7 Ekim 2011 Cuma

Nasıl Bir Vahşet Bu!


Nasıl bir vahşet bu? Siz hangi zihniyetin ürünüsünüz?

Bizler fotoğrafı gördüğümüzde içimiz sancılanırken siz bu vahşeti uyguladınız. Hiç mi vicdanınız kalmamış? Müslümanız diye televizyonlarda naralar atarken bir yandan katliam emirleri veriyorsunuz. Bu mudur din? Daha kaç işkence edilmiş cenazeyle yüz yüze kalacağız? Daha kaç insanımız sokaklarda kurşunlanacak? Daha kaç çocuk için ağıtlar yakacağız? Yüreklerimizi yangın yerine çevirdiniz! Peki bu ateşin dönüp dolaşıp kimi yakacağını biliyor musunuz? Bunun korkusu mu sizi bu denli insanlıktan çıkarıyor?

Tarih boyunca böyle manzaralarla karşılaştık. Marduk kirli iktidarı için tehlike oluşturan Tiamat’ın bedenini parçaladı, Romalı General Pompeius Spartaküs’ün yoldaşı olan 6000 kişiyi ibret olsun diye yol kenarında çarmıha gerdirdi, Hypatia özgür bir kadın olma yolunda ilerlediği için erkek zihniyeti tarafından taşlanarak, derisi yüzülerek öldürüldü, Şex Said, isyanın ardından Diyarbakır Meydanı’nda idam edildi. Kürdistan’da her gün tertemiz halk gerçekliği darağaçlarında idam ediliyor. Bu da yetmemiş gibi cenazelere dahi işkence ediliyor. Bu nasıl bir kindir? Bu nasıl bir nefrettir? Daha ne kadar devam edeceksiniz böyle katliamlara?

“Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılmadık tek karış alan bırakmadınız. “Mutlu Türk” mü bıraktınız? Hayal kurabilen bir insan bile kalmadı bu ülkede. Susadıkça kan aradınız geceleri cehenneme çeviren vampirler gibi. Bayrakların asılmadığı tek bir nokta kalmadı. İnsanlara bunları göstere göstere işkence ettiniz. Şimdi nasıl beklersiniz insanların bunları sevmesini? Nefret yüklediniz sadece bu topraklara. Kin yüklediniz ve bunların altında boğulan da yine sizler olacaksınız... Fotoğraf karesinde Atatürk büstünün altında işkence edilmiş gerilla cesetleri... Bu mu sizin Atatürk’e olan saygınız? Bu mu sizin Ortadoğu’ya öncülük etme pozisyonunuz? Hangi psikoloji insana bunu yaptırabilir? Hangi üst düzey bir korku insanı bu denli vahşileştirebilir? Açık bir cevabı var bu sorunun. Özgürlük korkusu. Doğal toplumun ahlaki politik değerlerinden uzaklaşıldığından bu yana egemenlerin en büyük korkusu. Özgürlüğe dair olan her olgu lağvedildi bugüne dek. Bugünden sonra da devam edecek sanıyorsunuz.

Böyle olmayacak! Kazanamayacaksınız!

Bu güzel insanlar toprağa birer tohum gibi düştüler. Bedenleriyle besleyecekler özgür yarınları. Umutları serpiştirecekler doğaya ve insana dair kalanlara. Anlamı bulacak insanlık yeniden, güzelleşecek toplum, güzelleşecek birey. Sizse kendi kirinizin içinde çırpınacaksınız yaşamınız boyunca. Hiçbir zaman güzel bir yaşamın varlığından dahi haberiniz olmayacak ve salyalarınızı akıtarak saldırmaya devam edeceksiniz güzel insanlara. Kan dökeceksiniz, işkence edeceksiniz, cezaevine atacaksınız ama şunu unutmayın ki korkunun ecele faydası yoktur, zihniyetinizin eceli yakındır...

İkinci Komplo da Yenilgiye Uğrayacaktır

Uluslararasi Komploya Karsi Kurd Halkinin Fedai Direnisi Yenilmezdir


PKK Lideri Abdullah Öcalan karşı gerçekleştirilen uluslararası komplo 14. yılına girecek. O zaman PKK Lideri’nin cezaevine atılmasıyla birlikte Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi’nin bastırılmış olduğu düşünülüyordu. Ancak PKK’nin o günden bugüne ideolojik olarak da siyasi olarak da askeri olarak da daha fazla geliştiğini görüyoruz. Bu nedenle PKK ve Kürt sorunu her zamankinden daha fazla gündemdedir.

Eğer 1998 ve 1999 yıllarını hatırlarsak PKK Lideri’nin Ortadoğu’dan çıkmasıyla birlikte Kürtlerde kaygı ve öfke, Türkler de ise sevinç duyguları ortaya çıkmıştı. Ruhsal bölünmenin yaşandığı net olarak görülmüştü. Kürtler Liderlerine sahip çıkmak için dünyada eşi görülmemiş bir direniş gösterdiler. Onlarca insan kendini komployu protesto etmek için yaktı. Tüm Kürtler bulundukları her ülkede ayağa kalktı. Öyle ki bu sahiplenme karşısında ABD dışişleri bakanı “bu kadarını da beklemiyorduk” diyerek şaşkınlığını ifade etmişti. PKK Lideri’nin esaret altına alınmasından sonra protestolar daha da sertleşmiştir. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da, İran’da, Kürdistan’ın tüm parçalarında gerçekleştirilen gösterilerde onlarca insan yaşamını yitirmiştir.

PKK Lideri esaret altına alındıktan sonra önü alınmazsa bu savaşın Kürt-Türk savaşına dönüşeceğini görmüştür. Bunun giderilmeyecek tahribatlara yol açacağını düşünerek HPG güçlerini sınır dışına çıkarmıştır. PKK de buna uymuştur.

Sınır dışına çekilirken kurulan pusular sonucu yüzlerce HPG’li yaşamını kaybetmiştir. Bu fedakarlığın Türk-Kürt savaşının önüne geçmek ve siyasal çözümün gerçekleşmesine fırsat vermek için yapıldığı defalarca dile getirilmiştir. Bu kadar kaybın ne anlama geldiğini herkes bir daha düşünmelidir. Geri çekilmeden sonraki 5 yıl HPG’liler eylem yapmamıştır. Ama buna rağmen demokratik çözüm için hiçbir adım atılmamıştır.

PKK’nin çözüm isteyip istemediğini anlamak için o yıllardaki tutumuna bakmak gerekir. O yıllarda yalvarırcasına demokratik çözüm için adım atılması isteğini sürekli dile getirmiştir. Barış diye diye Kürt halkının dilinde tüy bitmiştir. Ama buna rağmen hiçbir adım atılmamıştır. Bu sorumsuzluk ve PKK’yi zamana yayarak tasfiye etme politikası nedeniyle 2004 1 Haziran’ında çatışmalar yeniden başlamıştır.

Şimdi daha iyi anlıyoruz ki 2006’dan bu yana ki son 5 yılın çoğunluğu da tek taraflı ateşkesle geçmiştir. Bu yıllarda PKK Lideri ve KCK demokratik siyasal çözüm için çok çaba harcamıştır. Yine anlaşılıyor ki bu 5 yılda AKP de 1999-2004 yılları arasındaki devlet tutumunu göstermiştir. 1999-2004 arasındaki sorumsuzluk nasıl ki çatışmaların başlamasına yol açmışsa, AKP’nin sorumsuzluğu da bugünkü çatışmaların başlamasına yol açmıştır.

Bazıları, özellikle kendini liberal ve demokrat olarak tanımlayan yazarlar 1999-2004 arasındaki zamanın doğru değerlendirilmediği için eleştiri yapıyorlar. Bu eleştirileri yapanlar gerçekten samimilerse aynı eleştirileri AKP hükümetine de yapmalıdırlar. Çünkü AKP de son 5 yılda yapılan tek taraflı ateşkes ortamlarını sorumsuzca zaman kazanma ve zaman içinde PKK’yi tasfiye etmek için harcamıştır.

AKP tasfiye politikası kabul edilmeyince PKK Lideri üzerinde tecrit uygulayarak şantaj ve tehdit politikasına yönelmiştir. Bu politika 1998 yılında PKK Liderliği üzerinden PKK’yi tasfiye etmeyi hedef alan uluslar arası komplonun bir tekrarı gibidir. Buna ikinci uluslararası komplo diyenler de vardır. Türkiye yine ABD desteğiyle PKK’den kurtulmaya çalışıyor. Bunun için de NATO’nun bölgedeki ajanı olma konumunu kabul etmiştir. Bugüne kadar Ortadoğu’da hiçbir devlet ve siyasi güç bu düzeyde dış güçlerin ajanlığını yapmamıştır.

AKP’nin dilinin seçim öncesinden başlayarak savaş dili haline gelmesi ve sürekli tasfiyeden söz etmesi dış güçlerle kurduğu ajanlık ilişkisiyle ilgilidir. Ancak birincisi başarılı olmadıysa bu ikinci komplo hiç başarılı olamaz. Çünkü Kürt halkının direnci de Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnci de çok artmıştır. Bu nedenle ikinci komplo daha kısa sürede boşa çıkarılır ve yenilgiye uğrar.

AKP tarihten ders çıkarmayan bir karaktere sahip. Çok güncel yaşıyor ve güncel politika üreten bir hükümet. Başbakan’ın siyaset tarzına dış politikada çakal tarzı denilmektedir. Herhalde fırsatını buldum, PKK’yi yiyebilirim diye düşünmektedir. Bize göre AKP’nin dişi kırılacaktır.

Ecevit “Bize neden Apo’yu verdiler anlamış değilim” diyordu. İmralı’da tecrit ve şantaj politikasına neden destek verildiğini Tayyip Erdoğan anlar mı bilemeyiz. Belki de PKK’ye karşı yürüttüğü savaşta kaybedip eşekten düşmüş duruma düşünce kendisine PKK’nin tasfiyesi konusunda neden destek verildiğini anlar.

Başbakan geleceğini 9 Ekim komplosuna karşı çıkan ve İmralı’daki tecrit, şantaj ve tehdit politikasını protesto eden Kürt kadınlarına bakarak görebilir. Gemlik yürüyüşüne en fazla da Kürt kadınlarının katılacağı görülmektedir. Kürt kadınları PKK Liderliği’nin kendilerine neler kazandırdığını çok iyi bilmektedir. Bu nedenle PKK Liderine yapılan bu zulme izin vermeyeceklerdir. Kürt analarının bedduası bile AKP’nin Kürt Özgürlük Hareketi karşısında yenilmesine yeter.

Herkes bilmelidir ki Kürt anaları ve kadınlarının yüreklerindeki Öcalan sevgisi her türlü komployu boşa çıkaracak toplumsal direnişi yaratacak etkiye ve güce sahiptir.

BDP’ye Karşı Topyekün Saldırı

Şaban İBA



Sadece sınıflar mücadelesinin keskin biçimlere büründüğü askeri müdahale dönemlerinde değil, “normal” dönemlerde de yoğunlaşan toplu tutuklamalar, yargılamalar, çeşitli baskı ve terör uygulamaları olağan hale gelmiştir. Ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik ve kültürel mücadeleleri bastırma, yıldırma ve kişiliksizleştirme süreçlerinde yapılan işkenceler, idamlar, yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar vb. olgular, Türkiye tarihinin siyasal gerçekleridir. 

Başka bir deyişle, cumhuriyet tarihi boyunca geçerli olan olağanüstü rejim standartları, her zaman olağanüstü yargılama biçimleri yaratmış ve Türkiye’de burjuva demokratik anlamda bile bir demokrasi standardı oluşmamıştır. Dahası, Harp Divanları’ndan İstiklal Mahkemeleri’ne, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nden Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne ve günümüzdeki Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’ne kadar tüm özel mahkemeler, biri diğerinin yerine ikame edilerek kurulmuştur.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yaklaşık 25 yıl boyunca Kemalist iktidarlar İstiklal Mahkemeleri’ni halka karşı olağanüstü bir baskı ve terör aygıtı olarak kullandı. Ulusal, sınıfsal, etnik, kültürel ve inançsal mücadeleler İstiklal Mahkemeleri’nde rejime karşı koyma eylemleri olarak nitelendi. Yargılamalar gerici, bölücü, komünist, vatana ihanet, casusluk vb. gerekçelerle yapıldı.

12 Eylül askeri diktatörlüğü döneminde kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine ikame edilen Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri kanalıyla benzer tutuklamalar ve yargılamalar sürüyor. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri artık Sıkıyönetim Mahkemeleri gibi emirle çalışıyor.

Nitekim Başbakan’ın bir konuşması ile Özel Yetkili Savcılar hemen harekete geçti. Daha doğrusu AKP iktidarı barış ve demokrasi mücadelesine karşı topyekün yeni bir saldırı başlattı.

