23 Temmuz 2010 Cuma

Şeflerin Zamanı


Eski zamanların toplumlarına uygun düşen mitoloji yaratımları vardı. M.Ö. 2000'lerden itibaren bu gelenek aşınmaya başladı. Buna rağmen mitoloji günümüzün birçok evren bakış açılarından daha gerçekçidir. Çağın toplumlarına yaşam biçimi, inanç, kültür-sanat ve siyaset olarak onlara uygulanan yönetim biçimleri dışarıdan dayatılan bir deli gömleği gibidir. Bu yüzden zalimce uygulansalar bile, mitolojiler yaşam karşısında daha somut, etkin insan ilişkilerine daha yakındırlar.

İlk mitolojiler, Sümer, Verimli Hilal, Akad ve İlk Babil (M.Ö.1900) söylencelerinde, yeryüzündeki toplumsal ve siyasal iş bölümünü temsil eden bir panteon (Tanrılar Meclisi) bulunmakta idi. Kentlerde ve devletlerde toplumun birçok meclisi (Belediye Meclisi, Halk Çemberi, Halk Meclisi, Yaşlılar Meclisi, Ülkenin Meclisi) ve kurumu etkindir. Tanrıların görevi ve meclislerin görevleri net olarak tanımlanmıştır. Unvanlar ve roller çok önemlidir ve içi doludur; kimse kimsenin alanına müdahale edememektedir. Örneğin yeryüzü tanrısı, göklerin tanrısına müdahale edemez, onun yetkilerini ve güçlerini kullanamaz. Ve o zamanın toplumlarında, farklı görevleri olan yüzlerce tanrı bulunmakta idi. Tabii ki bunların arasında bir hiyerarşi bulunmakta idi. Birbirlerinden güç alıp verdikleri gibi kavga ettikleri zamanlar da vardı. Bu bir iktidar hastalığı olarak kurumlara ve meclislere de yansırdı.

Orta Babil mitolojilerinde gökyüzü tanrısı Anu (An-Sümer), hava tanrısı Enlil ve suyun, bilginin tanrısı Ea (Enki-Sümer) gibi en büyük üç Sümer tanrısı, Babil ilahları arasında da yer almışlardır. Marduk, Ea'nın oğlu olduğundan hem doğuştan gelen haklara hem de onun olağanüstü yeteneklerine sahip olarak doğar. Marduk tanrılar meclisine girer girmez, tanrılar ona yeryüzünde Enlil'in rolünü vermişler, böylece Enlil güç ve eylemden yoksun, sadece addan ibaret (ülkemizdeki meclis gibi) kalan bir tanrı haline gelmiştir. Ve Marduk da en üstün tanrı mertebesine ulaşmıştır. Onun görevleri yeniden tanımlanmıştır. Evreni yaratma, faaliyet halinde tutma onuru ve esas amaçları tanrılara hizmet etmek olan insanları yaratma onuru da verilmiştir. Bütün tanrılar ve ölümlüler, Marduk'un emirlerine itaat ederler. Babil yaratımı, Babil toplumunun yaşam biçimine uymasa bile, temel olarak eski mitoloji ve toplum ilişkisinin bir devamı biçimindedir.

Marduk dinsel bir yaratımla kadına karşı bir karşı devrimle iktidara ulaşır. Bu durum Ortadoğu toplumları açısından bir dönüm noktasıdır. Uğursuz bir gelişmedir. Sümer tanrıları, genellikle temsil ettikleri gökler, kara ve su gibi kişiliklerle evreni oluşturan özün parçalarıdırlar. Kadın merkezli evrenin, yani Tiamat'ın parçaları. Ve aynı zamanda yeryüzündeki meclislerin, bakanlıkların uygulama ilkelerini belirleyen bir öz idi bu. Askeri şefin bir yaratımı olan Marduk, tanırlara içi boşaltılmış, biçimsel olan yeni roller verdi. Evreni, tamamen erkeğin üstünlüğü ve tek bir şefin hakimiyetine göre yeniden yaratmıştır. Var olan eski tanrılar kaosun içinden bir düzen yaratıyordu. Devlet düzenin kaotik yapısı içinde bir meclisler ve kurumlar düzeni idi. Marduk siyasal çeşitliği ve evrenin çoklu güçlerini bir addan ibaret sayarak tek bir şefin gücünü esas alan yeni bir eril askeri düzen yaratmıştır.

Marduk, kesin erkek egemenliğine dayanan, eril bir inancın, kadınların kutsal olduğu anaerkil inancın üzerindeki hakimiyetidir. Onunla başlayan zamanlarda, yani askeri şeflerin zamanında, Büyük Tanrıça, evrenin yaratıcısı, ya da Ana Tanrıça olan ve bütün tanrılara, tanrıçalara yaşam veren, bütün meclislerin koruyucusu ve bütün kurumların ruhu olan Tiamat, Marduk'un egemenliği ile artık her şeyin düşmanı haline getirildi.

Şefin en korkunç görünümü olan Marduk; 'Yüzündeki ışıklar saçan dört adet göz her şeyi görmesini sağlıyordu. Dört adet geniş kulak her şeyi duymasına yardımcı oluyordu. Marduk dudaklarını ne zaman oynatsa ağzından ateşler saçılıyordu.'

Hiyerarşik toplumlardan sonra ilk devletleşmelerde, önce rahip krallar, daha sonra hanedanlar (etnisiteden gücünü alan soylular) döneminde Tiamat Kutsal Ana Tanrıça, iyi olanın, güzel olanın ve çocukların ve toplumların yaşamının koruyucusu idi. Ana -kadının gücünü ve yaşam ilkelerini temsil ediyordu. Zayıflamış da olsa, henüz hiç kimse ona karşı koymaya cesaret edemiyordu. Eskiden en iyi tanrılara ve insanlara hayat vermişken, askeri şef Marduk döneminde, canavar ve şeytanlara yaşam veren, acımasız bir varlık haline dönüştürülerek, çarpıtılarak Babil toplumuna öyle gösterildi. Asker olmayan ve erkeğin terbiyesiyle büyümeyen çocuklar, annenin erdemleriyle büyüyen çocuklar canavar ve şeytan olarak ilan edildiler. Şefler döneminin toplumu öyle yaratıldı.


ŞEFLERİN KAYNAĞI

Şeflerin kaynağını hiyerarşik dönemin yapılanmaları belirler. Ana-kadın düzeninin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan hiyerarşik düzenin üç aktörü bulunmakta idi. Şaman-Şeyh-rahipler dönemi, yaşlı bilgeler dönemi ve avcılıktan gelen şefler dönemi. Sümer devlet yapılanması içinde hiyerarşik dönemin bu üç aktörü sırayla iktidara gelir. Bazen de iktidar ortağı olurlar ve genellikle ittifak halindedirler. Örneğin feodal dönemin Avrupa'sında da bu öyledir. Krallar, papa ve şövalyeler. Rahip krallar zihniyeti, ideolojiyi belirlerken, yaşlı bilgeler meclisleri ve kurumları yönetir, askeri şefler ise kentin güvenliğini sağlardı. Bazen de kral (Lugal-Patesi) her üç gücün bir bileşkesi olur. Bazı peygamberler de öyledir. Hz. İbrahim, Hz. Musa vd.

Şefler döneminde Marduk, zayıflamış da olsa kutsal kadın imgesini yok edip tamamen eril bir dünya kurar. Tarih boyunca ve günümüzde de, Ortadoğu'da en yakıcı sorun kadını canavar ve şeytanla özdeş tutan bu askeri zihniyettir. Toplumu ve liderliği de yozlaştıran, kadına karşı olan bu köleci bakış açısıdır.

Toplum, kadınla var olan ve ancak o zaman insanlaşan bir evren birimidir. Kadın sadece insanlığın yarısı değil, insanlığın ve toplumsallığın kurucusudur. Kadının zihinsel, duygusal, sezgisel varlığını yok sayan bir toplum; köleleştirilen kadınlar tarafından yetiştirilen, anti-sosyal, içinde dehşetli açlıklar barındıran, doğruyu söylemekten korkan, dışarıda başka içinde başka ikiyüzlü, gaddar, ahlaktan ve vicdandan kopmuş, yabancılaşmış, kıyıcı anlayışlarıyla şefin amaçsız insan kaynağı haline gelir. Ortaya çıkan böylesi bir toplumda, inancın ve bilgeliğin sözü geçmez, lakin sadece şefin sözü geçer. Kadını yok sayan, hiçleştiren İran, Taliban ve diğer anlayışlar da inancın anlayışları değildir. Yakın zamanda, bu Marduk terbiyesinden gelen askeri şef Saddam'ın o Halepçe ile somutlaşan katliamların kaynağı da bu anlayışla bağlantılıdır.

Soğuk savaş döneminin Hitler, Musolini ile başlayan Yunanistan'daki Albaylar cuntası, İspanya'da Franko, Türkiye, Şili, Arjantin, Sudan askeri şef darbeleri, Irak ve Suriye'deki Baas askeri rejimleri buna örnek verilebilir. Şefler her yerde etkindirler, hukuk üstüdürler.

Savaşlar, çatışmaların tarihi eskidir. Ve belli bir nizamı da içerirler. Zamanımızın savaşları yozlaşmıştır. Haklı müdafaların dışındaki tüm savaşlar yoz ve kirlidir. Kadim savaşlarda iki rakip kabile veya kavimlerin orduları bir çatışma düzenlemek için savaşçılarını meydana çıkardıklarında, geçerli olan ritüel bir karakter taşırdı. Buradaki çarpışma, 'tanrı yargısına son başvurma olarak organize' edilirdi. Yani geleneğe göre aklın ve tartışmanın yetmediği konularda başvurulan en son çözüm biçimi idi. Günümüzde ise gelenekten kopmuş ve kıyıcı bir hal almıştır. Kirlenmiştir.

Son yüzyılda, özellikle Ortadoğu'nun Batı ile tanışması ve dayatılan rejimlerin etkileri sonucunda açığa çıkan, toplumdan, gelenekten ve ahlaktan kopuk liderlerin hegemonyası ve askeri şeflerin tekel işbirlikçiliğidir. Krallıkta, cumhuriyetlerde bile asıl olan şeflerin gücüdür. Tarihsel Marduk sistemi ile Batı'nın çıkar ve nesneleri fetişleştiren birleşiminden toplum karşıtı, çatışmacı şef eksenli hükümetler hakim siyasi çizgi haline gelmiştir. Meclisler, kurumlar sadece asma yaprağıdır.


REWEND

İnsana umut veren, yürekleri ve kederleri yatıştıran, yaşamın anlamına onur veren, kadim ana-kadın duyarlılığının özünü ve hüznünü zamanımıza taşıyan, değerli Aynur Doğan'ın 'Rewend' parçası, Kürt aydınlanması, kadının özgürleşmesi ve toplum duyarlılığının son örneklerinden biridir. Bilgelik ve ozanlığın (Dengbêjliğin) toplumun değer ve sosyal yaşam anlamlarının taşıyıcısı olma özelliği ve duyarlılığının ve emeğinin müziğidir. Toplumsal hakikatlerin ezgileri şimdi Kürt müziğinde daha yoğun olarak açığa çıkıyor. Özgür toplumlar ve özgür kadınlar hüzünleri ile kendilerini konuşturarak özgürleştiren en eski kutsal yolları yeniden inşa ediyorlar. Sözle inşa ediyorlar. Duygu, bilgelik ve müzikle inşa ediyorlar.

Şeflik düzeninin karşısında, toplumun dili şiirleşiyorsa, özgürleşme vardır. Çünkü şiir ve müzik ile hakikat arasında eski bir bağ bulunmaktadır. Şiiri ve müziği olmayan bir dil, eril, zorba ve nesneleri fetişleştiren bir dildir. Kadını nesneleştiren ve bir pazar metası haline getiren zamanın şiiri ve müziği tam bir zina ve kölelik ve tüketim dilidir. Marduk ve ondan sonra gelen askeri şeflerin ve tacir işbirlikçilerinin yok ettiği ana-kadın geleneğinden uzak arta kalan yozlaşmanın doruğa çıkmasıdır. Çağın bilgelerinin dediği gibi, 'Bir tanrı kral bir burjuvadan bin kat daha hakikate yakındır.'

Sanatçısı hakkında bir bilgim olmasa da, müziğinin ve sözlerinin derinliği manidardır. Kadın özgürlüğünün ve dolayısıyla toplum özgürlüğünün hüznü ile doludur.

Beni delirten, çıldırtan karanlık
Eman, eman, eman, eman

Rüzgarın savurduğu kuru
Bir kenger misali mekansız, zamansızım
Eman, eman, eman, eman

İki turnayım, iki yaban ördeği
Uçup evlerin diyarına vardım
Genç kızların öpücükleri
Baba yurdunda emanet durur derler
Eman, eman, eman, eman

Acımasız kartalın nasibi gibi
Yükseklerde uçtum engine düştüm
Aman, aman, aman, aman...


