12 Mart 2010 Cuma

AKP'nin postmodern soykırım denemesi

15 Şubat 1999 uluslararası komplosunn 11. yılında Kürt siyaseti ve coğrafyasında Kürt halkı ve öncü gücü kendisini daha kapsamlı bir düzeye taşırken ve komployu boşa çıkarırken, komplocu güçler kendilerini yeni bir politkayla sahneye taşırmaya başladılar. Komplo ile ulaşmak istenen hedeflere ulaşamayan güçler Kürt halkına ve onun tüm kurum ve organizasyonlarına kapsamlı bir yönelimi elbirliği ile yürürlüğü koymuş bulunmaktadırlar.

29 Mart 2009 yerel yönetim seçimleriyle birlikte Kürdistan coğrafyasında sarsıcı bir darbe alan sistem ve onun son temsilcisi AKP büyük bir hınç ile Kürdistan’ı yeniden işgal, istila ve ele geçirmeye girişmişler ve Kürdistan’a postmodern bir soykırım politikası ile saldırıya geçmişlerdir. Bu saldırıların sonucunda başta legal siyasette yer alan tüm öncü kadrolar da dahil yerel yönetim seçimlerinde halkın çok yüksek oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarını dahi tutuklayıp hapse atmıştır.

Kürt halkının direnişini kıramayan, Öcalan’ın şahsında öncü gücü tasfiye etme politikalarında başarılı olamayan bu güçler AKP şahsında çok yeni ve daha sinsi, tehlikeli ve acımasız bir plan ve proje ile sahneye yeniden çıktılar. Yumuşak bir tarz ile gerçekleştirilen bu konseptin temel özelliği daha çok yedeğine her cepheden devşirilmiş Kürdü yedeklemeyi esas almaktadır. Temel felsefesi ‘madem tasfiye olmuyorsun ozaman bizde seni teslim alırız’ olan bu yeni konseptin en büyük özelliği kolay kolay anlaşılamaması, ‘iyi şeyler yapacak imajı yayması ve en çok da demokrasi özlemi olan çevreler ile bazı kürtlere yönelmesi olmaktadır.

Kadınları ‘mikro kredi’ ile teslim almayı esas alan bu sistem Kürdistan’da yüz yıldır uygulanana geleneksel militar uygulamalardan çok uzak bir metot uygulamaktadır. Bunu yaparkende sanki militarizmi aşmak istermiş gibi bir havayıda vermeyi ihmal etmeyerek geniş kitleleri manipüle etmeyi becermektedir. Oysa Kürtler bu alicengiz ayakları çoktan görüp teşhir ettikleri için böylesi acımasız bis yönelime maruz kalmış olmaktadır.

Lakin bütün bu olup bitenler ayan beyan ortadayken hala bazı kürtlerin hükümet ve onun modern işbirlikçi korucu sime ve çevreleriyle aynı ortam, sahne ve mekanları paylaşmalarını kaygı ve kuşku ile takip etmek durumundayız.

Toplumun herkesimini farklı metot ve yöntemlerle teslim alıp yedeklemek isteyen akp ve devlet kadınlarımızı nasıl mikro kredilerle teslim almak istiyorsa, yoksul kesimleri açlıkla terbiye edip iktidarını inşa etmek istiyorsa, çocukları ağır ceza ile, siyasetçileri hapis ile, partileri kapatma ile, sanatçı ve aydınları TRT 6 ile enterne etmek istemeketedir.

Son aylarda Kürt halkına ve kurumlarına acımasızca Kürdistan ve Avrupa’da acımasızca yönelinilirken ve birçok Kürt siyasetçisi haksız yere hapse atılırken AKP’li bazı vekillerin Avrupa turuna çıkması ve her şehirde yanlarına bazı Kürt sanatçı, aydın ve şahsiyetlerini alarak nümayiş yapmasını sıradan ve olağan bir durum olarak algınmadığı ortadadır. Bir tarafta halkın en büyük desteğini alan kurum, kişi ve örgütler elbirliği ile enterne edilip kriminalize edilirken bir yandanda ipliği pazara çıkmış süfli bazı tiplerle Kürtlere alternatif örgüt, şahsiyet ve adresler göstermenin hiç de hayırhah bir şey olmadığı aşikardır.