Bu saldırıda PKK ve KCK işin bahanesi. Saldırı doğrudan BDP’ye karşı yapılıyor.

Saldırı, yasal bir parti olan BDP’nin üyelerine, il ve ilçe yöneticilerine, parti meclisi üyelerine, belediye başkanlarına, belediye meclis üyelerine karşı yapılıyor.

Saldırı, halkın oylarıyla Meclis’te temsil edilen, diğer partilerle aynı anayasal ve yasal haklara sahip olan BDP’ye karşı planlı bir bastırma ve yıldırma harekatı olarak yapılıyor.

Saldırı, BDP’yi zayıflatmak, düzen sınırları içine çekmek ve aynı zamanda ana muhalefet konumuna yükselmekte olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu tasfiye etmek için yapılıyor.

Bir yandan gerilla mevzileri ve kampları bombalanırken, bir yandan da halkın oylarıyla seçilmiş 35 milletvekiline ve 99 belediye başkanına sahip bir partiye karşı saldırı esas olarak Kürtleri teslim almayı amaçlıyor.

BDP’ye karşı yapılan ilk saldırı yerel seçimlerden hemen sonra 2009’un Nisan ayında başlamıştı. Şimdi genel seçimlerden ve BDP’nin Meclis boykotunu sona erdirmesinden hemen sonra yapılıyor. Her iki saldırının da BDP’nin seçim başarıları üzerine yapılmış olması bir tesadüf olmasa gerek.

BDP’ye saldırı, Kürt özgürlük mücadelesine saldırıdır...

BDP’ye saldırı, barış ve demokrasiye saldırıdır...

BDP’ye saldırı, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na saldırıdır...

BDP’ye saldırı, Kongre Girişimi’ne saldırıdır...

BDP’ye saldırı, Demokratik Toplum Kongresi’ne saldırıdır...

BDP’ye saldırı, Kürt siyasetine saldırıdır...

BDP’ye saldırı, seçilmiş halk temsilcilerine saldırıdır...

BDP’ye saldırı, halkın oylarıyla seçilmiş 35 blok milletvekiline saldırıdır...

Şimdi Türkiye’nin devrimci ve demokratik dönüşümünü savunan herkesin nerede ve nasıl durduğu önem kazanıyor. Bu yeni süreçte herkesin kendi rolünü iyi oynaması ve devrimci duruşunu netleştirmesi gerekir. Aksi halde, “taraf olmak” ya da “bertaraf olmak” ikilemiyle yüz yüze gelecektir.

Her şey son derece nettir. Ortada Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış ve demokrasi talebi var. AKP iktidarı ısrarla bu adımı görmemekte, daha doğrusu kabul etmemekte ve geleneksel inkarcı, ırkçı ve asimilasyoncu politikaları dayatmaktadır. Dahası binlerce Kürt siyasetçisini cezaevlerine doldurarak onları susturacağını veya kendi politikalarına alet edeceğini sanmaktadır.

Bunun artık mümkün olamayacağını ve yaklaşık 25 yıldan beri sürdürülen bu politikanın artık iflas ettiğini herkes bilmekte, bu konuda daha fazla ısrar etmek ise son çırpınışlar anlamına gelmektedir.

Tek yanlı dayatmalar, tek yanlı plan ve projeler ile böyle bir sorunun çözümlendiğine dair dünyada hiçbir örnek yoktur. Özel savaş yöntemleriniz, gizli plan ve projeleriniz, bölme ve parçalama taktikleriniz vb. çabalarınızın hepsi boşa çıkmıştır. Artık daha fazla baskı ve terörle yeni bir mevzi kazanamazsınız.

Başbakan Erdoğan’ın unutmaması gereken şudur: Bu halk nice isyanlardan, nice katliamlardan ve uzun yılların imha, inkar ve asimilasyon politikalarından geçerek bugünlere kadar gelmiştir. Bu halkı artık teslim alamazsınız.

Yapacağınız tek şey var: Halkın barış ve demokrasi talebine karşı saldırıları durdurmanız ve müzakerelere başlamanızdır..

Wall Street Gösterileri Yayılıyor

Amerika'nın New York kentinde ekonomik eşitsizliğe karşı başlayan İşçi sendikalarının da desteklediği Wall Street gösterileri ülke geneline yayılmaya başladı.

"Wall Street'i İşgal Et" hareketinin gösterileri, ABD'nin Austin, Tampa, Jersey, Houston, Los Angeles ve Philadelphia gibi kentlerine sıçradı. İşçi sendikalarının da desteklediği gösterilerin daha da artarak yayılacağı yorumları yapıldı.

Yaklaşık 1000 kişinin toplandığı Philadelphia'daki göstericilerden John Preston, "Bu daha başlangıç" diye konuşurken, Austin'deki göstericilerden Tim Lucas, "Hükümetten de banka kurtarma operasyonlarından da bıktık artık, ben işimde başarısız olsam kovulurum, oysa onlar prim alıyor" dedi.

ABD Başkanı Barack Obama ve Başkan Yardımcısı Joe Biden ise göstericilerin kızgınlığını anladıklarını söyledi. Obama, göstericilerin sistemin işleyişi ile ilgili büyük bir hayal kırıklığını dile getirdikleri ifade ederken, yardımcısı Biden, "Amerikalılar sistemin adil olmadığını düşünüyor" diye konuştu.

Bu arada, gösterilerin hedeflerinden biri olan ABD Merkez Bankası'nın Teksas şubesinin başkanından da göstericilere destek geldi.

Göstericilere sempati duyduğunu belirten Teksas Fed Başkanı Robert Fischer, "Çok fazla insanımız çok uzun süredir işsiz. Hiç de eşit olmayan bir gelir dağılımımız var. İnsanlar çok fazla hayal kırıklığına uğradı ve ben onların bu hüsranını anlayabiliyorum" dedi.

ANF NEWS AGENCY

Türk Basını Erdoğan'ın Emrine Uydu

Yaklaşık iki buçuk yıldır zamana yayılmış bir biçimde devam eden Kürt Avı'nın son toplu dalgası 2 Ekim pazar günü başladı. Arada da tekil gözltılar elbette devam etti ancak pazar sabaha karşı Diyarbakır'da başlayan ev baskınları Kürdistan'ın yanı sıra Batı illerinde de sürdü. Baskınların yanı sıra Mersin'de de bir gerillanın cenaze töreninde 120 kişi gözaltına alında. Bu süre içinde Diyarbakır'da 31 kişi gözaltına alınırken, Derik'te de Belediye Başkanı Çağlar Demirel gözaltına alındı. 4 Ekim'de İstanbul'a sıçrayan Kürt Avı'ında 115 kişi yine sabaha karşı evlerine yapılan baskınlarda gözaltına alındı.

Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Kürdistan'a yönelik hava saldırılarının başlamasının hemen ardından, ”Bu süreçte ne yaparsak yapalım görmezden gelin. Bu süreçte terörle mücadelede yapttıklarımızı haber yapmayın” minvalinde bir talimatla Türk basınına seslenmişti. Nitekim Kandil'de sivil yedi Kürd'ün TSK savaş uçaklarınca katledilmesi karşısında görev sahibi Türk basını, ”suçlu” yaratma konusuda ciddi bir mesai verdi. Ancak yerel kaynaklar, bu yalan haber bombardımanının boşa çıkardı. Yani Erdoğan'ın talimatı son derece hızlı bir biçimde kavrandı Türk basını tarafından.

Son bir hafta içerisinde yaşanan Kürt Avı'nda da Türk basını aldığı talimatın gereğini bir tamam yerine getirdi. 07 Ekim 2011 tarihli Türk basınının sağcısını, "solcusunu" laikinı, islamcısını, liberalini kapsayan on yedi gazetesinin birinci sayfalarını inceledim. Ortaya çıkan sonuç, on yedisinin de Erdoğan'ın talimatına uygun hazırola geçtiği.

Aşağıda sıralanan on yedi Türk gazetesinin birinci sayfalarında bir haftadır ”KCK operasyonu” adı altında Kürt siyasetçilerine yönelik sürmekte olan Kürt Avı'na ilişkin tek bir haber yok.

Bazılarında, ”PKK ve KCK” üzerine düzmece haberler elbette var. Özellikle AKP ve Erdoğan'a yakın gazetelerde bu ve benzeri haberler şaşırtıcı ve yeni değil. Hatta daha ileri giderek Gülen Cemaati'nin resmi yayın organı Zaman Gazetesi, İstanbul gözaltıları sırasında daha mahkeme safahatı yaşanmadan tutuklamaların olacağını internet sayfası üzerinden duyurmuştu bile. Sadece bu örnek dahi örgütlü Kürt muhalefetine karşı iktidarla Türk basını arasındaki işbirliğini ortaya koyuyor.

Erdoğan'in talimatı karşısında laik Cumhuriyet Gazetesi ile şeriatçı Yeni Akit Gazetesi'nin Kürtler'e yaklaşımı birden ortaklaşıyor. İki gazete de Erdoğan'ın isteği karşısında aynı safta yer alıveriyor. Zevahiri kurtarma babında BDP’nin Hukuk ve İnsan Haklarından Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş'ın geçen iki buçuk yıla ilişkin açıkladığı gözaltı sayılarını haber yapanlar bugün halen devam eden bu AKP terörünü görmezden geliyor.

Kürt Avı sadece gözaltılarla da değil verilen cezalar ve açılan yeni davalarla da boyutlanıyor. Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak'a konuşmalarından ötürü 1 yıl 8 ay hapis cezası verildi. Sadak'ın 9 ayrı konuşmasına ilişkin açılan davalarda şu ana kadar 30 yıl hapis cezası verilmiş durumda. Ayrıca, Mardin Milletvekili ve DTK Eş Başkanı Ahmet Türke'e de 7 konuşmasından dolayı 45 yıl hapis isteniyor.

AKP'nin örgütlü Kürt muhalefetine uyguladığı bu terör uluslararası basına dahi haber olurken işte Erdoğan karşısında hazır ola geçen Türk gazetelerinin manşetleri.

Akşam : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Öğretmeni bırak polisi kaçır

Birgün : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Gerçekti hayal oldu

Bugün : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Servis yolunda ölüm tuzağı

Cumhuriyet : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Esad konuştu

Güneş : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Balyoz gibi sözler

Hürriyet : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Kadirşov

Milli Gazete : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Vatandaş tefecinin kucağında

Milliyet : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : 1 yılda birkaç Anayasa çıkar

Posta : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Olur böyle şeyler

Radikal : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : iDead

HaberTürk : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Boyundan büyük laf etti

Sabah : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : PKK'ya kuryeler para yağdırdı

Star : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Bir yılda bir kaç anayasa yapılır

Taraf : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Devlet on dokuz aylarını çaldı

Yeni Akit : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Yeni anayasa yeni BM

Yeni Şafak : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Bir yılda birkaç anayasa çıkarılır

Zaman : Birinci sayfasında ”KCK operasyonu” haberi yok

Manşeti : Bir yılda bir değil birkaç anayasa çıkar 

Mehdi Atay -ANF

Cemil Bayık: ''Kara Harekatına Cesaret Edemiyorlar ''

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, olası bir sınırötesi kara operasyonunun mümkün olduğunu ancak bir sonuç almasının zor olduğunu belirterek, “İki aydan fazladır bu gündemleştiriliyor. Medya Savunma Alanlarına karadan girmeleri çok zordur. Daha doğrusu sonuçlarının ağır olacağını bildiklerinden cesaret edemiyorlar. Gerilla hazırdır. Gerilla geldiklerinde kesinlikle büyük savaş içine girecektir. Belirli alanlara girseler de çıkışları zor olacaktır” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, nokta operasyonu sözlerinin de propaganda olduğunu belirterek, “Türk devleti yapacağı herhangi bir nokta operasyonunda operasyon birliklerinin tümünü kaybedebilir. Söyledikleri nokta operasyonları izledikleri filmlerdeki gibi olmuyor” dedi. Bayık, asker ve polisin de karakollardan çıkamadığını ifade ederek, “Askerler de polisler de karakollardan çıkamıyorlar. Mevcut durumda askerin operasyon yapması, operasyonla sonuç alma kapasitesi çok fazla yoktur” dedi.

Bayık, AKP ve Fethullahçıların da kara operasyonunu dillendirmekten kaçındıklarına dikkat çekti: “AKP hükümeti ve fetullahçılar bu durumu anladıklarından şimdi kara operasyonunu dillendirmekten kaçınıyorlar. Tezkereyi uzattılar, ama yakın bir zamanda kara operasyonu ufukta görünmüyor. Daha doğrusu yapılıp yapılmaması konusunda büyük bir tereddüt içine girmişlerdir. Öyle ki böyle bir operasyonu ilk önce dillendiren ve hemen Kandil’e gidilmesini isteyen Fetullahçılar çark etmişlerdir.”