Derler ki, Pers Kralı Kserkıses Babil'i işgal ettiğinde, devasa altın Marduk heykelini eritip para basmada kullanmış. Daha önce tüm Ortadoğu kral ve imparatorları taç giymeden önce Marduk heykelinin önünde yakarır ve 'el al'dıktan sonra taç giyerlermiş, zaman içinde öyle paraya dönüşüp gitmiş, lakin şeflik anlayışı ve kadın köleliği ve toplumların köleliği h‰l‰ sürermiş. Ve Kserkıses, Napolyon bu altın Marduk sikkelerini savaşlar için kullanırlarmış. Ve başkaları da.

Fethi SUVARİ

* D Tipi Kapalı C.evi C-1/2 DİYARBAKIR

Siyasal Güç ve Dil


Toplumların ilerlemesi ve buna bağlı olarak meydana gelen gelişmeden dolayı dil, canlı bir varlık olduğundan bir değişikliğe uğrayabilmektedir. Bu daha çok, değişen günlük şartlara ve siyasal sürece bağlı olarak şekillenir. Dilbilimciler, dil konusunda her ne kadar dile dışarıdan bir müdahale doğru değildir ve dile yapılan suni müdahaleler dili öldürüyor deseler de, iktidar güdüsü, kapitalist anlayışın çıkara dayanan düşünüşü ve siyasal rant, dile müdahale edebilmektedir. Tabii bunun en önemli bir diğer nedeni de toplumun etki altında bırakılması ve yanıltılması isteğidir.

Bunun sonucunda dilbilimsel olarak konuşmak gerekirse toplum için daha derin ve farklı anlamlar ifade eden bir kelime, değişen siyasal süreçlerden ya da iktidar güdüsünün etkisinden dolayı 'Asamentikasyona (Anlam boşalması) uğrayabiliyor. Özellikle tüketim anlayışının yerleşmesi ve toplumların özentili yaşantısı, kelimelerde bir asamentikasyona neden olabildiği gibi, yaratılmak istenen siyasal bir güç de buna neden olabilir. Her şeyin hızla geliştiği, üretildiği, değiştiği ve buna karşın hızla tüketildiği günümüzde hızla kültürel değerlerin anlamını yitirdiğine şahit olmuyor muyuz?

Biz burada özellikle baskıcı iktidarların kendini tek ve baş edilmez kılma gayretinin yarattığı 'düşüncenin yıpratılması' üzerinde düşünerek yazımızın kapsamını belirleyelim. Günümüz insan kavrayışına yerleşen 'Para her kapıyı açar' ya da parayla elde edilecek güçle iktidarın kurulabileceği düşüncesi, toplumsal düşünüşün nasıl bir iktidarla değiştirilebileceğini gösteriyor. Özellikle kapital olarak büyük bir güç olan birinin tekeline bazı kurumları almasıyla bunun nasıl mümkün olabileceğini medyanın toplumu yönlendirme gücüne bakarak anlayabiliriz. Bu şekilde elde edilen kurumlar ve bununla çizilen idealist bakışla toplumların inandıkları değerler gereksiz gösterilebilmekte ve toplum, gerçeklerin çarpıtılması suretiyle yanıltılabilinmektedir. Bunun sonucunda toplumun kullandığı kelimelerin kavramları karşılamasında bir tereddüt ve zamanla bazı kelimelerden korkma olabileceği gibi toplum, gerçeğinden bir sanala evrilebilir. Mesela bugün 'örgüt, yoldaş' gibi kavramlardan korkan insanların sayısı ülkemizde azımsanmayacak boyuttadır. Çünkü egemen ideolojiler yıllarca propaganda yoluyla bazı kavramların toplumun zihninde farklı şekilde yer edinmesine neden oldu. Yine aynı şekilde birçok Türkün zihninde Kürt kelimesinin olumsuz şekilde çağrışım uyandırması da iktidarın toplumda yarattığı düşünsel yıkımdan başka bir şey değildir.

Bu sebeple Türkiye'de iktidarların, ideolojileri doğrultusunda anlamlarını kendilerinin belirlediği kavramlarla toplumun düşünsel dünyasının şekillendirilmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bunun getirdiği en olumsuz sonuç, başkasının istemlerini 'felaket' olarak gören bir zihniyetin yaratılmasıdır.

MEDYA VE DİL

Gerçeğin çarpıtılması her zaman yapılmasından daha tehlikeli olan taraf, bu çarpıtmanın halka açılan kapı olan medya tarafından yapılmasıyla halkın düşünüşü üzerinde meydana gelen tahribattır. Öyle ki Ahmet Altan bunu 'Bütün darbecilerin, cuntacıların, çetecilerin, devlet içinde kurulan ölüm mangalarının hayatımıza girdiği kapının menteşesi bu ülkenin medyasıdır. O kapı, o medyanın üzerinden açılır. En dehşet verici, en iğrenç suçları o medya saklar. Katilleri kahraman diye o medya sunar. Bu ülkenin insanlarını korumaya çalışanlara o medya saldırır' sözleriyle çok net dile getirmektedir.

Dünyaca ünlü dilbilimci Noam Chomsky de üzerine anlam yüklenen bazı kelimeler üzerinde düşünürken, siyasal iktidar güdüsünün bundaki etkisine vurgu yapar. Bir Türkiye gezisinde Chomsky, dünyanın en büyük terörünü yapanın ve aynı zamanda dünyanın en güçlü ülkesinin ABD olması dolayısıyla diğer ülkelerin terör kelimesini tanımlamakta zorluk çektiğini vurgular. Dolayısıyla var olan bir kelimenin içini iktidarın/gücün doldurduğunu anlıyoruz. Bu aynı zamanda ekonomik alanda güçlü olmanın da bir sonucudur. Bununla birlikte iktidarı ellerinde bulunduranlar medya ile bazı kavramların toplumun zihninde istedikleri gibi şekillenmesini kolayca sağlayabilirler. Çünkü en etkili propaganda, çoğu zaman pek fazla zahmete de girmeden medya ile yapılır. Özellikle 'sürekli propaganda' yöntemiyle de bu, çoğu zaman başarıya ulaşabiliyor.

MİLLET DEMEK DİL DEMEKTİR

Bunun yanında bir iletişim aracı olan dil, toplumların var olmasında ve olay, olguların tanımlanmasında büyük önem oluşturmaktadır. Dil birlikleri olan kelimelere yüklenen anlamın toplum dinamiklerinden çok siyasal güçlerce yapılması, dile belirsizlikler katmakla birlikte, gerçeğin çarpıtılmasına da neden olabilmektedir. Bunun yanında dil kullanım alanın genişlemesini sağlayan medyanın da siyasal iktidar dilini seçmesi, yanlış olanın doğru olanla yer değiştirmesine neden olabilmektedir. Egemen sistemlerin gerçeği çarpıtmak suretiyle dile yeni anlamlar yükleyerek yaptıkları bu saldırılar da toplum bilincinde yıkımlar yaratıyor. Bu öyle bir yıkımdır ki birey, bir halkın anadilinin yasaklanmasında bir mantık arayacak kadar sersemleşebiliyor.

Sonuç olarak dil üzerine yazdığım yazılarda dilin ve anadilin toplumlar için önemine vurgu yapmaya çalıştım. Dolayısıyla dil üzerine bütün yazılarımdan hem Türkler hem de Kürtler için iki sonuç çıkıyor:

Millet demek dil demektir. Çünkü bir milletin sahip olduğu her şeyin aynası o milletin anadilidir. Dil kaybolursa o millet de ölür. Bu sebeple Kürtler için çıkan yegane sonuç, Kürtler dillerine daha çok sahip çıkmalı. Kürtçe sadece siyasal bir gruplaşma alanı olarak seçilmemeli. Bizzat millet olma bilinciyle sahiplenilmeli. Bu itibarla dil bilincinin politik bir amacın dışında sırf dilin kendi öneminden dolayı sağlanmasına önem verilmeli.

Türkler için çıkan sonuç ise Kürtlerin anadillerinde eğitim ve hizmet alma hakkına sahip olabilmelerinin gerekliliğidir. Türkler, Kürtlerin anadillerini her alanda kullanmaları için duyarlılık sergilemeli. Bir halkın anadilinin yasaklanmasında hiç kimse bir mantık aramamalı. Her şeyden önce Türkler, kendilerini Kürtlerin yerine koymalı ve varlıklarının nedeni olan dillerinin yasaklanması durumunda ne hissedeceklerine dair kendilerini sorgulamalı. Kısacası empati duygusu geliştirilmeli.

İbrahim GENÇ

Cemil Çiçek ve Kürtçe


Kürdü görmezler. Ama Bosna-Hersek’e gider yardım ederler. Çeçenistan, Doğu Çin, Trakya Türkleri, Irak Türkmenleri için bütün dünyaya savaş açarlar. Ve ülkelerini işgal ettikleri Kürtlerin dillerini yasaklarlar. İçi zalim, dışı mümin....! Bu riyakarlıktır; iki yüzlülüktür.
Cemil Çiçek ve Kürtçe
H. Ahmet TURHALLI
Cemil Çiçek’in Yozgat’ta yaptığı açıklama, AKP’nin niyetini ve içinde bulunduğu durumu çok iyi tanımlıyor. Sorunlar karşısında çözüm perspektifleri olmayan ancak varmış gibi gösteren çıkarcı, parçalı bir siyasetin ifadesidir bu. Değişen dünya dengeleri ideolojik kalıplarla yönetilen kapalı toplumlarda değişim umudunu yarattı. Dışarından esen bu rüzgarı arkasına alan AKP, kitlelerin Kemalist rejime karşı biriken öfkelerini dillendirince iktidara kondu. Verdiği sözlerden tek birini tutmamasına karşın, statükocu diğer partilerin alternatif politika üretememeleri, AKP iktidarının ömrünü uzattı.
AKP’nin iktidar olması çeşitli çevrelerde heyecan yarattıysa da aradan geçen sekiz yılda pek bir şey değişmedi. "Halk" partisiyle başlayan zulüm bu sefer "Adalet ve Kalkınma" ile devam ediyor..
Kemalizm, sol üzerinde dolaysız bir hakimiyete sahipken sağ ve İslimi çevreler üzerinde ise içerilmiş derinlikli bir nüfuza sahiptir. İslimi Kemalistlerle sol Kemalistlerin korkuları ve hezeyanları aynıdır. Örneğin Kemalizm’in Kürt korkusu bu çevreler için daha büyüktür. Kemalist rejimin Kürtlere gördüğü reva ve kullandığı yöntemler bu gün bu kesimlerce uygulanmaktadır.
Kemalizm’in korku ve şiddetle şekillendirdiği bu kesimler dilsel olmasa da düşünsel anlamıyla tam olarak devşirilmişlerdir. Televizyonlara çıkıp dedelerinin Kemalistler tarafından idam edildiğini söyleseler de bu gün yaptıklarıyla Kemalist uygulamalar arasında hiçbir fark yoktur. Türk milliyetçiliği hem inançları ve hem de ibadetleri olmuştur. Bu da vicdanlarının gözlerini kör etmiştir.
İşte bunun içindir ki zulüm altında yoksulluk ve sefaletle boğuşan yanı başındaki Kürdü görmezler. Ama Bosna-Hersek’e gider yardım ederler. Çeçenistan, Doğu Çin, Trakya Türkleri, Irak Türkmenleri için bütün dünyaya savaş açarlar. Ve ülkelerini işgal ettikleri Kürtlerin dillerini yasaklarlar. İçi zalim, dışı mümin....!
Bu riyakarlıktır; iki yüzlülüktür. Kuran, münafıklığın en çok sahibine zarar verdiğini söyler. Daha şimdiden iktidarlarının sarsıntıda olması işte bundandır. Münafıklık, Filistinli çocuklar için ağlayıp sızlarken Kürt çocuklarını katletmektir. Münafıklık, "Almanyada çocuklarımız asimle ediliyor. Asimilasyon insanlık suçudur" derken Kürt çocuklarını asimle etmektir.
Kürtleri hala asimle edemediklerine hayıflanan Cemil Çiçek "Nijerya’da Türk okulları var Türkçe konuşuyorlar. Nijerya’ya Türkceyi öğrettik. Ama Diyarbakır’dakine, Hakkari’dekine öğretemedik. Bu, bizim aybımızdır" diyor.
Kürtleri asimle edemediklerine hayıflanan bu zat her gün Allah’ın huzurunda namaza durmaktadır. Eğer bir ayıp ve utanç varsa Kürtlere Türkçe öğretememekte değil, bu iki yüzlülüktedir. Bilal’ı Habeş’in siyah olmasından dolayı Ebuzer isminde bir sahabe tarafından horlanınca Peygamber Efendimiz (s.a) Ebuzer’i "Sen kendisinde cahilliye ahlakı bulunan bir adam mı olmak istiyorsun?" diyerek kınamıştır. Bunun üzerine Ebuzer, Bilali Habeş’in kapısına giderek kafasını kapı eşiğinin üstüne koyar ve Bilal’i Habeş’ten kafasının üstüne basarak geçip gitmesini ister. Ebuzer’in bu davranışı üzerine Bilal’i Habeş onu af eder. 21.yüzyılda İslam ve Demokrasi adına Türkiye toplumunu yöneten AKP Hükümetinin sözcüsü Cemil Çiçek aynı zamanda hukukçudur. Kürtleri ve Kürtçe’yi hor görme hakkını nereden buluyor? Hangi hukukta yazıyor? Belki de Tunç-eli Kanunu ve Takriri Sükun’da okumuştur da ezberinde kalmıştır! Bulanık bir hafızayla kanunu, hakkı hukuku da karıştırmıştır. İslam adaleti ise Cemil Çiçek’ten Kürtlerin kapısına kafasını koymasını emretmektedir.
Türk İslam sentezli kimlik, Kemalizm’in sağ versiyonudur. Kemalizm’e düşman olduğunu söyler. Anıtkabirde göz yaşı döküp diz çöker. Zulmü adalet, dinsizliği de dindarlık olarak gösterir!
Kürtleri asimle edemediği için hayıflanan Cemil Çiçek " ...... Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kabilelere ayırdık" Hücarat ayet 13) "Onun ayetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır" (Rum 22.) diyen Kuran ayetlerini herhalde okumuştur. Allah (c.c.) dillerin ve renklerin kendi varlığının alametleri olduğunu söylüyor. Asimle etmek daha doğrusu Kürtçe’yi unutturup Türkçe’yi öğretmek Allah’ın bu alametlerini ortadan kaldırmak olmuyor mu? Kaçıncı defadır tekrarlıyorum ben de unuttum. Gerçekten Kürtler de kendi dilleri konusunda yeterli bir hassasiyet göstermemektedirler. Sıradan olaylara gösterdikleri hassasiyeti dilleri için göstermiş olsalardı şimdi çok daha farklı bir konumda olabilirlerdi.
Unutulmamalıdır ki asimilasyon ve yok etme politikalarına karşı mücadelede sonuçta kayıp edilen veya kazanılan dildir. Asimle olduktan sonra askeri savaş kazanılmış, kazanılmamış ne fark eder?
Allah’ın ayetleri, renkler ve diller yok olmasın. Cemil Çiçekler hep ayıpta kalsın! H. Ahmet TURHALLI
h.ahmetturhalli@hotmail.de

