16 Eylül 2011 Cuma

Kara Kuvvetleri Komutanı Dersim ve Bingöl'de

Olası bir sınırötesi kara harkekatının tartışıldığı bir dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, 3'üncü Ordu Komutanlığı'na bağlı askeri birliklerde yaptığı inceleme ve denetlemeler kapsamında bugün Dersim'e geldi.

3. Ordu'ya bağlı askeri birlikleri denetleyen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu bugün beraberinde komutanlarla Dersim'e geldi.

Elazığ'dan 2 Kobra helikopterinin eşlik ettiği Sikorsky helikopterle Dersim'e gelen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu'nu, Jandarma Bölge Komutanlığı'nda, Jandarma Bölge Komutanı Tümgeneral Harun Ocaklı karşıladı. Yapılan karşılama töreninden sonra Orgeneral Kıvrıkoğlu, Jandarma Bölge Komutanlığı karargahına girdi. Burada bölgede devam eden operasyonlar kapsamında brifing alan Orgeneral Kıvrıkoğlu, komutanlarla uzun süren bir toplantı yaptı.

Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun Dersim gezisi sırasında geniş güvenlik önlemleri alınırken, yapılan görüşmenin dışardan dinlenmemesi için Jandarma Bölge Komutanlığı'nın çevresine kapsama alanı geniş olan Jammer ve frekans karıştırıcı cihazların yerleştirilerek devriye gezdiği gözlendi.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu ve beraberindekiler, Dersim'de yaklaşık 3 saat kaldıktan sonra Bingöl'e geçti.

İnsan Hakları Derneği (İHD): 5 Tutsağın Yanması Bir Vahşet!

Cezaevi aracında 5 tutuklunun yanarak can vermesinin “affı olmayan bir vahşet” olduğunu belirten İnsan Hakları Derneği (İHD), olaya ilişkin soruşturma istedi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da “Bu olayın bütün failleri ortaya çıkarılmalı ve yeni ölümlerin olmaması için acil önlemler alınmalıdır” dedi.

Olay, Kayseri'nin Pınarbaşı İlçesi ile Sivas'a bağlı Gürün İlçe yolu arasında, sabahın erken saatlerinde meydana geldi. Van'dan İstanbul'a tutuklu ve hükümlü sevkiyatı yapan cezaevi aracının motor kısmında yangın çıktığı iddia edildi. Çıkan yangında tutuklu ve hükümlülerin bulunduğu bölümün kapısının açılmadığı ve içeride bulunan Medeni Demir, Akif Kırınlı, İsmet Evim, Sinan Aşka ve Abdulseddar Ölmez adlı tutuklu ya da hükümlüler feci ş
ekilde yanarak can verdi. Cezaevi aracında bulunan askerlerin ise sağlık durumlarının iyi olduğu açıklandı.

AFFI OLMAYAN VAHŞET


İHD yaptığı açıklamada olayı “affı olmayan vahşet” olarak değerlendirdi. Tutukluların maruz kaldıkları kötü muamelelere dikkat çeken İHD, şunları söyledi:

“İnsan Hakları Derneği, cezaevleriyle ilgili yapmış olduğu çalışmalar da ve hazırladığı raporlarda cezaevlerinde, sevklerde, hastane ve mahkemelere gidişlerde ring araçlarında yaşanan kötü muamele, zaman zaman yaşatılan şiddet, havasız kalma, hücreler oluşturulduğu için hareket kısıtlanması yaşanması, kelepçe takılması, uzun yolculuklarda bile bu kelepçelerin çıkarılmaması ve buna bağlı olarak mahpusların bu araçlara binmemek için birçok haklarından vaz geçtiklerine ilişkin dikkat çekmiştir.

Ceza ve infaz kanunu nakillerde alınacak tedbirler madde 58(2) de “Hükümlü, havalandırma ve ışık durumu yetersiz araçlarla eziyet verici ve onur kırıcı şekilde nakledilemez” hükümleri yer almaktadır. Oysaki kişiyi özgürlüğünden yoksun bırakan yetkililerin, aynı zamanda temel hakların korunması ve insan onuru ile bağdaşmayacak muamelede bulunulmamasına ilişkin temel bir yükümlülükleri bulunmaktadır.

SORUŞTURMA BAŞLATILMALI

Bu gece sabaha karşı Kayseri ili Pınarbaşı ilçesinde yaşanan, İstanbul’dan görülecek bir dava için Van'a getirilen ve dönüş yolunda beş mahpusun yanarak yaşamını yitirmesi affı olmayan bir vahşettir. Tüm görevlilerin kurtulduğu ve kaçabilecekleri ihtimali gözetilerek mahpusların bulunduğu kısmın kapılarının açılmadığını ve ölüme neden oldukları düşünüldüğünde mahpuslara yapılan uygulamaların boyutu ortaya çıkmaktadır. Beş insanın yaşamlarından sorumlu olan tüm görevlilerle ilgili soruşturmanın en kısa zamanda yapılaması ve bu insanların yanarak ölümlerine sebep olanların cezalandırılması gerekmektedir. İnsana reva görülen bu muameleyi de kamuoyunun iyi bilmesi ve vicdanlarında muhasebe yapmasını umud ediyoruz. Bu acı ve unutulması çok zor olan olayda yaşamını yitiren beş can'ın yakınlarına baş sağlığı diliyoruz.”

TANRIKULU: FAİLLER ORTAYA ÇIKARILMALI

CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, tutukluların yanması olayına ilişkin yaptığı açıklamada “Onlarca mahkûmun ülkenin bir köşesinden diğer köşesine hücreden beter, insanlık dışı koşullarla nakli nasıl bir vicdanın ürünüdür. Hiçbir gerekçe ya da açıklama bu ölümlerin arkasında infaz rejimini meşru gösteremez. Bu olayın bütün failleri ortaya çıkarılmalı ve yeni ölümlerin olmaması için acil önlemler alınmalıdır” dedi.

ANF NEWS AGENCY

Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP): ''Türkiye'nin Kıbrıs Doğal Kaynaklarında Hiçbir Hakkı Yoktur''

Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP), Türkiye, “uluslararası hukuk zemini bulunmayan” bu anlaşmaya dayanarak, Kıbrıs çevresindeki sahillerin tümünde hak iddia etmeye ve petrol, doğalgaz arama çalıştığını belirterek, “Böylesi bir girişim varolan gerginliği daha da arttıracak ve istenmeyen olayların yaşanmasına sebep olacaktır” diye uyardı.

BKP Örgüt Sekreteri Abdullah Korkmazhan, yaptığı yazılı açıklamada, “Türkiye, Uluslararası hukuk zemini bulunmayan bu anlaşmaya dayanarak, Kıbrıs çevresindeki sahillerin tümünde hak iddia etmeye ve petrol, doğalgaz arama çalışması yapmaya hazırlanmaktadır. Böylesi bir girişim varolan gerginliği daha da arttıracak ve istenmeyen olayların yaşanmasına sebep olacaktır” dedi.

Korkmazhan, Kıbrıs’ta bulunan doğal kaynaklar üzerinde Türkiye’nin iddia ettiği gibi hiçbir hakkının bulunmadığını, dolayısı ile izlenen gerginlik siyasetine ve savaş çığırtkanlığına bir an önce son verilmesi gerektiğini vurguladı.

FETİHÇİ VE SALDIRGAN POLİTİKALARA SON VERİLMELİ

Türkiye’nin Kıbrıs’ın doğal kaynaklarının garantörü değil, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün garantörü olduğunu ifade eden Korkmazhan, dolayısı ile Kıbrıs’a yönelik “fetihçi” ve “saldırgan” politikalarını terketmesi gerektiğini vurguladı.

Abdullah Korkmazhan, “Beğensek de beğenmesek de Kıbrıs Cumhuriyeti BM Deniz Hukuku Sözleşmesine ve Uluslararası hukuka uygun hareket ediyor. Bu olanağı Kıbrıslı Rumlara bugüne kadar Ankara ve Kıbrıs Türk tarafının izlediği çözümsüzlük ve ayrılıkçı politikalar sağlamıştır. Gerginlik ve savaş çığırtkanlığı yerine Kıbrıs sorununun bir an önce çözüme kavuşmasına ve Kıbrıs’ın bir barış adasına dönüşmesine odaklanılmalıdır” dedi.

Açıklamada, “Kıbrıs’ın dağı, taşı, denizi, toprağı, petrolü ve doğalgazı Kıbrıs halkına aittir. Kıbrıs’ın doğal kaynaklarında sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit kurucu ortağı olan Kıbrıslı Türkler’in hakkı bulunmaktadır. Bu konuda söz sahibi olabilmemiz için erken çözüme bir an önce ulaşmalıyız” ifadeleri kullanıldı.

Korkmazhan, gerginliği tırmandıran ve tehditler savuran AKP hükümetinin bu tutumundan uzaklaşarak erken çözüm için katkı yapmasını, böylelikle Kıbrıslı Türklerin doğal zenginliklerden yararlanmasının önünü açmasını talep etti.

Kıbrıslı Türkler’in Kıbrıs sorununun bir an önce çözülmesini, söz ve irade sahibi bir toplum olmak istediklerini vurgulayan BKP Örgüt Sekreteri Abdullah Korkmazhan, tüm sorunların kaynağı olan Kıbrıs sorununun en kısa zamanda çözülmesi ve Federal Kıbrıs’a ulaşarak, Kıbrıs’ı bir barış adasına dönüştürmek için daha çok çalışacaklarının altını çizdi.

Emperyal Hayallerle 'Arap Baharı Turu'

erdoğan tunus ziyaretiBilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Özgür Uçkan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dün gerçekleştirdiği Tunus ziyareti ile ilgili ETHA'ya yaptığı değerlendirmede, Mısır'da 'kahraman' gibi karşılanan Erdoğan'ın Tunus'ta beklediği ilgiyi göremedeğine dikkat çekti.

Etkin Haber Ajansı 
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Özgür Uçkan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, ‘Arap Baharı Turu’nun ikinci durağı Tunus’ta beklediği kadar görkemli bir karşılama bulamadığını belirtti.
Uçkan, “Gerçi havaalanının dışında yaklaşık 200 kişilik bir kalabalık vardı, Filistin bayrakları sallıyorlardı, ama güzide medyamızın servis ettiğinin aksine pek az Türk bayrağı görülüyordu” diyerek, karşılama törenine Tunus’un geçici başbakanı Béji Caïd Essebsi ve AKP’yi model olarak aldığını söyleyen Tunus’un İslamcı partisi EnNahda’nın (Rönesans Partisi) Lideri Rached Ghannouchi olduğunu, Erdoğan'ın Ghannouchi ile sıcak gibi görünen kucaklaşmasının gerisinde ise bir miktar burukluk olduğunu söyledi. 

“Neden Mısır’da kalabalık bir kitle tarafından kahraman gibi karşılanan Başbakan, Tunus’ta aynı ilgiyi göremedi?” sorusunu Uçkan şöyle yanıtladı:
“Mesela ben bütün gün başkentte tek bir Türk bayrağı bile görmedim. Basında ve televizyonlarda ajansların geçtiği kuru bilgi dışında herhangi bir haber yer almıyordu, onlar da hayli gölgede kalıyordu. Yanında bakanlar ve yaklaşık 200 kadar işadamı ile gezen Erdoğan önce geçici Başkan Fouad Mebazaa ile görüşecek, ardından da başta Ghannouchi olmak üzere önde gelen partilerin liderleriyle. Libya’da işler nasıl gider bilmiyorum, ama Tunus’ta pek iyi gitmediği kesin.”

Başbakan Tunus durağının amaçlarına ilişkin ise Özgür Uçkan şunları kaydetti: “23 Ekim’deki Kurucu Meclis seçimlerine kadar görevi üstlenen geçici hükümetin vereceği sözlerin de geçici olacağı muhakkak. Barajsız seçimlerin yapısı gereği bu hükümet geniş tabanlı bir koalisyon olacak. 2012’de yapılacak Başkanlık seçimlerine kadar Tunus’ta kalıcı bir kazanç elde etmek zor. Ama zaten Başbakan’ın Tunus durağı bence iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmekten çok, yaklaşan seçimlerde EnNahda’ya destek vermeye yönelikti. Nitekim Ghannouchi’yi kucaklamalar, söylemlerdeki İslami vurgular, parti kabulüne önce EnNahda ile başlamalar da bunu açıkça gösteriyor. Ama Başbakan’ın Ghannouchi’nin hemen ardından görüşeceği, ülkenin ikinci büyük partisi (yapılan tüm araştırmalar iki parti arasındaki farkın azaldığını gösteriyor) sosyal demokrat PDP (Parti Démocrate Progressiste / İlerici Demokrat Parti) lideri Ahmed Néjib Chebbi ile arasında daha sıcak bir görüşme yaşanması.”

