12 Nisan 2012 Perşembe

AKP Muhatap Değil, İşbirlikçi Arıyor

Erdoğan son zamanlarda BDP üzerinde bir psikolojik savaş yürütüyor. Daha doğrusu psikolojik savaş merkezinin BDP üzerinde yapılacak baskılar konusunda aldığı kararları uyguluyor. Psikolojik savaşın tüm yöntemlerini deniyor. Zaten AKP hükümeti tümüyle bir psikolojik savaş hükümetidir. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe böyle kalacağı açıktır.  AKP hükümeti bir taraftan tutuklamalarla BDP üzerinde baskı yürütürken, diğer taraftan da psikolojik savaşla bu baskıyı arttırıp işlemez hale getirmek istiyor. Bu baskılarla BDP içerisinde siyaset yapmayı pahalı hale getirmeyi ve bu temelde parçalamayı hesaplıyor. Zaman zaman BDP içerisinde farklı sesler var ama konuşamıyorlar biçiminde bir propaganda yapmaları hedeflerinin ne olduğunu kanıtlıyor.

Son baskı yöntemi ise ''terörle mücadele siyasetle müzakere'' söylemi adı altında yürütülmektedir. BDP Kürt sorununun çözümü için mücadele eden bir hareket olarak tabii ki sorunun müzakere ve demokratik yoldan çözümünü ister. Zaten müzakere ve demokratik yollardan çözümü 20 yıldır Kürt Özgürlük Hareketi dayatmaktadır. Ama Kürt sorununda karşı tarafın çözüm niyeti ve politikası olmadığı için sorunu bu yolla çözmek mümkün olmamıştır. Son yıllardaki görüşmelerin de sorunu çözmek için değil de, oyalama ve zaman kazanmak için yapıldığı netleşmiştir.

Şimdiye kadar ne PKK ne İmralı ne de BDP Kürtleri temsil edebilir diyen ve Kürtleri irade ve muhatap olarak tanımayan AKP ve Türk devletidir. Halen de Kürtler farklı bir ulusal topluluk ve kimlik olarak tanınmıyor. Bireysel haklar safsatası adı altında inkarcılık yeni koşullarda sürdürülmek isteniyor. Fikret Bila ve Lale Kemal’in açıkladığı sözde yeni strateji de tam bu mantığı ifade ediyor.

Erdoğan, BDP’ye sanki konuşması bir lütufmuş gibi ‘Samimi olursanız, dürüstseniz görüşürüz’ diyor. Konuşmak değil, neyin konuşulacağı önemli. Türk devletinin 20 yıldır BDP’ye dayattığı ‘PKK’ye terörist de, PKK’ye karşı çık’ yaklaşımının bir çözüm değil, bir tasfiye politikası olduğunu artık bir çocuk bile biliyor. Böyle bir dayatma AKP’nin eski hükümetlerden farklı olmadığının, dolayısıyla çözüm konusunda bir irade ve samimiyetinin bulunmadığının kanıtıdır.

Kürt hareketini bölmeye çalışmak zaten büyük bir samimiyetsizliktir. Herkes de biliyor ki, Kürt halk önderi ve PKK dışlanarak bu sorun çözülemez. Kürt halkının özgürlük mücadelesini yürüten, Kürt sorununun çözümünü dayatan bu güçlerdir. BDP de 1990’lı yıllardaki serhildanların ortaya çıkardığı demokratik siyasi geleneğin devamıdır. Dolayısıyla bu aktörleri birbirinin karşısına çıkarmak samimiyetsizliğin tam kendisidir. Bu dayatma BDP’yi güçsüzleştirip kendi dediğini kabul ettirme politikasıdır. Bu anlayışın da görüşme, müzakere ve çözüm anlayışı olmadığı açıktır.

BDP eşbaşkanının belirttiği gibi “Muhatap bulamayan Kürt özgürlük hareketidir”. 1993 yılından beri bu sorunun çözümü için muhatap aranmaktadır. Muhatap olmak istemeyen Türk devletinin kendisidir. Kürtleri muhatap almaktan özellikle kaçınıyor. Kürtler adına kimse muhatap olamaz deniyor. Çünkü Kürt diye bir toplumu tanımıyor.

