4 Temmuz 2012 Çarşamba

Karayılan: Gerekirse Güney Kürdistan’la Birleşiriz

BEHDİNAN - KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan "Askeri olarak da yenilmezliğimizi göstercek ve başarıyı elde edebilecek olanaklara sahibiz" dedi.

İmralı’da uygulanan politikayı ‘Milli İmralı Politikası’’ olarak yorumlayan Karayılan, AKP hükümetinin savaşın sürdürülmesinde ısrar ettiğini belirtti.

"AKP’nin merhametine sığınmak değildir ya da illa mutlaka işte diyalogla çözüm değildir. Eğer diyalogla çözüme gelmezlerse, bizi yok etmek isterlerse biz o zaman direnerek, kendi bağımsız demokratik çözümümüzü ortaya koyarız. Gerekirse Güney Kürdistan ile birleşerek, bağımsızlığımızı da ilan ederiz. Daha başka birçok yol var"
diyen Karayılan, Şitazin-Oramar eyleminin de doğru anlaşılması gerektiğini vurguladı.

Silvan olayının bir provokasyon olmadığına dikkat çeken Karayılan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan için ev hapsi değil özgürlük istediklerini bildirdi.

Sayın Karayılan, Türkiye yine kritik bir eşiğe gelmiş bulunuyor. Hareketiniz daha önce 2012 yılını bir direniş ve Kürt sorunun çözümünde bir final yılı mahiyetinde değerlendirmişti. Yine Türk devletinin Kürt halkına karşı başlatmış olduğu topyekun savaşı zirveye çıkarttığı bir dönem içerisindeyiz. Bir yandan İmralı’da Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan üzerinde uygulanan ağırlaştırılmış tecrit işkencesi birinci yılını tamamlamak üzereyken, diğer yandan ise KCK adı altında Kürt toplumuna yöneltilen siyasi soykırım operasyonları toplumun her kesimini kapsamına alarak devam ettiriliyor. Bu operasyonlar kapsamında son olarak KESK üyesi 28 Kürt sendikacı tutuklanırken, Silivri’de yeni bir mahkeme başladı. Yine siyasette Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmesi ardından sürpriz bir çıkış yapan Leyla Zana geçtiğimiz Cumartesi günü Başbakan Erdoğan ile görüştü. Geçtiğimiz günlerde de bir gazetede çıkan haber üzerine Meclis son dönemlerinin en gergin oturumlarından birisine sahne oldu; Öcalan’ın İmralı’da olmadığı tartışmaları üzerine Adalet Bakanı Engin, “isteyen gidip bakabilir” diyerek tansiyonu daha da yükseltti. Bütün bunların yanısıra Türk ordusunun yürütmüş olduğu askeri operasyonlar yoğunlaşarak devam ederken, HPG gerillaları 19 Haziran günü Kuzey Kürdistan’da kapsamlı bir devrimci operasyon gerçekleştirdi. HPG gerillaları ile Türk ordusu arasında yaşanan savaş derinleşirken gazeteci Avni Özgürel’in Medya Savunma Alanları’nda sizinle yapmış olduğu röportaj bütün bu konular içerisinde dikkatlerin bir de şahıs olarak sizin üzerinizde toplanmasına neden oldu. Ve tabii ki Suriye’nin düşürdüğü Türk savaş uçağı ve ardından yaşanan Türkiye-Suriye krizi…

Tüm bu konuları zamanınız elverdikçe size soracağız ve bu olaylara bir de sizin cephenizden bakacağız. Röportajımıza İmralı üzerindeki tartışmalardan başlamak istiyoruz.

‘MİLLİ İMRALI POLİTİKASI UYGULANIYOR’

İmralı’daki tecrit birinci yılını doldurmak üzereyken, Aydınlık isimli gazetede çıkan bir haber, yeni bir tartışma başlattı. Öncelikle siz hareket olarak bu tür haberleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün İmralı’da uygulanan politika ‘Milli İmralı Politikası’dır. Yani Türkiye’deki tüm kesimlerin katıldığı bir politika İmralı’da yürütülmektedir. Bu politika gereği İmralı’da bir işkence sistemi vardır. Hukuk dışı, etik dışı, insanlıkla alakası olmayan bir politika uygulanmaktadır. Eritme, çürütme ve o suretle imha etmeyi hedefleyen bir sistemdir. Bu, sürekli bir biçimde yürütülen psikolojik bir savaştır. Bu, Önderliğimiz şahsında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt halkına karşı geliştirdiği bir savaştır. Önderliğimiz buna karşı direniyor, Önderliğin yanındaki yoldaşlar direniyorlar. Kürdistan halkı bu işkence sistemine karşı direnmektedir, Hareketimiz, kadro ve gerilla güçlerimiz bu işkence sistemine karşı direnmektedir.

Önderlikle ilgili “Öcalan İmralı’da mıdır, değil midir?” savını ortaya atan MHP ve Ergenekonculardır. Yani daha önce de ortaklaştıkları Kızılelmacılar denilen, ırkçı, şovenist kesimlerdir. Aslında bunlar bu tür yalan haber ve soruları ortaya atarak, İmralı’da uygulanan psikolojik işkence sistemini pekiştirmek istemektedirler. Bunu yaparken de aynı zamanda orada uygulanan insanlık dışı uygulamayı gizlemek istemektedirler. Orada bir işkence var, bu tür söylemleri ortaya atarak, o işkenceyi perdeleme-gizleme tutumu söz konusudur. İşte, “helikopterle alınmış, yok bilmem neredeki misafirhaneye götürülmüş, nerede görüşmeye götürülmüş” deniyor. Halbuki öyle bir şey yok. Sistematik biçimde yürütülen bir psikolojik saldırı durumu var. Önderliğimiz üzerinde çok ağırlaştırılmış bir tecrit ve psikolojik işkence uygulaması vardır. Önderliğin buna karşı büyük bir iradeyle çok tarihsel bir insani duruşu sergilemesi ve direnişi vardır. Gerçek budur. Ama bunu farklı bir biçimde göstererek, aslında yapılmak istenen şey oradaki işkenceyi pekiştirme ve yürütülen bu insanlık dışı uygulamayı da gizlemedir.