Taraf Kürtlere Karşı Psikolojik Savaş Yürütüyor

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Taraf gazetesinin uzun bir süredir Kürtlere karşı yürütülen psikolojik savaşın merkezi olduğunu söyledi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Taraf gazetesinin uzun bir süredir Kürtlere karşı yürütülen psikolojik savaşın merkezi olduğunu söyledi. 'Taraf’ta hakim zihniyet Önder Aytaç’ındır' diyen Karasu, Kürtler ve demokratların 'bu gazetede' yazılanlara itibar etmemesini istedi.
Bugün gazetesinde yer alan iddiaların doğru olmadığını söyleyen Karasu, tasfiye politikasının boşa çıkartılması, mücadelenin yeniden başlaması ve referandum öncesi bilinçli bir yalan haber kampanyası başlatıldığını belirtti.
Kürtler açısından yarı bağımsız yeni bir ilişki biçiminin gündemde olduğuna dikkat çeken Karasu, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek’in PKK ile ilişkileri konusunda açıklamalarda bulundu. Mustafa Karasu’nun Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi sitesinde yer alan değerlendirmeleri şöyle:
‘’Başbakan Erdoğan’ın kendisine gönderilen hakarete uğramış cenaze resimlerine tepki göstermesi Kürtleri çok öfkelendirdi. Cenazelere yapılan hakaretlere karşı çıkılmasını PKK'nin avukatlığı olarak değerlendiren başbakanın insani değerlerden ve toplumsal ahlaktan ne kadar yoksun olduğu görülmüştür.
Cenazelere yapılan hakaretleri, asker gazilerini örnek göstererek meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Bunu söylemek bile özrü kabahatinden büyük olmaktır. Kuşkusuz savaşta elini, ayağını, gözünü kaybetmiş askerler vardır. Bunlar da savaş acısıdır. Böyle olmasını kimse istemez. Ancak en az askerler kadar el, ayak ve gözünü kaybetmiş gerilla bulunmaktadır. Konu, savaşta yaşanan ölümler, yaralanmalar ve sakat kalmalar değildir. Bir savaş varsa bunlar da kaçınılmaz biçimde yaşanmaktadır.
Biz, artık ölmüş, sadece bir ceset haline gelmiş insanlara yapılan uygulamalardan söz ediyoruz. Ölünün hasım ve düşmanlığı olmaz. Bu nedenle savaşlarda ölülere saygı gösterme zorunluluğu vardır. Bırakalım ölülere, yaralılara ve esirlere bile saygı gösterme zorunluluğu vardır. Aslında Cenevre sözleşmesinden çok önceleri, yüz yıllar ve bin yıllar önce de bu yönlü bir toplumsal ve insani ahlak ve kültür vardır. Başbakan tüm bunları bir tarafa bırakıp cesetlere hakaret yapılmasın diyenleri suçlamaktadır. Böylece cesetlere yapılanları meşrulaştırmıştır.
ERDOĞAN BÖYLE KONUŞURSA ASKER VE POLİS NE YAPMAZ Kİ!
1990 yılındaki savaş konsepti de böyle bir şeydi. Şimdi de PKK'ye karşı topyekun bir savaş kararı alındığı için bu kirli yöntemler mubah görülüyor. Başbakan böyle konuşursa asker ve polis neler yapmaz ki! Erdoğan tam olarak Çillerleşmiştir. Erdoğan, Çiller’in yüzüne maske takmış halidir.
Asker ve polislerin gerillalara ve göstericilere neden vahşice saldırdığı anlaşılmıştır. Cesareti başbakandan almaktadırlar.
Son zamanlarda yapılan konuşmalar bir milliyetçilik yarışına dönmüştür. Erdoğan MHP tabanından oy almak için gerilla cenazelerine hakareti savunmakta ve BDP'ye ağzına geleni söylemektedir. Milliyetçi oyları alamazsa iktidar olamayacağı korkusuna kapılmıştır. Bu nedenle milliyetçilerin bayrağını dalgalandırıyor. Bülent Arınç, MHP tabanı bize çok yakındır, diyerek bu gerçeği itiraf etmiştir.

Başbakanın MHP ile görüşmemesi ve çatması da başka bir hesapla ilgilidir. MHP ile BDP’yi aynı gösterme gayreti içindedir. MHP’ye çatarsa Kürt oylarını alacağını düşünmektedir. Bu nedenle MHP ile gerilim politikası izlemektedir. Aslında MHP de Kürt sorununda katı bir yaklaşım göstererek, AKP’nin açılım kod adlı tasfiye politikasına çatarak Kürtleri AKP’nin kucağına atmaktadır. MİT ve genelkurmay istihbaratı, MHP’yi bu yönlü yönlendirerek, manipüle ederek Kürdistan'da AKP’nin etkili olmasını sağlamaya çalışmaktadır.
29 Mart seçimlerinde Marmara, Ege ve Çukurova’da CHP’li ya da başka partili olanlar Kürdistan'da AKP’ye oy vermişlerdir. Asker ve polisin yoğun oy kullandığı sandıklarda AKP yüksek oy almıştır. Oy sandık tutanakları bu gerçeği açıkça göstermektedir.
Başbakan Erdoğan 29 Mart seçimleri öncesi tek millet, tek dil, tek vatan söylemiyle “bunları kabul etmeyen çeksin gitsin” diyerek milliyetçi oylara talip olmuştur. Şimdi de gerilla cenazelerine hakareti “hak etmişlerdir” deyip, BDP'ye saldırarak milliyetçi oylara talip olmuştur.
GERİLLA CENAZELERİNE HAKARETİN CEVABI VERİLECEKTİR
Kuşkusuz Kürtler tek millet, tek dil, tek vatan, tek devlet (yani tek irade) politikasına 29 Mart yerel seçimlerinde nasıl cevap verdiyse referandumda da gerilla cenazelerine hakaretin cevabını verecektir.
Gerilla cenazeleriyle ilgili sözler ağızdan çıkmıştır. Artık kırk kez özür dilese de, kırk defa zemzem suyuyla yıkansa da bu kirli beyni ve yüreğini temizleyemez. Çünkü zikri fikrini ortaya koymuştur. Tayyip Erdoğan’ın bu söylediklerini MHP yöneticileri bile politika gereği söylemezdi. Ancak Erdoğan böyle söyleyince bu söylemi desteklemek zorunda kaldılar.
MHP’nin şovenist, ırkçı zihniyeti biliniyor. Ancak milli birliği korumak için Kürtleri tepkilendirmeyelim diyerek BDP’lilere mecliste fazla tepki göstermiyorlar. Kuşkusuz bunu BDP'yi sevdiklerinden değil, politika gereği böyle yapıyorlar. MHP’nin BDP'ye saldırarak milliyetçiliğini ispatlama gibi bir kaygısı yoktur. Herkes MHP’nin şovenist Kürt karşıtı politikasını bilmektedir.
Ancak AKP ve başbakanı ne kadar milliyetçi olduğunu göstermek için BDP'ye saldırmaktadır. PKK'nin avukatı olarak suçlamaktadır. Mecliste bunları konuşmayın diyerek BDP'ye karşı savaş açmıştır. Bu savaş açma, 1990’lı yıllarda Çiller’in DEP’e açtığı savaşa benzemektedir.
AKP ve yandaşları 29 Mart seçimleri öncesinde PKK'nin Kürtler ve demokratik güçler üzerindeki itibarını sarsmak için yalan haber ve zorlama yorumlarla Ergenekon’la ilişkilendirmeye çalışmışlardır. PKK'nin devlet tarafından kurdurulduğu gibi psikolojik savaş yalanlarını ortaya atmışlardır. BDP referandumu boykot edeceğini açıklayınca PKK üzerinde kuşku uyandırma haberlerini yine ortaya atmışlardır.
BUGÜN GAZETESİNİN HABERİ
Bozacının şahidi şıracıymış derler. MİT’in yönlendirmesiyle Bugün gazetesi bir yalan haber yayınlıyor. Bir üsteğmen ve yarbay arasında geçtiği iddia edilen bir telefon konuşmasını, bunlar gerillaların öldürülmesine engel olmuşlar biçiminde veriyor. Taraf gazetesi ve diğer AKP yandaşı basın da Bugün gazetesini kaynak göstererek bu psikolojik savaş yalanını meşrulaştırma gayreti içine giriyorlar.