Uçkan bu söyleşinin önemli noktalarına vurgu yaptı: Erdoğan bu söyleşide Mısır’ın ‘laik bir demokrasi inşa etmesi gerektiği’ni söyledi ve çıngar koptu. Önce Mısır’daki Müslüman Kardeşler’den tepki geldi. Bu söyleşinin hemen ardından Özgürlük ve Adalet partisi (Müslüman Kardeşler) eşbaşkanı Essam el-Eriane bir açıklama yaptı ve ‘Erdoğan'ı önemli bir lider olarak gördüklerini, ama kendisinin bölgeyi yönetme hayalleri kurmasını doğru karşılamadıklarını' söyledi. Müslüman kardeşler sözcüsü Mohamad Rouzlan daha da ileriye gitti ve 'bu Mısır'ın içişlerine yapılmış saygısız ve kabul edilemez bir müdahaledir' dedi ve sosyal medya kaynamaya başladı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’den doğan EnNahda’da da militanlar tepkisiz kalamadı. Bir kaç saat önce Erdoğan’a övgüler düzen sosyal medya sayfaları birden Başbakana yönelik ciddi eleştiriler, hatta hakarete varan yorumlarla kaplandı.
Erdoğan’ın Tunus’ta buruk bir biçimde karşılanmasının ardındaki sebeplerin bunlar olduğunu kaydeden Uçkan, “Böyle bir konuşma yapmayıp Gazze’den bahsetmeye ve İsrail’e saldırmaya devam etseydi, burada da Kahire’deki kadar görkemli bir şekilde karşılanırdı. Çünkü, EnNahda lideri Ghannouchi renk vermemeye çalışıyor ama bu ziyaretten partisinin seçim çalışmaları için ciddi bir destek bekliyordu.”

AKP’nin ‘ılımlı İslam’ söylemini model olarak almış olan EnNahda’nın AKP’ye ve Başbakan’a ihtiyacı olduğuna dikkat çeken Uçkan bunu da şu sözleriyle destekliyor; “Çünkü Müslüman kardeşler’in tersine EnNahda’nın Tunus devrimi’ndeki rolü sıfır. Liderleri Londra’dan devrim sonrası döndü, El Kaide bağlantılı militanları hapisteydi, sempatizanları bir ölçüde devrime katıldı. Tunus Devrimi’nin partisi yok, o alttan gelen ve gençliğin sürüklediği bir hareket. Dolayısıyla EnNahda’nın devrimle özgürlüğe kavuşan kitleleri ikna edecek bir modele ihtiyacı var: İslamcı bir yönetim tarafından ‘ekonomik başarı’ya ulaşmış, etkili, çağdaş kılıklı bir ülke modeline, yani Türkiye’ye. Daha dün EnNahda programını açıkladı ve ‘İslami değerlere dayanan bir demokrasi’den ve ‘modern, dışarıya açık bir ülke’den söz etti. Öte yandan da bu ‘laiklik’ söylemini EnNahda militanlarının kaldırmasına imkan yok. O yüzden sosyal medya böyle karıştı. EnNahda karşıtı çevreler de bu ‘kazayı’ fırsat bilerek, partinin aslında takiye yaptığını, gönlünde yatanın şeriat, ‘ılımlı İslam’ söyleminin göstermelik olduğunu, laikliğe karşı bu saldırıların takiyeyi açığa vurduğunu söylediler.”

“Peki, fethetmeye geldiği kitleleri kızdıracağını bile bile Erdoğan niçin böyle bir konuşma yaptı?” sorumuzu da Uçkan şöyle yanıtladı: “Bu soruyu cevaplarken, Haluk Gerger’in ETHA’ya verdiği söyleşi yararlı olabilir. Yani Erdoğan’ın bu 'Arap Baharı Turu’, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da kurduğu iyi ilişkilerle ABD'nin çıkarlarını koruyabileceği mesajını vermeye yönelik. Gerger bu yeni rolün rantının da PKK konusunda ABD (ve Kuzey Irak) desteği olarak biçildiğini söylüyor.”

Bu yeni rotanın iç politikayla da ilgisi olduğunu söyleyen Gerger, ETHA'ya yaptığı açıklamada bu ilgiyi şöyle açıklıyordu: 'Erdoğan, Türkiye'nin Peron'u olmak istiyor. Peronizmin, Peronist popülizmin önemli parçası Türkiye'de Arap yandaşlığı ve İsrail karşıtlığı. Peronist popülistliğin bir sonucu olarak sosyo-ekonomik olarak dışlanmış kesimlere yönelik popülist siyaset izliyor. Türkiye'de siyaset, ekonomik-sınıfsal konumlanmalara göre değil de, değerler ve ideolojiler üzerinden yürütüldüğü için bu popülizm Erdoğan'a büyük avantajlar sağlıyor. Gül'ün yerine yeni bir yarı başkanlık ya da başkanlık sistemiyle, bir sultan, padişah ya da yeni bir Peron olma hevesinde.'

Uçkan, Fransız Libération gazetesinden 'Marc Semo'nun analizinin de bu bakışla örtüştüğünü belirtiyor: Semo, Erdoğan'ın ‘Arap baharı Turu' ile yeni-Osmanlı hayalinin peşine düştüğünü söylüyor. Osmanlı etki alanında öncülük kazanmak ve Arap Dünyasında liderliğe oynamak hedefi, İslamcılık ve demokrasi konusundaki müphem 'başarı'nın bir model olarak iletişime dönüştürülmesiyle de örtüşüyor. Emperyal hayaller…”

Başbakan Erdoğan'ın Filistin dostluğu ve İsrail karşıtlığının, ABD başta olmak üzere Batı’ya gösterdiği ‘laik demokrasi’ kartının Arap Baharı ülkelerinde iktidarda görmeyi arzuladığı dostlar üzerinde yaratacağı öfkeyi dizginleyeceğini umduğunu belirten Özgür Uçkan, son olarak şöyle konuştu:

“Erdoğan bir yandan laiklikten bahsediyor, diğer yandan da Arapların gururunu okşuyor. Bu strateji tutar mı tutmaz mı, bekleyip göreceğiz. Ama Erdoğan’ın hayallerinin önünde bundan çok daha zor engeller var. Bakalım açık açık şeriat istediğini söyleyen bir cephenin kafası karışık bir şekilde yönetmeye çabaladığı, batılı liderlerin birer ikişer yağmalamaya geldiği Libya’da nasıl bir performans gösterecek? Üstelik bir rakibi de var: Sarkozy de orada olacak!”

PJAK Savaşı Kürtlere Bölgesel Güç Olmanın Yolunu Açtı

PJAK’ın 5 Eylül’de ilan etmiş olduğu ateşkese İran İslam cumhuriyeti de aynı günde saldırılarına son vererek fiilen ateşkese cevap vermiştir.
PJAK’ın 5 Eylül’de ilan etmiş olduğu ateşkese İran İslam cumhuriyeti de aynı günde saldırılarına son vererek fiilen ateşkese cevap vermiştir. Aynı gün PJAK’ın askeri kolu olan HRK gerilla güçleri Kotoman tepesine saldırıda bulunan çelik yelekli devrim muhafızlarına ait 12 ve çatışmanın yaşandığı diğer alanlarda da 10 ceset olmak üzere 22 cesedi İran devletine teslim etti.  Bunlardan bir kısmının görüntüleri internette düştü. İran’ın ateşkes karşısında ki tavrına bakıldığında kimilerinin çokça dillendirdiği gibi PJAK ateşkesi askeri anlamda aldığı darbelerden dolayı tek taraflı olarak değil İran devletinin istemi üzerine çift taraflı bir ateşkes ilan edilmiştir. 

İran devleti ile PJAK güçleri arasında ateşkesin ilan edilmesi için aracı rol oynayanların ise basına yansıdığı ve bazı dost çevrelerden aldığımız bilgilere göre Güney Kürdistan’ın en üst düzeyde ki temsilcileri olduğudur. Bu durum bir kez daha şunu açıkça ispatlamıştır ki Güney Kürdistan dağlarında konumlanan PKK ve PJAK gerilla güçleri sadece Kuzey, Batı yada Doğu Kürdistan için değil bunlardan önce Güney Kürdistan halkı ve kazanılan kazanımları için vazgeçilmez koruyucu bir güçtür. İran, Türkiye, Irak ve ABD’nin ittifakı sonucu ortaya çıkan bu operasyona Güney Kürdistanlı güçleri katmak için ne kadar baskı ve oyun oynadığını hem ortaya çıkan belgeler hem de operasyon süresi boyunca Güney Kürdistanlı yetkililerin yapmış olduğu açıklamalar ve operasyon karşısındaki tutumlarıyla netlik kazanmıştı. Operasyona aktif olmasa da pasif olarak destek vermişlerdir. 

KERKÜK’TE ETNİK TEMİZLİK OPERASYONU EŞ ZAMANLI

Bir taraftan Güney Kürdistanlı güçlerden Kürdistan’ın üç parçasında ki Kürt kazanımları tasfiye etmek için destek istenirken Irak yönetimi tarafında ise Güney Kürdistan’ın Kerkük’e bağlı Sediye, Celewle, Mendeli v.b bölgelerde ise Kürtlere saldırarak bu bölgeleri Kürtlerden temizlemeyi amaçladılar. Aynı planı 2006’da Musul’da Kürtlere karşı yaptılar ve binlerce Kürdü buralardan sürdüler. Bu durum Medya savunma alanlarına yönelik yapılan operasyondan dolayı çok fazla gündem olmadı ama operasyonlarla eş güdümlü bir biçimde bu alanlara yönelik bombalı saldırılar düzenlendi. Ve buralardan hiç abartısız binlerce insan daha Kuzey’e doğru göç ettirildi. Bu planın esası Kürtleri Duhok, Süleymaniye, Hewler’e sıkıştırmak ve iradelerini kırarak teslim almaktır. Çünkü mevcut durumda Güney Kürdistan coğrafyasının %45 hala Irak toprakları olarak gösterilmekte ve Federal Kürdistan topraklarına dahil etmekten yana değiller.  Bu saldırıları her ne kadar radikal İslam örgütlere mal etseler de işin arkasında Nuri El Maliki ve Şii hükümeti vardır. Bu planın derinliklerinde ise Medya savunma alanlarına yönelik askeri operasyon düzenleyen güçler vardır. Bizzat işin talimatını vereninde İran İslam cumhuriyeti olduğunu düşünüyorum. Çünkü Maliki ve Şii hükümeti İran’dan izinsiz hareket edemezler.  Bu saldırılarla İran bir taraftan Güney Kürdistan güçlerini operasyona dahil olmaları için zorlarken diğer taraftan da Kürtler üzerinde yürütülen bölgesel düzeyde ki operasyon bir parçası olarak devam etti. 

Kerkük ve çevresinde ki Kürt yerleşim birimlerine yönelik sürdürülen etnik temizlik operasyonun bir ilginç yönü ise Medya savunma alanlarına yönelik başlatılan operasyonun son bulmasıyla birlikte orada ki sivil halka yönelik bombalama saldırılarında da bir gevşemenin olmasıdır. Bu durum her şeyiyle yapılan operasyonun uluslar arası ve bölgesel güçlerin ortak ittifakı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Asıl amaçlarının da Kürtleri bölgede statüsüz bırakmaktı. Operasyon büyük oranda boşa çıkarılmış olsa da tümden boşa çıkarılmamıştır. Dolaysıyla bu tehlike hala devam etmektedir. 

PJAK MESUT BARZANİ’N ELİNİ GÜÇLENDİRDİ

İşte bunun içindir ki Medya savunma alanlarında ki PKK ve PJAK gerilla güçleri Kürdistan’ın dört parçasında ki kazanımların koruması için koruyucu güçtür. PJAK’ın İran devletinin Güney Kürdistan’ı işgal etme operasyonu karşısında ki direnişi her şeyden önce Güney Kürdistanlı güçlerin ellerini güçlendirmiştir. Biz biliyoruz ki önümüzde ki günlerde Sayın Mesut Barzani bir heyetle Tahran’a gidecektir.  Tahran yönetimi PJAK gerilla güçleri karşısında almış olduğu yenilgiden sonra her şeyden önce Güneyli Kürtlere askeri operasyon için dayatmada bulunamaz. Bulunsa bile Güneyli güçler rahatlıkla sizin yapamadığınızı ben nasıl yapabilirim diye bilir? İkincisi Madem İran Kandil bölgesini işgal edememiştir. O zaman Güney Kürdistan güçlerini tehdit ve şantaj politikasıyla baskı kurarak teslim alma politikalarından vazgeçecektir. Bunun yerine bölgeye yönelik yeni politikalarında yarı yarıya yani tehdit ve ikna içice olacak bir biçimde Kürtleri kendi tarafına çekmeye çalışacaklardır.  Kürtlerde şayet askeri alanda ki başarılarını küçümsemeyip bu oranda diplomatik alanda da çıtaları yükseltebilirlerse bölgede Kürt inkar ve imha politikası büyük bir darbe alacağı gibi Kürtler artık bölgesel güçler açısından masada meze değil mevzide temel ittifak gücü olarak görülecektir. Bu son savaş Kürtlere bunun yolunu açmıştır.   

Yusuf Ziyad

Kamer Genç Kimdir?