Bu Kızılelmacılar bunu yaparken, AKP cephesi de hem uluslararası hem de ulusal düzeylerde farklı bir üslupla aynı şeyi yapmaktadır. Mesela bugünkü Sabah Gazetesi’nin manşetine bakın; “Çarpıyorlar, Aldatıyorlar” diyerek atmışlar manşeti. Güya Önderliğin Adalet Bakanı’na mektup yazdığını, ailesiyle, avukatlarıyla görüşmeyeceğini, bunun nedeni olarak da kendisinin anlaşılmadığını ve yanlış aktarıldığını ifade ettiğini iddia ediyor. Adalet Bakanı buna benzer şeyleri CPT, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumlara da propaganda etmiş. Şimdi de Sabah Gazetesi’nde manşet haline getirmişler. Yani aslında “tecrit yok, Öcalan kendisi zaten görüşmek istemiyor” diyerek, İmralı’da uygulanan ağır uygulamayı gözden kaçırma ve gizleme çabası vardır.

Şu doğrudur, Önderlik o koşullar altında ailesi ve avukatlarla görüşmeyi elbette ki kabul etmedi ve etmez de. Çünkü Önderliğin avukatlarının hepsi içeri atılmış durumda. Çünkü hukuksuz bir biçimde orada her söz hem teybe alınıyor hem de birisi tarafından dinleniliyor ve İmralı’da her türlü hukuk kurallarını ayaklar altına alan uygulamalar var. Orada uygulanan bir psikolojik işkencedir. Konuşma üzerinde tehdit ve denetim var. Bu ortamda yapılacak görüşme sağlıklı olmayacağı gibi bütün bu uygulamaları normalleştirmeye yol açar. Zaten onlar hem her şeyi yapmak istiyor hem de normalleştirmek istiyorlar. Onların bu işkenceci ve işkence etmeyi normal gösteren politikalarını reddetmek için Önderliğimiz tabii ki bu koşullarda gerçekleştirilecek görüşmeleri kabul etmeyeceğini söylemiştir. Görüşmelerin yapılması için haksız yere tutuklanan Avukatların bırakılması ve hukuk güvencesinin verilmesi şartını ifade etmiştir. Bu olmadan tecrit ve işkence devam edecek anlamına gelir. Buna karşı da direniş devam edecektir.

Bu temelde İmralı’da insanlık onurunun direnişi devam ediyor. Tarihsel direniş yüksek bir iradeyle yükselmektedir. Bizim de buna doğru cevap verme görevimiz vardır. Bu söylenenlerden çıkarılacak sonuç budur. Öte yandan İmralı konusunu bu kadar ortaya atmaları gerçekten kuşku vericidir.

‘BİR HEYET İMRALI’YA GİTSİN’


Adalet Bakanı Meclis’te yaşanan tartışmalar üzerine “inanmayan gidip bakabilir” diyerek tansiyonu daha da yükseltti. Bir yandan devletin, ailesi ve avukatlarıyla bile görüşmesine izin vermediği Öcalan için neden böyle bir söz söylediği düşündürürken, diğer yandan ise kimi sivil toplum örgütleri, siyasi çevreler ve gazeteciler İmralı’ya gitmek için resmi başvuru hazırlığında. Bakanın bu sözünü ve bahsi geçen girişimleri nasıl yorumlamalı?

Şimdi Adalet Bakanı açıklama yaptı, yine ilgili savcı da yapmış ama acaba orada tersi bir durum yok mu? Bu durum bizleri de büyük oranda bir kuşkuya sevk etmiştir. O açıdan Sayın Ahmet Türk’ün İmralı’ya gidip görüşme yapmak için başvurmuş olması çok isabetli bir girişimdir. Daha önce BDP eş başkanları da yapmıştı. Bu doğru bir girişimdir ve tüm halkımız da böyle bir girişimin arkasında durmalı. Biz bu koşullarda Önderliğimizin ne durumda olduğunu öğrenmek istiyoruz, halkımız öğrenmek istiyor. Bu kadar tartışmanın yaratıldığı bu ortamda acaba tersi bir durum mu var? Gerçekten orada neler var, onu öğrenmek gerekiyor. Bu açıdan başvuruların yapılmış olması yerinde olduğu gibi tüm demokratik kurumlar da bu konudaki istemlerini gündemleştirerek, bir heyetin İmralı’ya gitmesini sağlamaları çok yerinde olacaktır.

Aslında CPT de Avrupa’da yapılan direnişler karşılığında bunun sözünü verdi fakat bugüne kadar gerçekleştirmiş değil. Çünkü her ne kadar bu politika milli bir politika olsa da, bu milli politika özünde uluslararası bir politik gerçeğe de dayanmaktadır. Oradaki uygulamalardan Avrupa’nın kurumları da aslında bu anlamda sorumludurlar. Dolayısıyla Önderlik etrafında oluşturulan bu bir yıllık ağır tecritle sözüm ona özgürlük hareketini baskılamak, geri adım attırmak, bu biçimde sonuca gitmek istemektedirler. Bunun karşılığında tüm halkımızın ve hareketimizin de bu insanlık dışı uygulamaya karşı direniş mücadelesini yükseltmesi bir görev haline gelmiş bulunmaktadır.

Özel savaş basını ve kimi siyasetçileri dinleyince geçmişte sanki bir yumuşama havasının olduğu, ancak Şitazin eyleminin bu havayı bozduğu vb. yaklaşımlar söz konusu. Yine hareketinizin içinde sanki farklılıklar varmış gibi bir takım değerlendirmeler yapıldı. Gerçekte bir savaş süreci mi var, bir yumuşama süreci mi var? Siz bu konuda ne diyorsunuz?