Akıl var izam var derler. PKK'ye selam verdiğinden kuşkulananlara bu ordunun, yargının ve kirli savaşçıların neler yaptığını herkes bilmektedir. Böyle bir şey olsa o subaylar ihanetle yargılanır ve idam cezası alırlar. Eğer askeri mahkemeler bunu yapmıyorsa o zaman o ordu tümüyle ihanet içinde gösterilir. Ya Türk ordusu böyledir ya da bu haber külliyen bir yalan ve saptırmadır. Ordu öyleyse o zaman zaten Türkiye bitmiştir. Öyle ya Türkiye'nin en güçlü yanı ve gözbebeği olarak ordu gösteriliyor.
Milli Güvenlik Kurulu var, askeri ve diğer mahkemeler var, Milli İstihbarat Örgütü ve emniyet teşkilatı var. Böyle bir şey hemen açığa çıkarılabilir. Bunları yazmak bile abesle iştigaldir. Çünkü ortada hiçbir gerçeği olmayan haberler üretilen bir psikolojik savaş vardır.
Bunların bırakalım gerçek olması, bu psikolojik savaş haberlerinin yüzde 1’ini bile doğrulayacak hiçbir bilgi, belge ve bulgu ortaya koyamazlar. Ancak referandum öncesi böyle bir kirli savaş yürütmeyi planlamışlardır. AKP’nin de yandaşlarının da Müslümanlığı bu kadardır. Boğazlarına kadar kirli bir psikolojik savaş içine batmışlardır.
KÜRTLER, DEMOKRATLAR TARAF’IN YAZDIKLARINA İTİBAR ETMESİN
Taraf gazetesi zaten uzun bir süredir bir psikolojik savaş yürütüyor. Orduyla, derin devletle Kürt Özgürlük Hareketini aynı kefeye koyarak psikolojik savaşla hedeflediği amacına ulaşmaya çalışıyor. Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 sonrası askeri cunta hem solcuları hem sağcıları asarak toplumda kendine meşruiyet sağlamaya çalışmıştır. Taraf gazetesi de benzer bir psikolojik savaşla arzuladığı algıyı yaratmaya çalışıyor.
Önder Aytaç’ın Taraf’tan ayrılması da, çıkarılması da tam bir oyundur. Kürtleri aldatmaya yöneliktir. Taraf’ta hala hakim zihniyet Önder Aytaç’ındır. Mehmet Baransu ile Önder Aytaç yeşil Ergenekon’un has elemanlarıdırlar. Taraf gazetesi bir iki Kürt’e, bir iki liberal ve eski komüniste köşe vererek kendi yüzünü maskelemektedir. Bir gazetenin kimliğini haberleri, öncelikleri ve haberi veriş tarzı belirler. PKK'ye karşı yürüttüğü psikolojik savaş bu gazetenin önceliklerindendir.
Ali Haydar Kaytan tutuklandı, Apo kurtardı gibi masa başında üretilen psikolojik savaş haberleri bu gerçeğin kanıtıdır. Böyle haberler üreten bir gazetede bırakalım Kürtlerin, liberallerin ve kendine sol ve demokrat diyenlerin yeri olmamalıdır. Kürtler ve demokratlar bu nitelikteki gazeteyi almamalı ve yazdıklarına itibar etmemelidir. Bazen bir iki doğru ve bilinen şeyler söylemesi sadece bu psikolojik savaşın üstünü örtmek, daha doğrusu bu psikolojik savaşı etkili kılmak içindir.
12 Eylül’de ordunun da devletin de ipliğini pazara çıkaran; işlemez kılan Kürt Özgürlük Hareketidir. Derin devlet, özel harp dairesi, Kontrgerilla kavramlarını ve gerçeğini işleyen, Türk ordusunun nasıl bir ordu olduğunu ortaya koyan Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Hareketidir. Dolayısıyla bu gerçeklerin bir kısmını ifade etmek marifet değildir. Önemli olan bu politikanın temel hedefi olan Kürtleri Türk uluslaşması içinde eritme ve tek bir siyasi iradeyi hakim kılma politikasına karşı çıkıp Kürtlerin özgürlüğünü savunmaktır. Bu da Kürtlerin siyasi iradesini muhatap alan, diyalog ve müzakereyle sorunu çözmeyi hedefleyen ve somutta da ifadesini Demokratik Özerklikte bulan bir çözümü savunmakla mümkündür.
Taraf gazetesinin yayın çizgisinde böyle bir şey yoktur. Birkaç eleştiri ve bir iki yazarın yazdıkları Kürtlere karşı yürütülen psikolojik savaş harekat merkezi olma gerçeğini örtbas edemez.
ERGENEKON PKK’YE KARŞI SAVAŞMIŞTIR
Herkes bilmektedir ki şimdi Ergenekon denilen kontrgerilla ve derin devlet esas savaşını PKK'ye ve Kürtlere karşı vermiştir. Suyu kurutup balığı öldürmek istemiştir. PKK'yi ortadan kaldırmak için etrafındaki sosyal ve siyasi çevreyi yok etmeye yönelmiştir. Faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, on binlerce insanın işkenceden geçirilmesi tümüyle PKK'yi bastırmak amacıyla yapılmıştır. Bunun sonucu ortaya çıkan nispi suskunlukla bu amaca ulaştıklarını düşünüp kendilerini dokunulmaz kahramanlar olarak ilan etmişlerdir. Apo ve PKK karşıtlığı rantıyla her türlü kirli işi yapma dokunulmazlığını kazanmışlardır.
Kontrgerillanın hedefindeki temel gücü ve mağduru şimdi bunlarla ilişkilendirmek bir kirli psikolojik savaş yöntemidir.
Kontrgerilla, özel harp dairesi, Ergenekon, derin devlet, ismi ne olursa olsun bunların otoritesini kıran, itibarını düşüren, eleştirilen ve mahkum edilen konuma getiren Kürt Özgürlük Hareketidir. Bunlar başarılı olsalardı şimdi kimse bunlara hiçbir şey söyleyemezdi.
Özcesi kara çal izi kalır yaklaşımıyla hiç kimse bir yere varamaz. Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi bir aylık, bir yıllık, hatta on yıllık bir hareket değildir. Kırk yıldır amansız bir mücadele veren ve ayakta kalan bir gerçekliktir. Kırk yıldır devletin politikalarına karşı tutum koyan ve savaşan bir hareketi ucuz yaklaşımlarla suçlamak ters teper ve sahibini vurur.
YEŞİL ERGENEKONCULAR
Aslında bunlar devleti ele geçirmek istiyor. Kara Ergenekon’un yerine geçip yeşil Ergenekon’u yerleştirmek istiyorlar. Kürt Halk Önderi, “acaba Çiller-Güreş ittifakı mı yoksa Erdoğan-Başbuğ ittifakı mı daha tehlikelidir” sorusunu soruyor, Erdoğan-başbuğ ittifakının daha tehlikeli olabileceğini söylüyor.
Kara Ergenekoncular, Kürtleri en iyi ben ezerim, ben siyasi egemenlik kurar ve kültürel soykırımı devam ettiririm diyerek Türkiye'nin sahibi olduğu iddiasında bulunuyor.
Yeşil Ergenekoncular ise, bunu siz beceremediniz, şimdi Kürtleri en iyi ben siyasi egemenlik altında tutarım, kültürel soykırımı ancak benim politika ve uygulamalarım tamamlar diyerek devletin sahibi ben olmalıyım, diyor.
İşte Kürtler üzerinde kim iyi egemenlik kurar iddiasıyla yürütülen iktidar ve devletin sahibi kim olacak savaşı budur.
YALÇIN KÜÇÜK, DOĞU PERİNÇEK’İN PKK İLE İLİŞKİLERİ
AKP yandaşı basın ikide bir Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek’in Kürt Özgürlük Hareketiyle ilişkilenmelerini ağızlarına sakız yapmışlar.
1990-91 yıllarında Doğu Perinçek ve partisi Kürdistan'da gelişen halk uyanışı karşısında, acaba PKK ile ilişkilenerek kendimi buralarda güçlendirebilir miyim hesabı yapmış, ama PKK bu oyuna gelmeyince 1993 yılından itibaren PKK karşıtı bir politika ve yayın çizgisi izlemiştir. Bu öyle gizli kapaklı olan bir şey değildir. PKK Kürt sorununa olumlu yaklaşan herkesle yakınlaşmak istemiştir. Doğu Perinçek’in
yayınlarının 1990-91 yıllarındaki karakteriyle daha sonraki yıllardaki yayın çizgisi karşılaştırılırsa arada yüz seksen derece bir farklılık olduğu görülür.
Burada hatırlatalım ki 1980 öncesi Doğu Perinçek’e bağlı olan parti ve gazete en büyük düşmanlığı PKK'ye karşı yapmıştır. Bu nedenle o zaman Aydınlıkçılar denen gruplarla Apocular arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır.
Yalçın Küçük’le de PKK'nin ilişkisi olmuştur. Yalçın Küçük Kürt sorununa 1990’lı yıllardan sonra olumlu yaklaşmış, Kürtlerin özgürlüğü temelinde iki halkın birliğini savunan bir duruşu olmuştur. Kuşkusuz böyle bir Türk aydınına olumlu yaklaşılmıştır. Şimdi de böyle bir yaklaşım gösterenlerle yine ilişki kurar. Kimse buna bir şey diyemez. Amacı şu olur, bu olur. O kendilerini ilgilendirir. Kürt Özgürlük Hareketi ise kendi ilkeleri temelinde herkesle ilişki kurar. Siyasal bir mücadele veren bir hareketin de başka türlü davranması da beklenemez.
Şimdi Yalçın Küçük ile ilişkilerini, Yalçın Küçük’ün görüntülerini PKK ile Ergenekon ilişkisi biçiminde göstermek zorlama bir değerlendirme yapmaktır. Amiyane deyimle sinekten yağ çıkarmaktır.
İŞÇİ PARTİSİ, TKP, KUZEY KÜRDİSTAN’DAKİ MÜCADELEYE DÜŞMAN KESİLMİŞTİR
Yalçın Küçük ve bazı solcular bilerek ya da bilmeyerek ulusalcı denen ittihatçı çevrelerin uzantısı haline gelmişlerdir. 2003 sonrası ordu içindeki bazı çevreler ya da kendilerine ulusalcı yaftası takanlar Irak’ta Güney Kürdistan Federasyonu oluşunca ABD karşıtlığını geliştirme politikası yürütmüşlerdir. Bununla ABD üzerinde baskı kurmayı hedeflemişlerdir. Bunlar ne antiemperyalist ne de ABD karşıtıdırlar. Sadece Kürt düşmanlığı nedeniyle ABD karşıtlığını geliştirip bunu politik bir koz olarak kullanmak istemişlerdir. Eğer ABD Güneyli Kürtlere sırt çevirirse ve Kürt politikasında Türkiye'ye destek verirse, bunlar eskiden olduğu gibi bir numaralı ABD yandaşı olurlardı.
Bazı solcular bu kesimlerin ABD karşıtlığını, acaba kendimizi güçlendirmede kullanabilir miyiz diye düşünmüşlerdir. Bunlarla birlikte yapacakları ABD karşıtlığıyla bir yere varacaklarını sanmışlardır. Bunun sonucu da özellikle 2003 yılından sonra sadece Güney Kürdistanlı güçlere karşı değil, Kuzey Kürdistan'daki mücadeleye de düşman kesilmişlerdir. İşte Doğu Perinçek’in İşçi Partisiyle Aydemir’in TKP’si bunların başında gelmektedir.
Şimdi bu süreçleri bir tarafa bırakarak 1990 yılında Perinçek Abdullah Öcalan ile fotoğraf çektirmiş diye PKK'yi bir yerlerle ilişkilendirmek, öküz altında buzağı aramaktır.
Anlaşılıyor ki Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye politikasına dur deyip mücadeleyi geliştirdikçe ve referandum yaklaştıkça bu tür kara propaganda ve psikolojik savaş artarak sürdürülecektir.
GERİLİM DE MÜCADELE DE DEVAM EDER
AKP yandaşları “ne zaman Türkiye bir gelişme gösterse terör artıyor; bu bilince ulaşmak çok önemlidir” diyerek Kürtlerin Özgürlük Mücadelesini devletleri ve hükümetleri adına karalamaya çalışıyorlar. Bu söylem de psikolojik savaşın bir parçasıdır.
Onlara göre Kürtlerin mücadele edilecek ciddi sorunları yoktur. Dolayısıyla yürütülen de bir Özgürlük ve Demokrasi Mücadelesi değildir. Eğer Türkiye'ye karşı bir mücadele veriliyorsa mutlaka arkasında bir güç vardır. Şimdi de AKP Türkiye'yi siyasi ve ekonomik olarak geliştiriyormuş, ama PKK buna karşı
savaşıyormuş! Yani ortada yine Kürt sorunu yoktur. Kürt sorunu nedeniyle ortaya çıkan bir mücadele yoktur.
Bu zatı muhteremler bilmelidir ki Türkiye Kürt sorununu çözmediği müddetçe bu gerilim de, bu mücadele de devam eder. Bu, bilimsel bir tespittir. Görünen köy kılavuz istemez. Türkiye gelişse de gelişmese de Kürtler hakları için mücadele eder. Türkiye'nin ekonomik ve siyasi olarak gelişmesine bakmazlar. Türkiye gelişecek, karnımız doyacak diyerek Özgürlük Mücadelesinden vazgeçmezler. Ancak gerçek anlamda bir demokratikleşme olursa o zaman Kürtler böyle bir Türkiye'de ortak yaşamaya hazırdırlar. Şimdi ortada böyle bir şey yoktur. Açılım denilen de bir tasfiye politikasıdır. Kürtleri yeni koşullarda egemenlik altında tutma politikasıdır.
‘TÜRKİYE GELİŞTİKÇE TERÖR ARTIYOR DEMAGOJİDİR’
Artık Türkiye geliştikçe terör artıyor demagojisi bırakılmalı; Türkiye toplumu bu tür söylemlerle aldatılmamalıdır. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, somutta da AKP politikalarının bu sonuca yol açtığı kabul edilmelidir.
Diğer bir husus da Kürtler ayrılır mı ayrılmaz mı tartışmasıdır. Kürt Özgürlük Hareketinin ayrılmaktan yana olmadığı biliniyor. Bu nedenle Kürtlerde Türkiye sınırları içinde sorunu çözme eğilimi gelişmiştir. Bunu sağlayan kesinlikle PKK'nin ideolojik ve politik duruşudur.
Ancak Kürtler “kapatma” değildir. Türk devleti Kürtlere ne yaparsa yapsın bu ilişki sürer de denilemez. Kuşkusuz Türkiye Kürtleri bir kapatma olarak görüyor ve ona göre yaklaşıyor. Biz ne yapsak da siz uyacaksınız, bu yaşama mecbursunuz deniliyor.
YARI BAĞIMSIZ, YENİ BİR İLİŞKİ BİÇİMİ…
Böyle zoraki bir birliği ve kapatma muamelesini Kürtler kabul edemezler. Birlik içinde olma eğilimi ve isteği kapatma zihniyetini ve uygulamalarını kabul etme anlamına gelmiyor.
Kürtler zaten bu nedenle 4. Dönemi başlattılar. Kendi özgür ve demokratik yaşamımız kendimiz kuracağız ve bu kapatma zihniyeti ve uygulamasına son vereceğiz dediler. Eğer Türk devleti buna karşı da sert bir yaklaşım içinde olursa o zaman yarı bağımsız yeni bir ilişki biçimi ortaya çıkar. Kürtler kapatma olmayı reddedip a-devlet bir özgürlük ve demokrasi sistemini kendileri kurarlar.
Dolayısıyla Kürtler her koşulda birlikten yana olur ve bu kapatma statüsünü savunurlar denilemez. Türkiye, Kürtleri “kapatma” olarak görme anlayışından vazgeçmezse Kürtler bu kapatma zihniyeti ve politikasına dur diyerek kendi özgür ve demokratik yaşamını inşa etmeye yönelirler.''-ANF

Esad'ın Suriye'si 10 Yılda 'Baskılar Ülkesi' Oldu

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, göreve başladığı 2000 yılının 17 Temmuz günü, devlet başkanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmasında

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, göreve başladığı 2000 yılının 17 Temmuz günü, devlet başkanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmasında "yaratıcılık, saydamlık ve demokrasi" kavramlarını temel almış ve halkın 30 yıl aradan sonra yeniden umutlanmasını sağlamıştı. Esad, iktidarlarında, bireysel özgürlüklerin genişletileceği, çok partili sistemin kurulacağı, temel hak ve hürriyetlerin korunacağı türünden reformlar yapılacağına dikkat çekiyordu.