Hükümet BDP ile muhatap olmak istemiyor. Dolayısıyla muhatapsız olan BDP’dir.

 İl ve ilçe başkanlarını tutuklayan, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelerini tutuklayan, aktif üye bırakmayan, milletvekillerini zindanda tutan bir anlayışın BDP ile görüşüp müzakere yapacağına kim inanır? Binlerce üye tutuklayarak hangi müzakere yapılabilir? BDP’lilerin dediği gibi müzakereyi zindanda mı yapmak istiyor? Çünkü BDP’lilerin çoğunluğu şu anda zindandadır. Dolayısıyla BDP’nin tüm faaliyetlerini suç sayan bir anlayışla hangi müzakere yapılabilir? Bu kadar tutuklunun varlığı bile görüşme ve müzakere yapılmayacağının kanıtıdır. Hiçbir faşist ülkede görülmeyen bu tutuklamaları yapan zihniyetle hangi sorun çözülebilir? Zaten AKP hiçbir toplumsal kesimi muhatap almıyor. Tam bir despot yaklaşımla ‘Ben ne dersem kabul edilecektir’ diyor.

BDP’nin yerinde hangi parti olsaydı, AKP’ye selam bile vermezdi. ‘Samimi ol ondan sonra görüşelim’ diyen AKP’ye, ‘Haydi başka bir kapıya’ derdi. BDP’nin bugünkü yaklaşımına başka bir yerde hiç kimse bir anlam vermezdi. Bu yaklaşım makul ve mütevazi bir yaklaşım olarak da görülmezdi. Mevcut yumuşak yaklaşım ciddi eleştiri konusu olurdu. Dolayısıyla bazı liberaller ya da kendisine demokrat diyenlerin halen BDP daha anlayışlı olsun demelerini anlamak mümkün değildir. Tam da Türk egemen anlayışının dışavurumudur. Kürtleri kimliksiz, kişiliksiz görmektir. Ağa köleye ne yaparsa haktır demek gibi bir yaklaşımdır bu. Binlerce tutuklunun varlığı ve yoğun baskı ortamında BDP’nin de kendine liberal ve demokrat diyenlere söylemesi gereken ‘Siz ilk önce zihniyetinizi değiştirin, demokrat olun, ondan sonra konuşun’ demek olmalıdır. Böyle denilmediği taktirde AKP ne faşist zihniyetinden, ne tutuklamalardan vazgeçer, ne de Kürt sorununda demokratik çözüm çizgisine gelir.

Demokratik Özerklik olmaz, anadilde eğitim olmaz, anadil kamuda, mahkemede kullanılmaz, Kürt kimliği yasal güvenceye alınmaz diyen bir hükümet hangi sorunu çözebilir? Bırakalım bu hakların tanınmasını halen Kürdistan kavramını kabul etmeyen, Kürt kimliği ile örgütlenme özgürlüğüne bile tahammül etmeyen bir hükümetle hangi sorun çözülebilir? RTÜK televizyonlarda Kürdistan kelimesi kullanılmasın diye uyarı yapıyor. Bu zihniyet mi müzakere yapar? Kürdistan kavramını kabul ederse Kürtlerin bir toplum olarak tanınmasından korkuyor. Bu anlayışla ancak mücadele edilerek görüşme, müzakere ve çözümün önü açılabilir. Bu anlayışla mücadele etmeden yapılan tüm görüşmeler bir oyalama, zaman kazanma, aptal yerine konmaktan başka bir sonuç vermez. Kürt Özgürlük Hareketi geçen dönemdeki görüşmeleri hükümetin amacını bildiğini, ama devleti ve toplumu bir çözüme hazırlamak için bu görüşmeleri yaptıklarını, ama sonuç alamadıklarını söylemişlerdir. Yeni yapılacak görüşmelerin eskinin tekrarı biçiminde olamayacağını da vurgulamışlardır. Dolayısıyla AKP’nin düşündüğü müzakere aslında bu defa da BDP üzerinde bir oyalama ve zaman kazanma yöntemi olmaktadır.