Kademelerinde hızla yükseldiği devletin güvenini oldukça kazanmış olacak ki 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1981 yılında darbenin Danışma Meclisine dahi girdi. 
 
Kamer Genç gerçekliği, TC devletinin Kürdistan’da nasıl bir sömürü, asimilasyon ve ulusal-toplumsal yapıyı çarpıklaştırma politikası uyguladığının en çarpıcı ve ibretlik örneklerinden biridir. Diğer örnekler biliniyor. Kamuran İnan, Necmettin Cevheri, Sedat Bucak, Hüseyin Çelik, Mehmet Şimşek vs… Partiler ve hükümetler değişir ama devletin bu “Truva atı” stratejisi hiç değişmez. Her zaman Kürdistan’ın çeşitli yörelerinden birilerini gözüne kestirir. Sistemin çarklarından geçirir ve “has adamı” yaparak onun üzerinden Kürdistan politikalarını yürütür. Bunların çoğu önce yatılı okullarda hazırlanır. Tıpkı Osmanlının Acemi oğlanlar ocağı gibi. Sonra da kademe kademe Yeniçerileştirilirler. Örneğin AKP’nin “Kürt” Mehmet Şimşek’i gibi… Onun Kamer Genç’ten farkı “Kürtçe” konuşmasıdır. İngilizce aksanlı ve tekleyerek de olsa konuşur! AKP “açılımı”nın bir gereği olarak! Kamer Genç ise ittihatçı besleme geleneğinden geldiği için hala Kürtçeyi sindirebilmiş değil. O “Türkoğlu Türk”tür. Üstelik bunu salt kendisi için değil tüm Dersimliler için söyleme hakkını da kendinde bulur. 

Kamer Genç’i biraz daha yakından tanıyalım. 1940 yılında Dersim’in Nazimiye ilçesine bağlı Ramazan köyünde doğdu. 1960 yılında Ankara’da Yatılı Maliye okuluna girdi. 1966’da ise Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisini bitirdi. 1974 yılında Paris’e gönderildi. Burada Paris Amme Enstitüsü’nü burslu olarak okudu ve idari yargı eğitimi aldı. Danıştay tetkik hâkimliği ve Danıştay savcılığı görevlerini yaptı. Kademelerinde hızla yükseldiği devletin güvenini oldukça kazanmış olacak ki 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1981 yılında darbenin Danışma Meclisine dahi girdi. O sırada Dersim’i Hakkı Borataş adlı bir asker, “vali” olarak yönetiyordu. İşte bu asker, Kamer Genç’i çok sevmiş olacak ki onu Danışma Meclisine önerdi ve sonrasında da bu gerçekleşti. 

1983-1987 yılları arasında mali müşavirlik yaptı. 1987 yılından 2002 seçimlerine kadar 4 dönem milletvekilliği yaptı. 1995 seçimlerinde CHP’den aday gösterilmeyince Tansu Çiller’in DYP’sine geçti ve bu partiden meclise girdi. Mecliste uzun yıllar başkanvekilliği yaptı. 2002 seçimlerinde DYP baraj altında kalınca milletvekili seçilemedi. 2007’de bağımsız olarak seçildi. 1 Haziran 2010 tarihinde tekrardan CHP’ye geçti ve 12 Haziran 2011 seçimlerinde CHP’den bir kez daha Tunceli milletvekili seçildi. 
Evet,  resmi ifade bu:  Kamer Genç, Tunceli milletvekili… Yani Dersim milletvekili. Dersim’i temsil etmek CHP ve Kamer Genç’e kalmış(!) Oysa CHP’dir yine Dersim katliamının planlayıcısı ve uygulayıcısı… Bunu Neo-faşist Tayip Erdoğan bile söylüyor!
Dersim acıdır, katliamdır, çığlıktır. Kadın, çoluk-çocuk ve yaşlıların cenazeleriyle dolu vadilerdir. Dersim Kürdistan’ın düşürülen son kalesidir ve sonrasında Kürdiliğine-Kürdistaniliğine yabancılaşmadır. Katiline, cellâdına sevdalanmanın devlet bir devlet politikası olarak Dersim insanına dayatıldığı bir semboldür. Ama her şeye rağmen Dersim başkaldıran asi Kürt’tür. 30 yıldır özgürlük gerillalarına kucak açan asi dağlardır. 

Ve Dersim çelişkidir. Çünkü hala da belli oranda Kamer Genç’tir. Yani devletin Truva atıdır, ağacın kurdudur, sırta saplanan hançerdir. Kamer Genç Dersim’de Kenan Evren’dir, CHP’dir, Tansu Çiller’dir, Doğan Güreş’tir, Mehmet Ağar’dır… Katliamla darmadağın edilen, sonrasında oraya buraya sürülen, ruhu örselenen ve yüzü Ankara’ya dönük bırakılandır. Birkaç kuruşun peşinde koşturulan, karın tokluğuna koşuşturan, Kamer Genç’in eline avucuna muhtaç bırakılandır. 

Devlet bunu hep yapmıştır. Önce Kürdistan’ın maddi zenginliklerine el koymuştur. Halkını bilinçli politikalarla aç bırakmıştır. Sonradan da Kamer Genç gibi devşirdiği kişiler aracılığıyla Kürtlerin önüne kırıntılar atmıştır. Onları memurluklar ve işçilikler peşinde koşturmaya çalışmıştır. 
Dersimli karnını doyurmak için Ankara’ya gider. Onu orada Kamer Genç bekler. Devletin ona tahsis ettiği misafirhane vardır. Orada birkaç gün beslenir. Ona bir memur ya da işçi kadrosu verilir ve oldukça “memnun” bir biçimde Dersim’e geri döner. Kamer Genç’e bin bir dua eder. Bu yüzden her seçimde oyunu ona verir. Fakat Kamer’in 12 Eylül’de Kenan Evren’in danışma meclisinde dizayn edildiğini, devletin ona on yıllardır özel bir misyon biçtiğini ve ona bu iş için “örtülü ödenek”ten para ayırdığını bilemez ne yazık ki. Tüm bunları devletin ve Kamer Genç’in bir lütfu olarak görür. Oysa devletin 1930’lardan beri Dersim’e dönük özel politikalarını, bilinçli insansızlaştırma ve kalan insanları da aç bırakarak Ankara’ya muhtaç bırakma ve nihayetinde Kamer gibi bir Truva atını devşirerek Ankara’ya üslendirme politikalarından bir önemli bir kısmı”habersizdir ne yazık ki. Ya da haberlidir de çaresizdir, çaresiz kılınmıştır. 

Oysa özüne dönen bir Dersim’de kimsenin Ankara’ya ve oradaki Truva atlarına muhtaç kalmayacağını bilenler ve bu bilince ulaşanlar artık her geçen gün çoğalmaktadır Dersim’de... Dersim’in kurtuluşunun Kamer’lerden ve Kemal’lerden (Mustafa, Kılıçdaroğlu, Burkay vs)  kurtuluş ile mümkün olacağının farkına varanlar artmaktadır. Ama hala da Seyit Rıza’nın kemiklerini sızlatmaktadır Dersim! 
Nihayetinde Kamer Genç, Dersim’in kara yüzüdür. O salt fiziki bir varlık değildir. Devletin Dersim’deki tüm kara ve karanlık politikalarının somut hali ve sembolüdür. Hala önemli işlevler görmektedir. AKP bile ona dokunmamaktadır. AKP’nin dokundukları Kürdistan’daki işlevini tamamlayan ve başarısız olmuş ittihatçılar ve Ergenekonculardır. Kürdistan’da işlev gören Ergenekoncular ise AKP gözetiminde “görev”lerini sürdürmektedirler.

Uluslararası Komplonun Bölgeselleşmesi

İçerisinden geçmekte olduğumuz süreç, tarihsel diyebileceğimiz bir öneme sahiptir. Bu sadece özgürlük ve demokrasi mücadelemiz açısından değil, Ortadoğu hakları içinde bir gerçekliği ifade etmektedir. Küresel sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya yönelik askeri ve siyasal müdahaleleri yoğunluk kazanmıştır. Tunus’la başlayan halkların özgürlük ve demokrasi istemlerini dile getiren mücadeleleri, küresel sermaye güçleri tarafından fiilen harekete geçmek için bir vesile olarak görülmüştür. Bu doğrultu da Mısır’da başlayan demokratik hareketliliğe tersinden bir müdahalede bulunularak, yaşanan toplumsal kalkışma askeri bir cunta ile sonuçlandırılmak istenilmiştir. Küresel sermaye güçlerinin gerçekleşen bu karşı-devrimci müdahalesi Libya’da daha ileri boyutlara ulaştırılırken, Suriye’de benzeri bir yaklaşım içerisinde olunduğu anlaşılmaktadır. Mevcut süreçte yaşananlar ise, küresel sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya yapmış oldukları bu müdahalenin daha da yoğunlaşacağını ve bölgede giderek daha da yaygınlaşacağını göstermektedir.

Ortadoğu’da yaşanan bu gerçeklik daha önce Kürt Özgürlük ve Demokrasi Güçleri tarafından öngörülmüştü. Önder Apo’ya karşı 9 Ekim 1998’de devreye konan Uluslararası Komplo ile bu gerçeklik ifadelendirilmişti. O süreçte yapılan değerlendirmelerde Önder Apo’ya karşı gerçekleştirilen bu komplonun aynı zamanda Ortadoğu halklarına karşı da yapılan bir komplo olduğuna dikkat çekilmiş ve Kürt Halkı için olduğu kadar Ortadoğu halkları içinde yeni bir sürecin başladığı bir tespit olarak dile getirilmişti. Bugün Ortadoğu’da yaşananlardan öyle anlaşılıyor ki, böylesi bir süreç Ortadoğu halkları açısından somutlaştırılan bir olgu haline getirilmektedir.

Günümüz dünyasında, 20. yüzyılın başların da masa başında, harita üzerinde cetvellerle o günkü konjonktürel duruma bağlı olarak emperyalist güçler tarafından belirlenen Ortadoğu halklarının geleceği, yeniden belirlenmekle karşı karşıya getirilmiştir. Küresel sermaye güçleri 20.yy’ ın başlarında olduğu gibi bugünde Ortadoğu haklarının geleceğini adına Büyük Ortadoğu Projesi dedikleri emperyalist-sömürgeci planı hayata geçirerek belirlemek istemektedirler. Uluslararası Komployla birlikte uygulamaya koydukları bu sürece ise günümüzde daha fazla hız kazandırmış bulunmaktadırlar. 

Bu anlam da 20.yy’ ın başları ile 21.yy’ın başlarının birbirine benzediğini söylemek olanaklı hale gelmiştir. Ancak o günkü dünya gerçekliği ile bugünkü dünya gerçekliğinin birebir aynısı olduğunu söylemekte mümkün değildir, farklılıkları vardır. O süreçte emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemek istemeleri karşısında, bir mücadele ve karşı koyuş yoktu. Bugün Ortadoğu’da Küresel sermaye güçlerinin “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında “Yeni Dünya Düzeni”ni pratik bir olgu haline getirme adımları karşısında Halkların iradesi ve tercihi olan Demokratik Uygarlığın İnşa gerçekliği de bir alternatif olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Bu Önder Apo tarafından ortaya konulmuştur. Bu gerçeklik 21. yy’ın başlarının 20. yy’ın başlarından olan farkını ortaya koymaktadır. Artık halklar Küresel sermaye güçlerinin karşısında kendi seçeneklerini ortaya koyma ve alternatiflerini çıkarma koşullarına kavuşmuşlardır.
Bugün, Küresel sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya fiilen yöneliminin derinleştiği, yaygın askeri boyutlara vardığı ve bunu asıl seçenek olarak öne çıkarttıkları bir ortam da Kürt Özgürlük ve Demokrasi Hareketine, onun öncü gücüne, Önderliğine yönelik tırmandırılan, yoğunlaştırılan saldırıları da bu gerçeklikten ayrı düşünmek mümkün değildir. Aksine onun en somut bir gerçekleşme biçimi olma özelliğine sahiptir. 

Önder Apo’ya karşı uluslararası komplonun boşa çıkarılması gerçeği, küresel sermaye güçlerini telaşlandırmış ve onların korkuya kapılmalarına neden olmuştur. Çünkü uluslararası komplo ile Ortadoğu devrimci bir önderlikten, Ortadoğu halklarının küresel sermaye güçleri karşısında kendi alternatiflerini ortaya çıkarma ve kaderlerini belirleme gücünden mahrum bırakılması hedeflenmişti. Komplonun boşa çıkarılması ve Kürt Özgürlük Hareketinin yeni bir hamlesel çıkış gerçekleştirerek Mücadele de dördüncü stratejik dönemi başlatmış olması onların böylesi bir hedefe ulaşmalarını engelledi. Bu gerçeklik nedeniyledir ki, küresel sermaye güçlerinin fiilen Ortadoğu’ya askeri müdahalelerinin geliştirildiği bir süreçte, Türk Özel savaş rejimi tarafından da Kürdistan’da yürütülen kirli savaş daha da yoğunlaştırıldı. 
 