Açık ki bugün Kürdistan'da bir savaş var. Geçen Temmuz ayından bu yana sürdürülmekte olan bir savaş var. AKP bu savaşla kesin sonuçlar elde etmek istiyordu. Hatta Sri Lanka örneğini gündemleştirdiler. Kış boyu güçlerimize karşı çok kapsamlı saldırılar yapıldı. Yine İmralı İşkence Sistemi derinleştirildi. KCK operasyonları yaygınlaştırıldı. Halkı korkutmak üzere Roboskî Katliamı, Urfa Cezaevi Katliamı gerçekleştirildi; yine daha değişik yerlerde, sokaklarda, orada-burada Kürt gençlerinin katledilmesi olayları boyutlandı. Aslında toplumu sindirmek için bu bir yıllık süreç içerisinde AKP hükümeti hemen hemen her yönteme başvurdu. Sorunun çözümünü kilitleme, imha ve yok etme politikasını bu biçimde uygulayarak, sonuç almak istedi.

Ancak gelinen aşamada AKP sonuç almamıştır; başarısız olmuştur. Onların amacı bu bir yıllık süreç içerisinde Kürt siyasetinde dağınıklık yaratma, Kürt toplumunda bıkkınlık ve sindirmeyi geliştirme, Özgürlük Hareketi güçlerine de önemli darbeler vurarak, geriletmeydi. Ama bugün Özgürlük Hareketi her zamankinden daha güçlü bir pozisyonda duruyor. Bu da AKP devletinin Kürdistan'da yürüttüğü topyekun savaşın gelinen aşamada sonuçsuz kaldığını göstermektedir. Fakat AKP cephesinden savaşın sürdürülmesinde bir ısrar var. Sürdürülmek ve sonuç alınmak istenmektedir. Ama bunu öyle tek yönlü işte polisin veya askerin saldırıları biçiminde yapmıyor. Zaten AKP, “daha önceki hükümetler döneminde çeteler vardı, ortak hareket etme yoktu, yine din olgusu iyi kullanılmadı. Bu yüzden Kemalist iktidar dönemindeki uygulamalar sonuç vermedi. Biz kapsamlı bir projeyle sonuç alacağız. PKK’yi yeneceğiz” diyerek, bu süreci başlattı. Daha dün Hüseyin Çelik, “eski hükümetler döneminde teröre karşı başarısız olunmasının nedeni çetelerin var olmasıydı” dedi. Şimdi çeteleri temizlediklerine göre artık başarılı olacaklarını demeye getiriyor.

‘ERDOĞAN YANLIŞ HESAP İÇERİSİNDEDİR’

Yani bu bir savaş kararı…

Evet, bu bir savaş kararıdır ama işi bu noktaya getiren biz değiliz. AKP’nin, kendine sevdalı, kendini her şeyin merkezinde gören, “herkes önümde diz çöktü, PKK de diz çökecektir” diyen egemenlikçi, sömürgeci zihniyeti bu işi bu noktaya getirmiştir. Onlar Kürt halkına diz çöktürmek istiyorlar.

Bunun için şimdi askeri çözümü biz değil, onlar gündeme koymuştur. Onların gündeme koyması karşısında elbette biz boyun eğecek, geri adım atacak değiliz. Askeri diyorlarsa bizim askeri gücümüz ve yetkinliğimiz daha fazladır. Biz bu konuda da yenilmezliğimizi gösterecek ve başarıyı elde edebilecek olanaklara sahibiz. Bizim çok samimi bir biçimde barışçıl yaklaşımlarımızı, Önderliğimizin canhıraş bir biçimde barışçıl çabalarını zayıflığımıza yormaları onların en büyük hatasıdır. Erdoğan, Erdoğan’ın yandaşları ve danışmanları bu konuda yanlış hesap içindedirler. Biz sorunu barışçıl diyalog yöntemiyle çözmek istedik, teslim alınmayla değil. Ama onlar bunu, bizim zayıflığımıza yorarak, “biz sonuç alırız” dediler. Bunu daha zengin yöntemlerle yani bir taraftan “biz Kürt sorununu çözeceğiz”, vb. söylemlerle toplumu beklentiye sokarak, ardından ise dönüp-dolaşıp “biz aslında Kürt sorununu çözdük şimdi PKK sorunu var” diyerek yapmaya çalışıyorlar. Yani tek bir yöntemle değil, birçok yöntemle bunu yapmak istiyorlar. En önemsedikleri ise psikolojik savaş yöntemleridir. Bunu hem içte hem de dışta yapıyorlar. Dışarıya dönük işte Amerika’ya, Avrupa’ya gidip, “biz aslında sorunu çözmek istiyoruz ama PKK engeldir. Onun için biz PKK’yi engel olmaktan çıkarcağız ve sorunu çözeceğiz” derken, Türkiye kamuoyuna ise, “biz terörle mücadele edeceğiz, tasfiye edeceğiz ama uzantılarıyla da görüşeceğiz” demektedirler. İşte bu savaştır ‘’savaşarak sonuç alacağız” demektir.

Biz bu konuda proje koyduk. Önder Apo daha 2011 yılının başında “öncelikli hedefimiz ve seçeneğimiz bu sorunu demokratik diyalog yöntemiyle çözmektir” dedi. Bunun için Önderliğimiz protokolleri hazırladı ve sundu. Bu protokoller üç yıllık görüşmelerin bir sonucu olarak ulaşılan bir zirveydi. Devlet buna gelirse biz bu barışçıl çözümü arzu ediyoruz dedik.

‘GEREKİRSE GÜNEY KÜRDİSTANLA BİRLEŞİRİZ...’