AKP hükümeti muhatap aramıyor, kendi tasfiye politikasının işbirlikçisini yaratmak istiyor. Kürt demokratik hareketini tasfiye ederek kendine işbirlikçilik yapacak olanları piyasaya sürmek istiyor. Zaten bu işbirlikçiler ve ruhunu satmışlar da umutlarını AKP’nin baskılarına ve tutuklamalarına bağlamıştır. Bu baskılara seviniyorlar. Bu baskılarla kendilerinin önünün açılacağını düşünüyorlar. Herhalde tarihin derinliklerinde olan Kürt ihanetçiliği böyle bir şey oluyor. Kürt düşmanlarının Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme politikalarından medet umanları da Kürt halkı görüyor. Bu nedenle AKP’nin ‘BDP’yi bitiririz, kendimize işbirlikçi Kürtler yaratırız, buna dayanarak tasfiye politikasını başarıya götürürüz’ politikası sonuçsuz bir çaba olmaktan öteye gitmeyecektir. 

M. DELİLA

AKP’nin Savaşı Kürdistanlaştırma Hayali


Şöyle bir geçmişe dönüp hatırlamaya çalışalım. ABD Devlet Başkanı Barak Obama göreve geldikten hemen sonra, 2009 yılı başında Kürt sorununa Obama’lı dönemin bakış açısını çizdiği iddia edilen ve hazırlayanın adını taşıyan bir rapor hazırlanmıştı. Barkey Raporu adlı bu belgenin ‘PKK’nin tasfiyesi için’ başlığı altındaki maddelerinin sonunda ‘silahlı mücadelede ısrar eden marjinalleşmiş PKK’nin ABD’nin hava desteği ile yok edileceği’ belirtiliyordu. Bu sonuca doğru giderken de “ABD silahı tercih etmeyen Kürt şahsiyet ve örgütlerine sıcak bakmalı, onları resmi olarak çağırarak taltif etmelidir” deniliyordu. 

Raporun yayınlandığı dönem ‘Gâvur İmam’ Fetullah Gülen çizgisindeki seri Abant Toplantılarının Hewlêr’e de taşırıldığı bir sürece denk gelmekteydi. Yine aynı dönemde TRT-6 yayına başlarken, bazı işbirlikçi ve hain Kürtler de harekete geçiriliyordu.

Türkiye’de 29 Mart yerel seçimlerinin hazırlığı yapılırken, Nisan ayında da sözde seçimlerden galip çıkmış ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni yenilgiye uğratmış Tayyip Erdoğan yeni Başkan Obama’yı evinde konuk etmeye hazırlanıyordu. Bütün bu gelişmelere bağlı olarak, Barkey Raporu’na denk düşecek bir politikayla KDP öncülüğünde bir Kürt Konferansı hazırlığından söz ediliyordu. Buna göre askeri operasyonlarla beli kırılmış PKK, seçimleri kaybetmiş DTP, hiçbir siyasal etkinliği kalmamış Öcalan ve TRT-6 etrafında örgütlenmiş bir hain Kürt takımıyla Türkiye sözüm ona Kürt sorunu olmayan bir sürece girecekti. Geriye kalan onurlu Kürtler ve bu arada Kürt gerillası da ABD’nin hava desteğiyle imha edilecekti.