Buradan hareketle de, küresel sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya yönelik askeri-siyasi müdahalesi ile Türk özel savaşının Kürdistan’da yoğunlaştırılmasını bir planın parçaları olarak görmek doğru bir yaklaşım olacaktır. Aslında var olan bu gerçekliğe, gelinen aşama da Önder Apo’ya karşı uygulamaya konan Uluslararası komplonun Pratik anlamda bölgeselleştirilmesi/Ortadoğulaşması demekte mümkündür. Bugün tam bir seyirlik haline gelen, özünde ise bir çarpıtmayı ifade eden TC-İsrail “gerginliği” de bu gerçekliği değiştirmemektedir.

TC ve İsrail’in ikiz kardeş oldukları inkâr edilemeyecek kadar bir gerçekliktir. Her ikisi de küresel Siyonist sermayenin çocuğu durumundadırlar. Bunu bugün dünyada kabul etmeyen de yok gibidir. Beyaz Türklerin öncülük ettiği Kara Gladio yerine, AKP’nin rol sahibi kılındığı Yeşil Gladio’nun bugün iktidar da kendini kurumlaştırıyor olması da bu gerçeği değiştirmemektedir. Aksine onu daha da perçinlemektedir. İsrail-TC “gerginliği”nin yandaş-işbirlikçi medya gurupları tarafından öne çıkarılarak göz boyanmaya çalışıldığı bir süreçte, Türkiye’ye İsrail’i korumak amaçlı “Füze kalkanlarını” yerleştirme planlamasının devreye konulması da bunun en somut bir kanıtı olma özelliğine sahiptir. Tüm bunlarla birlikte Önder Apo’ya karşı geliştirilen uluslararası komplonun mimarlarından birinin İsrail olduğu ve Kürdistan’da yürütülen özel savaşın askeri teknik donanımının yine İsrail tarafından sağlandığı unutulmamalıdır.
 
TC-İsrail “ikiz kardeşliği”nin üzerinin örtülmeye, demagojik bir ortamın yaratılmaya çalışıldığı, asıl olarak da imha amaçlı özel-kirli savaşın yoğunlaştırıldığı bir süreçten geçmekteyiz. Önder Apo’ya karşı uygulanan izolasyon artarak devam etmektedir. Bunun bir sonucu olarak da Önder Apo’dan yaklaşık iki aydır haber alınması engellenmektedir. Sistemin sözcüleri de Önder Apo’ya uyguladıkları izolasyonun asıl nedeninin “ne olduğunu” gizlememekte ve itiraf etmektedirler. Yeni kitlesel tutuklamalar için yapılan hazırlıklar devreye konulmuş bulunmaktadır. Yasal-siyasal zemin işlemez kılınmaya ve bir teslimiyet havası yaratılmaya çalışılmaktadır. Askeri ve siyasal soykırım saldırıları tırmandırılmakta ve bunlara her gün yeni boyutlar eklenmektedir. 

Polis sokak ortasında açık hedef gözeterek infazlar gerçekleştirmektedir. Halk içerisinde öne çıkan etkin kişiler tutuklanmakta, katledilmektedir. Psikolojik harekât kapsamında; yıpratma ve itibarsızlaştırma temelinde saldırılar geliştirilmektedir. Zindanlarda bulunan tutsaklar üzerindeki baskılar artırılmaktadır. Tüm bu yaşananlar da göstermektedir ki; R.T.Erdoğan’ın Özel-kirli savaşçı AKP hükümeti, 1990’lara Çiller-Güreş-Ağar dönemine bir dönüş yapmıştır. 

Bununla birlikte bölgesel ve uluslararası alanda saldırılar da yoğunlaştırılmıştır. Özel-kirli savaşçı AKP Hükümeti tarafından, ABD-AB- İsrail ve İran-Irak- Suriye ile bu temelde ilişkiler geliştirilmeye ve antlaşmalar yapılmaya çalışılmaktadır. 16 Temmuz’da İran’ın başlattığı saldırıları ve Danimarka’da Roj TV hakkında süren mahkemeleri bu gerçeklikten ayrı düşünmek olanaklı değildir. Önümüzdeki günlerde de özel-kirli savaş kapsamında içerde ve dışarı da sürdürülen bu saldırıların daha da artacağı açıktır.
 
Cemal Şerik

İtiraflar ve Sorumluları

Ayhan BİLGEN
 

Ayhan Çarkın’ın son itirafları nasıl bir muameleyi beraberinde getirecek göreceğiz. Eski özel harekatçı Çarkın, Dev-Sol yöneticilerine yönelik yargısız infazlar gerçekleştirdiğini açıkça beyan etti. Adres olarak da Hanefi Avcı’yı gösterdi.

Daha önce de yapılan benzer açıklamaların kimisi hiç gündeme alınmadı, kimisi sadece itiraf yapanın ifadesine başvurulması sonucunu doğurdu.


Oysa bu tür uygulamaların konuyla ilgili tüm yetkililer hakkında etkin bir soruşturma sürecini gerektirdiği çok açıktır. İdari ve siyasi sorumluları görmezlikten gelip sadece alt kademe sorumlularından ibaret bir soruşturma mekanizması işletmek aslında olayın üstünü örtmektir.


Bu yöntemde ısrar edip geçmişle yüzleşme iddiasında bulunmak ise mümkün değildir. İtiraf edilenleri bile doğru düzgün araştırmadan gerçekleri ortaya çıkarmak söz konusu olamaz.



Reformları geciktirmemek


Başbakan Erdoğan son Ortadoğu ziyaretinde oldukça yerinde mesajlar verdi yöneticilere yönelik. Halkların meşru taleplerine dayalı reformların gecikmesi durumunda, halkın sorumlulardan hesap sorduğunu hatırlattı.

Mesaj da muhatapları da oldukça doğru seçilmiş olmakla birlikte, bu sözlerin Türkiye için bir anlam ifade edip etmediğini merak etmemek mümkün değil. Tabi çok kestirmeden bu reformlar Türkiye’de çoktan gerçekleşti, diyebilirsiniz. Dolayısı ile halkın hesabını soracağı, yapılması gereken bir reformun kalmadığını iddia edebilirsiniz.


Aslında tahtı sallanan Ortadoğu liderlerine sorduğunuzda, onlarda kendi ülkeleri için böyle reformlara ihtiyaç olmadığını düşünüyorlar. Ya da haklı taleplerin özel şartlar dolayısı ile yerine getirilemeyeceğine inanıyorlar. Bir izahları daha var. Halk sessizce beklese reformların bir gün mutlaka gerçekleşeceğini vaad ediyorlar. Direnişin, değişimi geciktirdiğini iddia ediyorlar.


Bütün bu açıklamalar bizdeki duruma ne kadar benziyor değil mi?



SMS ile katılımcı anayasa süreci!


Elektronik ortamın imkanlarını kullanmak modern demokrasilerde son derece önemlidir. Eğer başka yöntemlerin sağlıklı işletilmesi ile birlikte ele alınırsa eposta yolu ile anayasa çalışmalarına görüş toplamak elbette mümkündür.


Ancak toplumsal kesimlerin anayasa hazırlık sürecine  katılımını, sadece toplantıya çağırıp dinleme ve yazılı öneri toplamaya çevirdiğinizde bunun yeterli görülmesini beklemek şaka gibi bir şeydir.


Son sözü söyleme tekelini kendinde gören anlayış devam ettiği müddetçe katılımcı bir müzakere sürecinden söz etmek mümkün olmayacaktır. Bu durumda ortaya iyi bir metin çıksa bile meşruiyeti şimdiden tartışma konusu olacaktır.

Hapisane mi Hastane mi?

Hasan KIYAFET
 
Ciddi bir araştırma sonucuna göre, ülkemizde 5 kişiden 3’ü psikolojik rahatsızmış. Bu 3 kişiden sadece 1’i  tedavi görüyormuş. Çık işin içinden. Sokakta kimin deli, kim akıllı olduğu belli değil. Hadi sokak önemli değil diyelim, ya bu durum TBMM’ye bilmem hangi devlet katına da yansımışsa ne yapacağız?..

Gelişmiş ülkeler akıl sağlığını hep öne almışlardır. Bizim gibiler ise akıl sağlığını hastalıktan bile saymıyorlar. Bunun en çarpıcı örneğini yurt dışındaki işçilerimizin erken emeklilikleri konusunda görmek mümkündür. Çoğu kafayı yemişlikten emekliliklerine sevindikçe, Avrupalılar da kafayı yiyecek kadar şaşırıyorlarmış.


Sokaktaki vatandaşın akıl sağlığı bir yana, şimdi bizi yönetenlerin akıl sağlığından ciddi biçimde kuşkulanmaya hakkımız yok mu? Bir ülkede araştırmalar yukarıdaki acil sonucu veriyorsa, o ülkenin yönetenleri acilen hastane, sağlık ocağı, huzurevi yapımına girişmeleri gerekmez mi? Oysa bizimkiler acilen hapishane, karakol ve savaş araçları almaya girişiyorlar. Son yıllarda biber gazı, göz yaşartıcı bomba kullanımında dünya ölçülerini aştığımız söyleniyor.


Yine son on yılda yurdumuzda öldürülen, intihar eden kadın sayısında da yüzde binlik bir artış varmış. Mışı mişi fazla elbette, günlük medyada kesilen biçilen, boğazlanan kurşunlanan kadın haberlerinden geçilmiyor. Olanlar sağlıklı bir toplumda görülecek türden şeyler değil . Bütün olumsuzlukların temelinde sosyo-ekonomik eşitsizliklerin, yoksulluğun işsizliğin yattığını söylemek ise yeni bir keşif değil kuşkusuz. Akıl sağlığı bozulan bir toplumda ilk akla gelen  neden, tartışmasız adalette, eşitlik ve paylaşımdaki bozukluktur. Bırakınız eğitimsizi vasıfsızı, eğitimli ve vasıflı işsiz  sayısındaki artış, insanı kara kara düşündürmeye yeter de artar bile.


Bir bilgenin çok güzel ifade ettiği gibi: Polis hırsızın, yankesicinin değil, akşam evine işsiz dönenlerin peşinde olmadıkça hiçbir kötülüğü önleyemezsiniz. Askere yeni öldürücü silahlar, polise daha yakıcı biber gazları almak da sorunu çözmeyecektir. Bütün bunlar sadece halkın ekmeğini  bir parça daha azaltacaktır. Aç kalan insan da aç kurt misali fırın yıkacaktır...


Devleti yönetenler, Kırklar Dağındaki tuğla fırınlarında çalışan kadınların erkeklerle aynı işi gördükleri halde neden erkeklerden az ücret aldıklarını hiç düşünmüş müdür? Harran ovasında mercimek yolan, Çukurova’da pamuk toplayan, Konya bozkırında nohut deren, Karadeniz de fındık toplayan çocukların durumlarıyla ilgilendiler mi? Açlığın ve işsizliğin rengi, ırkı yoktur. Ama kötü düzenin, haksız yönetimin adı ve rengi vardır. Yani kapkara bir kapitalizm ve onun doğal çocuğu olan faşizmdir.


Geçici ve görece bir düzelme yaşayan  devlet hastaneleri, yeniden eski bozuk düzenlerine doğru hızla yürüyorlar. Devlet kurumlarının bütün özellere yem hazırlayan kurumlar haline geldikleri ise bir sır değil. Özel hastaneler ise ciddi paralarla sağlık hizmeti verdiğini söyleyen birer ticarethane. Önce akıl sonra beden sağlığımız bundan sonra Allaha emanet. Devletimizin zaten işi başından aşkın. Yani savaş dövüş gibi mühim işler varken, vatandaşın akıl sağlığı, açlığı gibi vesaire işlerle  kim uğraşacak...


Uzun sözün kısası, bir kişinin akıl sağlığının bozuluşu gerçekte toplumsal bir olaydır. Çünkü toplum, bireylerden oluşan bir bütündür. Hastalığı oluşturan nedenlerin başında ise yarına güvensizlik ve her türlü korkunun müzminleşmiş hali gelir.

Zulüm Bilimle Örtülemez

Ertuğrul KÜRKÇÜ
 
Türkiye'nin halkları 1960'ların ikinci yarısından beri ABD'den ithal "gayrinizami harp" doktrinleriyle tanışık. Sadece kâğıt üzerinde değil. Canı ve teniyle de...

Toplumsal ve siyasal süreçlere askeri bir bakış açısından müdahale çıkmazının insani bilançosu olağanüstü ağır oldu: Son 40 yılda en az 50 bin insanın hayatına
mal olan bir devlet politikasından söz ediyoruz.

AKP hükümeti, bu gidişatın sonunda vardığı Kürtlerle Savaş çıkmazından çıkış iddiasıyla 2008'den bu yana "açılım" sözünü ağzından düşürmüyordu. Ancak "açılım"ın bir açılıma benzeyebilmesi için mümkün ilk adım Habur Kapısı'ndan içeri atılınca AKP, büyük bir hızla yüz geri etti. Kendisini yeniden kadim milliyetçilik ve militarizmin kucağına attı. Bu dönüşün ister istemez klasik "anti-terör" stratejisine ricatla sonuçlanacağını öngörmek hiç de zor değildi.