Peki, buna gelmez de sizi yok etmeyi tercih ederse…

O zaman ise Devrimci Halk Savaşı stratejisiyle direnmek ikinci çözüm yolu olarak devreye girer demiştik. Devrimci Halk Savaşı yok edilmeye karşı direnmedir. Askeri çözüm bu biçimde gündeme gelmiştir. Bunu onlar bu biçimde gündeme getirdiler. Dolayısıyla şimdi AKP’nin askeri çözümü dayatması temelinde bir savaş süreci var. Biz onların askeri çözümünü tersine çevirmek ve yerine devrimci çözümü koymak istiyoruz. Bunu da halkımız direnerek, gerillalarımız direnerek, rehin olanlar o esaret altında direnerek bugün göstermektedirler. Bu konuda yaşanan gerçeklik budur.

Bugün Kürdistan'da bir savaş var ama AKP devleti bunu ısrarla gizlemeye, kayıplarını az göstermeye ve toplumu yanıltmaya çalışıyor. Oysa sürdürülen çok yaygın bir savaş var.! Psikolojik alanda, basın-yayın alanında, kültürel alanda, siyasi alanda, hukuk alanında, askeri alanda ve her alanda yürütülen bir savaş vardır. AKP devleti bu savaşla irademizi kırmak, bizi tasfiye etmek ve sonuç almak istiyor. Biz ise halk olarak var olmak istiyoruz. İrademizle özgür bir biçimde bu topraklarda özgür-eşit bir biçimde yaşamak istiyoruz. Bunun için sonuna kadar direnerek, bu sonucu elde etmeyi hedefliyoruz.

Biz her zaman seçeneklerimiz olduğunu ifade ettik. İşte şimdi yine söylüyoruz. Bizim tek seçeneğimiz AKP’nin merhametine sığınmak değildir ya da illa mutlaka işte diyalogla çözüm değildir. Eğer diyalogla çözüme gelmezlerse, bizi yok etmek isterlerse biz o zaman direnerek, kendi bağımsız demokratik çözümümüzü ortaya koyarız. Ve açıkça söyleyelim; şimdi Ortadoğu bölgesi kaynıyor. Kürtler de bu bölgede artık bir faktördür, bir güçtür. TC Devleti Kürt halkını bir halk olarak, bir millet olarak tanıma temelinde çözüme yaklaşır, demokratik özerklik ekseninde çözerse, biz ona varız. Ama buna gelmezse, bunu kabul etmezse elbette ki biz bağımsız bir biçimde bu sorunu çözmek üzere tüm gücümüzü ortaya koyacağız. Gerekirse Güney Kürdistan ile birleşerek, bağımsızlığımızı da ilan ederiz. Daha başka birçok yol var.

Kısacası şu bilinmeli ve şantaj olarak görülmemeli, biz PKK ve Kürt halkı olarak seçeneksiz değiliz. Eskiden Kürt toplumu bilinçsizdi, bağımsız siyasi düşünce gücü yoktu. Ama bugün bir Önderliği var, bir felsefesi var ve yetişmiş on binlerce kadrosu vardır. Siz bu halkı artık kandıramazsınız, tasfiye edemezsiniz, köle bir statüde tutamazsınız. Sanki PKK birkaç bin gerilla gücüymüş, işte bu gerilla gücü hemen bugün-yarın silah bırakacakmış gibi bir hava yaratmanın da hiçbir anlamı yoktur. Ya da işte bazı operasyonlarla “kuşatıyoruz, yok edeceğiz” gibi bir takım propagandatif tutumlarla kimse sonuç alamaz.

Neden?

PKK güçlü bir harekettir, güçlü bir kitlesel temeli ve güçlü bir askeri gücü vardır. Otuz yıllık tecrübesi vardır. Kürdistan’ın tüm zirvelerinde mevzilenmiş bir gerilla gücüdür. Siz bu gerilla gücünü yenemezsiniz. Bugün gerilla gücü modern profesyonel gerilla ekseninde yeniden yapılanmayı derinleştiriyor ve bu yeniden yapılanmayı başarmış bir gerilla gücü kesinlikle zafer kazanacaktır. Her türlü saldırıyı boşa çıkarabilecek, kendini koruyabilecek, değer yargılarını savunabilecek bir güç olduğunu herkese gösterecektir.

Biz, birincil olarak bahsettiğim protokoller temelinde diyalogla ve Önder Apo’nun belirttiği 3 şart temelinde çözmeyi tercih ediyoruz. Ama yok bunu yapmazsan, bir bütünen halkımızı her alanda hedefleyerek, üzerimize gelip, bizi teslim almak istersen, biz buna karşı direnerek, teslimiyet politikalarını parçalama temelinde başarıya gidecek güçteyiz. Bu konuda hiçbir tereddüt yoktur. Bunun bu biçimde yalın ve açık bir tarzda herkesçe bilinmesinde büyük bir fayda vardır.

İşte gerçekleşen Şitazin-Oramar eylemini herkes bu eksende doğru anlamalıdır. Farklı biçimlerde, yok işte “PKK’nin bir kararı mıdır, değil midir”, vb. tartışmalar ile kalkıp Silvan eylemiyle karşılaştırma yanlıştır. Biz Silvan eylemini daha önce söyledik. Silvan yerel gücün kendi inisiyatifiyle yaptığı bir eylemdir. Kaldı ki eylem bile değildir. Operasyona çıkmış olan Türk askeri güçleriyle karşılaşan bir gerilla birliğinin yaptığı bir çatışmadır. Ancak şimdi durum daha farklıdır.

Biz şimdi 14 Temmuz 2011’de değiliz; 2012 yılındayız. Dolayısıyla durumlar farklıdır. Öyle eskileriyle karşılaştırılamaz. Direnen halkımız her konuda birliğini, bütünlüğünü sağlamıştır. Özgürlük Hareketi’nde herhangi bir biçimde ayrılıklar falan söz konusu olamaz, öyle bir şey yok. Bu konudaki yorum ve psikolojik yalanlara cevap bile vermek istemiyorum. Her şey hakimiyetimizde, denetimimizde ve güçlü bir planlama çerçevesinde gerçekleşmektedir. Biz bu temelde sonuca gidiyoruz. Bu tarihsel direniş sürecini hiç kimse gölgeleyemez.