AKP DOĞRUDAN ARACILAR GÖNDERDİ
*Sayın Öcalan’ın devlete üç protokol sunduğunu, ama bu protokollerin hükümet tarafından onaylanmadığını, kabul edilmediğini ve böylelikle görüşme sürecinin tıkandığını söylüyorsunuz. Sayın Öcalan da sağlık, güvenlik ve özgürlüğü sağlanmadığı taktirde rolünü oynayamayacağını, çekildiğini söylemişti. Son olarak Başbakan da İmralı’da hazırlanan protokollerin kendisi için bir anlamı olmadığını ortaya koydu. Ancak AKP’ye yakın basın ve yazarlar çatışmaları sizin 17 Temmuz tarihli açıklamanızla ve Silvan’da 20 askerin ölümüyle bağlantılandırdı. Medyaya sızan Oslo görüşmelerini dikkate alarak alsında ne olduğunu anlatabilir misiniz?

-AKP hükümeti Özgürlük Hareketi'nin gelişmesi, gerillanın etkinliğinin artmasıyla birlikte sıkıştı. AKP iktidara geldiğinde önünde sıcak bir Kürt sorunu yoktu. Devlet Kürt sorununu ortadan kaldırdığını, PKK'yi tasfiye ettiğini düşünüyordu. AKP de bu yaklaşımla iktidar olmuştu. Bu nedenle Kürt sorununu çözme programı olmadığı gibi Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme programı da yoktu. Esas olarak AKP hükümeti Kürt Özgürlük Hareketi'nin etkisizleştiğini düşündüğü ortamda ekonomik, sosyal, kültürel imkanları kullanarak bu sorunu tümden ortadan kaldırmayı hesaplıyordu. Buna karşı da hareketimiz durumun böyle olmadığını, Kürt sorununun çözülmesi gerektiğini, yoksa yeniden mücadelenin geliştirileceğini, ama sorunu siyasal yöntemlerle çözmek istediğini defalarca dile getirdi. Ama AKP hareketimizin bu yaklaşımlarını bir blöf, bir zayıflık, bir propaganda olarak görmüş olacak ki hiç ciddiye almadı, adım atmadı. Bunun sonucu 2004 1 Haziranından sonra gerilla eylemleri gelişti. İlk önce hükümet bunu kısa sürede etkisizleştireceğini, tasfiye edeceğini düşündü. Hatta bu konuda farklı yoları deneme girişimleri oldu. Ancak hem gerilla eylemleri hem halkın direnişi giderek daha da arttı. AKP çok sıkışmıştı. Diğer taraftan devlet içinde de AKP'nin gerilla eylemleri karşısında daha sert politika izlemesi isteniyordu. Ama AKP hükümetinin ne çözüm ne de yoğun saldırıyla tasfiye etme biçiminde bir hazırlığı olmadığı için Kürt Özgürlük Hareketi'nin ateşkes ilan etmesini sağlama çabaları içine girdi. Bu konuda doğrudan aracılar gönderdi. Bazı belediye başkanları üzerinden aracılar gönderdi. Eğer ateşkes olursa çözüm için adımlar atacaklarını söylediler. Yine aydınlar, sivil toplum örgütlerinden ateşkes yapılması çağrıları vardı. Bu aydınlar AKP'den de çözüm taleplerinde bulunuyorlardı. Yine KDP ve YNK ateşkes olursa hükümet bazı şeyler yapacak diyerek ateşkes istemlerinde bulunuyorlardı. Avrupa Birliğinden bu yönlü çağrılar yapılıyordu. ABD bile örtülü bir biçimde ateşkes ilan etmemizi istiyordu. Böyle birçok yönden bu yönlü çağrılar geldi.

2006’DAKİ GÖRÜŞMELER

Tek taraflı ateşkesin ilan edildiği bu süreçte hem Türkiye içinde bazı görüşmeler oldu, hem de Türkiye dışında bazı aracılar yoluyla hükümetle Özgürlük Hareketi arasında görüşmelerin yapılması önerileri vardı. Bunun sonucu 2006’da hem Türkiye içinde hem de dışında ilk görüşmeler başladı. 2006’da bu görüşmelerin olduğu süreçte AKP'nin herhangi bir adım atmayacağı anlaşıldı. Zaten Önder Apo da eğer AKP bir adım atmazsa bunu bir oyun sayarım diyerek bu ateşkese ve AKP'nin bu çağrılarına, bu isteklerine nasıl yaklaştığını ortaya koydu. Yine bu süreçte Önder Apo'ya yönelik zehirleme girişimi oldu. Bu girişim bize yansıdı ve bunun üzerine Önder Apo’nun saç telleri temin edilerek uluslar arası uzman laboratuarlara gönderildi. Zehirleme girişimi tespit edildi. Tabii bu zehirleme girişimi şöyleydi: Birden öldürmek değil de azar azar belirli bir dozajda zehir vererek zaman içinde vücudu tümden bitirecek, öldürecek bir yöntem izlenmişti. Bu nedenle bu girişim açığa çıkarılınca zehirleme ilerlemeden durdurulmuş oldu. Bazı çevreler böyle bir şey yoktu diyorlar. Öyle değil, kesinlikle doğruydu.

2007 süreci Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesi konusunda yeni bir dönem başlatmıştır. Özellikle Mayıs ayındaki Erdoğan-Büyükanıt görüşmesiyle birlikte AKP Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı tutumunu netleştirmiştir. Artık idare eden bir yaklaşım yerine, tamamen Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesi konusunda devletin derinlikleriyle mutabakata sağlamıştır. Kararını bu yönde kullanmıştır. Bunun sonucu da zaten 22 Temmuz seçimlerinde önü açılmış, AKP yeniden hükümet olmuştur. Hükümet olur olmaz daha önce içeride hal ettik mi ki dışarı gidelim diyen Başbakan, seçimden sonraki ilk Milli Güvenlik Kurulunda sınır ötesi harekat tezkeresi çıkarma kararı almıştır. AKP bu süreçte esas olarak ABD’den aldığı destekle Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etmeyi önüne koymuştur. Ancak Zap direnişi, halkın yürüttüğü serhıldanlar sonucu hükümetin bu politikası ters tepmiş ve daha da sıkışmasına yol açmıştır. Bu sıkışma sonucu 2008’den itibaren hem İmralı’yla yapılan görüşmelerde hem de hareketimizle yapılan görüşmelerde bir sıklaşma olmuştur.

29 MART ÖNCESİ ÇİFT TARAFLI BİR ATEŞKES VARDI

Hareketimiz bu görüşmeler süresince AKP hükümetinin ciddi bir çözüm politikası olmadığını görmüştür. AKP hükümeti bunu pratiğiyle de ortaya koymuştur. Özellikle 29 Mart yerel seçimlerinden sonraki siyasi soykırım operasyonlarını başlatmayla bunu göstermiştir. Halbuki 29 Mart seçimlerinden önce 5 Aralık’ta hareketimiz yeniden tek taraflı bir ateşkes ilan etmiştir ve buna ordu da uymuştur. 29 Mart seçimleri öncesi çift taraflı bir ateşkes olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim bu süreçte çift taraflı ateşkes sonucu çatışmalar durup ölümler olmayınca AKP yandaşı basın, fetullahçı basın, bakın AKP hükümeti döneminde çatışmalar durdu, ölümler durdu diyerek, bunu bile 29 Mart seçimlerinde AKP'nin seçim kazanması konusuna malzeme olarak kullandılar.

14 NİSAN OPERASYONLARI

AKP hükümeti, hareketimiz13 Nisan’da tek taraflı ateşkesi resmen uzatmasına ve çözüm doğrultusunda bir deklarasyon yayınlamasına rağmen 14 Nisan’da bu yaklaşımımıza siyasi soykırım operasyonlarını başlatarak karşılık vermiştir. Bu operasyonlarla birlikte daha o zaman ateşkes anlamsız hale gelmişti. Çatışmalar daha o zaman şiddetlenebilirdi. Ancak Önder Apo ve hareketimiz özellikle de 29 Mart seçimlerindeki siyasi ortamı değerlendirme açısından 13 Nisan’da aldığı ateşkes kararını sürdürmüştür. AKP hükümetinin provokatif bu uygulamalarına sabırla yaklaşmış; aydınları, yazarları, kamuoyunu ve devleti demokratik çözüm olabileceği, demokratik çözümün mümkün olduğu konusunda hazırlamak istemiştir. AKP herhangi bir adım atmamasına rağmen bu yaklaşımı sürdürmüştür. Açılım kod adlı tasfiye politikası da siyasi soykırım operasyonlarının olmasından sonra dile getirilmiştir. Bu açılım sözü telaffuz edildikten sonra hiçbir olumlu adım atılmamıştır. Aksine siyasi ve askeri saldırılar ve psikolojik savaş tırmandırılarak sürdürülmüştür. TRT 6 ve üniversitelerde Kürtçe bölümlerin açılması kararı da 29 Mart seçimleri öncesi Türk devletinin Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı yürüttüğü savaşın psikolojik boyutunu güçlendirmek için alınmıştır. Kürt Halk Önderinin çözüm için hazırladığı Yol Haritası iki yol sonra verilmiştir. Yol Haritası’nda çözüm için çok makul bir yaklaşım gösterilmesine rağmen Yol Haritası’nın verilmemesi AKP hükümeti ve Türk devletinin bir çözüm politikası olmadığını kanıtlamıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi Yol Haritası’nın verilmemesini AKP'nin bir çözüm yaklaşımı olmadığı biçiminde değerlendirmiştir. Ama Önder Apo buna rağmen Barış Grubunu göndermiştir. Ama halkın Barış Grubunu güçlü biçimde karşılamasını bahane ederek Başbakan Erdoğan sil baştan yaparız değerlendirmesinde bulunmuştur. Aslında halkın coşkulu karşılamasına sevinileceğine, halkın çözüm geliyor, barış olacak yaklaşımını çözüm için değerlendireceklerine tersine bir yaklaşım göstermişlerdir. Çözüm yaklaşımları değil de tasfiye politikaları olduğu için halkın bu gücünü, bu uyanışını, bu yaklaşımını kendi tasfiye politikaları önünde engel olarak görmüşlerdir. Böyle bir halka kendi politikalarını kabul ettirmeyeceklerini anlamışlardır. Bu nedenle düşündükleri siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürecek politikaları kabul edecek bir toplum yaratmak için kendi politikası önünde engel gördüklerini tasfiyeye yönelmişlerdir. DTP’nin kapatılması, birçok belediye başkanlarının, yöneticilerin, Aralık ayında ikinci büyük siyasi soykırım dalgasında tutuklamaların nedeni budur. Kürt halkının örgütlü gücünü kırarak, mücadele gücünü kırarak, kendi politikalarını kabul ettirmek için bu operasyonlar yapılmıştır. 14 Nisan’da yapılan siyasi soykırım operasyonları da bu amaçla yapılmıştır.

Hareketimiz ısrarla demokratik çözüm için adım atmasını istemiş, AKP hiçbir adım atmayınca Önder Apo Mayıs 2010’da aradan çekildiğini açıklamıştır. Bu durum tabii ki gerilimi ve çatışmaları arttırmıştır. Bunun sonucu Başbakan önder Apo’ya heyet göndermiştir. Önderlik de referandum öncesi yeniden ateşkes ilan etmiştir. Referandum sonrasında yapılan bir görüşmede birçok söz de verilmiştir. Ama bu sözler yine yerine getirilmemiştir. Hareketimiz bahara kadar hiçbir adım atılmayınca 2011 Mart’ının başında bu durumu gözden geçireceğini, eğer AKP doğru yaklaşmazsa mücadelenin yükseltileceği biçiminde bir irade beyanı ortaya koymuştur. AKP hükümeti bu dönemde de hiçbir olumlu yaklaşım içinde olmamıştır. Çatışmaların 2011 Martıyla şiddetlenmesi gündemdeydi, ama yine Kürt Halk Önderi AKP'ye bir fırsat tanımak için hareketimize seçimleri bekleyin demiştir. Seçimlerden sonra da meclisin açık tutulmasını, mecliste alınan bir kararla kendisine rol verilmesini istemiştir. Bu süreçte Önder Apo protokoller hazırlamış, devlete vermiştir. Ama Başbakan Erdoğan’ın şimdi söylediği gibi bu protokollere sahiplenilmemiştir. Böylece İmralı’da yaşanan görüşmeleri ve hazırlanan protokolü hiçbir değeri ve sonucu olmayan görüşmeler olarak gördükleri anlaşılmıştır. Bu yaklaşım bile çatışmaların neden başladığını açıklamaktadır. Seçimden sonra hem hareketimiz hem de Önder Apo hükümete birkaç defa çağrı yapmıştır. Meclisin toplanıp Önder Apo’nun rol alması için karar almasını ve Başbakan'ın bir açıklama yaparak Kürt sorunun demokratik siyasal yollardan çözüleceğini söylemesini istemiştir. Ne protokoller onaylanmış ne meclis Önder Apo’nun rolünü oynaması için herhangi bir karar almış ne de Başbakan herhangi bir açıklama yapmıştır. Zaten seçimden sonra seçilen milletvekilleri zindanda tutulmuş, Hatip Dicle’nin de milletvekilliği düşürülmüştür. Bu yaklaşım başlı başına AKP'nin bir çözüm niyeti olmadığını göstermiştir. Çözüm niyeti olsaydı seçilen milletvekillerine böyle yaklaşır mıydı? Aksine daha yumuşak bir yaklaşım içinde olarak çözüm koşullarını daha da olgun hale getirirdi. Çatışmaları yaratan AKP'nin bu politikaları olmuştur.