Geçtiğimiz hafta basına sızan, Milli Güvenlik Kurulu'nca (MGK) şubat sonlarında kabul edilen "121019 sayılı Terörle Mücadele Strateji Belgesi" AKP'nin de artık önceki hükümetler gibi başarısızlığa mahkum bir karşı-ayaklanma operasyonu dışında bir projesi kalmadığı konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor.


"121019 sayılı Terörle Mücadele Strateji Belgesi'ne göre, hükumetin yapacağı işler şunlar: "Kamuoyu yoklamalarıyla halkın nabzı an be an tutulacak, çocuklar terör konulu eğitim faaliyetleriyle bilinçlendirilecek, camilerin ve din adamlarının terörle mücadelede bilinçlendirme çalışmaları etkin katılımı sağlanacak ve terör örgütüne karşı kooperatifler kurulacak.''


"Terörle mücadelede bilimsel araştırmalara özel önem verilecek. Üniversiteler konuyla ilgili araştırmalarında desteklenecek. Bu çerçevede düşünce kuruluşlarından da faydalanılacak. Ayrıca STK'larla da işbirliği yapılacak. Kamuoyu yoklamalarıyla halkın nabzı an be an tutulacak. Bölgeye yönelik politikalarda bu araştırmalar temel alınacak. Bölgede akil adamlar olarak bilinen önemli isimlerin süreçte etkin olmaları sağlanacak. Ayrıca terörle mücadelede eğitime özel önem verilecek. Bölgede okuma-yazma kursları yaygınlaştırılacak. Kardeş okul kampanyaları, turistik, sportif ve kültürel faaliyetler desteklenecek."


Ya Kürt halkının kimliğinin tanınması ve özgürce ifadesi talebi? Aslında bütün strateji bu talebin reddi üzerine kurulu. Ancak hükümet yanlısı medyaya bakarsanız, bu kez terörizmle mücadelede "bilimsel" bir şekilde yürüneceği garanti.


İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal isyanlara karşı "bilimsel" mücadele hükümetlerin gözünde önem kazandı. David Galula askeri teorinin bu bağlamda gelişimi bakımından önemsenen bir uzman. Asıl ününü Ağustos 1956-Nisan 1958 arasında yüzbaşı rütbesiyle katıldığı Cezayir Savaşı'nda kazanmış, kendi görev bölgesinde bağımsızlıkçı güçlere verdirdiği kayıplarla dikkati çekmişti. Askeri akademilerde klasik savaş teorisi bakımından Carl von Clausewitz'in Savaş Üzerine'sine biçilen değer neyse, Galula'nın askeri, siyasal ve toplumsal etkinlikleri tek bir otoritenin güçlü denetimi altında birleştirmeye dayalı teorisi de gayri-nizami savaş bakımından o değerde görülür. Galula Karşı Ayaklanmanın Teori ve Pratiği'nde         -dilerseniz bunu kontrgerillanın teori ve pratiği diye tercüme edebiliriz- şöyle diyor:


"(Karşı ayaklanmada) zafer belli bir alanda isyancı güçlerin ve siyasal örgütlerinin tahribinde yatmaz (...) Zafer buna ek olarak isyancının toplumdan sürekli olarak yalıtılmasında, bu yalıtmanın topluma dayatılmasında değil, toplum içinde ve toplum tarafından sağlanmasında yatar... Klasik savaşta güçlülük, birlik sayısı, birliklerin konuşlanmaları, sınai kaynaklar gibi askeri ya da başka türden elle tutulur ölçütlerle değerlendirilir. Devrimci savaştaysa güçlülüğün toplumun tabanda siyasal örgütlenmeye verdiği destekle ölçülmesi gerekir. İsyancı, halkın arasından doğan ve onun tarafından sıkı sıkıya desteklenen bir siyasal örgütle kaynaştığında güç sahibi bir konum edinmiş olur."


David Galula'nın izinden gidenler arasında son dönemlerde büyük ün kazanan başka bir David var: Irak ve Afganistan'da ABD'nin işgal operasyonlarının başkomutanı, kontrgerilla faaliyetlerine kazandırdığı "halk diplomasisi" kavramıyla bilinen General David Petraeus. Ona göre de "Siyasal, toplumsal ve ekonomik programlar çatışmanın kökenindeki nedenlere yönelmek ve ayaklanmayı çökertmek açısından klasik askeri operasyonlardan çok daha değerli."


Petraeus'un kurmaylarından Fred T. Krawchuk ise karşı ayaklanmanın stratejik iletişim ve enformasyon harekâtlarının başarısına bağlı olduğunu vurguluyor.  Karşı ayaklanmanın düşünceler, ideolojiler ve sosyo-politik hareketler arasındaki bir rekabet olduğuna dikkat çeken Krawchuk, isyancının ideolojisiyle başa çıkmak için ideoloji ve dinin özelliklerinin anlaşılmasının iletişim ve enformasyon harekâtları açısından önemini tekrarlıyor.


Bu çerçevede "halk diplomasisi" kavramına geri dönen Krawchuk'a göre tek yol harekâtın cereyan ettiği kültürü anlamak. Karşı ayaklanma harekâtları dünyayı isyancının gözünden algılayabilmeli. Kapsamlı bir kültürel tablo geliştirebilmek açısından "medya danışmanları, mali ve ticari uzmanlar, psikologlar, kurumsal ağ analizcileri ve çok çeşitli disiplinlerden bilim insanları"na yatırım yapmalı.


"121019 sayılı Terörle Mücadele Strateji Belgesi" bu metinlerde söylenenlerden yeni ve başka hiçbir şey söylemiyor. Bütün bu teoriler, halkın özgürlük talebi karşısında egemenlik iddiasının halka kabul ettirilmesinin imkânlarının var olduğu varsayımına dayanıyordu.


Hatırlatmaya gerek yok. Fransa Cezayir Savaşı'nı kaybetti. Cezayir'e bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. David Petraeus'un "halk diplomasisi" taktiği "Ebu Gureyp" vahşetini örtmeye yetmedi. Bir gazetecinin George W. Bush'a ayakkabısıyla yönelttiği "stratejik iletişim harekâtı"na yenik düştü. Afganistan'daki akıbetinin farklı olacağını düşünmek için bir neden yok.  


Öyleyse, neden "121019 sayılı Terörle Mücadele Strateji Belgesi" bir "başarı" müjdecisi olsun?

Kürt Siyasetinde Değişiklik İhtiyacı ve AKP'nin Tasfiye Siyaseti

Şaban İBA
 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt politikasında değişiklik ihtiyacı ne zaman ortaya çıktı? Bu tutumun başlangıcı Körfez Savaşı’na kadar götürülebilirse de, esas olarak Irak’ın işgali ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması ile başladığını söylemek mümkün.

Devletin, Kürt politikasındaki değişikliği için ilk somut adım, 29 Aralık 2006’de MGK kararlarıyla çizilen uzun bir yol haritası ile atılmıştı. Başbakan Erdoğan’ın her seferinde eveleyip-gevelediği bu politika değişikliği, 2007’da yılında netleşti ve AKP’nin ikinci iktidar döneminde aşamalı bir şekilde uygulamaya konuldu.


O dönemde ortaya çıkan bazı siyasal olgular devleti, Kürt politikasında temel değişikliklere zorlamıştı. Türkiye’nin ve bölgenin yeni “siyasal ve toplumsal gerçekleri” olarak da algılanması gereken bu olgulardı. Bu gerçeklerden biri, PKK’nin Kürdistan’ın 4 parçasında da dikkate alınması gereken bir güç haline gelmesiydi.


Irak’ın işgalinden sonra Türkiye’nin resmi sınırlarına göre Güneydoğu komşusu artık Irak değil, Kürdistan olmuştu. Çünkü Güney Kürdistan’da ABD’nin işgali Irak’ın yeniden yapılandırılması koşullarında olsa da, federe bir Kürt devleti kurulmuştu.


Türkiye, güneyde sınırötesi bir PKK operasyonu ve bombardıman için Irak merkezi yönetiminden değil, ABD ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden izin almaya başladı. Nitekim Kandil’deki PKK kamplarının askeri, siyasi, idari vb. konumu, artık ABD veya ABD’nin denetimindeki Bölgesel Kürt Yönetimi ile konuşmak zorundaydı.


Irak’ta yasal partisiyle seçimlere de katılarak kendisini siyasal alanda ifade eden PKK, artık Güney Kürdistan topraklarındaki gerillası ve kampları ile Bölgesel Kürt Yönetimi’nin sorumluluk alanına girmişti.


Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Barzani, “Mecbur kalmadıkça PKK ile çatışmaya, askeri harekata girmem. Ama PKK’lileri dağdan indirecek barışçıl, siyasi bir yol varsa, buna elimden gelen desteği veririm” diyerek bu sorumluluğunun bilinciyle hareket etti. Cumhurbaşkanı Talabani de benzer söylemlerle Türk hükümetiyle uzlaşma görüşmeleri bile yaptığını açıkladı.


Zaten tersi bir durum, Kürtler arasında uzun dönemli bir iç savaş tehlikesine yol açabilirdi. Kuşkusuz ABD kendi çıkarları gereği bunu da göze alarak Kürtleri birbirlerine karşı kışkırtmaktan kaçınmayabilirdi. Ancak bu yılsonu itibariyle Irak’taki askeri güçlerini çekmeyi planlayan ABD’nin, İran ve Suriye’ye karşı geliştirdiği yeni politikalarının gereği olarak bundan kaçınmıştı.


Her şeye karşın bu dönemde Güney Kürdistan, Kürtler için ekonomik, sosyal ve siyasal bir cazibe merkezi olmaya başlamıştı. Güney Kürdistan’da kişi başına düşen milli gelir 15 bin dolara çıkarken, kuzeyde ise bu rakamın onda biri kadardı. Aradaki bu 10 katı olan farklılık sadece bir çitle ayrılmış olan sınırın iki yakasında yaşamak zorunda bırakılan ve aynı dili konuşan, aynı tarihe, aynı etnik kültüre sahip olan kadim bir halkın tarihsel trajedisiydi.


Başka bir deyişle bu durum 4’e bölünerek 4 egemen devlet tarafından sömürgeleştirilmiş Kürdistan gerçeğiydi. Bunun tarihi sorumlularından biri olan Türkiye, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni resmi olarak tanırken ve başkentinde resmi temsilcilik açarken; kuzeydeki Kürtleri ve onun temsilcisi konumundaki örgütlere karşı imha, inkar ve tasfiye politikası izliyordu.


Şimdi bu imha, inkar ve tasfiye politikasının son aşamasına gelinmiştir. ABD’nin izniyle, AKP iktidarı PKK’nin topyekün bir saldırı ile yok edilmesi veya silah bırakmaya zorlanması için çok yönlü yeni bir savaş başlatmıştır.


Belli ki ABD Irak’ı terk ederken geride istikrarsız bir bölge bırakmak istemiyor. Bu nedenle Mısır’da, Libya’da ve Suriye’de Türkiye’ye verdiği emperyal rollerden birini de, Kürt Özgürlük Hareketi’nin imha edilmesi için veriyor.


ABD bu yılsonu Irak’taki askeri gücünün önemli kısmını çekmeye hazırlanırken, bir yandan da PKK’nin tasfiyesi için Türkiye ile işbirliği yapıyor. ABD’nin desteği ve İran’la işbirliği yapan AKP iktidarı savaşı tırmandırarak PKK’yi silah zoruyla teslim olmaya zorluyor.


Kürdistan’ın her parçasında ulusal, sınıfsal, etnik, kültürel dinsel çelişkiler ve çatışmalar bir şekilde devam ediyor. Irak’ta Şiiler ve Sünniler için belki aynı şey söylenemezse de, Kürtler için artık hiçbir şekilde geriye dönüş, yani Kürt Federasyonu’ndan daha geri bir adımın atılması mümkün değil.


Daha da önemlisi, Kürtler için bundan sonraki süreç, parçaların birleştirilmesi ve birleşik bir Kürdistan’ın kurulmasını hızlandıran yeni olguları içermesidir.

AKP’nin Panzehiri

Teslim TÖRE
 
AKP, askeri vesayeti kaldırıp, onun yaratmış olduğu korporatif devlet yapısının üstüne kendi otoritesini koyuyor. Asker vesayeti ile birlikte, söz konusu sürecin yaratmış olduğu toplumsal doku ve dengeleri, kendi lehine, dilediği gibi değiştiriyor. Devleti, korporatif bir yapıda şekillendirme yöntemini derinleştiriyor. Bütün bu yanılsamaları halka “ileri demokrasi” diye yutturup, insanların beynini zehirleyerek uyuşturuyor. Buna karşın, Özgürlük Hareketi bunu deşifre ederek bir panzehir işlevi görüyor.