Obama işte tam da bu dönemde TBMM’de böylesi bir Kürt temsili ile tanışacaktı. Tabii durum öngörüldüğü gibi olmadı. Seçimlerde zaferle çıkan özgürlük eğilimi karşısında yapılan tüm hesaplar alt üst oldu. Hainler bir köşeye çekildi. Özgür Kürt’ün tasfiyesi üzerine kurgulanan Konferans gerçekleşmedi. Obama TBMM’de hain takımı ile değil de, Kürt demokratik siyasetinin temsilcisi ile görüşmek zorunda kaldı. Tasfiyenin psikolojik zeminini hazırlayacak olan Abant Toplantıları dizisi rafa kaldırıldı. Ama “Osmanlı’da oyun çoktur” hesabı, bu sefer de ‘demokratik açılım’ adı verilen ve merkezine İmralı-Kandil hattını etkisiz kılmanın oturtulduğu bir oyalama süreci başlatıldı. Öte yandan ‘KCK operasyonları’ adı altında demokratik Kürt siyasetini tasfiyeyi amaçlayan siyasi soykırım saldırıları geliştirildi. Obama’nın görüştüğü Kürt siyasetçisi Ahmet Türk’ün milletvekilliği düşürüldü. DTP kapatıldı. Aynı anda Habur girişleri ve Oslo görüşmelerine paralel olarak Kürt Halk Önderi Öcalan ile görüşmeler sürdürülürken, Kürt Hareketi’ni beklenti içine sokarak tasfiye etme hesaplandı. Bu politika ekseninde 2011 genel seçimlerine kadar gelindi. Sonuçta Türkiye’nin diğer demokratik dinamiklerini de yanlarına alan Kürt siyasi hareketi, onca sınırlamaya, yasaklamaya ve binlerce öncüsü tutuklanmasına rağmen, TBMM’de eskisinin iki katı bir güçle temsil gücüne ulaştı.

Zaten 2011 seçimlerinin arkasından da yeni bir sürece girildi. Kürt siyasi hareketi yoğun askeri ve siyasi operasyonlarla bitirilmeye çalışılırken, Barkey Raporu’nda bahsedilen ABD hava gücü büyük bir ihtimalle çok etkin biçimde kullanıldı. Halen yapılmasına kimlerin karar verdiği açıklanmayan ve sorumlularının üzerine gidilmeyen Roboski katliamı da  bu imha konseptinin başka bir boyutu olarak gerçekleştirildi. Böylelikle gerillanın etrafındaki kitle sindirilmek ve ezilmek istendi.

Bugün bir yandan KCK operasyonları, diğer yandan askeri operasyonlar sürdürülürken, Kürt Halk Önderi Öcalan da oylama politikalarını reddetme anlamında sekiz ayı aşkın bir süredir direnişe geçerken, BDP-DTK’yi Kandil-İmralı hattına karşı çıkarmak için Kürt siyasi hareketi üzerine baskı kurulmaya başlandı. Bu arada siyaseten canlı mevtalar olan Kemal Burkay ve İbrahim Güçlü gibi ciğeri beş para etmez tipler de devreye sokuldu. BDP’nin Türkiyelileşme çabasını boşa çıkarmak için ise Taner Akçam gibi yeminli APO ve Kürt düşmanı bir tasfiyeci-tövbekâr sahneye çıkarıldı. Bu durum onurlu Kürt-Türk birlikteliğinin AKP Hükümeti tarafından sözcüğün gerçek anlamında bir onursuzlar ittifakı ile boşa çıkarılmak istendiğini ortaya koymaktaydı.