Kaldı ki, mücadele içerisinde gelişip, şekillenen bugünkü birlik sadece hareketin üst yapısındaki bir birlik değildir. Bugün Önder Apo çizgisi ve felsefesi ekseninde Kürdistan’ın bütün özgürlükçü demokratik mücadeleci güçlerinde bir birlik ruhu vardır. Bu askeri alanda da, siyasi alanda da, sosyal-toplumsal alanda da gelişen bir ruhtur. Mücadeleci birlik ruhu Kürt halkını zafere taşıyacak temel ruhtur. Bugün Kürt halkı bu halkayı yakalamış ve hiçbir zaman da bırakmayacaktır. Kim bu birliği bozmaya kalkışırsa ona karşı tavır almasını da bilecektir. Dost-düşman herkesin bunu doğru görmesinde büyük yarar vardır.

‘KİMSEYE BARIŞ UMUDU VERMEDİM’

Bu konuda sizin Avni Özgürel ile yaptığınız röportaj çok tartışma konusu yapıldı. Sizin bazı söylemleriniz üzerinden değerlendirmeler geliştirilerek, süreci tanımlamaya kalkışanlar oldu. Madem durum sizin belirttiğiniz gibiyse sizin adınıza yapılan tartışmalar gerçeği yansıtmıyor muydu? Ya da farklı bir deyişle yaptığınız röportajda bir tahrip ya da çarpıtma mı vardı?

Belirttiğim gibi Kürdistan’da 2011 Temmuzu’ndan bu yana bir savaş durumu zaten söz konusuydu. 2012 baharına geldiğimizde bu savaşın daha da tırmanacağı anlaşılıyordu. Mayıs ayında Avni Bey’in başvurusu olunca biz, “acaba bir faydası olur mu, sürece bir katkısı olabilir mi” diyerek, o röportaj teklifini kabul ettik. Başka da birçok teklif vardı ama koşullarımız ve süreç gereği biz hepsini kabul edemezdik. Ancak zaman zaman, “sürece katkısı olabilir” diye bazı görüşme isteklerini kabul etme durumumuz oluyor. Şimdi biz Sayın Avni Özgürel’i de bu temelde kabul ettik. Çünkü kendisi geçmişten beri Önderlik eksenli değerlendirmeler yapan bir gazeteci-yazardı. Gayet normal, sağlıklı bir röportaj yapıldı. Sanırım röportajını Radikal Gazetesi ve Türk basını yayınlamaya yanaşmadı. Bu kuşkusuz AKP hükümetinin tutumuyla yakından alakalıdır. Bir ay gecikmeli olarak kendi yeni kurduğu sitesinde yayınladı. Bunu anlayabiliyoruz. Beş bölüm halinde yayınlanan röportajın metnini okudum. Orada yansıtılan söylediklerime ilişkin bir şey belirtmiyorum, şimdi de katıldığım hususlardır. Kendisi bilinen-tanınan bir şahsiyettir. Bu konuda güven veren birisi. Dolayısıyla yazımda bilinçli bir tahribat yoktur. Fakat redakte etmede gösterilen bazı dikkatsizlikler diyebileceğim yetersizlikler vardır. Özellikle bazı cümle ve vurguların redakteye muzdarip kalmasının bir takım nedenleri olduğunu düşünüyorum. Çünkü bazı cümleler çıkarılmış. Bunlar kısmi olarak anlam farklılığını yaratmış olsa da özü itibarıyla röportajdaki mesajlar verilmektedir. Bu konuda bir sorun yok.

Ben o röportajda kimseye barış umudu vermedim. Tersine durumun ciddiyetini ve gelişen yoğun operasyonlar temelinde savaşın daha da gelişebileceğini yansıtmaya çalıştım. Bu konuda bazı köşe yazarları “acaba Karayılan tavşana kaç, tazıya tut mu dedi, acaba politika mı yaptı” diyorlar. Bazıları da “acaba kötü polis, iyi polis rolleri mi var” vs. vs. yorumlar yapıldı. Ben burada bu tür yorumlar için bir şey demiyorum. Fakat yorum yapanlar röportaja dayanarak, yorum yapmalıydılar. Röportaj değil de, röportaj hakkındaki yorumları yorumlayanlar yanlış sonuçlara gitmişlerdir. Röportajın yayınlanan metinleri ortada. Ben ortalığı süt-liman gibi göstermedim. Ciddiyeti izah etmeye çalıştım. Benim söylediklerimin samimiyeti ve tutarlılığı ortadadır.

Orada çözüm için çok çaba sarf ettiğimizi fakat bu çabalarımızın karşılık bulmadığını, AKP’nin tutumu sonucu bu noktaya geldiğimizi belirttim. Yine çözümün tek adresinin Önder Apo olduğunu, onun da kendi şartlarını kamuoyuna deklare ettiğini, özgürlük, güvenlik ve tedavi koşullarının sağlanması gerektiğini, ancak bu temelde yeni bir sürecin gelişebileceğini ifade etmeye çalıştım. Bunun için de AKP’nin-Erdoğan’ın yeni bir karar alması gerektiğini belirtmeye çalıştım. Yani bizlerin, gerek benim gerekse de başkasının bu konuda herhangi bir şey yapamayacağını, Önder Apo'nun o koşullarda bulunması gerçeği karşısında kimsenin bir şey yapamayacağını, dolayısıyla gerginliğin tırmanma olasılığının bulunduğunu ifade etmeye çalıştım. Hatta bu konuda üzerimize gelineceğini, bizim de direnerek, yenilmezliğimizi bir kez daha ortaya koymak zorunda olduğumuzu vurguladım -ki bu cümle yansıtılmamıştı.- Bu çerçevedeki bir röportaj kimseye herhangi bir şey, güllük-gülistanlık bir ortamı vaat etmiyor. Fakat bahar ayları olmasına rağmen çatışma düzeyinin düşük olmasını bir izleme sürecindeyiz, biçiminde izah ettim. Bu doğruydu.