Emperyalizmden almış olduğu destekle, AKP bütün bunları yaparken, tek korktuğu ve kendisi için tehlike olarak gördüğü güç Kürt Özgürlük Hareketi’dir. İşte bu sebeple, geleceğinin garantisini Özgürlük Hareketi’nin imha edilmesinde görüyor. Ama onu dış vuruşlarla ve dış dinamizmin zoru ile yıkamayacağını da çok iyi biliyor. O nedenle de, içten vurgun vurmak istiyor. Bu amaçla AKP, devletinin ve yandaşlarının yapmak istediği en önemli şey, İmralı ile partisinin arasını açmaktı. Bu çabaları bilmem, bazı davranışların da buna prim sağladığını sanmam nedeni ile o konudaki endişelerimi dile getirmiştim. Geçiş dönemlerinin bütün örgütler için nazik süreçler olduğunu, yaşayarak da gördüğüm için, bir akıl tutulması yaşanabilir mi diye endişelenmiştim. Meğer böyle bir şey yokmuş.


Günümüzde AKP toplumu geriye çeken, gericileştiren bir işlevi yerine getirirken, Kürt Özgürlük Hareketi, toplumsal diriliğin ve toplumsal ilerleme dinamizminin temelini teşkil ediyor. Başka bir anlatımla, AKP toplumsal dirilik ve dinamizmi zehirlerken, Kürt Özgürlük Hareketi, bir panzehir işlevi görüp, onun öldürücü etkisini bertaraf ederek, toplumsal ilerleme sürecine hız katıyor. Bir devrim ve karşı devrim süreci birlikte yaşanıyor. Türkiye’de devrim ve karşı devrim süreci, altmışlı yıllarda başlamıştı. Devrim mücadelesi, güçlü bir karşı devrimi de yaratarak gelişti. Ancak 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğü, devrimci mücadeleyi yenilgiye uğratarak, karşı devrimi zirveye taşıdı.


Geldiğimiz aşamada, Özgürlük Hareketi halktır, Türkiye halklarıdır. 12 Eylül faşizminin ezdiği, Türkiye devrimci mücadelesinin devamıdır, onun yeniden inkişafıdır. Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin bırakmış olduğu mirasın sahibidir, o nedenle Özgürlük Hareketi ilericiliktir, devrimciliktir. AKP’nin panzehiri, alternatifi ve onun mezar kazıcısıdır. Özgürlük Hareketi Türkiye’de budur. Evrensel boyutta ise, İtalya’da, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de, İsrail’de, bütün Avrupa’da, ABD’de sokaklara çıkan, global kapitalizme karşı mücadele edenlerdir. Özgürlük Hareketi, ülkede, bölgede ve dünyada gelecektir; geleceğine denk olarak da güçlüdür, gençtir, dinamiktir, direngendir, dayanıklıdır, uzun nefeslidir, enerjiktir; çünkü o insanlığın geleceğinin sesi ve nefesidir.


Yanlış da yapabilir, büyük kayıp da verebilir, geçici yenilgi de alabilir ama yenilip, yok olmaz. Her şeyden önce o tarihi sürecini doldurmuş, onu var eden nedenler yok olmuş, toplumsal ilerleme sürecine katkı yapma yeteneğini kaybetmiş, taşımış olduğu insani değerleri heba etmiş dolayısıyla da, hayat ağacı kurumuş bir yapılanma değildir. O hâlâ yeşil bir hayat ağacıdır. Goethe, “Teori gridir, hayat ağacı her zaman yeşildir dostlarım” demişti. Özgürlük Hareketi de, hem teorik, hem pratik olarak, bütün işlevselliğini yerine getiren yemyeşil bir hayat ağacıdır. Ama AKP, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözmemiş, tarihsel ve toplumsal hiçbir işlevini yerine getirmemiş, sadece geçmişi, çürümüşlüğü, tarihsel ve toplumsal sürecini doldurmuşluğu, kurumaya yüz tutmuş bir yapıyı temsil etmektedir.


Dünya, bölge ve Türkiye, konjonktürel olarak hızlı bir altüst olma süreci yaşıyor. Ve bütün bu süreç sistemin iç başkalaşımı olarak gelişiyor. O nedenle de sistem kendi içinde alternatif üretemiyor. Türkiye’de ve bölgede, sisteme karşı tek bir alternatif var; o da Kürt Özgürlük Hareketi’dir. O nedenle de bütün bu karşı devrim güçlerinin ortak amacı Özgürlük Hareketi’ni yok etmektir. Söz konusu amaçlarından dolayı, Özgürlük Hareketi’ni ortak düşman ilan ettiler. AKP yandaşı basın ve yandaş köşe yazarları, “ABD Ordusu Kandil’e yöneldi, İran Ordusu Kandil’e girdi, Barzani yönetimi, PKK’yi kuşattı, Türk savaş uçakları her gün Kandil’i bombalıyor, PKK’nin sonu geldi, asıl tartışılması gereken şey PKK sonrasındaki dönemdir” gibi hayaller görüyorlar. ABD’nin, İran’ın, Güney yönetiminin, PKK’yi yok edeceğine güvenerek, kendilerine ne kadar güvensiz olduklarını gösteriyorlar.


Mevcut durum karşısında, onur ve haysiyet sahibi olan, ben insanım diyen herkesin, çürümüş, kokuşmuş, insanlık düşmanı haline gelmiş ve Özgürlük Hareketi’ne karşı saldırıya geçmiş olan karşı-devrim koalisyonuna karşı, özgürlük mücadelesine destek vermesi gerekir. Desteğin sadece yerel ve yöresel değil evrensel boyuta çıkartılması zorunludur. Özgürlük Hareketi’ni, bölgesel boyuttan küresel boyuta taşımak lazım. Global boyutu büyütmenin bütün nesnel zeminleri oluşmuş durumda.


Nasıl ki emperyalizm, bütün uşakları ile birlikte, Özgürlük Hareketi’ne karşı, topyekün bir savaş başlatmış durumda ise, Blok da bütün demokrasi ve anti-global olan güçleri harekete geçirerek topyekün bir savunma gücü yaratmalı. Global kapitalizmin baskısına karşı ayağa kalkmış olan bütün güçlerle gereken bağları kurarak, bloğun desteğini küresel bir destek durumuna getirmelidir. Bu durumda, Özgürlük Hareketi sadece AKP’nin panzehiri olmakla kalmaz, global kapitalizmin de panzehiri düzlemine yükselecektir.

Tüm Kürtler Kör Bir Hücrede Tehdit ve Şantaj Altındadır

Hüseyin ALİ
 
Bir buçuk aydır İmralı’yla görüşmeler yaptırılmıyor. Kürtlerin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu konudaki hassasiyetleri dikkate alındığında bunun bir savaş ilanı olduğu açıktır. Kürt Özgürlük Hareketi İmralı’ya yaklaşımın savaş ve barış gerekçesi olduğunu defalarca deklare etmiştir. İmralı’daki her olumsuz uygulamanın başta Kürt gençleri ve kadınları olmak üzere herkes tarafından büyük tepkiyle karşılandığı bilinmektedir. Bunlar bilinerek bu tecrit uygulanıyor. Anlaşılıyor ki AKP hükümeti savaşla ve zorla bastırmada karar kıldığı için ne olacaksa olsun diyor.

İmralı’da 13 yıldır özel bir cezaevinde kişiye özel yasalarla tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin çoğunluğu tarafından siyasal Önder olarak kabul edildiğini herkes biliyor. Bunun için 2005 yılında 4 milyona yakın imza toplanmıştır. Yeni bir imza kampanyası yapılsa bundan daha yüksek bir sayı çıkacağı kesindir. Bu sayının, kendine Kürt diyen ve Kürtlerin özgürlük ve demokrasi sorunu olduğunu söyleyenlerin büyük bir çoğunluğunu teşkil ettiği tartışmasızdır. Kim ne derse desin Amed, Kürtlerin nabzının ve eğiliminin ne olduğunun göstergesidir. Bazı şehirlerde bu eğilim daha yüksektir, bazılarında daha azdır. Ama Amed ortalamayı temsil etmektedir. Bu gerçeği görmemek, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün temel nedenidir.


Kürtlerin siyasi irademdir dediği bir önderliği tecrit ediyorsan, üzerinde tehdit ve şantaj politikası uyguluyorsan bu, tüm Kürtlere karşı izlenen tehdit ve şantaj politikasıdır. Kürtler bu tecridi böyle algılamaktadır. Bir halkın liderine yaklaşım o halka yaklaşımdır. Dünyada böyle ise Kürdistan’da da böyledir. Liderler her güç karşısında halklarının temsilcisidirler. İmralı üzerinde baskı ve tecrit uygulayacaksın, ama Kürtlere iyi gözle baktığını söyleyeceksin! Kim buna inanır?


Aslında Kürtler bir toplum olarak tanınmadığı için onun bir liderinin olması da kabul edilmiyor. PKK Lideri Öcalan’a bu düzeyde bir şantaj ve baskı uygulanmasının nedeni bu zihniyettir. Bu zihniyetin de ne kadar tehlikeli olduğu ve her tür çatışmanın kaynağı olduğu açıktır. Bu zihniyet açıkça ateşle oynamaktadır.


Kürtler bir toplum ve halk olarak kabul edilmediği müddetçe onun bir siyasi lideri ve temsilcisi olduğu da kabul edilmeyecektir. Kürtler ne kadar liderim ve temsilcim dese de Türk devleti öyle bakmayacaktır. Bu nedenle her türlü saygısızlığı yapmada bir beis görmemektedir.


BDP, hak ve özgürlüklerini önemseyen Kürtlerin oyunun çoğunluğunu almasına rağmen ısrarla AKP, BDP’den daha fazla Kürtlerin oyunu alıyor demesinin nedeni de budur. Böylece Kürtlerin siyasi iradesi muhatap alınmıyor; önderlerine de açıkça hakaret yapılıyor. Tehdit ve şantajdan daha büyük bir hakaret ve çirkinlik olabilir mi?


Başbakan’ın danışmanı, PKK eylemleri durdurmazsa tecrit sürer değerlendirmesi yapmıştır. Bu yaklaşım, Türkiye’nin hak ve hukukla hiçbir ilgisinin olmadığını ortaya koyuyor. Bir ülkede demokrasinin olup olmadığı muhaliflere gösterilen tutumla belli olur. Türkiye’de ise Kürt siyasi hareketine ve Kürt liderine nasıl yaklaşıldığıyla belli olur. Bunun dışında demokrasi gösterileri demagojiden ve toplumları aldatmaktan ibarettir.


Kürt liderine yaklaşım, tüm Kürtlere, tüm politikleşmiş Kürtlere yaklaşımdır. Kürtlerin hakları için mücadele edenlere reva görülen hücre cezasıdır, tecrittir, şantajdır, tehdittir. Hak ister ve mücadele ederseniz sizin hakkınız hücre ve tecrittir denilmektedir. Aslında bu konuda 1924’ten beri süren anlayış değişmemiştir. 12 Eylül Amed zindanlarında da tüm Kürt Önder kadrolar birkaç metrekarelik hücrelerde tutulmuştur. Şimdi de yapılan budur. Hatta 12 Eylül’de bir kişi üzerinde böyle bir tecrit uygulanmamıştır. En azından hücrelerinin yanında başka hücrelerde kalan tutuklular olmuştur.


Haklarını isteyen ve mücadele eden Kürt’e reva görülenin ne olduğunu İmralı’daki uygulamalarla herkese göstermektedirler. Şu anda tüm Kürtler bu hücre içindedir, tehdit ve şantaj altında yaşamaktadır. Zaten Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı da bu uygulamalardan başka bir şey düşünülmemektedir. Hatta bundan öte bir imhayı düşündüklerini her gün tekrarlamaktadırlar. Bilinen tüm liderlerini öldürürüz, öldürmediklerimizi de hücrelere atar süründürürüz diyorlar. İşte Türk devletinin Kürt politikası budur.


Son günlerde doğru olup olmadığı bilinmeyen kasetler tartışılıyor. Oslo’da yapıldığı iddia edilen istihbari görüşmelerden söz ediliyor. AKP’liler, AKP yandaşı kalemşorlar böyle görüşmeler olsa bile bu terörü sonlandırmak için yapılan görüşmelerdir diyerek zihniyetlerini ortaya koyuyorlar. Yani demokratik siyasal çözüm ve barış için diyalog ve görüşme yapma gibi bir anlayışları yok. İmralı’daki görüşmeleri de kendilerine göre böyle ele alıyorlar. Bu mantıkla yaklaşanlar yüzyıldır süren bir sorunu, bir halkın hak ve özgürlük mücadelesini anlayıp çözüm üretemezler.