Tam da bu noktada çeşitli çevreler, AKP’nin Güney Kürdistan kartından söz etmeye başlıyorlardı. Söylenenlere bakılırsa, Haziran ayı sonunda gerçekleşeceği belirtilen Kürt Ulusal Konferansında KDP ve Mesut Barzani ''PKK’ye sözde silah bırakmayı dayatacakmış.'' PKK’nin bunu reddetmesi durumda ise, ''Türkiye ile birlikte ona karşı çok etkin mücadele yürütecekmiş.'' KDP’yi bu mücadeleye ortak etmek isteyen Türkiye, ''Barzani’yle ilişkileri daha da sıklaştıracakmış.'' Bugünlerde gerçekleşen ''Mesut Barzani’nin Washington ziyaretinin temel nedenlerinden biri de bu mücadeleye son biçimini vermekmiş''. Son dönemlerde parça parça gündemleşen Kürt konferanslarının temel amaçlarından biri ''PKK’nin etkinliğini sınırlama ve PKK’yi devre dışı bırakma imiş.'' Hatta ''KDP’nin Suriye politikası biraz da Türk Hükümetinin elini güçlendirmeye yönelikmiş.'' Bunlar elbette bizim görüşlerimiz değil, farklı çevrelerin yorumları oluyor. Kuşkusuz bu yorumları haklı kılacak belli bir arka plan ve güncel gerçekliğin var olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Her şeyden önce ''Kürt sorununun silah yoluyla çözülemeyeceği '' tarzındaki değerlendirmenin pratik açıdan bir değer ifade etmediğini belirtmek gerekir. En fazla demokratik siyasal çözümden söz eden PKK olmuştur. Hatta PKK bundan söz ettiğinde KDK ile ilişkili birçok çevre, PKK’nin mücadeleyi bıraktığı biçiminde kara propaganda bile yapmıştır. Dolayısıyla PKK’ye hiç kimse demokratik siyasal çözüm için akıl vermesine gerek yoktur. AKP Hükümetinin Kürt sorununun çözümünde şiddeti esas aldığı ve bir topyekûn imha savaşı yürüttüğü ortadadır. Yeşil Türkçü AKP faşizminin öngördüğü barış tümüyle ezme, sindirme ve teslim almaya dayalıdır ve bundan geri adım atacağına dair en küçük bir belirti yoktur. Kürt Halk Önderinin de ifade ettiği gibi, “AKP ve dayandığı iç ve dış güçler barış konusunda stratejik bir yaklaşımı kamuoyuna açıkça deklere etmedikçe ve demokratik bir anayasa için bağlayıcı kararlar almadıkça, Kürt gerçekliğine ve Özgürlük Hareketi’ne yönelik sergilenecek her tutum, eylem ve söylem tasfiyecilikten öteye bir anlam ifade etmeyecektir.” Bu durumda PKK’den silah bırakması talebinde bulunmanın halkı ve kendini savunmaktan vazgeçip teslim olmasını istemek anlamına geleceği açıktır. Kimden gelirse gelsin, PKK’nin böyle bir talebi reddedeceği bellidir. Kürt Ulusal Konferansı’nın en temel görevi Kürt halkının en temel taleplerine sahip çıkmak  ve AKP Hükümetini bu talepler doğrultusunda somut adımlar atmaya çağırmaktır. Kürt halkının en doğal taleplerinin karşılanması konusunda bir kararlılık ve çağrı ortaya koymak yerine PKK’ye ''silah bırakma çağrısı''nda bulunacak bir Ulusal Konferans daha işin başında kendisini başarısızlığa mahkûm etmiş demektir. Böyle bir konferansın Türkiye’nin ''hassasiyetlerini'' dikkate alma ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne tasfiyeyi dayatma gibi bir görevi olmayacağı açıktır. 

Kürtler açısından belli bir tarih bilincinin oluştuğu bir gerçektir. Enkidu’lar ve Harpagos’ların oynadığı olumsuz tarihsel rol bilinmektedir. Bunlara karşı Astiyag’ların feryadı halen kulaklarda çınlamaktadır. Bu nedenle Newroz meşalelerinden yayılan ışık dünyayı aydınlatacak kadar güçlenmiştir. Bu halk bir efsane de olsa Kawa’ları yaşamsallaştırma mücadelesi içinde her şeyden önce kendi birliğini yaratmanın savaşını vermektedir. En son Newroz başkaldırıları da bunun canlı tanığıdır. Kürtler arası birliğin simgesel ifadesi de alanlarda dile gelen Önder Öcalan’a özgürlük, Kürdistan’a siyasi statü, tüm tutsakların serbest bırakılması, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi temel talepler olmuştur.

Doğal olarak Kürt Ulusal Konferansı gerçekten bir ulusal nitelik taşıyacaksa, Kürt sorununu çözmeyi ya da bu talepleri yerine getirmeyi gündemine almak durumundadır. Çünkü Kürtlerin ezici çoğunluğunun temel isteği budur. Eğer bu talepler değil de Washington ya da Ankara veya Brüksel’in politikaları esas alınırsa, o zaman Kürtlerin onurlu birlikteliği değil, sayın Barzani’nin sıkça dile getirip karşı çıktığı ‘kardeş kavgası’, hem de Kürt halkının düşmanlarının çıkarları için gündeme gelir. O nedenle tarihi doğru okumak son derece önemlidir. Harpagos’lar ve Enkidu’ların Kürt tarihinde kara bir leke gibi durduğu asla akıllardan çıkarılmamalı, küçük bir çıkar alanı için bütün Kürdistan ateşe atılmamalıdır. Egemenler Kürtler arasında parçalanma, çatışma ve bölünme yaratarak Kürtlerin mücadeleyle ortaya çıkardığı her türlü siyasi gücü, imkanı ve kazanımı ortadan kaldırmak istemektedirler. 

ALİ H. YERKAN

Dar Üçgende Kürdistan

CIA’nın Türkiye uzmanlarından Graham Fuller, geçen hafta Radikal Gazetesi’ne verdiği röportajda, Güneyli Kürtlerin Irak’tan ayrılabileceği ve Türkiye’yle birleşebileceklerini söyledi.

„Bu birleşmenin başkenti de Diyarbakır olur“ diye de ekledi.

Fuller’in söyledikleri aslında Amerika’nın neredeyse 50 yıldır uygulamak istediği projenin bir parçası. Amerika epeydir Kürtlerle Türkleri birleştirmek, Türkiye ile Kürdistan’ı birlikte yönetmek istiyor!

Ancak Türk devleti de başından beri bu projeye karşı çıkıyor! 

Türkiye bölgede yeni bir aktör (Kürdistan) istemiyor! Bu nedenle Kürtlere ve Kürdistan’a düşmanlık yapmaktan vazgeçmiyor!

Soğuk Savaş sonrası baş gösteren Amerika-Türkiye gerginliğinin bir nedeni de buydu.

Kürdistan gerginliği, Irak işgalinin ardından Amerika’nın Türk ordusunun başına çuval geçirmesiyle neredeyse sıcak bir çatışmaya dönüşecekti ama, Türkiye bunu göze alamadı.

Türkiye açıktan Amerika’yla savaşamadı ancak, Güney Kürdistan’da bombalama ve suikast gibi örtülü eylemlerini ve ‘işgal’ tehditlerini de arttırdı.

Bu yüzden 2006 yılında Amerikalı diplomat Halbrooke, „Türk işgaline karşı NATO’nun Kürdistan’da konuşlanması„ çağrısı yaptı. Bir yıl sonra da zaten Amerikan senatosu Irak’ın üçe bölünmesini öngören bir karar tasarısını onayladı.

Amerika, Türkiye’ye, ’ya sen Kürdistan’ı kabul eder ve onunla birleşirsin ya da ben yoluma sensiz devam ederim’ diyordu.

Ne de olsa Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu küresel çatışmanın merkezi haline gelmişti. Bölge sahip olduğu zenginlikler nedeniyle stratejik öneme sahipti. Dolayısıyla burayı ele geçiren dünyanın geri kalanına hükmedebilirdi.

 Bu yüzden yeni dünyanın temelleri burada atılıyor, yeni dengeler savaş ortamında burada şekilleniyordu.

Kürdistan da Amerika’nın Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma projesinde önemli bir yer tutuyordu. Bölgesel statükonun çökmesi ve Kürt halkının yüzyıllık mücadele birikiminin sağladığı kazanımlar sayesinde Kürdistan kilit konuma yükselmişti ve artık görmezden gelinemezdi.

 2007 yılında bu konuda kritik gelişmeler yaşandı. Önce, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı olan, şimdi Silivri’de yatan Orgeneral İlker Başbuğ önemli açıklamalar yaptı.

Başbuğ, 2007’nin Ekim ayında Amerika’yı açıkça tehdit etti. „Türkiye’nin desteğini almayan hiçbir çözüm Irak’ta kalıcı olmaz“ dedi.

„Türkiye belki tek başına Irak’ta gelişmeleri yönlendiremez ancak, engelleyebilir ve maliyeti yükseltebilir“ diye de ekledi.

Ardından Başbakan Erdoğan Amerika’ya gitti ve 2007 Kasım’ında Erdoğan –Bush Zirvesi gerçekleşti. Zirvenin ardından Türkiye’nin politika değiştirdiği gözlendi.