Sayın Avni Özgürel’in röportajından sonra süreç biraz daha gerginleşti. Başbakan’ın tavrında çok ciddi bir sertlik başladı. Direkt bizi hedefledi. Bize “savaş baronları” dedi. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri bu kadar kandırmasını, bu kadar kalleşlik yapmasını bir tarafa vererek, bize ve BDP’ye karşı “kalleş” kavramını kullandı. Bu bir tutumdu. Bunun röportajın içeriğiyle bağlantılı olup-olmadığını bilmiyorum. Ama bağlantılı olma ihtimali vardır. Askeri operasyonlar arttırıldı. Başta Van yöresindeki bütün belediye başkanlarının tutuklanması olmak üzere siyasi alana dönük operasyonlar hız kazandı. Kürtçe ana dil hakkı evrensel bir haktır, doğuştan gelen bir haktır. Kürt halkı bunu talep ediyor. Şimdi bunu seçmeli dil derekesine düşürme aslında Kürt halkının bu haklı, insani talebini provoke etmedir. Biz bunu öyle olumlu bir adım olarak görmüyoruz. Bu provoke etme tutumun sonucu gelişen bir şeydir. Önderliğimizin ev hapsine alınmasına ilişkin tartışmalara bile tahammül gösteremeyen bir tutumu daha açıkça gördük. Bütün bunlarla birlikte yaygınlaşan operasyonlar herhangi bir esnemenin olmadığını gösterdi. Böyle olunca elbette ki çatışma sürecinin tırmanacağı açıktır. Kaldı ki röportaj yaptığımız tarih 17 Mayıs’tır. Oramar-Şitazin eylemi ise 19 Haziran’da oldu. Bu iki tarih arasındaki zaman diliminde yaşanan gelişmeler Oramar-Şitazin türü eylemleri zorunlu hale getirmiştir.

Bu konuda tarihsel açıdan doğruların yerini bulması için belirtmem gereken bir-iki husus daha var. Bir gazeteci bir yere gittiğinde tabii ki gördüklerini, gözlemlediklerini kendi yorumları olarak yazabilir. İzlenimlerini kanaat olarak değerlendirebilir. Biz buna bir şey demiyoruz. Ancak yapılmış bu yorumların bizzat bana mal edilmesi kişiyi yanlış sonuçlara götürebilir. Gazeteci Neşe Düzel’in yaptığı röportajda Avni Özgürel kendi yorumlarını aktarıyor. Bu yorumların bizzat benim söylediğim sözlermiş gibi anlaşılması doğru değildir.

Örneğin ben “biz saldırı olursa cevap veriyoruz ama merkezin kararıyla karakol baskınları gibi eylemler yapmıyoruz” gibi bir cümle kullanmadım. Böyle bir cümleyi daha önceki ateşkes dönemlerinde kullanmış olabilirim ama yeni dönemde kullanmam mümkün değil. Çünkü ortada bir ateşkes durumu yok. Biz bu konuda ilkesel ve oldukça samimi yaklaşıyoruz, politiklik adına kamuoyunu yanıltma gibi bir tarzımız yoktur. Bu cümle Sayın Avni Özgürel’in kendi yorumu olabilir.

Yine diğer bazı konular da sanki yanlış anlaşılmış gibi geliyor bana.

‘OSLO SÜRECİNDE ARACI OLAN KURUM İNGİLİZ İSTİHBARATI DEĞİLDİR’

Mesela hangi konular?

Mesela bu Oslo süreciyle ilgili konuda yanlış anlaşılma diyebileceğim, doğru olmayan cümleler de yorum olarak ifade edilmiştir. Örneğin Oslo sürecinde aracı olan kurum İngiliz istihbaratı değildir. Ben böyle bir şey söylemedim. Tam tersine bu kurum uluslararası düzeyde itibarı olan, dünya çapında benzer birçok toplumsal sorunu çözmede rol oynamış yani salt bizimle Türkiye arasında aracı olmamış, başka birçok devletle örgüt arasında da aracı olmuş, sorunları çözmüş, muteber bir kurumdur. Benim adını söylememe gerek yok. O kendilerine ait bir şeydir. İsterlerse adlarını açıklarlar. Ama uluslararası ciddiyeti ve saygınlığı olan bir kurumdur. İstihbarat örgütleriyle herhangi bir ilişkileri yoktur, barış için çalışan saygın bir sivil toplum kuruluşudur.

Şimdi Türkiye devleti ve basın-yayın organları şundan vazgeçmeli. Yani sürekli bizi küçük gösterme, küçümseme, polisiye bir olay, istihbaratı işin içine katma, işte istihbarat işidir, gibi gösterme tutumundan vazgeçmelidir. Bizim istihbaratçılarla işimiz yoktur. Söz konusu kurum uluslararası tanınan bir kurumdur. Ondan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına gelip bizimle görüşenler de “biz MİT temsilcisiyiz” demediler. “Biz devleti temsil eden bir heyetiz” dediler ve biz o temelde görüşmeleri yaptık. Kaldı ki heyetin tümünün MİT üyesi olmadığını biliyoruz. Ama ısrarla MİT ile PKK görüşmesi, ısrarla bilmem hangi istihbarat kurumunun aracılık yaptığı gibi vurguların gündemleştirilmesi doğru değildir. O bizi küçümseme yaklaşımından ileri gelen bir yakıştırmadır.