Ağzını açan, Türk toplumunun hassasiyetlerinden söz ediyor. Ama her türlü hakları gasp edilen, sürekli aşağılanan, baskı altında tutulan Kürtlerin hassasiyetinden söz edilmiyor. Öyle ya kölenin değil, efendilerin hassasiyetleri olur. Bu bile başlı başına Türkiye’deki zihniyetin ne kadar şovenist olduğunu gösteriyor. Hassasiyetlerden söz ederek hiç kimse şovenist duyguları meşrutlaştıramaz ve haklı gösteremez. Türklerin hassasiyetleri derken kast edilen şovenist zihniyet ve duygulardır. Kimse Türklerin ne haklarını gasp ediyor ne de rencide ediyor. Dolayısıyla bu hassasiyet tekerlemesi Kürtler üzerindeki egemenlikçi anlayışın ifade edilmesinden başka anlam taşımıyor.


Dikkate alınması gereken hassasiyetler varsa o da Kürtlerin hassasiyetleridir. Dil, kimlik, kültürü yok sayılanlar hâlâ kültürel soykırım altında tutulanlar Kürtlerdir. Kendi kendilerini yönetmelerini kabul etmeyip egemenlik politikası altında tutulmak istenen Kürtlerdir. Hâlâ siyasal mücadelesi nedeniyle baskı ve zor altında yaşayan Kürtlerdir. Tüm bilinçli ve politik Kürtler zindanlar atılmaktadır. Kürtler sadece haksızlığa ve zulme karşı direniyorlar. Zaten bu direnişi de bu haksızlık ortaya çıkarmıştır.


Türkiye’nin hassasiyetlerinden söz edenler, PKK Lideri Öcalan üzerinde uygulanan tecrit konusunda kıyamet koparmıyor ve bu konuda AKP hükümetine tavır almıyorsa, onlar sadece şarlatandır. İlke, ölçü ve ahlaktan yoksun, yalakalığı meslek edinmiş saray soytarılardır.


Yazarçizer takımına, kendine aydın diyenlere sesleniyorum: Kendinizi Kürtlerin yerine koyun! Kendinizi Kürtlerin yerine koymadan söyleyeceğiniz her şey savaş kışkırtıcılığı yapmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.

Sesler

Şu satırları yazdığım gün sabaha karşı sevimsiz, kulakları sağır edercesine gökyüzünü deler gibi gelen seslerle uyandım. Saate baktım: 03.05’i gösteriyordu. Yaşadığım kent Amed’in semalarından yükselen savaş uçakları sesleri… Tonlarca bomba yüklü bu uçaklar sabahın alacakaranlığında nereleri yakıp-yıkacak, hangi anne yüreğine yangın düşürecek, yeşiller nasıl karaya dönecek diye düşündüm durdum; bir daha gözüme uyku girmedi. 
Savaş işte bu. Kan demek, yangın demek, ölmek-öldürmek demek.

Son otuz yıldır yaşadıklarımız, tanıklık ettiklerimiz bir imhanın, yok etmenin, mezarsız öldürmelerin özeti gibi.
Aynı sabahın ilerleyen saatlerinde Şemdinli’de yaşanan çatışmanın ardından asker ve polislerin 14 yaşındaki Osman Erbaş, Necdet Güreli ve Tayyar Güreli’yi öldürdüğünü öğrendim. Üstelik yaralıların saatlerce bekletildiği ve bu nedenle ambulansların hastaneye geç gittiği de tanıklar tarafından verilen bilgiler arasında.
Bugünlerin yaşanacağı aylar öncesinden tahmin ediliyordu. Savaşta, şiddette, askeri-siyasi operasyonlarda ısrar eden devlet zihniyetinin “tekerrürden” ibaret olduğu ve yakın geleceğimizi kana bulayacağı oldukça açıktı. Bu ülkenin vicdanı olan herkes, tek çözümün diyalog-müzakere-demokratik çözüm olduğunu haykırdı sayısız defa. Ama ne oldu: operasyonlar “sınırdışlarına” taştı; Ranya’nın ortasında bebekler, çocuklar, siviller katledildi. Anne rahmindeyken vuruldu bebeler. Herkes Ranya kurbanlarının 7 olduğunu yazıyor; ancak katledilen annenin karnındaki bebenin de bir Can olduğunu hatırlamak ve gerçek kurban sayısının 8 olduğunu bilmek gerek…
Bugün bu savaşı durdurmak, çözüm ve onurumuz için mücadele etmek kadar yaşanan tüm insanlık suçlarının da kovuşturucusu olmamız gerek. Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve bilumum uluslar arası mekanizmalar savaş hukukunun; bir diğer adıyla İnsancıl Hukuk Kaidelerinin fütursuzca ihlaline karşı üç maymunları oynarken, bu ikiyüzlülüğü tüm dünyanın önüne sermek gerek. Hiçbir şeyden utanmıyorlarsa Solin bebenin gözlerinden utanırlar belki…
Evet, önceki gün sabaha karşı beni uyandıran seslerin 14 yaşındaki Osman Erbaş’ın katillerinden olduğunu da biliyorum artık. Masamda tuttuğum deftere yazıyorum: Sadece bizim tespit edebildiğimize göre 1989’dan bu yana asker-polis kurşunuyla katledilen 439. çocuk Osman Erbaş.
İnsan Hakları Hukukunda savaş koşullarında da askıya alınamayacak, dokunulamayacak, sınırlanamayacak haklar vardır. Çocuk/sivil ölümleri, ormanların-yakılıp yıkılması, kimyasal silah kullanımı, yargısız infazlar, bunlardan sadece birkaçıdır. Türkiye’nin demokratik kamuoyu bu insanlık suçlarına sessiz kalmamalıdır. Yine mazlum Gazze halkına uygulanan insanlık suçları karşısında Kürt halkına yapılanları görmezden gelen uluslar arası mekanizmalara görevleri hatırlatılmalı; bu suçların peşini asla bırakmayacağımızı vurgulamalıyız.
İşte tam da böylesi bir ortamda Kürtlerin ulusal birliğinden taviz verilmemeli; koşullar ne olursa olsun birlik konferansının gerçekleşmesi için herkes üzerine düşen rolü oynamalıdır.

Reyhan Yalçındağ

(İkti)darağacına Asılan ''Alevilik"

Başbakan Mısır’a ‘’Devrimciliğe’’ giderken Türkiye demokrasiden oluyor!.. ABD, Pensilvanyalı Hoca Efendi vb. güçlerin ‘’Arap Baharı’’ndan ‘’Vazife çıkaran’’ Başbakan’ın olmadığı bir tek ‘’Devrimcilik’’ kalmıştı. Onu da başardı, ‘’Şah idi, şahbaz oldu(!)’’ Bir yandan Kürtlere karşı ‘’Entegre savaş’’ kapsamında ‘’Hava bombardımanı, Kara Harekatı’’ barış gönüllüsü ‘’Canlı kalkana’’ kurşun, gözaltı, tutuklama, Roj TV’ye ve Y.Özgür Politika Gazetesi’ne kapatma davası…! Devam ederken öbür yandan ‘’Arap Halkları ile arasına gün ışığının dahi girmesini’’ kıskanan Başbakanın Kürt Halkı ile arasına silah, bomba, kan, gözyaşı ve telafisi gittikçe zorlaşan ‘’Açılımlar’’ giriyor. Bazen diyorum ki, ‘’Yoksa Başbakan Kürt Açılımı, Alevi Açılımı yapacağım!’’ derken ‘’Kürtlerle, Alevilerle arayı daha fazla açmayı mı kastetti?..’’
‘’Açılım’’ dedim de sevgili okurlar AKP Hükümeti’nin ‘’Son açılımını’’ okumuşsunuzdur! Eee kolay değil! Siz de haklısınız. AKP Hükümeti o kadar ‘’Açıldı’’ ki, artık ‘’Açılımların’’ çetelesini tutamıyoruz! Ama benden size tavsiye, kınamayın Başbakanı! ‘’Ustalık döneminin açılımı’’ da ‘’Fütuhat sahibi’’ Osmanlı Padişahları gibi ‘’Fizan’a kadar açılmalı.’’ Üstelik Mısır’a ‘’Devrimci açılım’’ yapan Başbakan ‘’Ecdadı Yavuz Selim’’ gibi ‘’Sefer ederken Kızılbaşları katledip, kuyulara doldursa!’’ daha mı iyiydi?.. Yooo hakkını teslim etmek gerek(!) Başbakan bu kere Mısır seferi öncesinde ‘’Devrimci’’ bir tutumla ‘’Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders programına Aleviliği de ekledi!!!’’ ‘’Son açılım’’ dediğim bu. Gülmeyin ama! Size de ‘’Yaranılmıyor Vallahi!’’ Ne yani Başbakan da yardımcısı Hüseyin Çelik gibi Suriye’yi bahane ederek Alevilere hakaret mi etseydi?.. Adının Hüseyin olduğuna bakmayın ‘’Göbek adı’’ Yezit Bin Muaviye imiş. Ama ‘’Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Nüfus müdürlüğü yazmaz’’ diye ‘’Hüseyin’’ koymuşlar. Hüseyin Çelik’in adını koyanlar geleceği gören kişilermiş. Ne de olsa günümüz ‘’Ilımlı Siyasal İslam’’ politikasında adı ‘’Hüseyin’’ olup Yezit Bin Muaviye politikası yürütenler daha makbul oluyor.
Bu arada Faruk’u unutursak çok ayıp olacak. İsmi ile ‘’Müsemma’’ Faruk Çelik (AKP pek de çelikleşmiş!) ‘’Alevi Açılımı’’ yaparak ‘’Alevileri Fark etti!’’ Bununla da yetinmeyen Faruk Çelik ‘’Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’’ ders programına ‘’Aleviliği dahil eden’’ asıl ‘’Devrimcidir’’ de kıymeti bilinmez!!!
Sevgili okurlar kıymetini bilmek gerek! Hem ‘’Ilımlı’’ hem ‘’Siyasal’’ hem de ‘’İslam’’…! Mısır çöllerinde çıra ile arasan bulunmaz türden! Siz bakmayın bu ‘’Ilımlı Siyasal İslam’’ aktörlerin İslam Tarihinde ‘’Hadem’ül Fukara’’ soyu olan Ehlibeyt’in ‘’Kökünü kurutan’’ ve şimdi de ‘’Enerji kaynakları ve Pazar için’’ ABD’ye hizmetkarlık yapan Arap Şeyhleri ile kol kola girdiklerine. Ne demişti ‘’Merhum Cumhurbaşkanı’’ Turgut Özal ‘’Körfez savaşında?’’ ‘’Bir koyup üç alacağız.’’ ‘’Bir koymaktan, Körfez Savaşında ABD’ye her türlü desteği vermeyi murat ettiğini’’ biliyoruz. Ama ‘’Üç almaktan’’ ne kastettiğini ‘’Kürt sorununa çözüm bulmaya’’ çalışırken ‘’Üçlü ittifak’’ tarafından ‘’Ortadan kaldırılmasaydı’’ bilecektik! R.Tayyip Erdoğan için mesele ‘’Bir koymak, üç almak’’ değil. ‘’ABD ile bir olmak, üç kıtada nam salmaktır.’’ Hele bir ‘’Üç kıtada nam salsın!’’ siz o vakit görün onu. Şimdiden Libya’nın, Tunus’un, Mısır’ın ‘’Bölünmez bütünlüğünü’’ savunan Başbakan inanın ki, İsrail oğullarını ‘’Vaat edilmiş topraklardan’’ tekrar Mısır’a sürecek… İsrail Oğullarını Kızıldeniz’den geçirirken Pensilvanyalı Hoca Efendi’den bir değnek alıp keramet denemesi yapmasını öneririm… Yoksa ‘’Merhum Erbakan Hoca’nın’’ çok yakındığı ve ‘’Tarihi anlaşmalar yapmaktan’’ da geri durmadığı ‘’Siyonistlerle’’ arasını ‘’Yalancı yaz günlerinin’’ ılık esintisine kapılarak bozarsa ne olur ne olmaz?! Haa bu arada İsrail Oğullarını tekrardan Mısır’a ‘’Sürdüğünde’’ Firavunluğa özenip de ‘’Devrimciliğini’’ unutur mu? Onu kestiremiyorum!...
Evet… ‘’Din Dersi’’ artık ‘’Bir tutamcık da Alevilik’’ katkılı!.. ‘’İsmi ile müsemma’’ Faruk Çelik tam da okullar açılmadan kısa süre önce bu ‘’Müjdeyi’’ verdi! Neden? Çünkü AİHM’in 2007’de verdiği ‘’Din dersi zorunlu olamaz!’’ kararı gereği ‘’Bir şey yapmaları’’ gerekiyordu.

Bakınız F. Çelik ne diyor? ‘’60. hükümet döneminde, Hükümet olarak Milli birlik ve beraberliğimizi güçlendirmek adına, toplumsal bazı sorunları, demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlükler zemininde yeniden ele alıp değerlendirme amacı taşıyan bir dizi girişim başlattık.’’ İşte asıl mesele ‘’Milli birlik ve beraberlik’’tir. Yani ‘’Tekçilik.’’ ‘’Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek din!’’ Siz istediğiniz kadar ‘’Biz Aleviliğin Din Dersine dahil edilmesini istemedik! Zorunlu Din Dersinin seçmeli olmasını istedik!’’ diye durun ‘’Tekçilik’’ her biçimde devam ediyor. Çelik, devamla ‘’AİHM’in, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi müfredatına ilişkin 2007 yılında verdiği kararda belirttiği nesnellik ve çoğulculuk ilkeleri ışığında hazırlanan yeni müfredat, Talim ve Terbiye Kurulu tarafından da onaylanmıştır. Böylece Alevilik ilköğretim 4. sınıftan, lise son sınıfa kadar Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarına girdi’’ diyor!.. AKP Hükümeti’nin bunu yapmasına şaşırmadık.