Kürtler bu oyunları 1987 yılından beri içerisinde bizzat yer alarak her defasında bu oyunları boşa çıkararak bugünlere gelmişlerdir. Abdurahman Kurt, İhsan Aslan gibi siyasi korucu derekesine düşmüs kişiliklerin Kürt halkı adına söyleyecek tek bir sözcükleri bile yoktur ve olamaz. Onların ellerinde Ceylanların, Uğurların ve daha birçok Kürt çocuğunun kanı vardır.

Eğer bugün Avrupa’da bu kadar cansiperane ‘Kürtçülük’ oyunu oynuyorlarsa bunun altında yatan temel nedeni son dönemlerde Kürt kurum ve siysetçilerine yepılan yönelim paralelinde ele almak durumundayız.

Kürt halkına adeta şu söylenmektedir: Yıllardır sizleri tasfiye etmek istedik ama bir türlü tasfiye olmadınız, o zaman bizde sizi teslim alırız işte bu hamle bir teslim alma hamlesidir. Teslim olmayan Kürde ve kuruma baskın ve hapis teslim olan Kürde de Abdurahman Kurt ile İhsan Aslan’ın yanında sahne, para ve paye...Kılavuzu AKP kürdü olanın....

ANF NEWS AGENCY

AKP Bilimle Inatlasiyor

Sinop'ta kurulacak nükleer santral için Güney Koreli KEPCO şirketiyle işbirliği protokolü imzalandı. Enerji Bakanı Taner Yıldız, “Sinop'u Korelilere, Mersin'i Ruslara verdik” dedi. Çevre Mühendisleri Odası, bilimdışılıkta ısrar edildiğini, uyarılara kulak tıkandığını belirtti.

SİNOP- Sinop'ta nükleer santral kurulması için Güney Kore devletinin şirketi olan KEPCO ile işbirliği protokolü imzalandı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'ndan bir heyet ise, Mersin Akkuyu'da yapılacak olan nükleer santral için Rus heyetiyle görüşmek için Rusya'ya gitti.
Sinop nükleer santralına ilişkin protokolü Güney Kore Bilgi Ekonomisi Bakan Yardımcısı Hak Kim, KEPCO Başkan Yardımcısı Jun Yeon Byun, EÜAŞ Genel Müdürü Sefer Bütün, Enerji Bakanı Taner Yıldız imzaladı.

MALİYETİ 20 MİLYAR DOLAR

Kurulacak santralin maliyeti yaklaşık 20 milyar dolar olacak. Sinop'ta yapılacak santral inşaatının ise 14 yıl sürmesi bekleniyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, ön görüşmeler itibariyle Mersin’de Rusların, Sinop’ta Güney Korelilerin nükleer santral yapılacağın belirtti.
Yıldız, Türkiye-Kore İş Forumu'nun ardından gazetecilerin sorularını yanıtlarken, “Nükleer santralı, Mersin'de Ruslar, Sinop'ta Güney Koreliler yapıyor diyebilir miyiz?” sorusuna, “Şu anda ön görüşmeler itibariyle bu doğru. Ancak Sinop'a ABD, Kanada, Japonya, Fransa orijinli herhangi bir firmanın teklifi olması halinde, benzer çalışmalara açığız” karşılığını verdi.
Yıldız, Sinop’ta nükleer santral kurulması isteği ve kararlılığı içinde olduklarını ifade etti, “Bizim 2020 yılına kadar en az yüzde 10’lar seviyesinde bir nükleer güç santralını yakalamış olmamız lazım” dedi.
Başbakan Tayyip Erdoğan 18 Ocak'ta Abu Dabi'de Dubai Emiri Şeyh Muhammed Bin Raşid El Makdum ile yaptığı görüşmenin ardından, “İki ülke arasında savunma sanayi, enerji çeşitliliği, nükleer enerji yatırımları, öğrenci değişimi, sağlık turizmi gibi konularında işbirliği” yapacaklarını söylemişti. Kore şirketi olan KOPCE'nin Birleşik Arap Emirlikleri'nde 40 milyar dolarlık anlaşma imzalamasının ardından Sinop'taki santralin de aynı şirkete verilmesi dikkat çekti.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı Metin Kilci başkanlığındaki heyetin, dün Moskova'ya giderek nükleer santral yapımı konusunda Rus heyetiyle bir araya geldi Söz konusu toplantı sırasında Türkiye’nin öngördüğü hükümetlerarası anlaşmaya ilişkin taslağın Rusya tarafına iletileceği belirtildi.