Ancak geçen on yıllık süre içerisinde Esad’ın bu vaatleri sözde kalırken; aksine Kürtlere verilen bütün sözlerden ise vazgeçildi. Vaatlerin yerine getirilmediği de bir yana bırakılırsa, her fırsatta Kürtlere yönelik siyasi ve ekonomik baskılar arttırıldı.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE 165. SIRADA

Beşar Esad döneminde, kendisinin ve Baas rejiminin eleştirilmesi dahi suç sayılıyor. Ancak 'suç' sadece Esad'ı ve rejimini eleştirmekle de sınırlı kalmıyor; müttefikler de 'dokunulmaz' kılınıyor. Bu baskılara boyun eğmeyerek eleştirilerini dillendiren yazar ve aydınlar ise çeşitli yargılamalara maruz kaldılar. Esad'ı, Baas rejimini eleştiren birçok isim hala cezaevinde tutuklu bulunurken; bir kısmı da yurtdışına kaçmak zorunda bırakıldı.

"Yaratıcılık" vaadi böylece pratikte tam tersi bir şekilde, basın özgürlüğüne darbe uygulanarak işletilmiş oldu. Neredeyse devlet kurumlarının internet siteleri dışında bütün internet yayınlarına da sansür uygulayan Suriye'nin bu ihlalleri, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2009 raporuna da yansıdı ve örgüt, “basın özgürlüğü” sıralamasında Suriye'yi 175 ülke arasında 165. sıraya koydu.

SAYDAMLIK VAAT EDEN SURİYE, SAYDAMLIKTA SONUNCU!

Suriye'nin sözünde durmadığı konu sadece yaratıcı çalışmalara özgürlük tanıyacağı hususu değildi. "Saydamlık" kavramını da propagandalarının ilk sıralarına dahil eden Suriye devleti, halkı bu yönde de boşuna umutlandırmış oldu. Esad, her ne kadar "yürütme organında birçok reformlar yapıldığını ve adımlar atıldığını” ileri sürse de, Uluslararası Saydamlık Örgütü'nün yayımladığı raporlar tam tersini gösteriyor. Saydamlık konusuna ilişkin raporlarda Suriye, 2003 yılında 133 ülke arasında 66. sırada yer alırken; 2007 yılında 180 ülke içerisinde 138. olmuştu. 2008 ve 2009 yıllarında da tabloda kayda değer bir değişiklik görülmemiş, devlet, yine 180 ülke arasında 147. sırada yer almıştı.

Suriye'de böylece kamu idaresinde yayılan yolsuzluk da belgelenmiş ve öne sürülen "saydamlık sözü" de sözde kaldı.

Ayrıca, bu dönemlerde Suriye'de güvenlik, en fazla "kamu güvenliğini sağlamak"la görevli polis tarafından olanlarca kez ihlal edildi. Polisin halktan zorla rüşvet almak için yolları kesmesi gibi örnekler, halkın istihbarat devriyelerinden yürümeye dahi çekinmesine neden oldu. Yolsuzluğun had safhaya ulaşması ise vatandaşların mahkemelere başvurmasının önünde engel oluşturdu.

DEMOKRASİNİN AMACI BAŞKA OLUNCA

Esad'ın demokrasi vaadi ise belirli bir süre işler durumdaydı. Çünkü Esad, muhaliflerin ortaya çıkmasını ve tespit edilmesini, ardından ise topluca cezaevlerine atılmalarını hedefliyordu. Esad'ın hedefi devlet açısından başarılı sonuçlar doğurdu ve muhalif görüşlüler bir bir cezaevlerine konuldu. Muhaliflerin kimisiyse Esad'ın hedefini sezmiş ve yurtdışına kaçmıştı.

Oğul Esad'ın başa geldiği 2007 yılında, iki kez şekli olarak referanduma gidildi. Her iki referandumda da Suriye halkının yüzde 99'unun Esad'ın devam etmesini istediği iddia edilse de, bu durum muammalığını korudu.

OLAĞANÜSTÜ HAL YASALARI HALA GEÇERLİ

Ülkede, 10 yıllık sürede üç parlamento seçimi yapıldı ancak, bu üç seçimin de şekli olduğu ve sonuçlarının önceden belirlendiği biliniyordu. Hatta göstermelik bir seçim olduğu, sonuçların seçimlerden önce açıklanmasından da anlaşılabilirdi! Yer ayırmanın para karşılığı olduğu parlamentoda, siyasetçi olmadığı müddetçe herkes sandalye satın alabilir ancak seçimlerde muhalefet yer alamazdı.

1963'de belirlenen olağanüstü hal yasaları da, ülkede hala geçerliliğini koruyor. Bu durum, çoğu muhalefet mensuplarının devlet güvenlik mahkemelerinin yanısıra, askeri mahkemelerde de yargılanmasını doğurdu. Yargılananların birçoğu ise hapis cezalarına çarptırıldı. Esad'ın uygulamalarındaki mantık, "insanların senden korkmaları, seni sevmelerinden daha iyi" şeklindeki Machiavelli modelini uyguladığını düşündürüyordu.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI DA BASKI ALTINDA

Sivil toplum örgütleri de devletin katı uygulamalarından nasibini alıyor. Sivil toplum kuruluşları devletten izinsiz adım atamazken; ülkede, uluslararası sivil toplum kurumlarıyla çalışmak da "ağır suç" sayılıyor. Bu nedenle ülkede birçok aktivist ve insan hakları savunucusu gözaltında tutuldukları biliniyor.

Suriye’de sendika, dernek ve diğer tüm STK'lar da doğrudan Baas Partisi tarafından veya onun gözetiminde kuruldu/kuruluyor. Birleşmiş Milletler dâhil olmak üzere Suriye’de legal faaliyet gösteren tüm uluslararası sivil örgütler, Suriye istihbaratının gözetimi altında çalışmak zorunda.

CEZAEVLERİ ÖLÜMEVLERİ GİBİ

Cezaevine konulmanın "an meselesi" olduğu ülkede, cezaevindeki yöntemler de hayli katı. Örneğin 5 Temmuz 2008'de Saydnaye Cezaevi’nde tutukluların isyanını bastırmak için devlet, öldürücü silahlar kullandı ve ne devlet failleri yargıladı, ne de konuyla ilgili bir açıklama yapılma gereği duyuldu. Bu saldırıda 9 kişinin öldürüldüğü bilgileri alınırken; diğer 42 kişiden ise haber alınamadı.

Suriye'de yargılananların "bilgi paylaşması" için uygulanan yöntemlerde işkence, ilk sırada yer alıyor. Devletin cezaevinde veya sorguda uyguladığı işkence sonucu ölenlerin sayısının sadece yüksek olduğu biliniyor!

EKONOMİK REFORM HALKA YARAMADI

Başa geldiği sıralarda ekonomik reformlar ve kalkınma projeleri uygulayarak refah düzeyini yükselteceğini söyleyen Başar Esad'ın bu konudaki ilk adımları, eğlence sektörüne yönelik oldu. Piyasayı liberalize eden Esad, döviz ticaretini serbest bıraktı ve eğlence sektörüne yönelik adımlar attı. Ancak hizmet sektörünü unuttu.

Esad ayrıca, toplumun büyük kesiminin düşük gelirle geçinmek zorunda kalmasını dikkate almadı; aile ve akraba çevresi onun için daha önemliydi ve genellikle para akışını buralara yaptı.

Esad'ın ekonomi alanındaki reformları toplumun büyük kesimine yansımadığı gibi, siyasal ve toplumsal reformlar yapmadığı için de, ekonomik reformlar iyice anlamsızlaşmış oldu.

Ayrıca rüşvet uygulaması ülkede alıp başını giderken, bu durum iç ve dış ticarete engel oluşturdu, diğer taraftan da nüfuz tekeline yol açtı.

KÜRTLERE HEM SİYASİ HEM DE EKONOMİK BASKI

Suriye'de Kürtlere yönelik çözümsüzlük devam ederken, Kürt halkı yoğun baskılara, gözaltı ve tutuklamalara maruz kaldı. Kürt şehirlerinde neredeyse tutuklama ve gözaltıların yaşanmadığı bir gün dahi geçirmiyor. Tüm kültürel ve toplumsal haklardan yoksun olan Kürtlere Başar Esad, 12 Mart 2004'deki ayaklanmasından sonra çeşitli sözler vermişti. Kürt sorununu çözeceğini, kimliksiz olan Kürtlere vatandaşlık vereceğini söyleyen Esad, sözlerinde durmadığı gibi Kürtlere dönük ülkedeki baskıları da giderek artırdı.

12 Mart ayaklanmasından sonra Kürt şehirlerinde artan baskılar, bazen geceleri sokağa çıkma yasağına kadar gidebiliyor. 350 binin üzerinde Kürdün vatandaşlığı ise hala verilmedi.

Qamişlo'da 2008 Newrozu'nda üç Kürt vatandaşının güvenlik güçlerince öldürülmesi de, devlet tarafından "önemsiz" bulundu ve failleri için herhangi yaptırımda bulunulmadı. Devletin Kürtleri katledenlerin faillerini koruması, aynı durumun Rakka'da da meydana gelmesinin önünü açtı. Rakka'daki 2010 Newrozu'nda güvenlik güçlerince 2 Kürt genci öldürülürken, failleri her zaman olduğu gibi korundu.

Suriye'de Kürt halkına yönelik katı uygulamalar sürerken, Kürt siyasi partilerinin liderleriyle birlikte Kürt aydın, yazar ve gazeteciler de çeşitli bahanelerle tutuklanıyor.

Devlet sadece toplumsal ve siyasi alanda değil, Kürtlere ticari boyutlu da nefes aldırmıyor. Ticari faaliyet yürütmek isteyen Kürtlerin bu girişimlerine engel koyan devletin tutumu, Kürtleri iç ve dış göçe mecbur etti.

PKK KADROLARINA KARŞI TÜRKİYE'YLE ANLAŞMA

Oğul Esad'ın izlediği dış siyaset politikasını da, "babasının düşmanlarıyla dost ve dostlarıyla da düşman oldu" şeklinde değerlendirmek mümkün. Uzun yıllar Müslüman Kardeşler örgütünü destekleyen ve Suriye'ye bombalı tuzaklarla donatılmış araçlar gönderen Türkiye ve Irak, Baas rejimi ile dostluk ilişkileri kurdu, anlaşmalar imzaladı. Ülkesinde bulunan PKK kadrolarını Türkiye'ye teslim etmek ve Hatay'dan vazgeçmek de, oğul Esad'ın attığı 'önemli' adımlardandı. Esad attığı bu adımlarla aynı zamanda Türkiye ile Fırat sorununu da çözdü ve güvenlik anlaşmaları imzaladı.

Esad ayrıca, Lübnan ve Filistin’de Hamas ve Hizbullah gibi silahlı radikal İslami örgütlerle ilişkilerini de korudu. Lübnan eski başbakanı Rafik Al-Hariri'nin suikastından sonra Suriye, Lübnan'daki mevzilerini kaybetmesinin yanı sıra, Batılı ülkelerle ilişkileri de iyi yürütemedi.

Esad, 11 Eylül olayı sonrasında ABD ile süren ilişkilerini ise korumaya çalıştı ve bunun için ülkesindeki çoğu El-kaide mensuplarını Amerika'ya teslim etti. Ancak oğul Esad'ın Irak savaşına karşı çıkarak babasının düşmanı olan Saddam'a destek vermesi ise dikkat çekici bulundu. Ambargo döneminde Saddam'a destek veren Beşar Esad, Saddam rejiminden sonra da Irak'taki terör eylemlerinin destekleyicisi, bazen de kaynağı oldu.

Esad, Suriye pasaportlarında da bir değişikliğe imza attı ve öncesinde İsrail ve Irak dışında her yerde geçerli olan pasaportlarda, Irak yasağı kalkarken, İsrail yasağı ise devamlılığını korudu.

Amerika ve Avrupa'ya meydan okuyanların arasına Lübnan, Filistin ve Irak da dahil olmuştu. Suriye'nin Batı ile ilişkileri giderek kötüleşti ancak Türkiye ile ilişkileri ve Filistin ve Lübnan’da olan etkisi ona yeniden önemli bir rol kazandırdı. Bu rol sayesinde Suriye’deki hak ihlalleri, Batı tarafından görmezden gelindi.