Hatta 3 Haziran 2009’daki ‘’Birinci Alevi Çalıştayında’’ 35 Alevi Kurumu ile birlikte ‘’Zorunlu Din dersi Kaldırılmalıdır!’’ dediği halde ‘’Aleviliğin Din Dersine konması için çalışma yapan’’ AKP Alevilerinin tutumuna da şaşırmadık!.. Çünkü Alevilik ağacının kurtları artık Alevilerin özünde yer bulamakta zorlandıkları için (ikti)darağacına dadandılar! Yezid Bin Muviye İmam Hüseyin’in başını ‘’Kesti!!!’’ Yavuz Selim Alevileri, veziri Hızır da Pir Sultan Abdal’ı ‘’Astı!!!’’ Ama AKP Aleviliği (ikti)darağacına astı…!!!



KEMAL BÜLBÜL

Türk Devlet Şiddeti

Türk devleti Kürt halkına şiddet uyguluyor. Devlet sopası Kürdün sırtında, ülkesi işgal altında, dili ve kimliği yasak altındadır. Üstelik uyguladığı şiddeti legitim ve hukuksal görüyor. Kürdistan'ı bombalıyor, sivil seçilmiş insanları zindana dolduruyor. Askeri, polisi, JİTEM'i, bürokrasisi Kürde hakaret temelinde organize edilmiş ve faşist devlet kanunları da Kürtlerin haklarını kısmak için yapılmış. Erkek devlet, erkek Başbakan, erkek Türk, en büyük Türkiye! Düşmanı olmasa da bu devlet düşman yaratır, haraç alır, minare gölgesi satar. Bu sistemin maaşa bağladığı, işi Kürt öldürmek ve baskı altında tutmak olan, savaş ve şiddeti sürdüren milyonlarca; polis, asker, korucu, ajan ve paramiliter unsurları düşününce, Türkiye'de Kürtlere barış ve özgürlük içinde bir yaşam zor görülüyor. Böylesi devletin pasifist halkı da olmaz.
Çünkü eğitim, aile ve bireyleri aynı tornadan çıkarmıştır. Herkes Türk, herkes Hanefidir. Kadın türbanlı, erkek; ekende biçende olmayan ama yiyende Osmanlıdır. Devletin ve Türklerin çoğunluğunun hakim anlayışı, PKK şahsında Kürt düşmanlığıdır. Başbakan, yüzde ellinin sırtından Kürt savaşı sürdürmede ısrarlıdır. Bunun sinyallerini daha ilk yıllarda vermişti. Oysa Kürtler onu mağdur gördüler, Kemalist ırkçı orduya karşı sandılar ama sonunda mağduru oynaması ve orduya karşı görünmesinin bir devlet planı olduğunu geç öğrendiler. İslam şemsiyesi altında Kürtleri bitirmenin daha iyi yürüyeceğinin, devlet projesi olduğu görüldü. Erdoğan iktidarına Kürtlerin sırtında geldi. Hala Kürtlerin büyük kısmı ona oy veriyor.
Oysa Kürtlerin istemleri mütevazi, dünyada kabul gören temel insani haklardır. Türk devletinin karekteri faşist ve ırkçı olduğu için, Kürtlere bu haklarını vermiyor. Böyle olunca Kürtlere sadece bir yol bırakılıyor. Özgürlüğü için birleşip direnmek. Kürtler eski Kürt olmadıklarını, onuru ve şerefiyle gösteriyorlar. Kürt kurumları ve partileri yaklaşıyor, Kürt kardeşliği mücadele saflarında belirgin hale geliyor. Bunca büyük bir halkı dize getirmenin ırkçı-dinci AKP devletinin harcı değildir. Tayyip Erdoğan, basına düşen ses kayıtlarında görüldüğü üzere, bir yandan PKK ile müzakere yolunu açarken, Oslo'da; Qendil'den gelen Kürt temsilcilerle beş temas sürdürüp Sayın Öcalan ile görüşmeler yaparken, aynı anda halkımıza kirli bir savaşın dayatılmasını anlamak mümkün değildir.
Arap devletleriyle el ele Filistin bayrağını BM gönderenine dikmek isteyen Erdoğan; Sri Lanka benzeri Kürt mücadelesini boğacağını düşünüyorsa, tarihten ders almış sayılmaz. Kürt hareketinin ne yapısı, ne karakteri ve moral anlayışı, ne de yaşadığı coğrafya benzerlik gösteriyor. İşin paradoks yanı, Sri Lanka ile Tamil Kaplanları da Oslo'da görüşmeler yaptılar. DİHA'yı hackleyip bu ses kayıtlarını yükleyenlerin amacı, CHP ve MHP'nin faşist ırkçı kesimlerini Erdoğan'a karşı çıkarmaktan öte bir düşüncedir. Gerçi CHP'nin faşistleri hemen ulumaya başladılar. Ama asıl sorun görüşmelerin torpillenmesi amaçlıdır.
Görüşmelerin kesilmesi; kontrolsüz, kirli ve kör bir savaşın Kürtlere dayatılacağına işaret ediyor. Şunu belirtelim ki, Kürt oylarıyla iktidara geldiği halde, Erdoğan ilk beyanatlarında; Kürtler Arjantin'de devlet kursalar bile onunla mücadele ederiz veya Moskova'da düşünmezsen Kürt sorunu yoktur, demesiyle barış umudu yerine hüsran vermişti. Şimdi yıldızının parladığı egemenliğinin zirvesindeyken, devleti Atatürk'ten ileri ele geçirmişken, neden savaşı tercih ediyor? Öcalan, koşullar verilirse, bir haftada bitiririm dediği halde, neden 50 gündür izolasyona atılmış? Neden Türk ordusu sınıra güç biriktiriyor? Neden polis şiddeti yükseltiliyor? Neden BDP çalışanı ve yandaşları keyfi hapse konuyor? Demek ki, görüşmeler yapılsa da Osmanlı kaypaklığı, iki yüzlülüğü sürüyor.
Bir yandan PKK, KCK ile görüşülürken, diğer yandan da Güney'e savaş hazırlıkları yapılıyor. Sağduyu sahibi herkes, Kürt sorununun barışçıl çözümünü isterken, Erdoğan neden savaşı tercih ediyor? Oysa II.Atatürk ve Sünni İslam Halifeliğine oynadığı bu sırada, Kürt sorununa barışçıl çözüm getirirse, yıldızının daha da parlayacağı, Nobel Barış Ödülünü alabileceği bir konumdan kaçıp savaşı tercih etmesinin mantığı yoktur.
ABD ve AB, Batı karşıtı İslamı kendilerine uyumlu yapmak için Büyük Ortadoğu Projesi kurup Erdoğan'ı eşbaşkanlığa getirdiler. Pensylvania'yı, ırkçı-Türkçü Sünni inancını yayma merkezi yaptılar. Böylece Kenan Evren faşist cuntasıyla eli kolu bağlanan Kürtlere ve bazı sol kurumlara karşı serbest bırakılan Akıncılar, adım adım iktidarını gerçekleştirdiler. Erdoğan iktidarı, dünyaya Türk ve Sünni gözlüğüyle bakıyor. Hamas ve Sudan şeflerine kırmızı halı döşerken, Türk eğitim sistemi ve özellikle camiden kazandığı antisemitik duruş, kişiliğinde öylesine yer edinmiş ki, şimdi onun dışa yansımasını görüyoruz. Mısır, Ürdün, Libya, Tunus Müslüman Kardeşleriyle İsrail'e karşı bir birlik kurma düşüncesi taşıdığı görülüyor. Suriye'deki Alevi rejimi yerine Sünni iktidar görmek istediği açıkca görülüyor. Arap dünyasının yıldızı Erdoğan, Gazze'ye gideceğini açıkladı, ama ipleri ABD'nin elinde olduğu için, "tutun beni!“ diyen kabadayı görüntüsü veriyor.
Ülkesinde Kürtlere temel insani hak tanımayan, Filistin için demokrasi havarisi geçinmesi sadece showdur. Arafat'ın Kürt kasabı Saddam'ı nasıl öptüğünü gördük, bugün de Erdoğan öpülüyor. Saddam'ın sonu belli oldu. Erdoğan'ın önünde ise iki seçenek var. Ya tarihin erdemli insanlarının, ya da Saddam'ın yanında yerini alır.


HAYDAR IŞIK

Rollerini Erdoğan'a Kaptırmadılar

Kaddafi’yi iktidardan düşüren Sarkozy ile Cameron, oyuna sonradan dahil olan Erdoğan’a rollerini kaptırmamak için Libya’ya gitti.

‘Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelere giderek rol kapmaya çalışan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile İngiltere Başbakanı David Cameron ‘dur’ dedi. Libya’da Muammer Kaddafi’nin 42 yıllık iktidarının devrilmesinde başrol oynayan Sarkozy ile Cameron, dün Trablus’a giderek Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdül Celil ile görüştü. Her iki lider, gelecekteki petrol anlaşmalarını garantilemek için Celil’e baskı yaptı.

Mısır ve Tunus’ta televizyon yıldızı gibi karşılanan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Arap Baharı’nda pay kapmak için İsrail’i ve Filistin halkını kalkan olarak kullanmıştı. Kurulan yeni yönetimlere ‘ılımlı İslam’ modeli öneren Erdoğan, halkın sempatisini kazanmak için İsrail’e yüklenmişti. Erdoğan’ın halka oynayan yaklaşımını gören Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile İngiltere David Cameron, dün apar topar Libya’ya giderek kendilerinin kurdurduğu yeni yönetimle görüştüler. Yeni yönetim ise Libya’daki aslan payının kendilerine yardım eden ülkelere verileceğini açıkladı.

Cameron’dan ince mesaj

Kaddafi’nin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra Libya’ya ilk giden lider İngiltere Başbakanı David Cameron oldu. Muhaliflere ilk günden itibaren destek veren İngiliz Başbakan Cameron, iç savaş halindeki Libya’nın toparlanması için yardımcı olacaklarını söyledi. Cameron, özellikle bozulan yolların tekrar yapılması, suların akması ve bombalardan etkilenen hastanelerin tekrar hizmet vermesinde İngiltere’nin rolünün altını çizerek yeni yönetime mesaj gönderdi. “Libya’da daha yapılacak çok iş var” diyen Cameron, Kaddafi’nin yakalanması için çalışmalarını sürdüreceklerini söyledi. İngiltere ayrıca, Libya’nın yeni yönetimine yardımcı olmak amacıyla Libya’nın dondurulan mal varlıklarından 600 milyon Sterlin’lik bölümünü serbest bırakacağını açıkladı.

Tunus ve Mısır’daki halk hareketinde pasif kalan ancak Libya’yı bombalayan ülkelerin başında gelerek tekrardan Ortadoğu’da rol almaya çalışan Fransa da, Libya’da alacağı payı Türkiye’ye kaptırmamaya kararlı. İlk günden itibaren muhlifleri destekleyen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, muhaliflere Kaddafi’yi teslim etme sözü verdi. Kaddafi’yi ve eski yönetimin üst düzey yetkililerini hakim karşısına çıkaracaklarını savunan Sarkozy, muhaliflerle petrol konusunu da görüştü. Libya’daki savaştan önce muhalifler Fransa’ya, ülkelerinde çıkan petrolün büyük bölümünü vermeyi vaadetmişti.

Yardım edenlerle işbirliği yapılacak
Her iki liderle görüşen Ulusal Geçiş Konseyi’nin Başkanı Mustafa Abdül Celil ise, Kaddafi’ye karşı kendilerine destek verilmesinden dolayı İngiltere ve Fransa’ya teşekkür etti. Celil, devrim sırasında kendilerine yardım eden ülkelerle petrol ve diğer alanlarda işbirliği yapacaklarını da sözlerine ekledi. Geçiş Konseyi Başkanı Celil, İngiltere ve Fransa’dan Kaddafi birliklerine karşı savaşmak için silah isteğini tekrarladı. Celil, BBC’ye yaptığı açıklamada, “Kaddafi’nin Libya’nın güneyinde olduğunu ve intikam saldırıları planladığını” söylemişti.

Fransa ve İngiltere, Kaddafi karşıtlarından büyük destek alıyor. Özellikle muhaliflerin ele geçirdiği ilk kent olan Bingazi’deki duvarlara “Merci Sarkozy” ve “Teşekkürler İngiltere” yazıldı. Sarkozy, Bingazi’de kalabalıklar tarafından kurtarıcı gibi görülüyor. 

TRABLUS