UYSAL: NÜKLEER İNADINDAN VAZGEÇİLMELİ

Çevre Mühendisleri Odası Genel Sekreteri Burçak Karaman Uysal, protokolü ETHA'ya değerlendirdi, Türkiye'de nükleer santral konusunda yıllardır bir inatlaşma yaşandığını belirtti. Uysal, inatlaşmanın yalnızca bilimsel verilere karşı değil, dünyadaki uyarılara karşın sürdürüldüğüne dikkat çekti. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın dünkü açıklamalarının kabul edilemez olduğunu söyleyen Uysal, hükümetin nükleer santral kurma inadından vazgeçmesi gerektiğini dile getirdi.

“DÜNYA TERK EDİYOR”

Uysal, nükleer santral kurma hevesinin ülkeye zarar vereceğini ifade etti, şöyle konuştu: “Türkiye'de nükleer enerji santrali kurulmasına dönük tüm argümanlar bilimdışıdır ve gerçekleri yansıtmamaktadır. Türkiye'nin kurulum, üretim, işletim ve güvenlik maliyetleri çok yüksek olan, atık sorunu çözülemeyen ve tüm dünyada elektrik üretim yöntemi olarak terk edilen nükleer enerji santrallerine ihtiyacı yoktur. Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızın değerlendirilmesi durumunda, Türkiye’nin 2030 yılında dahi elektrik talebini karşılayabilecek kaynakları vardır. Türkiye'nin bugün içine düşürüldüğü dışa bağımlılıktan kurtulması için yine dışa bağımlı, pahalı ve güvenliksiz olan nükleer santrallere değil, kamusal planlamaya ve yerli kaynaklarını doğru enerji ve çevre politikalarıyla değerlendirmeye ihtiyacı vardır.”

Alevisiz ”Alevi çalıştayı”


Alevisiz ”Alevi çalıştayı” sorunları çözemez

Türkiye”de son yıllarda en fazla, demokrasi, özgürlük, hukuk, çözüm ve çalıştay sözcüklerini duymaktayız. Hatta bu sözcükler o kadar sık kulağımızı tırmaladı ki bizde belli bir antipati dahi geliştirdi. Zira bu kavramları halkın gündeminde tutan hükümet, altını doldurmayarak içi boşaltılmış bir şekilde tekrar ettiği için bu kavramların sihri ve çekiciliği de kayboldu. Süreç uzadıkça bir aşınma meydana geldi. Oluşan güvensizlik havası ve inandırıcılıktan yoksunluk durumu, bir toplum için en temel kavramların bile aşınabileceğini gösterdi.

Türkiye”nin en temel sorunlarına çözüm iddiası ile ortaya çıkanlar, sadece ve sadece oyalama taktiği ve sorunların etrafında dolaşarak egemen anlayışın çözümünü dayatmaktan öteye gitmediler. Kürt sorununda ”demokratik çözüm” ile başlayan söylem, yerini “milli birlik” söylemine bıraktı. Roman yurttaşların sorunlarına çözüm çalıştayının şimdiki görünümü ise Selendi”de yaşanan vahşet ve sürgün oldu. Aleviler için düzenlenen çalıştayda çıkan sonuç ise, Aleviler için kaygılı bir sürecin başlangıcı olurken, diyanetin bilinen resmi taleplerinin kabulünün ötesine geçemedi.