2007'den sonra ise ülkenin Fransa ve ABD ile ilişkileri eski halini almaya başladı.-ANF

AKP Anayasası Boykot Edilmeli





‘Evet’e de Hayır... Hayır’a da Hayır...’ diyerek referandumu boykot etmek gerekiyor! Boykot boşa çıkarmadır; başka bir şeyin mümkün olduğunun propaganda ve eyleminin örgütlenmesidir. 
Gerilla cesetlerine yönelik hayata geçirilen insanlık dışı uygulamalar büyük tepki topladı. Demokratik kamuoyunun vahşete sessiz kalmaması hükümet ve Genelkurmay nezdinde yankı buldu. Genelkurmay “biz öyle şey yapmayız” mealinde açıklama yaparak vicdani sorumluluktan kaçınmak istedi. Hükümet ise skandal bir açıklama ile “gerilla da askerler için aynısını yapıyor” demeye getirerek meseleyi çarpıtma yönüne gitti. Türkiye’de sessizce geçiştirilerek kapatılan bu konu Kürtlerin gündemindeki sıcaklığını koruyor. Türk aydınlarının tavrını ve Türkiye’nin diğer temel gündemlerini Yazar Temel Demirer ile konuştuk.

AKP 8 yıllık iktidarı dönemine ‘yapacağım ‘ dediği şeylerin tersini sığdırarak bu güne kadar toplumu nasıl aldatabildi?


Yeni adına ahkâm kesen Erdoğan’ın, eskimeyene karşı tesis etmeye çalıştığı düzenin “raison d’ état/ hikmet-i hükümet”i, resmi ideolojinin Cumhuriyeti’dir. Erdoğan da, AKP’si de bundan bağışık, muaf değildir. Erdoğan’ın AKP’sinin aslına rücu etmesinde şaşırtıcı bir şey yoktur, İyi de “toplum nasıl aldatıldı” mı? Gayet basit; egemen ideoloji karşısındaki edilgenlikten veya liberal fikri hegemonyaya teslim olunmasından. Bakın bu konu da Stephen Lukes ne der: “Alt sınıfların düzene uyumu egemen değer sistemini kabullerinden değil, somut deneyimlerini radikal politikalara tercüme edecek tutarlı bir değer ve inançlar dizisini kabullenemeyişinden kaynaklanır.”Mesele bu! Bir şey daha; Erdoğan, sekiz yıl toplumu atlatmadı; sadece gerilimleri, sorunları yani patlayıcıları biriktirdi… Hepsi aslında bu…

Herkesin sorununu çözecekti. Ermenilerin, Kıbrıs, Alevilerin, emekçilerin ve Kürtler’in... 


Erdoğan’ın AKP’sinin “Ermeniler’in, Kıbrıslılar’ın, Aleviler’in, Kürtler’in ve emekçilerin... Herkesin sorunu çözeceğiz” türünden “iddia”sında onlar açısından “şaşırtıcı” bir şey yok; çünkü onların yalancı olduğunu biliyoruz… Asıl sorun, bu yalana inananlarda; yani Kürtler’den Türkler’e, kendini “solcu” ilan edenlerde… Gerçekten şimdi; bu “zor zamanlar”da geriye dönüp bakmalı, hatırlamalı, hatırlatmalıyız; kimdir AKP’yi alkışlayanlar, Erdoğan’ı “demokrat” ilan edip, teşekkür edenler… Soru(n)lar, sadece sahipleri tarafından; onların itiraz, eylem ve isyanlarıyla çözülebilir… Başka türlüsü ya yalandır ya da karikatür!

Şapka düştü kel göründü, ama destekçiler suskun. Ayıplarını örtmek adına “ama”lar, “ancak”lar, “fakat”lar ile “BDP de açılıma destek vermedi” gibi gerekçeler öne sürüyorlar. Yine suçlu Kürtler oldu. Bu ne kadar inandırıcı?


Yo; AKP’nin şapkası düşüp, keli görünse de, destekçileri hiç de suskun değil! Örneğin şimdilerin öne çıkan referandum tartışmalarında “Yetmez Ama Evet” diye haykırarak AKP’nin “Evet”ine yedekleniyorlar; bunu da ayan beyan ve “ilerici”lik(!) adına (?) yapıyorlar… Onlar yani ‘’BDP de açılıma destek vermedi” diyenler; öncelikle ‘’destek verilecek açılımın” ne olduğunu izahla yükümlüler! Ayrıca kimse de inkar edemez; ortada “açılamayan” bir açılım, bir “milli birlik projesi” söz konusuydu; Kürtler’in -ne olurlarsa olsun- buna “Evet” demesi, “Devlet Kürt”ü olmayı kabul etmesi mümkün değildi! Kim Kürtler’i, “Devlet Kürt”ü olmadığı için suçlayabilir? Kim Kürtlere devlet televizyonundan Kürtçe “Ne Mutlu Türküm diyene!” dedirtmekle sınırlı bir projeye “Evet” demedikleri için laf söyleyebilir? Bunun sömürgeci, oryantalist zırvadan başka bir gerekçesi olamaz!

Erdoğan, “Terörle mücadele kararlılıkla sürecek” dedi. Bunun götürüsü ne olabilir?


Şundan zerrece şüphem yok; egemenlerin “terörle mücadele” söylem ve eylemi hep halka yönelen bir zorbalıktır… Bunun nedeni devletin en büyük terör ve şiddet aygıtı olmasıdır! Bunu sadece Karl Marx değil; “düzen sosyologu” Max Weber de söylüyor…Sınıflı-sömürücü egemenlik, halka, emekçilere karşı bir zorbalıktır. Söz konusu zorbalığın “şehit cenazeleri”nde “ulusal bir ayin”e dönüştürülmesi ise, resmi ideolojik hegemonyanın teatral unsurlarla pekiştirilmesinden ibaret bir “psikolojik savaş” yöntemidir… Şunu unutmayın, cepheden cenazeye, egemenlerin egemenlik kavgası kural tanımayan bir ahlaksızlıktır!

Cenazeleri alınan gerillaların cesetlerine işkence uygulandığı başı, kolu ve bacağının kesildiği belirlendi. 90’lı yıllarda görmeye alışkın olduğumuz bu uygulamaları nasıl okumak lazım? 


Bir kez daha tekrarlayayım: Egemenlerin egemenliklerini savunması, kural tanımayan ahlaksızlıktır! Söz konusu ahlaksızlık konusunda Horatius’un, “Yargısız kaba güç kendi ağırlığı altında çöker”; Ksenophon’un, “Zorba, ettiği kötülüklerden ötürü, tüm insanlık tarafından ölüme mahkum edilmiş olarak yaşar gece gündüz, hiç kuşkunuz olmasın,” sözlerini anımsayın…

Kimyasal kullanıldığı iddia ediliyor. 


Bir bilgim yok; ancak “mümkün”dür; Edmund Burke’nin, “Diktatörler bahane aramaz”; Anatole France’ın, “Ahlaksızlık, ahlakın mevcut olmasının nedenidir,” deyişlerindeki üzere…

Gerilla cesetlerine yapılan işkenceler savaşı tırmandırma tahriki sizce taşıyor mu, böyle düşünelere katılıyor musunuz?


Bu da; bunlara benzer her şey de “mümkün”dür; çünkü bu sömürgeci bir zihniyetin pratiğidir! “Zihniyet” deyip geçmeyin; “Zihniyetimiz, toplumsal hayatın bizdeki içselleştirilmiş özü, bir özetidir. Zihniyet, dışarıdan yıkılmaz, içerden ise çok güç sarsılır.” İşte tam da bu tabloda eskilerden, 1874 yılından haykıran Mihai Eminescu’nun, “Devleti yalan sloganlar ve sahtekarlıklar kaplamış, Kefil oldukları bu düzen, gerçek düzen değildir,” çığlığına kulak verin…Egemenler yalancıdır; apoletli medyaları ise, “üç maymunu oynayan” yalanın örgütleyicileri…

Hükümetin sessizliği dikkat çekici. Oysa sorumlu olan hükümet... Hükümetin ailelerin feryadını ve açıklamalarını suç kabul edip konuyla ilgili kamuoyu vicdanını tatmin edici bir açıklama yapması gerekmiyor mu? 


Sorumlu olanın sadece “hükümet” değil, devlet de olduğunu düşünüyorum… Çünkü egemen(ler)in kontrolündeki “demokratik çokseslilik” aslında tek ses(lilik)tir! Goethe, “Yardıma çağırdığım şey acılardır. Çünkü onlar dosttur ve iyi öğütler verirler,” derken Konfüçyüs de ekler: “Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olamazsa, insan da acı çekmeden olgunlaşamaz…” Kürtlerin onlarca yıldır süren mücadelesi büyük acılarla yüklüydü, halen de öyle. Ama bu acılar değil midir, 8-10 yaşındaki bebelerden 70-80’lik nenelere-dedelere, tüm bir halkı bu bilinç düzeyine, bu kararlılığa, bu ‘ölümden öte köy yok’ gözükaralığına taşıyan…

Vietnam savaşının bitmesine neden olanın fotoğraflar olduğunu biliyoruz. Bizde neden olmuyor? 


Vietnam savaşının bitme nedeni, sadece fotoğraflara bağlanamaz. Bundan öte şeyler vardı: İlki Amerika’daki savaş karşıtı hareket Beyaz Saray’ı kuşatmıştı… İkincisi de ABD emperyalizminin özelde Vietnam, genel de ise Hindi-Çin’deki saldırganlığı artık sürdürülemez boyutlara ulaşmıştı… Fotoğraflar, işin tuzu-biberi olmuştu … Özelimizde ve Ortadoğu genelinde buraya ulaşılması için daha zamana ihtiyaç var; burada önemli olan artık özelden genele hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve olamayacağı gibi; yani cin şişeden çıkmıştır…

Egemen basın ellerinde olmalarına rağmen bu vahşeti görmedi ve susuyor. ..


Egemen medyanın temel işlevi; görülmesini istediklerini gösterirken; gerçekleri karartarak; gösterilmez kılmaktır… Egemen(lerin) medya(sı), bunun için vardır; başka türlüsü de mümkün değildir! “Yazar ve aydınların çoğu da bunu biliyor,” derken; hangi aydın ve yazarlardan söz ediyorsunuz? Ya da zulüm karşısında susan; ezen ile ezilenin kavgasında ezenin safında yer alanlar gerçekten “aydın” olarak nitelenmeyi hak ederler mi?Bence etmezler; onlar, egemen medyanın “sahibinin sesi” olarak nitelenmesi gereken uzantıları, taşıyıcılarıdır! Egemen(lerin) medya(sın)da Karl Marx dahi olsanız, egemenliğin sınırlarını aşamaz ve/veya gevşetemezsiniz…

Olması gereken ne? 


“Yapılması gereken” konusunda da reçete sunamam mümkün değil; ama halkların eşit ve özgür kardeşliğini hedefleyen anti-militarist bir barış mücadelesine ihtiyacımız olduğundan söz edebilirim. “Barış” dedim; “Onursuz barış, barış falan değildir,” diyen Bertrand Russell’ın uyarısını göz ardı etmeden; Albert Einstein’ın, ‘Barış Savaşımı İçin’ başlıklı yazısındaki uyarıları anımsamalı/ anımsatmalıyız: “Yalnızca barışçı değil, bir barış savaşçısıyım. Barış uğruna savaşım vermek istiyorum. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramayacaktır. Büyük ideallerin savaşımı önce küçük, ama gözü pek bir azınlıkça başlatılır…Savaş uğruna hiç direnmeksizin göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almak zorundayız... Barış, tehditlerle korunamaz, ancak karşılıklı güveni oluşturmaya yönelik samimi bir çabayla korunur…” Bunun içinde gerici, kirli savaşa “Hayır” ve halkların kardeşliğine “Evet” diyenleri eyleme yönelik birleştirmeliyiz; hem de Burke’nin “Kötüler birleştiği zaman, iyiler de bir araya gelmelidirler; yoksa, teker teker giderler,” diye haykıran uyarısını yüksek sesle telaffuz ederek…

Çatışmaların iyice tırmandığı bir sırada Erdoğan siyasi parti liderlerinin kapısını çaldı. Ancak BDP’yi denklem dışı tuttu ve ekledi: “O fotoğrafları gördüm görüşmekten vazgeçtim,” dedi. “Gördüm” dediği fotoğraf BDP’nin kendisine gönderdiği işkence edilmiş gerilla fotoğraflarıydı. 


Erdoğan’ın BDP karşısındaki net tutumu; BDP’nin yurtsever konumunu “tartışma”ya açarak, onun bu pozisyonunu terk etmesini dayatmaktır…Buna yurtsever hareketin legal mevzilerini imha ve işlevsizleştirme harekatı da diyebiliriz… Ya da Kürt coğrafyasında legal platformu AKP’lileştirme, Kürt taleplerini AKP bünyesine massederek etkisizleştirme hamlesi…Ancak AKP’nin bu kuşatması da nafiledir, boşa çıkarılacaktır.

Erdoğan’ın diğer liderlerle yaptığı görüşmelerde çözüm değil savaş konsensüsü çıktığı belirtiliyor. Liderlerin turundan siz nasıl bir sonuç okuyorsunuz?


AKP’nin kendinden öncekiler gibi, Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın “33 Kurşun”undan Çiller-Ağar’ın özel-kirli savaşına dek uygulanmışı bir kez daha uygulamaya kalkışması bir çözüm değil; çözümsüzlüğü derinleştiren açmazdır! Zaten emekçilerin ve ezilen Kürtlerin çözümü tam da bu derinleşen açmazın eseri olacaktır.

Kılıçdaroğlu ısrarla Kürt sorununu ekonomik duruma indirgiyor. CHP neden ısrarla bu söylemi sürdürüyor, bu söylem ile iktidara gelebilir mi?


Önce sözü, bu konuda benden daha yetkin olan eşim Sibel Özbudun’un satırlarına bırakayım: “CHP gibi Türkiye’nin geleneksel anaakım siyasasında Kürt sorunu iki versiyonda ele alınageldi: ‘terör’ sorunu ve ‘geri kalmışlık, feodallik’ sorunu. Sorunu ‘terör’ olarak teşhis ettiğinizde, çıkartacağınız sonuç, malum: her türlü örtük-açık, kirli-temiz operasyonu mubah gören, ‘kök-kazıyıcı’, ‘terminatör’ söylem ve edimlere sarılacaksınız. ‘Geri kalmışlık, feodalite’ teşhisi ise, sanırım kalkınma iktisadı döneminden kalma, arkaik bir söylem. Toprak reformuyla, istihdam yaratarak, yatırımları teşvik ederek vb. Kürtlerin kolektif siyasal taleplerinin izole edilebileceğini sanan iktisadi indirgemecilik. Aslına bakarsanız, her iki versiyon da, Kürtlerin siyasal taleplerini, özerklik, bağımsızlık isteklerini gözlerden gizlemeye, baskılamaya yönelik çözümlemelerdir. Kürt sorununu ‘terör’ sorunu olarak ya da, ‘azgelişmişlik, bölgesel kalkınma’ sorunu olarak teşhis etmek, sorunla uğraşılması gereken alanda, siyasal düzlemde baş etmekten uzak durmak anlamına gelmektedir. Bu, ‘Kürt sorunu’na neo-liberal ‘bireysel haklar’ açısından yaklaşan ikircimli AKP hükümeti de dahil tüm bir Cumhuriyet rejimi tarihinin geleneksel tutumudur.” İşte bu yapısallıktan ötürüdür ki, ne CHP ne de ötekilerin tutum ve pozisyonu “Kürt Sorunu”nu çözümleyici olmaktan çok uzaktır. “İyi de CHP iktidara gelebilir” mi? Bir MHP koalisyonuyla neden olmasın?

Erdoğan’ın yaptığı liderler turundan sonra demokratik kamuoyu “30 yıl sonra tekrar başa döndük,” diyor. Siz de bu kanaatte olanlardan mısınız?


Hayır, 30 yıllık bir süreçten sonra olan bitenler tekrarlanmaz; malum, tarih tekerrür etmez, tekamül eder, yani gelişerek ilerler; çok farklı bir yere gidiyoruz. Anımsayın, 30 yıl öncesinin “Karda yürürken kart-kurt” söylencelerinden geldik bugünlere; hangimiz ya da kaçımız bugünleri bu boyutlarda yaşayabileceğimizi öngörebilmiştir? Alınan yoldan daha fazlası, 30 yıl öncesinden bugüne alınan yolun ısrarıyla katedilecek; Ruhi Su, en karanlık günlerde “Sabahın sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar” derken tam da bunları anlatıyordu…

Türkiye’nin bir diğer sıcak gündemi çatışmalar. Çatışmalar Türkiye’yi nereye götürür? 


Çözüme; ama çözümün ne ve nasıl olacağı; yani “pozitif” mi “negatif” mi olacağı; veya ezilenlerden yana mı ezenler için mi olacağı; bir mücadele sorunudur…Bugünkü mücadele de bunun yanıtını aramaktadır; evet, evet bugünkü mücadele ile yarınımızın nasıl şekilleneceğine ilişkin soru(n)lara yanıt arıyoruz… Ben, gelecek konusunda “Durum iyidir, çünkü mücadele sürüyor” diyenlerdenim; bu nedenle de Konfüçyüs’ün, “Geleceği bilmek istiyorsan geçmişi incele”; John Galsworthy’un, “Geleceği düşünmezsen, geleceğin olmaz,” sözlerine büyük değer biçiyorum…

Hükümetin çatışmalar karşısındaki tutumunu nasıl görüyorsunuz? 


Erdoğan’ın ‘’operasyon” dediği askeri harekatın da bir “fiziki”, ve daha da önemlisi bölgesel dengeleri ilgilendiren uluslararası ilişkiler sınırları var…O sınırlara gelindiğinde, çok şey daha da farklı olacak…

Türkiye medyası yaygın şekilde sınır ötesi operasyonu tartışıyor. Olası bir sınır ötesi operasyon olursa ne olur? 


T.C, istediği sonuçları elde edemez. Çünkü bir gün -ki o gün mutlaka kapımızı çalacak-, herkes Ataol Behramoğlu’nun, ‘Kızıma Mektuplar’ındaki şu dizelerin bilincine varacak: “Ona ‘haydi’/ Savaşa dediler/ Başkaca bir şey/ Söylemediler/ Aldılar köyünden/ Davulla, zurnayla/ Geride üç çocuk/ Bir eş ve bir ana/ Eline bir silah/ Tutuşturdular/ Ve karşılaştı/ Düşman ordular/Vurulup düştü/ İlk çatışmada/ Göğsünde bir oyuk/ Üç delik alnında/ ‘Ey bu topraklar için/ Toprağa düşen’/ Bir karış toprağın/ Var mıydı yaşarken?”

Genelkurmay başkanı “PKK’yi beş defa bitirdik” dedi. TSK’nın başarısını insan öldürmekle ölçtü. 


“Beş defa bitirdik” denilen bir şey altıncı defa da kendisini var ediyorsa bu efsanevi ‘Phoneix’ (‘Zümrüd-ü Anka’) Kuşu gibi, kendini küllerinden yaratıyor demektir… Bu gibi mücadeleler, Pablo Neruda’nın, “Halkız biz hergün yeniden doğarız ölümlerle” diye betimlediği sonsuzluktur… Yenilmeyen, yok edilemeyen bir halkın azmi, iradesi ve mücadelesinde somutlanan sonsuzluktur; gerisi laf-ı güzaftır!

Türkiye’nin bir diğer sıcak gündemi de referandum. BDP’nin de içinde bulunduğu kesim referandumu boykot edeceğini açıkladı. Kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?


Devrimci-sosyalistlerin 12 Eylül Anayasası’nı savunmak gibi bir derdi yoktur; olmaz da… Bu konuda her söz abes ile iştigaldir…Abes ile iştigal edenler; AKP ‘Taraf’lı liberallerdir; hani ‘ama’lı, ‘fakat’lı konuşma ve yaşamayı meslek edinerek, hep sağlarından medet uman siyasal kadavralardır! ‘Yetmez…’ deyip, ardından ‘Evet’ diyen ‘aymazlık’; ‘Ne’yin, ‘Neden’ yetmez olduğunun ‘Niçin’i konusunda niye dut yemiş bülbüle dönüyor? Neden ‘şer’ söylemini öne çıkarıp, ardından da ‘ehven-i şer’ ilan ettiğine itibar edilmesini istiyor! Tuzu kuru liberaller; biz ne ‘şer’den, ne de ‘ehven-i şer’den yana değiliz…Bu noktada tam da ‘Anayasa yapmak, hükümetin değil halkların edimidir,’ diye haykıran Tom Paine gibi düşünüyoruz…Bunun için ‘Evet’e de Hayır... Hayır’a da Hayır...’ diyerek referandumu boykot etmek gerekiyor! Boykot:boşa çıkarmadır; boykot egemen siyasetin ilüzyonlarını deşifre edip, başka bir şeyin mümkün olduğunun propaganda ve eyleminin örgütlenmesidir; bağımsız emekçi çizgisinin ortaya çıkartılmasıdır! Ne ‘şer’ ne de ‘ehven-i şer’! Ne ‘ulusal solcu’lar ne de ‘neo-liberaller’, ‘sivil toplumcular’! Alayına isyan!” Evet, önümüzdeki “referandum aldatmacası” konusunda bizim tavrımız bu…Söz konusu duruş, Kürt hareketini ve devrimci-sosyalist solu liberal sivil toplumculuktan ayrıştırarak yeni (ve daha sağlıklı) birliklere yönelmenin önünü açacaktır. Ve suyun batı yakasında iyi anlatılabildiği takdirde, Fethullah’çı kuşatma ile 12 Eylül Anayasası arasında sıkışmış emekçi kitlelerin hegemonik söylemden kopuşunu kolaylaştırabilir.

Liberal ve muhafazakar kesim anayasa paketinden sonra statükonun boynuzlarından yakalanacağını daha özgürlükçü bir ortam için ortam yaratılacağı tezini işliyor. Bu tez doğru bir tez mi?


Bu mümkün mü? Yapılanlar, yapılacakların teminatı değil midir? CHP ile AKP’nin icraatları, referandumdan sonra da yapacaklarının garantisidir; hepsi bu! Bunun ne olduğunu Diyarbakırlılar’a, 4-C mağduru Tekel işçilerince, İzmir’de CHP kurbanı Kent A.Ş. emekçilerine sorun; aldığınız cevap yeterince açıklayıcıdır!

Türkiye Kürt sorununda bu sıcak ve yakıcı gündemlerden nasıl kurtulur. Çözüm önerileriniz nelerdir?


Öncelikle Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan kolektif hakların tümüne Türkler gibi sahip olmasının “olmazsa olmaz” olduğunun altını özenle çizip, unutmayarak; taktik açıdan öne çıkartılması gereken “demokratik geçiş talepleri” şöyle sıralabilir: Seçim barajının düşürülmesi-kaldırılması... Kürt konusunda kolektif-bireysel haklara yönelik düzenlemelerin, konunun muhatapları ile doğrudan istişareyle yürütülmesi... Merkeziyetçiliğe karşı, onu dengeleyen yerinden yönetimin yerelleşme önlemlerinin hayata geçirilmesi… Para-militer ve militarist örgütlenmelerin doğrudan parlamento denetimine açılması… Pre-kapitalist ilişkilerin tasfiyesi; aşiret-ağalık sisteminin lağvedilmesi… Koruculuk sisteminin, tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması… Operasyonlar sürecinde Kürt sivillerin uğradığı zararın tazmin edilmesi… Bir ‘’Hakikat Komisyonu” kurularak kirli savaş sürecinde Kürtlere karşı işlenen suçların açığa çıkartılması, suçluların cezalandırılması… Kürt illerinde anadilde eğitim olanağı, ülke çapında gereken yerlerde anadilin öğretiminin sağlanması… Koşulsuz genel af çıkarılması…Hasılı halkların kardeşliği için “Kürt Sorunu”nda Kürtler’in ne istediğinin temel politik eksen kılınması.

ERDAL ER
rojrost@hotmail.com

Demokratik Konfederalizm

Demokratik konfederalizm toplumların öz varlık nedeni ve biçimi olan demokratik komünal değerleri ve tarih boyunca insanlığın etnik yapılarda, dinlerde, tarikatlarda, mezheplerde vb. gibi varlık gösteren bütün özgürlük, eşitlik ve demokrasi değerlerine sahip bir anlayıştır.
Uygarlık tarihi boyunca etnik yapıların ve halk tabakalarının eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelelerini kendilerine has bir sistemle taçlandırarak güç olamadıkları ve egemen devletçi sistemin ekseni dışına çıkış alternatif hale gelemediklerinden reel sosyalizm örneğinde görüldüğü gibi ya en kötüsünden bir kopyası ya da uydusu olmaktan kurtulamamışlardır. Demokratik konfederalizm toplumların öz varlık nedeni ve biçimi olan demokratik komünal değerleri ve tarih boyunca insanlığın etnik yapılarda, dinlerde, tarikatlarda, mezheplerde vb. gibi varlık gösteren bütün özgürlük, eşitlik ve demokrasi ırmaklarını kendi nehrine akıtarak tarihsel temel yapan köklü bir kültür ve demokrasi anlayışına sahiptir.

Hakim üst kesimin halkla arasındaki uçurumu daraltma, ilişkilerini yumuşatarak halk tabakalarının tepkisini zamana yayarak marjinalleştirme biçiminde ifade bulan tüm demokrasi biçimlerine ve anlayışlarına karşı demokratik konfederalizmin tabandan halkların komünal değerlerine dayalı demokrasiyi açığa çıkararak geliştirmesi tarihsel bir çıkış olmaktadır. Demokratik konfederalizm kaynağını tarihin derinliklerinden alan özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin gücünü olanca saflığıyla güncelleştiren, açığa çıkaran bir organizasyon olduğundan, halka öz güç kazandırıp, iradeli kılarak devletçi sistemden kaynaklı var olan tüm sorunlara çözüm gücü olabilecek kapasite ve potansiyeldedir.