14 TEMMUZ’DAKİ GERİLLA EYLEMİ

14 Temmuz’daki gerillanın 20 askeri öldürmesiyse bir imha operasyonu sonucudur. Gerillaları imha etmeye gitmişlerdir. AKP hükümeti 12 Haziran’dan sonra siyasi irade kırma politikası izlediği gibi askeri operasyonlarla da gerillaya ağır darbeler vurmak istemiştir. Ama gerilla Amed’te Türk devletinin askeri darbe vurmasına fırsat vermemiştir. Bu eylemden sonra AKP hükümeti yeni stratejiyle savaşacaklarını söylemiştir. 14 Temmuz günü DTK’nın Silvan eyleminden bağımsız olarak önceden aldığı bir kararla demokratik özerkliği ilan etmesi karşısında saldırganlığı daha da artmıştır. AKP esas olarak da demokratik özerkliğin ilanına karşı bu kadar sert tepki göstermiştir. Demokratik özerklik ilanıyla kendine göre düşündüğü Kürtleri siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sistemini yeni koşullarda sürdürecek anayasa oyunu bozulmuştur. Kuşkusuz Kürt halkı da Kürt sorununun çözüme kavuştuğu demokratik bir anayasa istemektedir. Ama AKP böyle bir anayasa düşünmediği için demokratik özerkliğin ilanıyla birlikte saldırılarını arttırmıştır. Yeniden siyasi soykırım saldırıları başlatmasının nedeni de birinci ve ikinci soykırım operasyonlarındaki amaçla aynıdır. Kürt Özgürlük Hareketi'ni zayıflatıp kendi düşündüğü siyasi projeleri engelsiz pratikleştirmek istemektedir.

HEM OPERAYSON HEM ATEŞKES OLMAZ


Saldırıların arttırılması AKP'nin görüşmelere nasıl yaklaştığının açık ifadesidir. Hem Önder Apo’yla görüş, ama tecrit uygula, hem Kürt Özgürlük Hareketi’yle görüş, ama diğer taraftan da siyasi soykırım operasyonları yap! Bir taraftan görüşmeler yap, hareketimiz tek taraflı ateşkesler ilan etsin, ama operasyonları sürdür 3 burada, 5 şurada, 10 şurada gerillaları katlet! Bu kabul edilebilir mi? Şunu açık söyleyelim: gerillalardan bu duruma itiraz gelmiştir. Bu nasıl ateşkestir? Bu nasıl oluyor, biz ateşkes yapıyoruz sürekli sağda solda vuruluyoruz? Bu ateşkeslerin doğru olmadığı konusunda gerillalar haklı olarak itirazlarını dile getirmişlerdir. Kuşkusuz eylemlerin ve çatışmaların artması bununla bağlantılı değildir. Hem askeri hem de siyasi olarak çatışmaları ve gerilimi AKP'nin politikaları arttırmıştır. Aslında ortada iki taraflı iradeyle ortaya çıkan bir süreç yoktu. Hareketimizin makul yaklaşımları vardı. Önder Apo ve hareketimizin acaba böyle yaklaşırsak toplumu ve devleti bir çözüme hazırlayabilir miyiz, AKP'yi böyle bir çözüme yanaştırabilir miyiz diyerek sabırla yürüttüğü tek taraflı ateşkesleri vardı. Bu görüşmeleri tek taraflı ateşkes ortamında acaba demokratik bir çözüme evriltebilir miyiz yaklaşımı vardı. Yoksa iki taraflı bir süreç yoktu, iki taraflı bir niyet yoktu, iki taraflı bir çözüm iradesi yoktu. Hareketimizin tek taraflı çözüm iradesi ve tutumuyla toplumu ve devleti hazırlayarak AKP'yi çözüme çekme politikası vardı. Geçen dönemdeki yaşananları halkımızın da dostlarımızın da demokratik güçlerin de böyle bilmesi gerekiyor.

Mevcut süreçte AKP'nin hiçbir olumlu yaklaşımından söz edilebilir mi? Eğer biraz yumuşama vardıysa bu AKP'nin herhangi bir politikası ya da herhangi bir adım atmasından dolayı olmamıştır. Önder Apo’nun demokratik çözüm için ortam hazırlama ve adım attırma umuduyla tek taraflı bir yumuşama sağladığı bir dönem söz konusudur. Bu kesinlikle hareketimizin yaklaşımıyla ilgilidir. Yoksa AKP'nin bir çözüm niyeti olmuş, bazı olumlu adımlar atmış, bu nedenle ortam yumuşamış değildir. Özellikle de AKP'nin 29 Mart seçimlerinden sonraki tutumu bellidir. Önce de belirttiğim gibi çok önceleri biz AKP'nin politikalarına karşı tutum almamız gerekirdi. Ama duygusal ve tepkisel yaklaşmayarak, politik yaklaşarak, acaba böyle bir süreç geliştirebilir miyiz düşüncesiyle hareket edilmiştir.

Dikkat edilirse bu görüşmeler sürecinde yapılan açıklamalarda Önderliğimiz de hareketimiz de dikkatli olmuştur. AKP'yi zorlamadan, ama demokratik siyasal çözüme çekme yaklaşımı içinde olmuştur. Ama ne var ki AKP bütün bu yaklaşımlarımızı doğru değerlendirmemiştir. Aksine oyalama, zaman kazanarak hareketimizi tasfiye edip, bakın Kürt Özgürlük Hareketi'ni ben tasfiye ettim, bu isyanı ben bastırdım, o zaman devletin de asıl sahibi ben olmalıyım demek için böyle bir konum kazanmak için kendisine verilen fırsatı doğru değerlendirmemiştir.

Görüşmeler nasıl olmuş, kimle olmuş, nerede olmuş bu konuda hiçbir şey belirtmek istemiyoruz. Bu konuda yönetimimiz açıklama yaptı. Kesinlikle bu tür yansıtmaların bizimle hiçbir alakası yoktur. Bu konuda kesinlikle dikkatli, ilkeli ve sabırlı davrandık. Dolaylı bazı şeyler zaten gerektiğinde ima edilmiştir. Bu tür görüşmeler konusunda siyasi bir ahlak ve ilke içinde olduğumuzdan görüşmelerin bizim tarafımızdan yansıtılması söz konusu olamaz. Bu görüşmelerde büyük adımlar atıldı, bu görüşmelerden çözüm çıkacak, AKP'nin çözüm iradesi var olduğunu düşündüğümüz için ilkeli davranmadık. Genel anlamda ilkeli davrandık. Çünkü bugün AKP'nin yaklaşımları böyle olur yarın farklı yaklaşımlar ortaya çıkar. Bu açıdan bu tür görüşmelerde karşı tarafın niyeti ve yaklaşımı ne olursa olsun yansıtma biçiminde bir düşünce aklımıza bile gelmemiştir. Bu bakımdan PKK yansıtmıştır biçimindeki değerlendirmeler de kesinlikle doğru değildir. AKP yandaşı basın her fırsatta PKK aleyhinde propaganda yapmayı bir ahlak haline getirmiştir. PKK yapmıştır demelerini de böyle değerlendirmek gerekmektedir.

HAVA SALDIRILARI ABD İLE BİRLİKTE YAPILIYOR
*Türk ordusu 17 Ağustos’tan bu yana hava saldırıları ve karadan yürüttüğü operasyonlarla istediği sonucu alamadığı görülüyor. Şimdi böyle bir durumda sınırötesi bir kara harekatı yapabilir mi? Ayrıca olası bir sınır ötesi kara harekatı durumunda hazırlık düzeyi nasıl ve bu harekat ne tür sonuçlar doğurur? İran’ın pozisyonu da göz önüne alındığında, nasıl bir yönelim bekliyorsunuz?

Türk devleti tabii bütün imkanlarını kullanıyor. Şu anda kuzey Kürdistan'da her alanda büyük sayıda askeri güçlerle operasyonlarını sürdürmeye çalışıyor. Sınır ötesinde hava saldırıları yapıyor. Tabii bu hava saldırılarını tek başına yapmıyor, ABD ile birlikte yapıyorlar. ABD keşif yapıyor, Türk uçakları da bu bilgiler doğrultusunda saldırılarını gerçekleştiriyor. Bu birkaç aylık savaş için şunu söyleyebiliriz: gerilla iyi bir performans göstermektedir. Eksiklikleri vardır, daha etkili de olabilir, ama buna rağmen mevcut durumdaki performansı Türk devletini oldukça sıkıştırmıştır.

ASKER VE POLİS KARAKOLLARDAN ÇIKAMIYORLAR

AKP hükümetinin tepkisi ve öfkesi biraz da bunadır. Askerler de polisler de karakollardan çıkamıyorlar. Mevcut durumda askerin operasyon yapması, operasyonla sonuç alma kapasitesi çok fazla yoktur. Bunun için sürekli arazide hareket etme yerine karakollarda bekleyerek gerilla geldiğinde darbe vurmak istiyorlar. Yani şu anda Türk ordusunun arazi hakimiyeti temelinde gerillalara darbe vurma konumu zayıflamıştır. Bu nedenle büyük sayılarla ve her türlü teknikle donanarak araziye çıkıyorlar. Zaten Türk basınında sık sık askerler niye böyle tedbirsiz çıkıyor, dikkatsiz çıkıyor, kendini hedef ediyor diye eleştirmektedirler. Bunun da etkisi olabilir, ama esas olarak da gerillanın arazideki vuruş kapasitesinin giderek yükselmesiyle birlikte Türk ordusu ancak çok büyük güçlerle hareket ettiği zaman operasyon yapmaktadır. Artık geçmişteki gibi sayısı az olduğu zaman operasyona çıkamıyorlar. Öyle özel güçlerle nokta operasyonu yapma gücü de yoktur. Şimdi bunu deneyen birlikler gerillalar tarafından avlanmaktadır.

HAVA SALDIRILARI ETKİLİ OLMUYOR

Kuzey Kürdistan'da zaten fırsat bulduklarında saldırıyorlar. Sınır üzerinde de sık sık operasyon yapmaya çalışıyorlar. Ancak ne kuzeyde ne de sınır üzerinde inisiyatifli ve etkili konumları vardır. Polisler zaten şehirde karakollarda her an saldırı bekliyorlar. Öyle ki ne asker ne polis doğru dürüst uyku uyuyor. Hava saldırıları da artık günlük sürmektedir. Hava saldırılarının fazla etkili olmadığını zaten kendileri de biliyorlar. Belirli tedbirsizlikten dolayı birkaç yerde toplam 15 kadar kayıp yaşanmış olsa da hava saldırıları en fazla da doğaya zarar vermektedir. Bu kayıplar da bir şey olmaz diyerek en basit tedbirleri almamaları sonucu gerçekleşmiştir. Hava saldırılarıyla tam bir doğa katliamı yapılmaktadır. Yine Kandil’de sivilleri vurarak katletmişlerdir. Sivilleri bilerek vurmuşlardır. İran da zaten sürekli köylere top atışı yaparak güney Kürdistan halkını Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı çıkarmaya çalışmaktadır. Karşı çıkaramıyorsa da gerillaların olduğu alanlardaki halkı tümden çıkartmayı hedefliyorlar. Sonuç itibarıyla hava saldırıları da sonuç alacak saldırılar değildir.