Aslında Başbuğ’un açıklamaları Kürdistan pazarlığı için Amerika’ya giden Erdoğan’ın elini güçlendirmek içindi.

Tabii, Erdoğan- Bush zirvesinde ne kararlar alındığını bilmiyoruz ancak, bunun bazı sonuçlarını yaşadık, yaşıyoruz.

Türkiye zirveye değin ‘düşmanlık’ yaptığı Güney Kürdistan’a zirve sonrası ‘dostluk’ mesajları vermeye başladı.

‘Postal yalayıcısı’nın yerini ‘sayın’ aldı. Karşılıklı ziyaretler sıklaştı ve ikili ilişkilerin iyileştiği yeni bir dönem başladı.

Türk devleti uzun bir aradan sonra Amerika’yla ilişkilerini onardı ve deyim yerindeyse yeniden Amerika’nın ipine sarıldı.

Kürdistan meselesi bir biçimde aşılmıştı ama, nasıl aşıldığı da henüz açıklık kazanmadı.

Fakat dediğim gibi zirvenin ardından Türkiye, Güney Kürdistan’ı tanıdı. Orada konsolosluk açtı ve ilişkilerini ileri bir aşamaya taşıdı.

Kuzey’de ise bir yandan ‘açılıma’, diğer yandansa PKK’ye karşı yaygın siyasi ve askeri operasyonlara başladı! Amerika’dan da ‘sınır ötesi operasyon ve açık istihbarat’ desteği aldı.

PKK ve lideri Öcalan’la ‘müzakereler’ de bu süreçte yaşandı.
Gerçi müzakere süreci çözüm değil
–şimdilik- çözümsüzlükle noktalandı ancak, geride kalan altı yılda Kürt ve Kürdistan meselesinde bu türden önemli birçok gelişme yaşandı.

Ve, şimdi yeni bir sürecin eşiğinde olduğumuz anlaşılıyor.
Bağımsızlığı tartışmaya açan Barzani’nin Amerika’da en üst düzeyde ağırlandığı, Erdoğan’ın bir yandan BDP ile ‘müzakere pazarlığı’ yaptığı, diğer yandan güney-kuzey entegrasyonunu hızlandırmak amacıyla yeni ‘teşvik’ paketlerini açıkladığı, ‘Ulusal Konferansın’ tartışıldığı ve Suriye Kürdistanı’nın özgürleşmeye başladığı bu süreçte Fuller’in, Türkiye’nin himayesinde ‘Diyarbakır merkezli bir Kürdistan’ dillendirmesi tesadüf olmasa gerek!

Fuller’in dediği olur mu, olmaz mı, olursa Kürtlerin hayrına mı olur, zararına mı ayrı konu ama, bölgesel savaşın gündemde olduğu günümüzde Kürdistan’ı bekleyen gelişmeler üzerinde etraflıca düşünmek gerekiyor!*
Strasbourg’taki ve cezaevlerindeki açlık grevleri devam ediyor ve kritik bir aşamaya gelmiş bulunuyor.

Kürt siyasetçisi Fuat Kav, „eylemimiz ölü ruhları canlandırma eylemidir“ diyor! 

Canlanmak ve aktif dayanışma içinde olmak gerekiyor!

GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

Kürtler ve Gizli Diplomasi

Türkiye’nin bir asırdan bu yana Kürdistan’daki başarısı “gizli diplomasi”ye dayanıyor.

Bazen de sadece bir nutuk ve satırlar arası söylenen birkaç söz, Kürtler’i kandırmaya yetiyordu.

Diyap ve Meço Ağa’ya “Dersim Mebusları” dendi.

Avluda kurşuna dizildiler.

Şeyh Said ayaklanması, “zamansız başladı” senaryosu, resmi örülmüş bir teoridir.

Yıllardır “Kürt Bilimcileri” bu senaryoya inandılar.

O dönemler, Cibranlı Halit Bey önderliğindeki “Azadî” örgütünün kitlelere yayılmasını önlemek için, harekete geçen kemalistler, gizli bir plan uyguladılar.

Şeyh Said ve arkadaşlarını “silaha sarılmaya” zorlayan koşulların zeminini hazırlayan Türkiye’nin “gizli planı”ydı.

Azadî örgütünün işgalcilikten kurtuluş için başlatacağı geniş bir Kürt başkaldırısı Ankara’yı karşı bir plana zorlamıştı.

Tetiği Ankara’dakiler çektiler.

Şeyh Said’e “cevap verme mecburiyeti” dışında bir seçenek “kalmadı”.

Ve 90 yıldır “zamansız başlatılan ayaklanma”dan bahsedildi.
Birçok şeyi “Ankara’nın zamanı” tayin etti.

Bu karşı koyuşun, Ankara’nın takvimine denk düştüğü hipotezi “ispatlanmamış” olsa bile, tarihi “vakıa”ya uygundur.

Sonra, ruhani Kürt önderi Şeyh Said, milyolarca Kürt kütlesine rağmen, “baldırı çıplak” kolluk kuvvetleri tarafından tutuklandı.

Ve sonra, kemalist mekteplerden birinden mezun olan bir hakim tarafından idam kararına çarptırıldı.

Kalem kırıldı ve perde kapandı.

Ve bu olaydan sonra, “kalem kırılması” Kürdistan’da “travmanın başlığı” gibi durdu.

Sonrasında, Dersim ayaklanmasının lideri Seyit Rıza’ya “gizli” bir mesaj yolladılar.

Erzincan’a gidip Vali‘yle görüşecekti.

Danışmanları onu engellemediler.

O da, bu “hiç de manevradan sayılmayacak” oyunun ilk perdesinde tutuklanacağını “tahmin” etmedi.

Köprülerden birinden geçti ve yine milyonlarca Kürdistan kütlesi hiçe sayılarak, yine o “baldırı çıplak” işgalci askerler tarafından alıp götürüldü.

Hemen kurşuna dizilmedi. Belki de bu kez “kalem bile kırılmadı”.

Ayaküstü bir “mahkeme” onun asılmasına karar verdi. O tarihi de öylece “bitirdiler”(?!) 

Türkiye’deki kolonyal faşizm, gündem başı olmaya aday Kürdistan’ı “gizli manevralarla” düşürdü.

Sonrasında Mele Mustafa Barzani’yi, Hakkari’de bir dağ başında onunla “kuzu kebabı” yapan bir alay komutanının “romantik sohbetinde” boğmak istediler. Olmadı…

Ve gelinen son durakta, “Oslo görüşmeleri” vardı.

Sadece bu görüşmelerle kalınmadı iş.

Bülent Arınç, “yeni bir strateji” iması yarattı.
Ve sonrasında..

Kolonyal iktidarın başında bulunan Erdoğan, “müzakere”ler için “start”(!?) ima eden sözler sarfetti.

Ve zannetti ki “o tarihi oyun” hep Ankara’nın istediği gibi sahnelenecekti.

Ama sonuçta, sahnelenmek istenen, işgale dayanan güçlerin senaryosu olacaktı.

Bu kez, yüzyıldır başarılı olan bu oyunu bozacak itiraz Selahattin Demirtaş’ın temsil ettiği hareketten geldi.

Bu hareket, bir yüzyılın muhasebesini yaptıktan sonra cevap Verdi:
“Birinci koşulumuz, müzakereler açık ve şeffaf olmalı. Her görüşmeden sonra kamuoyu, görüşmelerin içeriğiyle ilgili bilgilendirilmeli. Görüşmeden ne elde ettik, biz ne konuştuk onlar ne dedi, hepsi açıklanmalı. İkinci koşulumuz, her görüşmeden sonra hükümet, somut adımlar atmalı…”

Yani, herşey direnen halkla paylaşılacak.

Atılacak her adımda, Kürt ezilenlerinin ve direnenlerinin onayı olacak.

Sonuçta bu mücadele ve bu halk kaybetmeyecek.

Neden?

Çünkü Kürt mücadelesi “gizli diplomasiye kurban” olmayacak.
Ve Türkiye’nin yüz yıldır devam eden “giz”i bozulacak.

SELİM FERAT
Selimferat@web.de