‘MİT GELSİN BİZİ SORUŞTURSUN DEMEDİM’

Ben, “MİT gelsin, bizi soruştursun” demedim. Bizim MİT ile ne öyle bir hukukumuz ne de bir ilişkimiz vardır. Biz “o aracı kuruma” dedik. Ben onu söyledim. Yani o söz konusu uluslararası aracı kuruma dedim ki, “bu bilgi sızdırması bizden gitmemiştir. Gerekirse soruşturma açın, gelin, biz bütün ortamımızı size açarız. Soruşturma yapabilirsiniz. Biz o görüşmenin kayıtlarını yapmamışız ve biz dışarıya vermemişiz” dedik. Onu söyledik. Şimdi orada deniliyor ki “MİT çağrılmış, gelin araştırma yapın denilmiş.” Öyle bir şey yok. MİT bize yüklemeye çalıştı. Biz de ona karşı bu biçimde uluslararası kurum nezdinde savunmamızı yaptık. Ama sonradan bu sorun herkes tarafından anlaşıldı. Bu görüşme tutanaklarını ve ses kaydını sızdırma işini Türk devletinin kendi iç çelişkilerinden kaynaklı bazı kesimler yapmıştır. Açıkça anlaşılan AKP-Gülen çatışması ekseninde basına sızdırılan bir husustur. Bu şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Orada da belirttim, başta bizler bazı uluslararası güçlerden de kuşkulandık ama sonra anlaşıldı ki hayır, özellikle “biz bu belgeleri BDP Amed binasında gördük” demeleriyle birlikte artık bizim için netleşmiştir. Çünkü o belgeler orada yoktu. Bunları izah ettik.

‘SİLVAN OLAYI PROVOKASYON DEĞİLDİR’

Yine PKK içinde kimi unsurların barışı provoke ettiği yönündeki değerlendirme ise tümüyle gerçek dışıdır. PKK disiplinli ve kontrol altında olan bir harekettir. Yerel birimlerin inisiyatifi vardır ama öyle kimsenin herhangi bir biçimde çizgiyle oynama durumu söz konusu olamaz. Silvan olayı bir provokasyon değildir. Eğer bu konuda bir provoke etmeden bahsedilecekse, olsa olsa o askerleri gerilla mevzilerinin içine gönderen kişilerden provokatör olarak bahsedilebilir. Bu nedenle bu yönlü vurgular gerçekleri yansıtmıyor. Ayrıca bizim Önderlik için ev hapsini isteme gibi bir durumumuz yoktur. Biz Önderlik için özgürlük istiyoruz. Eğer Türk devleti Kürt halkıyla toplumsal barış yapmak istiyorsa öncelikle Kürt halk Önderliği özgürlüğüne kavuşmalıdır. Gerçek ve kalıcı toplumsal uzlaşma ve barış ancak böyle mümkün olabilir.

Diğer bir husus da Oslo görüşmeleri Ağustos 2008’de başladı. KCK adı altındaki operasyonlar ise 14 Nisan 2009’da başladı. Biz bu KCK adı altında Kürt siyasetçilerine yönelmeyi, görüşme sürecini hançerleyen bir girişim olduğunu baştan beri ifade ettik. Ama hep “durdurulacak, mahkemeye çıkarılıp bırakılacaklar” vb. vb. şeyler söylendi. Nihayetinde öyle olmadı. Tersine giderek, kapsamlılaştı. Tüm toplumu hedefleyecek hale geldi. Bu konuda biz yanılmadık, yanıldığımız bir şey yoktur. Ben şunu söyleyeyim, geliştirdiğimiz bu diyalog sürecinde ne Önder Apo, ne de biz hareket yönetimi olarak hiçbir biçimde yanılmadık. Önder Apo ne dedi? “Hükümette ve parlamentoda çözüm zihniyetini oluşturmaya çalışıyoruz” dedi. Yani hükümette gerçekçi bir çözüm zihniyetinin olmadığının farkındaydık. Fakat diyalog yöntemiyle çözümdeki ısrarımızın esas amacı bu diyaloglarla aynı zamanda çözüm zihniyetini oluşturma, ikna faaliyetlerini geliştirme idi. Bunun için biz ısrarlı bir biçimde çözüm sürecini dayattık ve bundaki ısrarımızı koruduk. Nihayetinde baktık ki AKP hükümeti süreci tamamen seçim taktikleri olarak öngörüyor. Yani AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin en köklü sorunu olan Kürt sorunu gibi bir sorunu çözme değil de, “şu seçime nasıl çatışmasız girer ve bir de nasıl Türkiye’nin tüm sorunlarını çözüyorum havasını yaratarak, kamuoyundan destek alırım” taktikleriyle soruna yaklaştığı iyice anlaşıldı. Nitekim 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra zaten restini çekti. Orada kalleşlikleri anlaşıldı. Yoksa biz öyle çok yanılmadık. Biz sürece çok bilinçli yaklaşan ve bu konuda neyin ne olduğunu bilen bir tarzla baştan beri bu yaklaşımı esas aldık. Fakat kendilerinin de tamamen böyle taktiksel yaklaştığı daha çok seçimden sonra iyice açığa çıktı. Tekrar ediyorum, süreci bozan Silvan olayı değildi. Süreci bozan Başbakan Erdoğan’ın protokolleri reddetmesidir. Reddedip, görüşmeleri artık tek taraflı olarak kesmesidir. Oslo sürecini bu tutum sonlandırmıştır.

‘14 TEMMUZ MİTİNGİ ÖNEMLİ BİR ÇIKIŞ OLACAK’

Kürt siyaseti 14 Temmuz’da kapsamlı bir miting tertipliyor. Çalışmalar Kürdistan’ın birçok kentinde yoğun bir şekilde sürdürülüyor. Bu mitinge ilişkin neler belirteceksiniz?