KARADAN GERİLLA ALANLARINA GİRMELERİ ÇOK ZOR

Kuzey Kürdistan'da asker ve polis çok sıkışınca, hava saldırılarıyla da sonuç alamayacaklarını anlayınca kara harekatını dillendirmişlerdir. İki aydan fazladır bu gündemleştiriliyor. Aslında havadan sınır ötesine sürekli saldırıyorlar. Medya Savunma Alanlarına karadan girmeleri ise çok zordur. Daha doğrusu sonuçlarının ağır olacağını bildiklerinden cesaret edemiyorlar. Gerilla hazırdır. Gerilla geldiklerinde kesinlikle büyük savaş içine girecektir. Belirli alanlara girseler de çıkışları zor olacaktır. Gerillanın moral düzeyi hiçbir zaman olmadığı kadar yüksektir. Diğer taraftan her türlü savunma tedbiri de alınmıştır. Yani tam bir alan hakimiyeti temelinde gerilla savaşı sürdürülecektir. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

GERİLLANIN BİR KAYGISI YOK

Tabii ki Türk devletinin operasyon gücü yoktur demiyoruz, gelebilirler. Gerilla da bazı kayıplar yaşayabilir. Ama gerillanın yapılacak bir saldırıyı ve işgal harekatını çok etkili karşılayacağı kesindir. Eylem gücünün de savunma gücünün de tekniğinin de en yüksek olduğu alanda bu savaşı yürütecektir. Bu açıdan gerillanın kara operasyonu yapılacak biçiminde herhangi bir kaygısı yoktur, herhangi bir ürkekliği de tedirginliğe de yoktur. Aksine güçlerimiz savaşmak istemektedirler. Birçok gerilla Botan’a, Dersim’e, Amed’e gitmek istiyor. Güney’de, Medya Savunma Alanlarında savaş ortamı olmadığı için savaşın şiddetlendiği ortamlara gitmek istiyorlar. Bu açıdan gerilla böyle bir saldırı gerçekleştiğinde büyük bir moralle ve istekle çok iyi bir savaş performansı gösterecektir.

BU KARA OPERASYONU DİĞERLERİNDEN FARKLI OLACAK


Bir kara operasyonu çok önemli siyasal sonuçlar da doğuracaktır. Bu kara operasyonu diğer kara operasyonlarından farklı sonuçlar doğuracaktır; boşa çıkarıldığında bu aslında Kürt Özgürlük Hareketi'nin zorla, askerle, polisle, teknikle tasfiye edilemeyeceğinin kanıtı olacaktır. Bunu herkes kabul edecektir. Türk devleti de zorla, şiddetle bu sorunun çözülemeyeceğini anlayacak, bu da Türkiye'de demokratik çözümün yolunu açacaktır. Bu açıdan biz tabii ki girsinler demeyiz, ama girmelerinin de Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından hayırlı sonuçlar doğuracağına inanmaktayız. Mevcut çözümsüzlükte inadı, zorla, şiddetle tasfiye etme yaklaşımları böyle bir kara operasyonuyla birlikte tümden boşa çıkarılacaktır.

FETHULLAHÇILAR KANDİL KONUSUNDA ÇARK ETTİ

Ancak AKP hükümeti ve Fetullahçılar bu durumu anladıklarından şimdi kara operasyonunu dillendirmekten kaçınıyorlar. Tezkereyi uzattılar, ama yakın bir zamanda kara operasyonu ufukta görünmüyor. Daha doğrusu yapılıp yapılmaması konusunda büyük bir tereddüt içine girmişlerdir. Öyle ki böyle bir operasyonu ilk önce dillendiren ve hemen Kandil’e gidilmesini isteyen Fetullahçılar çark etmişlerdir. Hatta şimdi böyle bir operasyonunun zorluklarını ve risklerini anlatarak önceki savaş naralarından geri adım atarak daha alttan konuşmaya başlamışlardır. Fetullahçıların psikolojik savaş organı olan aksiyon dergisinin yayın yönetmeni olan Bülent Korucu “bir kara harekatı yaparsak başımıza onlarca Silvan olayı gelebilir; bu nedenle bir kara operasyonuna gerek yoktur; ancak nokta operasyonları yapılabilir” diyerek bu mahfillerdeki konuşulanların ne olduğunu ortaya koymuştur.

NOKTA OPERASYONU SÖZLERİNİN PRATİK HİÇBİR DEĞERİ YOK

Şunu da belirtelim ki nokta operasyonu yapma sözleri de hiçbir pratik değeri olmayan propagandadan ibarettir. Türk devleti yapacağı herhangi bir nokta operasyonunda operasyon birliklerinin tümünü kaybedebilir. Söyledikleri nokta operasyonları izledikleri filmlerdeki gibi olmuyor.

İRAN ORDUSU SINIRDAKİ ÇATIŞMALARDA KIRILDI


Herhangi bir kara operasyonunda İran destek de verebilir. Destek vermez diyemeyiz. Ancak şu anda İran’la PJAK arasında bir ateşkes vardır. Gerillalar İran saldırılarına karşı kahramanca direnmiştir. Savaş tarihinde az görülecek direnişlerden biri gösterilmiştir. Aslında İran ordusu sınırdaki çatışmalarda kırılmıştır. Her saldırıları duvara çarpar gibi gerillaya çarpıp düşmüştür. Bunu rahatlıkla böyle belirtmek gerekiyor. Sonradan aracılar üzeri yapılan görüşmelerle bir ateşkes ilan edilmiştir. Bir tepe İran’ın birçok alandaki askeri güç yığınağını geri çekmesi karşılığında bırakılmıştır. Öyle bazı İran siyasetçileri ve komutanlarının açıkladığı gibi gerillalara kayıp verdirmişler sözleri tamamen bir propagandadır, yalandır. Kendi toplumuna, kendi askeri güçlerine moral kazandırma olayıdır. Biz mevcut durumda İran’ın böyle bir operasyona katılmasını zayıf bir ihtimal olarak görüyoruz. Biz İran’ın yaşanan ateşkese bağlı kalacağını düşünüyoruz. Böyle bir saldırıdan İran’ın hiçbir kazancı olmaz. Hatta içinden çıkamayacağı bir bataklığa girebilir.

PKK’NİN HEM İRAN HEM DE TÜRKİYE İLE SAVAŞMA KAPASİTESİ VARDIR

Şunu da belirtelim, Kürt Özgürlük Hareketi'nin hem İran’a hem de Türkiye'ye karşı savaşma kapasitesi vardır. Gerillanın İran’a karşı harekete geçtiği taktirde İran’a çok büyük darbeler vuracağı açıktır. Bugün Türk ordusu bu kadar tecrübesine rağmen ancak büyük güçlerle araziye çıkıyorsa, her araziye çıkışı da gerilla için bir fırsat oluyorsa gerilla İran’da daha da etkili olabilir. Bu bakımdan da iki güç birlikte gelmiş savaşa girmiş biçiminde bir kaygımız yoktur. Gerilla her türlü olasılığa karşı direnişe hazırdır. Halkımız dört parçada böyle bir saldırı karşısında bu direnişi destekleyecek konumdadır.

KARA HAREKATININ SONUÇLARINDAN ÜRKÜYORLAR

Türk devleti sonuç alacağına inansaydı şimdiye kadar çoktan kara operasyonu yapardı. Yapamıyorsa bu başarısızlığını gördüğündendir. Ne güneyliler, ne Irak engeldir ne de ABD engeldir. Böyle engeller yok. Ama yapacağı bir kara harekatının sonuçlarından kendisi ürkmektedir. Bunun da kamuoyu tarafından bilinmesi gerekmektedir. Zaten sonradan Erdoğan uçaklarımızı gönderiyoruz, sınır ötesi harekat yapıyoruz, dedi. Doğru o da bir sınır ötesi harekattır, ama sonuç almayan bir sınır ötesi harekattır. Birçok uzman konuşuyor, mutlaka Kandil’e gidilmeli, şuraya gidilmeli, sonuç alınmalıdır diyor.

BAHÇELİ KANDİL’E MEHTER TAKIMI İLE Mİ GELECEK?

En son MHP genel başkanı Devlet Bahçeli de Türk bayrağını Kandile dikmeliyiz, dedi. Herhalde kendisi de mehter takımının başında Kandile gider! Herkes bilmelidir ki böyle bir sonuç alacak kara operasyonunun olmayacağını da daha önceki operasyonlar ortaya koymuştur. Daha önceki kara operasyonlarında aylarca Medya Savunma Alanlarında kaldıkları zamanlar da olmuştur. Hatta bu operasyonların bir kısmını tek başına da gerçekleştirmemiştir. O zaman başarılı olamamıştır. Şimdi tek başına yapacağı bir operasyonda başarılı olması mümkün değildir. Herhalde bu nedenle olacak ki İran’ı işin içine çekmek istemektedirler. Başbakan'ın Amerika’da konuşması bunu ifade etmektedir.

Bir daha belirtelim: Türk ordusunun kara operasyonu yapacak imkanları vardır, ama sonuç alması zordur. Aksine bir kara operasyonun bozgunla sonuçlanması ihtimali yüksektir. Erdoğan da zaten kara operasyondan söz etme yerine, sınır birliklerini güçlendireceğiz, sınır birliklerine 7-10 yıl kalacak tecrübeli askerler konulacaktır diyor. Şu andaki sınırı koruyan askerler tecrübesizdir diyerek sınırda tecrübeli askerlerden duvar örmekten söz ediyor. Sorun tecrübe ve tecrübesizlik sorunu da değildir. Askerler de savaşıyorlar. Uzun süredir uzman çavuşlar savaşıyorlar. Bunlar zaten sürekli asker olan insanlardır. Ama son çatışmalarda dikkat edilirse en fazla bunlar kayıp vermektedir.

Şöyle yapalım, şöyle girelim biçimindeki değerlendirmeler gerillayı düşünmeden, tek taraflı yapılan değerlendirmelerdir. Halbuki gerilla tarzı, karşısındaki güç ne olursa olsun, hangi tekniğe sahip olursa olsun zayıf anını bulup vurma taktiğidir. Bu yönüyle hiçbir askerin, hiçbir profesyonelin gerillanın ne inancına ne teknik ne de taktik kapasitesine ulaşması mümkündür. Nitekim Başbakan Kürt Özgürlük Hareketi ve gerilla karşısındaki yenilmişliğini, teknik alarak, profesyonel ordu kurarak gidereceğini düşünmekte, böylelikle aslında Kürt Özgürlük Hareketi karşısında yaşadığı başarısızlığı örtmeye çalışmaktadır.

Gelinen aşamada esas olarak psikolojik savaşın bir parçası olarak kara operasyonunu dillendiriyorlar. Böylece operasyon yapabilecekleri ve bununla gerillayı tasfiye edebilecekleri algısını yaratmaya çalışıyorlar. Hatta daha ileri giderek Irak’ı ayarladık, İran’ı ayarladık, KDP ve YNK’yi ayarladık, ABD de destek veriyor, artık PKK'nin sonu geldi biçimindeki bir propagandanın malzemesi olarak kullanıyorlar. Gerilla karşısındaki zorlanmayı bir de bu yönlü yürütülen psikolojik savaşla örtmeye çalışıyorlar.

ERDOĞAN OBAMA GÖRÜŞMESİ

*Erdoğan ve Obama arasındaki son görüşmeyi 2007 görüşmelerinin yenilenmesi olarak değerlendirenler de oldu. Yine İngiltere Genelkurmay Başkanı Türkiye’ye geldi, NATO'nun üst düzey komutanları da temaslarda bulundu. Daha önce de bu tür ziyaretler sonrası kapsamlı planlar devreye konuluyordu. Bu durumu nasıl okumak gerekir? Sizin cephenizde bu görüşmeler nasıl algılandı?

-Obama-Erdoğan görüşmesi kuşkusuz Bush-Erdoğan görüşmesindeki anlaşmaların, mutabakatların yenilenmesi anlamına gelmektedir. Ama bazı yönleriyle daha kapsamlıdır. Özellikle Ortadoğu’ya yönelik ortak bir saldırı içindedirler. Türkiye ABD'nin verdiği siyasi desteği kendine göre Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesinde nasıl kullanırım yaklaşımı içindedir. Bu çerçevede tabii ki NATO’yla da ilişkilerini sıkılaştırmıştır. NATO da belirli yönleriyle Türkiye'ye destek vermektedir. Bu çerçevede ROJ TV davası da sürdürülmektedir. Tüm bunlar Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı kapsamlı bir salıdırı harekatının olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar kapitalist modernist sistemin bölgedeki ajanlığı rolüne soyunmasının en temel nedeni de budur. Türk devleti hala ekonomik, sosyal, kültürel ve diplomasi imkanlarını tamamen Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesine harcamaktadır. Bu yönüyle Kürtleri tasfiye etme, yok etme, ortadan kaldırmayı amaç edinen bir özel savaş devletidir. Bu karakteri AKP hükümeti zamanında değişmemiştir. Değişen sadece bölgedeki koşullar ve iç koşullar nedeniyle iktidar blokları olmuştur. Eski iktidar bloklarıyla Türk devletinin ne içerde ne dışarıda etkili olması mümkündü. İçeride Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı en etkili güç olarak düşündükleri siyasal İslamcıları devreye koydular. Dışarıda da yine siyasal İslamcı bir iktidarla Ortadoğu’da etkinliğini arttırmak istemektedirler. Bu yönlü siyasi yeni bir yaklaşım benimsenmiştir, ama Kürtlere karşı politikada kesinlikle özde bir değişiklik yoktur. Değişiklikler yeni koşullara uygun, özellikle Kürt halkının mücadelesi karşısında meşruiyetini tazeleme, yenileme için yapılan kimi söylemler ve özü değiştirmeyen, hatta inkar ve imha sistemini örten kimi girişimlerdir.

PKK’Yİ TASFİYE PLANLARI MASABAŞINDA OLUR

AKP hükümeti her ne kadar ben Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edebilirim diyorsa da son on yıldır o iktidardadır. Özelikle de 2007’den bu yana saldırılarını hiçbir dönemde olmadığı kadar arttırmıştır. Ama bu saldırılardan sonuç almadığı gibi, Kürt Özgürlük Hareketi karşısında hem askeri, hem siyasi hem de ideolojik anlamda zayıflamış konumdadır. Bu nedenle bu kadar dış desteğe bel bağlamaktadır. Bu nedenle bu kadar psikolojik savaşa bel bağlamaktadır. İstediği kadar ABD’ye işbirlikçilik yaparak Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme politikası izlesin, ama dünyayı, herkesi kendi inkar ve imha siyaseti doğrultusunda harekete geçirme gücü ve kapasitesi yoktur. Türk devleti istiyor ki bütün dünya kendilerine PKK'nin tasfiyesi için destek versin. Verilen destekleri yeterli görmüyor. Herkes benim gibi PKK'ye karşı savaşsın diyor. Komşularla sıfır sorun politikası nasıl ki gerçekçi değildi, doğru değildi, sonunda bütün komşularla çatışma içine girdiyse, bu beklenti de doğru değildir. Bu açıdan herkesi Kürtlerin üzerine sürerim sonuç alırım yaklaşımı gerçekçi değildir. Kuşkusuz dış destekle çözümsüzlükte ısrar etmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi karşısında bu dış destekle ayakta kalmaktadır. Eğer bu dış destek olmasaydı daha 1990’larda tümden çökebilirdi. Kürt halkına karşı mücadeleyi esas olarak dış destekle sürdürüyor. Dış destek olmasa bu mücadeleyi bir ay sürdürecek gücü yoktur. Kürt Özgürlük Hareketi karşısında, halkın mücadelesi karşısında kesinlikle kısa sürede çöker. Ama askeri destek alıyor, siyasi ve diplomatik destek alıyor, işlediği suçlara göz yumuluyor. Bu düzeyde de kendisine göz yumulduğu için bu saldırıları sürdürmektedir.

Eğer kullanabildikleri bir ülke olmasaydı binlerce siyasi tutuklunun olmasına bu kadar göz yummazlardı. Başka bir yerde olsa kıyamet koparılır, o devletin, ülkenin halka zulüm yaptığı söylenirdi. Ama bırakalım bunları dillendirmesi, eğer bu operasyonlar görmezlikten geliniyorsa bu Kürt halkına karşı yürütülen savaşın arkasındaki gücü göstermektedir. Ama ne kadar dış destek alırsa alsın kendi istediği düzeyde bir destek bulması mümkün değildir. Çünkü bütün dünyanın işini gücünü bırakıp Türk devleti gibi tümden Kürtleri yok edeyim yaklaşımı içinde olması düşünülemez. Çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar, çıkarları ne kadar destek gerektiriyorsa o kadar veriyorlar. Daha fazla destek vermeleri demek, bizzat kendilerinin savaş içine girmesi demektir. ABD savaşın içine girecek, Avrupa girecek, İran girecek, ırak girecek, Güneyliler girecek PKK'yi tasfiye edecekler! Bu tür şeyler ancak masa başında olur. Tabii ki dış destek alarak mevcut inkar ve imha sistemini sürdürüyor, çözümsüzlüğünü sürdürüyor. Kürt halkının bu haklı mücadelesi karşısında bu çözümsüzlük ve tasfiye politikasını sürdürmede ısrar ediyor. Kürt sorununda çözümsüzlüğün yaşanmasının önemli bir nedeni de dış destektir. Dış destek olmasaydı şimdiye kadar Kürt sorunu çoktan çözülmüştü. Zaten dış güçler de Kürt sorununun çözümünü istemiyorlar. Türkiye'nin sürekli bu sorunla uğraşmasını, bu sorunla uğraşarak kendilerine daha fazla bağlanmasını, kendilerine bağlayarak da bölgedeki politikalarında kullanmak istiyorlar. Şu anda yaşanılan ve Türkiye'ye yaşatılan budur.

ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI TAM BİR DEMAGOJİ
*Türk Başbakan Erdoğan “bizden iyi niyet beklemesinler” ve “terörle mücadele, siyasetle müzakere” diye açıklamalar yaptı. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk Başbakan'ın bizden iyi niyet beklemesinler sözü tam bir demagojidir. Türk devletinin Kürt halkına, Özgürlük Hareketi'ne karşı bir iyi niyet beslediğini hiç görmedik. Aksine sürekli kötü niyetli olmuşlardır. Kürt Özgürlük Hareketi makul, iyi niyetli yaklaşım göstermesine rağmen buna bile bırakalım iyi niyetli yaklaşmayı, bunu da fırsatçı temelde Kürt Özgürlük Hareketi'ni oyalayarak, zamana yayarak tasfiye etme doğrultusunda değerlendirmek istemişlerdir. Faaliyetleri açık ve gözetim altında olan belediye başkanları, ilçe yöneticileri niye tutuklanıyorlar? AKP'nin bir tasfiye politikası var. Bu kabul edilmediği için tutukluyorlar. Kürt Özgürlük Hareketi'ni güçsüzleştirerek kendi politikasını dayatmak istiyor. Bu çerçevede 3000 siyasetçinin tutuklanması mı iyi niyettir? Seçilmişlerin tutuklamasının neresi iyi niyettir? Onlar herhangi bir illegal faaliyet yürüttüğü için değil, sözlerinden ve tutumlarından dolayı, AKP'nin politikalarına karşı tutum gösterdikleri için, AKP'nin politikalarına boyun eğmedikleri için tutuklanmaktadırlar. Ya benden olursun ya da karşıdan olursun, AKP'nin politikası budur. Ya benim politikama uyarsın ya da seni terörist suçlamasıyla zindana atarım demektedirler. Bush’un ya bizdensiniz ya da karşıdansınız deyip kendisine destek olmayan herkese savaş ilan etmesi gibi bir politika izlemektedirler. Bunun neresi iyi niyetlidir. İyi niyet binlerce siyasetçiyi tutuklamaksa, iyi niyet ateşkeslere rağmen operasyonlar yaparak 3 şurada, 5 şurada, 10 şurada gerilla öldürmekse, iyi niyet tek taraflı ateşkeslere rağmen, demokratik çözüm ve barışa rağmen hiçbir adım atmamaksa, iyi niyet fırsatını bulduğunda çakal gibi yüklenmekse, kötü niyet nasıl oluyor? Bu açıdan Kürt halkı, Kürt Özgürlük Hareketi ne AKP'den ne de devletten herhangi bir iyi niyet görmüştür. Aksine Kürt Özgürlük Hareketi'nin iyi niyetli yaklaşımları hep kötüye kullanılmıştır, fırsatçı yaklaşılmıştır. Bunun dışında farklı bir gerçekten söz etmek mümkün değildir.

AKP HÜKÜMETİNİN MÜZAKERE ZİHNİYETİ YOK

Terörle mücadele, siyasetle müzakere de tam bir demagojik söylemdir. Aslında AKP hükümetinin müzakere diye bir zihniyeti yoktur. Türk devleti hala bu zihniyete gelmiş değildir. Kendi düşündüklerini dayatma politikası izlemektedirler. Aslında müzakere kavramını belki kullanmazdı ama PKK ile görüşmeler kamuoyunda tartışıldı, birçok çevre bakın görüşme iyidir, müzakere iyidir, müzakereyle bu sorunu çözmek lazım, doğru olan budur biçiminde yaygın bir kamuoyu oluştu. Terörle mücadele, siyasetle müzakere ederiz diyerek bu çevrelerin desteğini almaya çalışıyor. Bu yönlü yaklaşımları bulunan çevrelerin de desteğini alarak Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı saldırılarını daha da meşrulaştırmak istiyor. Bu, saldırılarına destek almak için söylenmiş bir sözdür.

Terörle mücadelede yaptığı en fazla da binlerce siyasetçiyi tutuklamaktır, her gün bir belediye başkanı ya da bir siyasetçi tutuklanıyor. En son tutuklamaları daha da meşrulaştırmak için vakıftan para alıyorlar, bu paraları PKK'ye gönderiyorlar yalanını ortaya attılar. Bununla tutuklamaları daha da arttıracakları anlaşılıyor. Sivil demokratik siyasetçileri tutuklayarak, sivil toplum örgütü üyelerini tutuklayarak, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinde ısrarlı olan yurtseverleri tutuklayarak suyu kurutup balığı öldürme politikası izlemektedir. Bu nedenle bu kadar tutuklama yapmaktadır. Terörle mücadele dediği bunlardır. Son zamanlarda bunu zaten dile getirmişlerdir. Terörle mücadelede daha sert davranılacak, acımasız davranılacak, teröre destek olanlara müsaade edilmeyecek denilmiştir. Bu siyasetle müzakere midir, siyasetle savaş mıdır? Terörle mücadele dediği aslında demokratik siyasetle savaştır.

ŞANTAJ VE TEHDİT POLİTİKASI

Terörle mücadele dediği şeylerden biri de Önder Apo üzerinde uyguladığı şantaj ve tehdit politikasıdır. Bilindiği gibi Kürt halkı siyaseti devreye koyarak bu sorunu çözmek istedi. Düşünce gücüyle bu sorunu çözmek istedi. Ama gösterilen yaklaşım ortadadır. Siyasete saldıran, siyaseti anlamsızlaştıran bu politikalardır. Bu politikaları uygulayanların siyasetle müzakere yapacağız demesinin hiçbir anlamı yoktur. Kürt demokratik hareketi birkaç seçimdir hep AKP karşısında başarılı oldu. Ne var ki bunun karşısında demokratik bir tavır takınmak yerine BDP'yi geriletmek için her türlü yol ve yöntem denenmektedir. Bu yolla BDP'yi zayıflatıp Kürdistan'daki oylarını arttırarak, bakın Kürtleri temsil etmiyorlar deyip inkar ve imha politikalarında ısrar etmek istiyor. Kürtlerin özerklik talebi de anadilde eğitim talebi de, çok dillilik talebi de yoktur. Bunlar terör örgütünün talepleridir diyerek Kürt halkı üzerindeki inkar ve imha siyasetini sürdürmek istemektedir. Böyle bir siyasi yaklaşım içinde olanın siyasetle müzakere anlayışı olabilir mi? Dolayısıyla bu sözler demagojiden öte bir anlam ifade etmiyor.

Yaptığı uygulamalar arkasından söylediği bu sözlerle demokratik siyasetçilere şu mesaj veriliyor: Biz bu kadar siyasetçiyi zindana atıyoruz, buna çıkmazsanız, Kürt Halk Önderine tecrit ve şantaj uyguluyoruz, buna karşı çıkmazsanız, belediyeleri şöyle sıkıştırıyorum, onların çalışma alanlarını daraltıyorum buna sesiz kalırsanız, psikolojik savaşla karalama kampanyası yapıyorum, tüm bu politikalarla sizin altınızı oyuyorum, sizi giderek marjinalleştireceğim, eğer bunlara ses çıkarmazsanız sizinle müzakere olur, diyorlar. Daha doğrusu size bir merhaba derim, konuşurum, bu kadar bir lütuf yaparım diyorlar. İşte iyilik dediği, iyi niyet dediği, müzakere dediği budur. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir müzakere olabilir mi? Buna kim müzakere der? BDP ve demokratik siyaseti tüketeceksin, çoğunu zindana atacaksın, ondan sonra da gel birkaç kişiyle konuşalım diyeceksin! Bunu da bir görüşme ve müzakere diye yutturacaksın! Bu açıktan açığa Kürtlerin gözünün içine bakarak hakaret etmektir, aşağılamaktır.

Terörle mücadele, siyasetle müzakere derken bir amacı da Kürt Özgürlük Hareketi'yle BDP'yi karşı karşıya getirmektir. Belki BDP içinde bazı zayıflıklar varsa onları kışkırtmaya çalışıyor. Bakın işte terörle mücadele ediyorum, ona ses çıkarmazsanız, onu normal görürseniz ben de sizi muhatap alırım, dikkate alırım, size hoş yaklaşırım, iyi yaklaşırım diyerek zayıf kişilere seslenmektedir. Yoksa Erdoğan’ın bu söylemini BDP’liler de demokratik siyasetçiler de ciddiye almaz. Zaten Selahattin Demirtaş ilk günde Kürtler arası bölünme yaratarak hiçbir yere varılamaz diyerek daha baştan tutumunu koymuştur. Kürtler o kadar politik toplumdur ki bu tür demagojik sözleri, basit sözleri bir çocuk kandırır gibi söylenecek sözleri kimse ciddiye almaz.

Bakın ben terörle mücadele ediyorum, ama siyasetle müzakere yaparım diyerek bazı Kürtleri heveslendirme, yine bazı kendine liberal demokrat diyen kesimleri umutlandırmak istiyor. Müzakere yaklaşımı da olabiliyor biçiminde bir algı yaratarak Kürt hareketi ve demokrasi güçleri içinde parçalanma yaratmaya çalışıyor. Zaten Türk devletinin Kürtlere karşı yürüttüğü politikanın esası budur. Kürtler arası birlik olmasın, Kürtlerle demokrasi güçleri birlik olmasın, Kürtleri parçalayayım, demokrasi güçlerini parçalayayım böylelikle hem Kürtler üzerinde hem de demokrasi güçleri üzerinde istediğim egemenliği, hegemonyayı kurayım yaklaşımı içindedir. Bu açıdan AKP'nin bu yaklaşımlarını doğal görmek lazım. Zaten son zamanlarda en fazla da acaba Kürtler içinde bölünme, parçalanma yaratabilir miyim konusu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Nitekim Kemal Burkay’ı çağırmaları, başkalarını çağırmaları tamamen Kürt halkına karşı, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı bazı Kürtleri kullanmak amaçlıydı. Kemal Burkay siyasetle bile uğraşmıyordu. Örgütünü bile bırakmıştı. Dostlar bizi pazarda görsün misali arada sırada bazı yerlerde düşünce belirtiyordu. Şimdi getiriyorlar televizyon televizyon, gazete gazete dolaştırıyorlar. Yine Kürt aydını olarak pazarladıkları bazılarını Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı çıkarmaya çalışıyorlar. Bunlar eliyle toplumun da kafasını karıştırmaya çalışıyorlar. Bunlar aslında AKP'nin müzakereyle sorunu çözmek istediğini söyleyip AKP'nin tasfiye politikalarına karşı halkın mücadelesini engellemeye çalışanlardır. Böylece demokratik güçlerin, demokrasi güçlerinin, halkın, toplumun inkar ve imha siyasetine karşı mücadelesini engelliyorlar. Böylelikle de Kürt Özgürlük Hareketi'nin bu mücadelesizlik ortamında tasfiye edebileceğini düşünüyorlar. Özcesi Başbakan’ın söyledikleri Kürt toplumunu, Kürt halkını AKP hükümetine karşı, devlete karşı mücadelesiz bırakmak için kullanılan sözlerdir. Toplumu, halkı mücadelesiz bırakarak kendi inkar ve imha siyasetini, siyasi egemenlik ve kültürel soykırım politikalarını önlerine engel çıkarmadan sürdürmek amaçlı söylenen sözlerdir.

ALIKONULAN ÖĞRETMENLER VE İŞÇİLER
*Hareketinizin aralarında öğretmenler ve işçilerin de olduğu alıkoyma eylemlerindeki esas amaç nedir?

Kuşkusuz öğretmenler ve işçilerin alıkonulması onlara yönelik herhangi bir fiziki yönelimle ilgili değildir. Onların bizzat kendisi hedef değildir. Onların yaptığı işle ilgili alıkoymalar vardır. Çünkü sömürgeci ve kültürel soykırımcı devletin işlerinde çalışmaktadırlar. Eylül ayı okulların açıldığı aydır. Çeşitli sivil toplum örgütleri de zaten okulları boykot kararı almıştı. Kürt Özgürlük Hareketi ve gerilla da bu inkarcı, asimilasyoncu, kültürel soykırımcı eğitim sistemine karşı olduğunu ortaya koymak için öğretmenleri alıkoymuştur. Böylelikle halkın ve kamuoyunun dikkati kültürel soykırımcı sisteme çekilmek istenmiştir. Diğer taraftan da Türk devletine, bu asimilasyoncu, kültürel soykırımcı sistemin kabul edilemeyeceğini, bunun kabul edilmesinin mümkün olmadığını, bu eğitim sisteminin meşru olmadığı bir daha hatırlatılmıştır. Yoksa hareketimizin öğretmenlerle herhangi bir alıp veremediği yoktur. Ama sömürgeci, kültürel soykırımcı sistemin parçasıdırlar. Bu yönüyle öğretmenlere de bir uyarı vardır. Türkiye'den kalkıp Kürdistan'a gelip asimilasyonun parçası olma kabul edilemez. Kuşkusuz öğretmenlerin içinde Kürtler de vardır. Biz bütün öğretmenlerin bu asimilasyon sistemini görmesi ve karşı çıkması gerektiğini düşünüyoruz. Anadille eğitim yapamamanın çocuklar ve toplum üzerindeki olumsuz etkisini, asimile edilirse onun kişiliği üzerinde nasıl etkide bulunduğu bilinmektedir. Bu yönüyle de tabii ki öğretmenlerin asimilasyon politikalarına, kültürel soykırım politikalarına daha fazla seslerini yükseltmeleri gerekmektedir. Kuşkusuz Eğitim-Sen’in bu konuda çabaları vardır. Eskiden tüzüğünde anadilde eğitim vardı, ama devlet şantaj ve tehdit yapınca kaldırdılar. Biz tüzükteki anadilde eğitim maddesinin kaldırılmasına daha baştan karşı çıktık. Ama o koşullarda baskıyı kaldıramadılar.

Bir daha bu vesileyle belirtelim ki anadilde eğitim ve çok dillilik Kürt halkının en temel hakkıdır. Bazı hakların tartışması bile yapılamaz. Anadilde eğitim olsun mu olmasın mı, Tartışılacak konu mudur? Çok dilli yaşam olsun mu olmasın mı, tartışılacak bir konu mudur? Tabii ki Kürt halkı yaşamının her alanında Kürtçe konuşacaktır; eğitimini de Kürtçe görecektir. Duruma böyle bakmak gerekmektedir. Bu açıdan bu öğretmenlerin alıkonulması tamamen Eylül ayında okulların açıldığı dönemde asimilasyoncu, kültürel soykırımcı sisteme karşı toplumun ve eğitim camiasının, dikkatlerini çekmek amaçlıydı.

İşçilerin alıkonulmasını da aynı çerçevede ele almak gerekiyor. Dikkat edilirse bu işçilerin çoğunluğu barajlarda çalışan işçilerdir. Barajlar da kültürel soykırımın en temel parçasıdır. Barajlarla sadece doğa yok edilmiyor, barajlarla bir halkın tarihi, kültürü, hafızası, inançları yok ediliyor. Dersim’deki barajlarda olduğu gibi Kürt halkının bütün bellekleri, bütün bilinçleri, bütün inanç mabetleri, inandıkları değerlerin hepsi su altında bırakılıyor. Bu bir kültürel soykırımdır. Fiziki soykırımdan daha tehlikeli bir soykırımdır. Hasan Keyf’te de öyledir. Diğer alanlarda da barajlar tamamen kültürel soykırıma hizmet etmektedir. Bir taraftan da Kürdistan'ı insansızlaştırmayı hedefliyorlar. Zaten 1990’lı yıllarda milyonlarca Kürt zorla Kürdistan'dan göçertildi. Kürdistan insansızlaştırılmak istendi. Şimdi barajlarla bu tamamlanmak isteniyor.

Utanmadan şimdi de bir teori üretiyorlar, Kürtlerin çoğu metropollerdeymiş! Ama bunu siz yaptınız, devlet yaptı!. Kürdistan'ı insansızlaştırmak için, Kürdistan'daki özgürlük mücadelesini bastırmak için özellikle dağlık alanlara yakın bütün köyler boşaltıldı. Kürdistan coğrafyasının çoğu da dağlık olduğundan dolayı neredeyse köysüz bir coğrafya yaratmak istediler. Yaptıkları marifetmiş gibi şimdi bakın Kürtlerin yarısı metropollerde yaşıyor diyorlar. Özerkli isteyince onların durumu ne olacak, Federasyon olunca onların durumu ne olacak, diyerek adeta Kürtlerle alay ediyorlar. Bu kadar ikiyüzlüce ve pişkince bir yaklaşım olur mu? Çingene’nin yiğitliğini anlatırken hırsızlığını ele vermesi gibi kendi suçlarını ortaya dökmektedirler. Köy yakmalarla, faili meçhul cinayetlerle yapılmak istenen şimdi barajlarla sürdürülüyor. Sadece Kürdistan'ı insansızlaştırmıyorlar, kültürel değerleri de yok ediyorlar.

Barajların yapıldığı yerler akarsu kenarlarıdır. Akarsu kenarlarına tarih boyunca hep köyler, kasabalar, şehirler kurulmuştur. Tarih ve kültür bu su kenarlarında yaşamıştır. Şimdi bütün buralar baraj altında bırakılarak Kürt halkının tarihsel, kültürel bütün değerleri yok edilmek isteniyor. Kültürel değerlerinin çoğunluğunun Zeugma mozaikleri gibi alınıp herhangi bir müzeye konması da mümkün değildir. Kaldı ki bu tür taşımalar da bir kültürel soykırımdır. Zeugma nerede güzeldir? Kendi bulunduğu toprakta güzeldir. Her çiçek kendi toprağında güzeldir misali, her tarihi eser de kendi bulunduğu yerde değerlidir. Adıyaman’ın heykellerini müzeye götüreceklermiş! Böyle bir şey olabilir mi? Bunların hepsi kültürel soykırım politikalarının parçasıdır. Adıyaman’daki kültürel heykellerin müzeye götürülmesi de bunun bir parçasıdır. Bunu herkesin böyle bilmesi gerekmektedir. Bu tür şeylere karşı çıkılmalıdır. Bugün dünyada yerlerinden sökülmüş, götürülmüş bütün tarihi eserler tekrar eski mekanlarına getirilmektedir. Çünkü her tarihi eserin kendi bulunduğu yerde değerli olduğu düşüncesi Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilmiştir. Nitekim Türkiye bile birçok tarihi eseri geri getirme çalışması yürütmektedir.

Alıkonulan işçiler barajlarda ya da karakollarda çalışmaktadır. Kültürel soykırımın işlerinde çalışmak suçtur. Biz tabii ki barajlarda çalışan işlerin bir daha çalışmamasını istiyoruz. Serbest bırakıldılar, ama bir daha gelmemelidirler. Çalıştıkları yere bir daha gelirlerse o zaman uzun süreli alıkoymalar gündeme gelebilir. Herkes bilmelidir ki kültürel soykırım araçları olan barajlar gerillanın hedefindedir. Baraj yapılması kesinlikle savaşın bir parçasıdır, kültürel soykırımın bir paçasıdır. Kültürel soykırım da bir suçtur. Öyle barajdır, kalkınmaya hizmet ediyormuş sözleri kesinlikle doğru değildir. Kürdistan'daki hiçbir baraj kalkınmaya hizmet etmemektedir. Çünkü Kürdistan'daki mevcut barajlar bile Kürdistan'daki enerji ihtiyacının on katını karşılar. Bütün barajlar Kürdistan'dadır. Fırat barajıdır, Karakaya barajıdır, Atatürk barajıdır, Birecik barajıdır, bunların hepsi Kürdistan'dadır. Ama buralarda üretilen enerjinin %90’ı Türkiye'ye gitmektedir. Dolayısıyla Kürt halkının baraj yapımlarına karşı çıkması gerekiyor. Karadeniz’de küçük derelerin önünde küçük barajlar kurulmasına bile halk karşı çıkmaktadır. O karşı çıkışlar meşrudur. Onlar meşru ise bizlerin, Kürt halkının bu barajlara karşı çıkması yüz kere meşrudur. Çünkü daha büyük barajlarla bütün tarihi kültürel değerlerimizi ve doğamızı yok ediyorlar. Sadece bir köyü ve şehri ilgilendirmiyor, bir bütün olarak Kürdistan'ı ilgilendiriyor bu barajlar. Kürdistan'daki ekolojik dengeyi bozuyor, demografik dengeyi bozuyor.

Biz barajlara, karakollara, devletin savaşına ve kültürel soykırımına hizmet eden bütün inşaatlara ve yapılara karşıyız. Bu açıdan işçilerin buralarda çalışmaması gerekiyor. Buralarda çalışmak bir suçtur, savaşın bir parçası olmaktır, bir asker gibi olmaktır. Bu açıdan bu işçilerin alıkonulmasıyla bu işçilere ve baraj yapımcılarına mesaj verilmiştir. Bunların bütün müttehitler tarafından da işçiler tarafından da dikkate alınması gerekiyor. Sadece işçiler değil müttehitlere de mesaj verilmektedir. Gerillanın bu girişimlerini kalkınmaya karşı çıkıyorlar, eğitime karşı çıkıyorlar biçiminde yansıtmak kesinlikle gerçekleri çarpıtmaktır. Siyasi sömürgeciliği ve kültürel soykırımı meşru görmektir. Kürdistan'da siyasi sömürgecilik ve kültürel soykırım meşru değildir. siyasal sömürgeciliği, kültürel sömürgeciliği, hatta ekonomik sömürgeciliği gerçekleştirmeye yönelik bütün işletmeler, bütün inşaatlar, bütün yapılar tabii ki Kürt gerillanın hedefinde olur. Başka ülkelerdeki siyasi sömürgeciliğe ve kültürel soykırımcılığa karşı yürütülen mücadelelerde, işgallere karşı yürütülen mücadelelerde çok sert uygulamalar vardır. Bu tür sömürgeciliğin parçası olan güçler çok şiddetle cezalandırmaktadırlar. Ama hareketimiz bu tür konularda şimdiye kadar çok dikkatli davranmıştır. Çünkü Türkiye'de kültürel soykırım o kadar meşrulaştırılmıştır ki Türkiye'de birçok kişi bu yaptığı suçları normal görüyor. Bilerek yapmıyor. Öğretmen olmayı da inşatlarda çalışmayı da karakol yapmayı da asker olmayı da polis olmayı da vatanım için yapıyorum diyor. Bu nedenle Kürdistan'a geliyor çalışıyor ya da savaşıyor. Bu açıdan tabii ki özellikle de asker ve polis dışındaki sömürgeci kurumlara yönelme konusunda dikkatli davranıyoruz. Eğer dikkatli davranmazsak çok farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Başka yerlerdeki direnişçiler sömürgeci güçlerin, işgalcilerin ekonomik, sosyal, kültürel politikalarına onların kurumlarına nasıl yaklaştığı bilinirse hareketimizin bu konuda çok dikkatli davrandığını herkes takdir eder.

KARAKOL, BARAJ VE ASKERİ FAALİYETLERE HİZMET EDEN YERLERDE ÇALIŞMAK SUÇTUR

Sömürgeciliğin karakol, baraj ya da başka ekonomik, askeri faaliyetlerine hizmet eden yerlerde çalışmak suçtur. Özellikle barajlarda işçilerin çalışmasını kabul etmiyoruz, karakollarda çalışmasını kabul etmiyoruz. Eğer müttehitler ve işçiler bu durumu dikkate almazlarsa belirli zamanlarda yaşamları bile tehlikeye girebilir. Çünkü bu tür yerlerin çoğu polis ve asker tarafından korunmaktadır. Bu da oralara yönelik baskınlarda çatışmaların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bu tür işletmelerde, inşaatlarda işçilerin çalışmamasını istemiyoruz. Sadece Kürt işçiler çalıştırılmıyor, Türkiye'den de işçiler getirilmektedir. Umarız bundan sonra hem müttehitler bu tür işleri almazlar hem de işçiler bu tür iş yapan müttehitlerin şirketlerinde çalışmazlar.

ANF NEWS AGENCY

Büyük Komplodan Geriye Kalan -1

Ferda Çetin


ABD 2000’li yıllara yeryüzünün tek hakimi olarak girmek istiyordu. Öyle ya reel sosyalizm yıkılmış, “imparatorluk”un önündeki en büyük engel Rusya kendi derdine düşmüş, geriye sistem muhalifi halk hareketleri, devrimci-sosyalist güçler kalmıştı. ABD ise bu güçlerin tümünü çoktan “terörist” ilan etmiş, eski ulusal güvenlik danışmanlarından Zbigniew Brzezinski’nin daha 1997’de yazdığı “2000’li yıllara sıfır terörle girme” senaryosunun çekimlerine başlanmıştı. Bu plan zaten Balkanlarda, Yugoslavya’da hayata geçirilmiş, Kürdistan, Afganistan ve Ortadoğu için yeni planlamalar yapılıyordu. Master planın adı BOP’tu. İçeriği, detayları her coğrafyada özgünlüklerine göre oluşturulacaktı.

Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in, Suriye’ye tehditler savurduğu 16 Eylül 1998 tarihli konuşması da bu planın bir parçasıydı. Ardından TC. Cumhurbaşkanı Demirel, bu konuşmanın aynısını 1 Ekim 1998 günü TBMM’de tekrarladı. Mısır devlet Başkanı Hüsnü Mübarek hem Hafız Esat’la hem Demirel’le paralel görüşmeleri bu süreçte gerçekleştirdi. Mübarek’in Demirel’le paylaşacağı, müzakere edeceği pek bir şey yoktu. İkisi de ABD’nin sadık adamlarıydı. Ancak Mübarek, Hafız Esad’a geliştirilecek sürecin ciddiyetini, eğer Öcalan Suriye’den çıkarılmazsa oluşacak uluslar arası baskıyı ve tehditleri anlatıyordu. Suriye yetkilileri de bu durumu doğrudan Öcalan’la ve PKK ile paylaştı.

Aynı günlerde Kürt Halk Önderi Öcalan sıkça, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği uluslararası bir komplodan söz ediyordu. 9 Ekim’di, o akşam Öcalan MED TV’de bir programa katılarak bu konuda konuşacaktı. Programın duyurusu daha önce yapılmıştı. Ancak o akşam MED TV yayınları kesildi.

MED TV’nin yayın lisansı 1995’te İngiltere’den alınmıştı. İlk ve tek Kürt televizyonu olarak o tarihten beri yayın yapıyordu. 9 Ekim’de yayını kesen kurum İngiliz Bağımsız Televizyon Komisyonu (ITC)’ydu. Komisyonun ne kadar bağımsız olduğu kısa sürede açığa çıktı. MED TV’nin kapatılma kararının veren kurumun koordinatörü Robin Biggem, aynı zamanda Britishairspare (BAS) şirketinin de ortağı ve tepe yöneticilerindendi. BAS silah üreten ve satan bir şirketti. Türkiye de iyi müşterilerinin başında geliyordu. Türkiye’ye önemli oranda silah ihracatı yapıyordu. İngiliz gazeteleri bu ilişkileri aylar sonra öğrenip açığa çıkarmış, bu kirli ittifakı “rezalet” başlıkları ile duyurduklarında iş işten geçmişti.

İngiltere hükümeti, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılacağı süreçten de, sonrasında geliştirilecek uluslararası plandan da haberdardı. Kürtlerin Öcalan bağlılığı biliniyor fakat oluşabilecek tepkilerin niteliği ve boyutu bilinmiyordu. Gelişmeleri anı anına izleyen Kürt halkını etkisizleştirmek için haber kanallarının kapatılması en etkili yoldu. Böyle düşünenler, MED TV’yi siyasi bir kararla kapattılar.

Öcalan ve PKK yöneticileri 9 Ekim 1998’de başlayan süreci “Uluslararası Komplo” olarak nitelemekte, bu komploda ABD ile birlikte İngiltere’nin rolüne de sıkça atıfta bulunmaktadır. Neden? PKK hangi verilere dayanarak İngiltere’yi bu komplonun organizatörlerinin başına koyuyor?

İngiltere’nin sıkça zikredilmesinin temel nedeni BOP’nin aktif tarafı olmasıdır. İngiltere Ortadoğu’nun yeniden ele alınıp kaynakların sömürülmesindeki geçmiş pozisyonu ve güncel müdahaleleridir. İngiliz politikasının temel ve hiç değişmeyen özelliği, eşit-adil partner ilişkileri yerine bağımlı-işbirlikçi ilişki tarzıdır. Bu geleneksel politikayı en iyi W. Churchill’in “İngiltere’nin ebedi dostları da ebedi düşmanları da yoktur. İngiltere’nin ebedi çıkarları vardır” sözleri anlatmaktadır. “Bir damla petrol bir damla kandan daha pahalıdır” sözü de onundur.

PKK’nin devletlerarası bu denklemde ve işbirlikçiliğe dayalı dönemsel “dostluk”larda İngiltere nezdinde kabul edilebilir bir yanı yoktu. Çünkü PKK Önderliği ve geleneği, kendi dinamiklerini esas alan bağımsızlıkçı bir çizgiyi ifade ediyordu. Burnunun dikine, kendi gücüne güvenerek, kendi bildiği gibi yürümekte ısrarlı olan bir hareketin, yeryüzünü sömürgeleştirmek isteyenlerle bir savaş hali içinde olması da bu bakımdan doğaldı.

Öcalan ABD, İsrail, AB, Rusya ve Yunanistan’ın açık destekleri ile, Kenya’da Türk devletine teslim edildikten iki ay sonra, İngiltere’deki Uluslar arası Stratejik Araştırmalar Merkezi (IISS) bir rapor yayınladı. Raporun özeti şuydu: Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi sonrasında örgüt yönetiminde çatışma yaşanacak, PKK yönetim krizi yaşayacaktı. (Bu konudaki beklentilerin tamamiyle boş olmadığı, 2003-2004 yıllarında yönetim düzeyindeki bazı şahısların, PKK’yi tasfiye ederek ABD politikalarına eklemlenme çabaları hatırlanmalıdır) İkinci aşamada, yönetimsiz halkın örgütlülüğü dağılacak; son yirmi yılda Kürt halkının emeği, çabası ve fedakarlığı ile oluşturulan yasal kurumlar, dernekler, vakıflar ve bürolar kapanacak; devletsiz ama örgütlü bir ulus olan Kürtlerin “sistem”i dağılacaktı. “Final” aşamasında ise tasfiyesi kaçınılmaz hale gelen PKK’den sonra, Kürt halkı yeni bir arayış için girecek ve PKK dışında yeni alternatifler ortaya çıkacaktı.

Nitekim 15 Şubat 1999 tarihinden sonra, yurt dışına çıkmış ve o tarihe kadar ciddi hiçbir varlıkları olmayan, esasında siyaset sahnesinden de çekilen ne kadar eski Kürt örgütü, şahsiyet varsa bir hareketlilik içine girdiler. Almanya’nın teşvik ve destek verdiği NAVEND isimli bir hareket oluşturulmaya çalışılıyordu. Toplantılar yapılıyor, PKK’den sonra yapılacaklar üzerinde tartışmalar yürütülüyor, pratik işbölümleri yapılıyordu. PKK’den ayrılarak Süleymaniye’de toplanan şahıslarla Almanya’daki PKK karşıtları yoğun bir ilişki içine girmiş, bu şahısların bazıları Alman pasaportu ile Avrupa’ya taşınıyordu.

Kamuoyuna açıklanan IISS raporu, ABD’nin ve İngiltere’nin ortak görüşü ve ortak arzusunun özetiydi. Bundan sonrası da bu plan çerçevesinde gerçekleşecekti. Avrupa Birliği Devletleri, Kürt Partileri hatta PKK içinde ve yakınındaki kimi kişiler de bu planın gerçekleşmesinden kuşku duymuyordu. 25 yıllık bir mücadelenin bittiği, artık yeni bir sürece girildiği inancı epey etkili olmuştu. Büyük bir psikolojik savaş yürütülüyordu. PKK ile yıllardır dostluk ilişkisi içinde olan, Kürt gazetelerinde yazı yazan, televizyonda programlara katılan Kürt dostu Türkiyeli kimi solcu-demokrat aydın da bu süreçte, kendi istemleri ile ve sudan bahanelerle ilişkilerini kopardılar. Öyle ittifaklar oluştu ki birbiri ile kanlı bıçaklı olan siyasetçiler dergilerde köşe komşusu oldu. Troçkist Akademisyenler Stalinci dergilerde PKK aleyhine yazılar yazmaya başladı.

Kürt halkı huzursuz, tedirgin ama ayaktaydı. Tufan günlerinde gemiden ilk atlayanlar, kendilerini deniz korsanlarına teslim edenler kadar, “ha gayret kara işte orada!” diyenler de az değildi.

* Yarın: Öcalan’ın Avrupa’ya geçişi, Yunanistan, İtalya ve Almanya’nın tutumu

ANF NEWS AGENCY