Türkiye ağırda olsa bir değişimin sancılarını yaşamaktadır. Dünyanın geldiği nokta, toplumun talep ve köklü sorunlarının çözümünü dayatıyor. Bundan kaynaklı olarak çözüm bekleyen devasa sorunlar çözülüyormuş gibi yapılıyor. Evet, sadece çözülüyormuş gibi yapılıyor, zira sorunları çözecek demokratik sivil bir irade açığa çıkmış değildir. Toplumda demokratik kültür oturmadığı için, sorunların çözümü için yürütülen demokratik mücadele, sadece sorunların sahipleri ve cılız bir duyarlı kesim tarafından yürütülmektedir. Hatta çoğu zaman sorunun sahibi olan geniş halk yığınları dahi yaratılan sindirilmişlik, umutsuzluk ve kaygılar nedeniyle sorunlarına sahip çıkamaz duruma getirilmiştir. Medyanın da pompalaması ile toplum, “sorunları çözüyorum” oyununun figüranı haline getirilerek, kandırılmaktadır.

Memleketin bu ahvali içerisinde gerçekleşen Alevi çalıştayları, ilkinden sonuncusuna kadar maalesef bir tiyatro oyununun ötesine geçemedi. İlk bakışta, tarih boyunca inkar edilerek yok sayılan Kızılbaş-Alevilerin sorunlarına eğileceği gibi olumlu bir hava verildi. Hatta inkar anlayışının aşılacağı beklentisi yaratıldı. Bu yüzden de çoğu insan olumlu bir yaklaşım içine girdi. Fakat gelinen aşamada ince bir oyunun oynandığı ortaya çıktı. Kendi çözüm önerilerini sunan Kızılbaş-Alevi örgütlülüğü, tekrar egemen anlayış içerisinde denetim altına alınmaya çalışıldı. Hem görüntü olarak çözüyoruz havası yaratıldı, hem de Kızılbaş-Alevi örgütlülüğü arasındaki ayrışmalar derinleştirildi. Hâlbuki ilk çalıştayda hükümet kafasında nasıl bir Alevilik istediğini çizmişti. Buna uygun olan Alevi örgütlerini meşrulaştırmak istedi. Maalesef kimi şahıslar ve Alevi örgütleri de oynanan bu oyunun figüranı olmaktan kendilerini kurtar(a)madılar. ABF, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri vb örgütler, ilk çalıştaya katılmakla yanlış yaptılar. Çünkü, hükümet bunu kullanarak Alevisiz “Alevi çalıştayları” serisini sürdürdü ve çalıştayları hazırladığı ön raporla sonuçlandırdı.

Alevi çalıştaylarında, diyanetin ağırlığının kendini her dakika hissettirdiği anlaşılıyordu. Basına yansıyan rapora baktığımızda, Diyanet, Alevi sorununa yaklaşımda başından beri kendi düşündüklerinin ötesine geçemediğini ortaya koydu. Ön rapora, demokratik Alevi hareketleri bileşenlerinin talepleri değil, diyanetçilerin kaygıları hâkim olmuştur. Bu kaygılar sonucu, hükümet(diyanet) Aleviliği tarif etmiştir. Nasıl bir Alevilik görmek istediklerini ortaya koymuşlardır. Oysa doğru olan, inancın tarifinin sahipleri tarafından yapılmasıdır. Müslüman olmayanların Müslümanlığı tarif etme hakkı olmadığı gibi, Alevi olmayanların da Aleviliği tarif etme hakkı yoktur. Anlaşılan o ki, egemen olan inkârcı yaklaşım aşılamadığı için 12 Eylül zihniyetinin yarattığı Türk-İslam anlayışına bir de Türk-İslam-Alevi anlayışı eklemlenmeye çalışılmaktadır.