Bu anlamıyla demokratik konfederalizm karmaşık gibi görünen ülke, bölge ve dünya sorunlarına siyasi, politik bir müdahaledir. Söz ve karar gücünü en alta, tabana dayandırarak mahalli komünal ve demokratik yaşam biçimlerin konfederal yapılanmayla bütünleştirerek güçlerine güç katıp sinerji oluşturarak çok daha kapsamlı sorunlara çözüm gücü olmanın örgütlü ifadesidir. Böylelikle yukarıdan aşağıya dikey örgütlenmiş, devletçi yapıya dayanan örgütlülük ve siyaset biçimini aşarak, halkın güç kazandığı bir politik, siyasi tarzın açığa çıkmasına yol açan, yerel gericiliğin ve dogmatik görüşün yine farklı bir iktidarcı zihniyetin hortlamaması açısından da yerel halktan tüm kesimleri ortaklaştırıp, büyük bir dayanışmayla birlikteliği sağlayan organizasyonun adı olmaktadır. Bu örgütlülük biçimiyle bireylerin, birey guruplarının ve tüm halk kesimlerinin siyasete, politikaya yabancılaşması, uzak durması sona erdirilip kendilerine özgüven kazandırarak ve irade olmayı sağlayarak çevrelerine karşı sorumlu, duyarlı hareketli, coşkulu, capcanlı bir siyasal yaşamın oluşması sağlanacaktır.

Demokratik konfederalizm devlet odaklı olmayan, devlet dışı toplum örgütlenmesini esas alır. Halkların devlet olmayan ve coğrafik sınırları esas almayan demokratik öz yönetimi olmaktadır. Öncelikle kadınlar olmak üzere, gençler ve ezilenler olmakla beraber tüm halk tabakalarının kendilerinin demokratik örgütlenmelerine gitmeleri,siyaseti doğrudan özgür yurttaşlık çerçevesinde yerelde kendi komün ve meclislerinde öz gücüne dayanarak, kendine yeterlilik ilkesine uygun yapılmasını ön görür. Piramit tarzı bir örgütlenme yapısına sahiptir. Klasik yapılarda olduğu gibi yukarıdan aşağıya değil de, aşağıdan-tabandan yukarıya doğru örgütlülüğü esas olan bir yapılanmadır.

Demokrasiyi, cinsiyet özgürlüğünü ve yeniden ekolojiye dönüşü olmazsa olmaz temel ilke olarak benimsemektedir. Radikal demokrasinin özüne uygun, her düzey ve kapsamda katılımcılığı ön görmektedir. Halkın öz gücünü ocak, komün, meclis ve kongrelerle açığa çıkarırken, “birey ve toplumun ruhsal, düşünsel ve maddi gelişimini demokratik hak ve özgürlükler çerçevesinde gerçekleştirip ilerletmek. Toplum içinde yaş, cins, sınıf, ulus, etnisite, inanç farklılıklarına özgürlük alanı oluşturarak ve bu farklılıklardan kaynaklanan eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı esas almaktadır.

Kürtlerin durumu


Kürtler insanlık tarihi boyunca önemli toplumsal dönemlerde dinamik, üretken ve yaratıcı bir halk olarak öne çıkmıştır. Neolitik dönemin tarımı geliştiren, hayvanları evcilleştiren ve toplumsal devrime yol açan en hareketli halkıdır. Sümerlerin insanı köleleştiren devlet sistemine karşı aşiret örgütlenmesiyle iradelerini korumak için büyük bir özgürlük tutkusuyla direnç gösteren etnisitelerden biri olmaktadır. Köleleşmeye karşı insanlık adına bayrak açan halklara öncülük etmiştir. Bu özgürlük direnişini sergileyen Kürt halkı ilk çağ boyunca halklara moral ve esin kaynağı olmaktadır. Devlete karşı direnen, dağların doruklarında özgür yaşamayı, iradesizleştiren, kullaştıran “uygarlığa” tercih eden halkların önde geleni yine Kürtler olmuştur. Tarihte etnisite esasına dayalı uzun süre gösterdiği direnişlerle özgürlük kültürünü doğuran topluluktur.

Zerdüştün medya yaylalarında geliştirdiği özgürlük kültürünün özü olan; özgür irade ve toplumsal ahlak Kürt halkının gösterdiği bu direnişlerin bir toplamı, birikimi, sentezi olmaktadır. Zerdüştlük, manicilik, Alevilik ve daha birçok hümanist tarikat ve örgütlenmelerle feodal devletin tahakkümcü uygulamalarına karşı koymuştur. Günümüze kadar gelişen tüm özgürlük hareket ve mücadeleleri bu ana kaynaktan mayalanarak beslenmiştir dersek sanırım abartmış olmayız.

Devletçi sistemin üst tabakalarında yer alarak kendini inkar eden işbirlikçi kesimler dışında Kürt halkı özgürlük eğilimini hala önemli oranda geliştirerek korumaktadır. Bundan ötürü eğilimini derinden yaşayan halkında Kürtler olması anlaşılır bir durum olmaktadır. Kürt halkı bilge insan öncülüğünde, tahakkümcü sistemin kendisine benzeştiren veya yedeğine alan tüm araç ve argümanlarına kuşkulu yaklaşarak sorgulamış, “uygarlık” tarihi boyunca hakikat arayışlarının düştüğü tuzağa düşmeyerek kurulu sistemin çeperini kırıp dışına çıkabilmiştir.

Gelinen aşamada toplumsal ve ekolojik tüm sorunların kaynağı durumuna gelerek işlevsizleşen kurulu sistemin içine girdiği kriz ve kaosla var olan mevcut eksenli ve kurulu sistem karşıtı tüm direnişlerin ve örgütlü yapıların yani hakikat arayışçılarının demokratik ekolojik alternatif toplumsal paradigma biçiminde formüle ederek sisteme kavuşturmuş olması halklar ve insanlık adına büyük önem taşımaktadır. Bilge insan tahakkümcü devletçi sistemin tarihi boyunca ürettiği tüm sorunlara çözüm olacak sistemin teorik perspektifini demokratik ekolojik paradigma olarak belirledi.

Bunun pratik, politik ve örgütsel sistemini de demokratik konfederalizm şeklinde tanımladı. Demokratik konfederalizm dört parçaya bölünmüş ve dünyanın dört bir yanına dağılmış Kürt halkına ulaşıp örgütleme ve sınırlara dokunmadan birer köprü olarak değerlendirip ulusun demokratik birliğini sağlamak için en ideal organizasyon olmaktadır. Parçalar arası konfederal ilişki gelişip kökleştikçe Kürt halkının doğal hakkı olan siyasal, kültürel ve ekonomik ilişki ve örgütleme sorunları ortadan kalkmış olacaktır.

Kendi iç örgütlülüğünü sağlayan Kürt halkı, her parçanın bulunduğu komşu halklarla da konfederal temelde ilişkilenerek, bölge halklarının birbiriyle ilişkisini geliştiren, güçlendiren köprü rolünü oynamaktadır. Daha da aktif rol oynadıkları gibi, Ortadoğu’da demokratik konfederalizmin ana ekseni, odağı haline gelmektedirler. Kürt halkı, kendi içinde demokratik konfederal örgütlenme biçimini ve ilişkisini geliştirdikçe, bu durum var olan sorunlara çözüm bulma yaratıcılığına ve politik ufuklarının daha fazla açılmasına yol açmakta, bölge çıkarlarının mevcut sorunlarının çözümüne de her bakımdan daha fazla katkı sunabilecek niteliğe ulaşmaktadırlar.

Ulusal birlik


“Eğer uluslaşma etnisitenin halkların, bireylerin bir biriyle sıkı ilişki ve ortak çıkarlar etrafında örgütlenmesiyle, toplumun konfederal biçimde genişliğine ve derinliğine tümüyle örgütlenmesi o toplumu demokratik ulus haline getirir.” Demokratik konfederalist örgütlenme hem yerel, mahalli, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişkilenmeyi derinleştirerek güçlendirir ve hem de ulusun sorunlarını milliyetçiliğe düşmeden demokratik temelde çözüme kavuşturma mücadelesi içerisinde olur. Konfederal ilişki ulus kimliğini somutlaştırarak her ferde-bireye mal eder duruma getirir. Çünkü demokratik konfederalizm tabandan örgütlü, üstten iş ve rol koordinasyon esasına dayalı gerçekleştireceği devr-i daimle her bireyin ve mekanın kendini ulusal kimliğin bir parçası olarak görüp ifade etmesini sağlamaktadır.

Yaşamıyla, kültürüyle, kimliğiyle kendini ulusal bileşenin bir parçası ve bu sorumluluğuyla sahipleniş gelişimine katkı sunar hale gelecektir. Köyü, sokağı, mahallesi, bölgesi, şehri ve dolayısıyla tüm ulusun organik bağ içerisinde olduğu ruhsal, duygusal ve kültürel bağların büyük bir yoğunluğu olan, potansiyel ve kapasite sahibi bir toplumdur. Bu nedenle demokratik konfederalist örgütlenme, tüm olası saldırıları ve yönelimleri boşa çıkartacak örgütlü halk gücü olmaktadır. Demokratik örgütlenmesini ve kültürünü geliştirmiş bir yönelim veya gelişmesi önünde engel oluşturulduğunda direnç gösterir. Yaşamda zerre kadar boşluk bırakmayan, her ayrıntıyı kapsayan ve yanıt olan bir örgütlülük biçimi olduğundan her türlü psikolojik ve özel savaş yöntemlerini işlemez kılarak, devletin etki alanlarını daraltıp zamanla küçülmesini sağlayarak, halkın öz örgütlülüğünü geliştirmekle cevap olmaktadır.

Demokratik konfederalizmin siyaseti; ak-kara mantığına dayalı karşıtlaştıran, cepheden karşıya alan klasik tarzı benimsememektedir. Kurulu devletlerle çatışmayı, sınırlarla uğraşmayı gündemine almamaktadır. Devletten herhangi bir beklenti içerisine girilmediği gibi dar, sekter, isyancı tarzda reddetmektedir. Bu ilkesel duruş esas alınarak barışçıl duygular beslenmektedir. Fakat konfederal örgüt ağına veya hukukuna herhangi bir saldırı olduğunda meşru savunma temelinde kendini sonuna kadar savunma iddia ve kararlığında olmak durumundadır.

Konfederalizm örgütlenmede önceliği ulusun demokratik unsurlarına vererek, üçüncü alan denilen sivil toplum örgütlerini esas alsa da genel itibariyle onları da aşan toplumun tüm kesimlerini kapsamına alarak ulusal bütünlüğü amaçlar. “Sivil toplum örgütleri, siyasal partiler, dernekler, vakıflar, ekonomik kurum ve kuruluşlar, kadın hareketleri, çevreci-ekolojist hareketler, gençlik hareketleri başta olmak üzere toplumun her alanındaki” örgütlü kesimler konfederal sisteme katılıyorlar. Tüm bu alanlar bir biriyle dayanışma içerisinde olmakla beraber, kendi içlerinde de organizeli çalışırlar.

Konfederal sistemin temel birimi bireydir. Bireyin sistem içerisindeki tanımlaması ise; özgür yurttaşlık olmaktadır. Özgür yurttaşlık sistemin kurmay gücüdür. Bundan ötürü görev ve sorumlulukları vardır. En genel anlamıyla temel hedef birey ve toplum arasında minimum dengeyi sağlayıp, toplumun tüm bireylerini özgür yurttaşlık bilinciyle donatarak cinsler arası eşitsizliği ve ekolojik sorunları gidermeye çalışmak olurken, özelde ise; en küçük yerleşim birimi olan köyden başlayarak en küçük komünü olabilir. Bunun üzerinden organlar ve organizmalar geliştirilir. Bundan böyle “her sokakta yaşayan insanların kendi içinde komünler oluşturması ve bu komünlerin de kendi temsilcileriyle mahalle meclislerine katılması, mahalle meclislerinin seçtikleri aracılığıyla kent meclislerine katılması ve gittikçe kentten bölgeye, bölgeden de tüm ülkeyi kapsayabilecek bir sistemi böyle oturtmak gerekiyor”. Böyle olunca kararlar alttan üste doğru gidebilecektir. Ve herhangi bir konfederal örgütlenmenin alacağı kararda bir köy komününde görüşü olabilecektir. Peki, burada üstten alta doğru gelecek olan nedir? İşlerin koordine edilmesini sağlayacak olan, iş ve rol koordinasyonudur. Dolayısıyla yapılacak olan tüm çalışmalar en alttan en üste kadar piramit de yer alan her kesimin denetiminde açık olabilecektir.

Dört bir yandan gerçekleştirilen saldırı ve yönetimlerin yanı sıra, hukuk tanımayan kitlesel tutuklamalarda neyin amaçlandığı gün gibi ortadayken, halkın öz örgütlülükleri olan komün ve meclislerin örgütlenmesine gitmek, yeniden kurulmasında öncülük etmek dönemin en temel görev ve sorumluluklarından biri olmaktadır. En nitelikli katılımın ölçütü, ne kadar komün kurulduğuyla ölçülmelidir.

HÜSEYİN TUNÇ / Kırıklar F Tipi Cezaevi

Yararlanılan kaynaklar:

Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine
Bir Halkı Savunmak