Biz de basından izliyoruz. Bana göre tüm baskılara, şiddete, tutuklamalara rağmen Kürt siyasetinin ayakta duruşu, birliğini ve direngenliğini koruması çok anlamlıdır. Bu açıdan “zulme karşı demokratik direniş” adı altında geliştirilen 14 Temmuz Mitingi, Kürt siyaseti açısından önemli bir çıkış olacağa benziyor. Ben de buradan tüm Kürt halkına, demokratik kurum ve kuruluşlarına bu mitinge yüksek bir katılım göstermeleri çağrısını yapıyorum. AKP’nin sömürgeci rejimine karşı Kürt halkının omuz omuza mücadelesinin geliştirilmesi çerçevesinde bu mitingin bir yeri olacağı açıktır. Bu açıdan bu mitinge yüksek bir katılımın geliştirilerek, Kürt siyasetinin gücünü ortaya koyması tutumunun desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Dün, Silivri’de “İstanbul KCK Davası” adı altında siyasi soykırım operasyonlarının “tiyatro sahnesi” olarak adlandırılan yeni bir bölümüne başlandı. Çok sayıda Kürt siyasetçi, akademisyen ve toplumun çeşitli kesimlerinden bir çok kişinin hakim karşısına ilk çıkışlarına “Kürtçe konuşma krizi” damgasını vurdu. Siz bu Silivri mahkemesini ve dün yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

İstanbul’da başlayan bu davayla birlikte bir kez daha Türk devletinin KCK operasyonu adı altında Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Kürt siyasetine karşı geliştirdiği soykırımın ve savaşın tablosu görülmüştür. Orada hukuki bir dava değil, tamamen siyasi bir tutumun olduğu açık ortadadır. Bu hükümet Silivri’de Ergenekon yargılaması yapıyor. Ergenekon davalarında ulusal ve uluslararası destek almış olabilir ama rehin aldığı Kürt siyasetçilerini ve onların Türkiyeli değerli dostlarını yargılama davasında aynı desteği göremeyecek, tersine bu rejimin gerçek yüzünü açığa çıkaracaktır. Açık ki Kürt Özgürlük Hareketine karşı sömürgeci hukuk kuralları işletilmektedir. Bu Kürt halkına karşı yapılmış bir zulümdür. Bu dava, bir siyasi partinin normal-yasal faaliyetlerini illegalize ve kriminalize etme tutumu olmakla beraber, Türkiye’de adaletten, haktan, barıştan ve demokrasiden yana olan kesimlere de gözdağı vermeyi hedeflemektedir. Türkiye’nin vicdanının temsilcisi konumunda olan değerli bilim insanı Büşra Ersanlı’nın ve yine Ragıp Zarakoğlu gibi şahsiyetleri yargılamaya tabi tutan sömürgeciliğin gerçeğini açığa vurmaktadır. Kürt özgürlük hareketinin Türkiye demokrasi güçleriyle ortaklaşmasını hedefleyen ve Kürt siyasetini yalnızlaştırarak, sindirmek isteyen bir konseptin nasıl pratikleştirildiğini orada görmek mümkündür.

Ben özellikle KCK davası adı altında tutuklanan Kürt siyasetçilerinin Kürtçe diliyle savunma hakkında ısrarcı olmalarını takdir ediyorum. Çok anlamlı, ulusal-demokratik bir duruştur ve Türk devletinin de mahkemelerinin bu konudaki yaklaşımını açığa çıkaran önemli bir tutumdur. Ne kadar ırkçı ve çağdışı yaklaştıkları, bir kişinin kendi ana diliyle kendini savunma hakkını bile tanımadıkları, bu mahkemelerin ne kadar ideolojik ve siyasi yaklaştıklarını açığa çıkarmıştır. Gerçeği bu biçimde ortaya koyan bu tutum çok önemlidir. Dolayısıyla Kürt halkının ve Kürt siyasetçilerinin bugün mücadelesi her yerde sürmektedir. Zindanda da, mahkemede de her yerde Türk sömürgeciliği bu haklı ve iradeleşmiş toplumsal gerçeğe karşı daha fazla direnemez. Bu dava, davanın sahiplerini altında bırakacak nitelikte bir sonuca doğru gidecektir. Kürt halkının ve Türkiye’deki demokrasi güçlerinin mücadelesi bu sonucu yaratacaktır. Bu konuda halkımızın ve demokratik çevrelerin mahkeme önünde göstermiş oldukları sahiplenme tutumu ve dayanışmaları da çok anlamlı bir duruşu ortaya koymuştur.

Dün aynı zamanda 1993 yılında Sivas’ta gerçekleşen katliamın da yıldönümüydü…

Evet, Madımak Katliamı’nı yapanlar o süreçte yükselen Kürt Özgürlük Hareketi’yle Türkiye sol demokratik ve Alevi çevreleriyle bütünleşme sürecine karşı bir saldırı olarak bunu planlamışlardır. Özellikle bu konuda Sivas’ın seçilmiş olması da önemlidir. Sivas, Türkiye ile Kürdistan’ı birleştiren bir halkada yer almaktadır. Aynı zamanda Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin gerilla güçlerinin büyük devrimci, Şehit Alîşêr Koçgîrî (Yücel Halis) yoldaşın öncülüğünde Sivas’a kadar gelebildiği, Sivas’tan Tokat’a, oradan da Karadeniz’e doğru açılım çabalarının sergilendiği bir süreçte gerçekleşmiş olması da dikkat çekicidir. Aslında bu halkların birleşmesine, bütün mazlumların egemenlikçi sömürgeci sisteme karşı ortaklaşmasına karşı yapılmış bir saldırıdır. Alevi ve sol kesimleri sindirmeye dönük, insanlık dışı bir katliamdır. Bu katliam zihniyeti bugün de sürmektedir. Dün orada 35 kişi katledildi, bugün Roboskî’de de 34 kişi katledildi. Bunlar aynı zihniyetin sonucu olarak gerçekleştirilen katliamlardır. Bu açıdan Madımak Katliamı’nın 19. yıldönümünde orada yaşamını yitiren bütün devrimci aydınları anıyorum. Onların anılarına bağlılığın bir gereği olarak halkların kardeşliği, özgürlüğü ve demokrasi mücadelesini yükselterek, cevap olacağımızı belirtmek istiyorum. Bu katliamı gerçekleştirenleri de nefretle kınıyor, bunun hesabının mutlaka sorulacağını vurgulamak istiyorum.

Yarın: Leyla Zana’nın çıkışı


ANF