Alevi örgütlerinin temel talepleri olan, zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi, cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması, asimilasyon politikalarına son verilmesi vb taleplerinin tümü ret edilerek, ortaya ret ve asimilasyon raporu çıkarılmıştır. Raporun her satırına hâkim olan anlayış budur. İşin acı olanı tarafı ise, baştan belli olan bu tabloya kimi değerli şahıs ve örgütlerin de ortak edildiği görüntüsüdür. Kürt açılımında olduğu gibi Alevi çalıştayında da egemen zihniyetin kendi Alevisini yaratmaya çalışıyor olmasının ötesine geçilmemiştir. Kızılbaş-Aleviliğin özgürlüğü ve eşitliğini tanıma gibi bir niyetin olmadığı bu raporla bir kez daha net bir şekilde ortaya konmuştur.

Ön rapora baktığımızda, Madımak”ın müze yapılması talebi tehlikeli bulunmaktadır .(Niye tehlikeliyse) Madımak”ın, katliamın unutulmaması için barış ve kardeşlik müzesine dönüştürülmesini tehlikeli bulmak, çalıştayın nasıl bir zihniyetle yapıldığını göstermektedir. Müzeyi tehlikeli bulan zihniyet, Kızılbaş-Alevi katili Ökkeş Kenger”i çalıştaya çağırmakta bir sakınca görmüyordu. Alevi katliamlarının baş aktörlerini, Alevi çalıştayına çağıranların nasıl bir zihniyete sahip oldukları işin başında belli olmuştu. Cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması talebi, diyanetin daha önceden açıkça söylediği gibi “cemevleri camilerin alternatifi olamaz” yaklaşımının bir yansımasıdır. Sanki Alevilerin böyle bir söylemi ve yaklaşımı varmış gibi, diyanetin ısrarla üstünde durduğu ve çarpıttığı bu konu ön rapora konulmuştur. Halbuki Alevilerin yaklaşımı nettir. Müslümanlar camide, Hıristiyanlar kilisede, Musevilerde Sinagogda ibadet yaptıkları gibi, Aleviler de ibadetlerini cemevlerinde yaparlar. Nasıl ki, kilise, camiye veya sinagoga alternatif olmuyorsa, cemevi de hiçbir ibadethaneye alternatif değildir. Hiç kimsenin böyle bir talebi ve niyeti yoktur. Talep diğer dini ibadethanelere tanınan yasal güvencelerin cemevine de tanınmasıdır. Uygulamada Kızılbaş-Aleviler cemevlerinin statüsünü kendileri belirlemiş ve kabul etmişlerdir. Talep edilen ve istenen sadece eşit yaklaşımdır.

Zorunlu din dersi uygulaması ile ilgili olarak AİHM tarafından verilen kararlar dikkate alınmamakta, insan hakları ve evrensel hukuka aykırı bir şekilde mevcut durum devam ettirilmektedir.

Alevi örgütlerinin büyük çoğunluğu tarafından laikliğe aykırı bulunarak kaldırılmasını talep ettiği diyanet ise, hazırlanan rapora rengini ve ağırlığını koyarak, adeta Alevilere uygulanan asimilasyona devam mesajı verilmektedir.

Kısacası Alevi çalıştayı da Kürt açılım gibi fiyaskoya dönüşmüş durumdadır. Tüm bu çalıştay ve açılımlar göstermektedir ki, sorunun sahipleri kendi sorunlarının çözecek örgütlülük ve güce kavuşmadıkça, egemenlerin çözüm mantığı statükonun devamı için sadece maske ve makyajın ötesine geçemeyecektir.

Türkiye”de, sorunlarına çözüm bekleyen toplumsal kesimlerin birliği de önemli diğer bir husustur. Sorunlarımızı, Kürt, Alevi, