeki siyasi seçeneği devreye sokacaktır. O zaman KDP devleti IŞİD saldırıları temelinde Rojava’nın bir kısmını kontrol etme durumunda olmayacak, dolayısıyla Güneyle sınırlı kalacaktır. Şu an Türkiye ve KDP tarafından AKP bir süreliğine ikna edilmiş görülüyor. Sanki bu iki güç “bize fırsat tanıyın! Bu Rojava’yı yıkarsak o zaman size daha çok hizmet ederiz” yaklaşımı içindedirler. Belki de Mesut Barzani’nin son Türkiye ziyaretleri de bu amaçladır. Tam bilemiyoruz, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde niye gidildi? Kuşkusuz bu ziyaretle seçimde Erdoğan’a destek verilmiş oluyor. Ama  sadece bununla sınırlı olmadığı görülüyor. Belki de Rojava ve Kobanê’ye yönelik saldırıları nasıl sonuca götüreceklerini tartışmak için bu buluşma gerçekleşmiştir. 

Kürt demokrasisinin gelişmesi, Kürt birliğinin oluşması, dolayısıyla Kürt Ulusal Kongresi’nin toplanması Rojava’ya yaklaşıma ve devriminin iradesini tanımaya bağlıdır. 2013 yazında son aşamaya gelen Ulusal Kongre eğer gerçekleşmediyse Rojava politikalarının sonucunda oldu. IŞİD’in Rojava Devrimi’ni yenilgiye uğratacağını umut ettiğinden Rojava iradesini tanımadı; bu temelde de Ulusal Kongre’nin yapılmasını engelledi. Şimdi kongre olacak mı, bilemiyoruz. Önder Apo, hareketimiz olması için çalışıyor. Bunun gerçekleşmesi için KDP’nin Kürdistan üzerinde hegemonya kurma, her şeyi kendi egemenliği altına alma yaklaşımlarından ve politikalarından vazgeçerek demokratik karakterde davranması lazımdır. İkincisi, Rojava Devrimi’nin iradesini demokratik olmak, özellikle Kürt Vietnamı dediğimiz Kürt Filistini dediğimiz Rojava Devrimi’nin iradesinin kesinlikle tanınması gereklidir. Yeni bir devrim yılına girerken işte Rojava böyle bir kilit role gelmiş durumdadır. Rojava ve Suriye’de, hatta bölgede özgürlük ve demokrasi çözümünün çıkması bu direnişin, devrimin derinleştirilmesine, Kobanê, Afrin ve Cezire’deki çete saldırılarının kırılmasına bağlıdır. 

Rojava Devrimi iki yıllık bir tecrübeye sahiptir. Acemilik dönemini belli bir ölçüde aştı. Halk nasıl örgütlenip, direnileceğini öğrendi, halk özgür yaşamı tattı. Bu anlamda her türlü saldırıyı yenebilecek güçtedir. Diğer yandan bir avuç işbirlikçi, çıkarcı dışında Kürtlerin tümümün kalbi, desteği kendi yanlarındadır. Tüm demokratik güçler destek veriyor. Rojava halkı ve direnişi yalnız değildir. Üçüncü yılında çok daha büyük destek görüyor. Devrimi derinleştirme ve direnişi zafere taşımanın fırsatları, imkanları her zamankinden fazladır. Sadece Rojava’da değil, bütün Suriye ve Ortadoğu’da Önder Apo çizgisinde demokratik devrimi geliştirme ve başarma şansı artmıştır. IŞİD saldırıları ve bölgede yaşanan çatışmalar devrimin imkanlarını daraltmak bir yana, Önder Apo çizgisinde devrimi gerçekleştirme zeminini daha da güçlendirmiş bulunmaktadır. Tam da Önder Apo’nun paradigması doğrultusunda demokratik devrimi gerçekleştirme zemini güçlenmiş ve zamanı gelmiştir. 

Bu büyük fırsatlar ortamında kuşkusuz devrimi başarıya götürecek bilince, duyarlılığa, tutuma ve iradeye ihtiyaç vardır. Gerçekten de bu noktada 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişinin derslerinden yararlanmaya ihtiyaç vardır. Direniş neyle başarılıyor, devrim neyle zafere gidiyor? Bu sorulara en iyi cevap 14 Temmuz ruhunda, 14 Temmuz direnişçiliğinde bulanabilir. 14 Temmuz Direniş tarzı ve ruhu Kürdistan devriminin tarzı ve ruhudur. O da Kürdistan devriminin tarzı olan zor koşullarda mücadele etme ve başarma tarzıdır. Bu çerçeveden bakıldığında Rojava Devrimi’ni derinleştirme ve başarıya götürmenin çizgisi, 14 Temmuz çizgisidir. Başka bir çizgide ve tarzda Rojava Devrimi’ni başarıya götürmek mümkün değildir. Bu nedenle 14 Temmuz ruhunu, tarzını iyi anlamak, bunu Rojava Devrimiyle bağlantılandırmak ve özümsemek çok önemlidir. Rojava Devriminde 14 Temmuz ruhunda var olan devrimci yaklaşımı, kararlılığı, direnişi çok iyi göstermek gerekmektedir. 14 Temmuz direnişçiliğinde olduğu gibi, koşullar ne kadar zor olursa olsun, direnme ruhu, cesaret ve fedakarlık yüksek olduğunda çeteler karşısında başarılı olunur; ama biraz zayıflık gösterildi mi çeteler cesaretlenir ve saldırılarını arttırır. 

Kobanê’de ilk önce bazı hatalar yapıldı. Bizim silah gücümüz yok, imkanlarımız az, bir ay zor dayanırız gibi 14 Temmuz ruhuyla ve Kürdistan devriminin tarzıyla uyuşmayan eğilimler görüldü. Bu tür yanlış yaklaşımlar doğru ve anlamlı değildi. 14 Temmuz ruhunu ve Kürdistan devriminin tarzını anlamadan söylenmiş ezbere sözlerdi. Devrimin özgürleştirici, harekete geçirici büyük gücü, iradesi yeterince görülebilmiş değildir. 14 Temmuz ruhu ve Kürdistan devriminin tarzı esas alındığında Kobanê halkının yıllarca direnecek gücü vardır.  

19 Temmuz Rojava Devrimi’nin ikinci yıldönümü yaşanırken, 14 Temmuz direnişinden ders çıkarmak, kendimizi sorgulamak ve yenilemek gibi özeleştirel sorgulamadan geçirmeye ihtiyaç var. Böyle davrananlar ve yapanlar üçüncü yılda büyük zaferler kazanabilirler. Rojava Devrimi böyle bir çizgide yönetilirse değil KDP-AKP’nin saldırısı, değil IŞİD saldırıları dünya gericiliği birleşip saldırsa da Rojava halkını yenilgiye uğratamazlar, Kobanê halkını yenilgiye uğratamazlar. 14 Temmuz ruhu ve Kürdistan devriminin tarzı esas alındığında Kürdistan halkının hiçbir parçada yenilgiye uğratılması mümkün değildir. Sömürgeci güçler o şanslarını kaybetmişlerdir. Artık Kürt’ü yenilgiye uğratma devri kapanmıştır. Önderlik çizgisi ve PKK mücadelesiyle Kürt halkı bilinçlenme ve örgütlenme gibi bir gelişmeyi yaşadı. Bu gelişme de en büyük kuvveti, gücü oluşturuyor. Eğitim ve örgütlenmeden, bilinç ve örgütten alınan güç doğru kullanılırsa Kürdistan devrimi her parçada yenilmezdir.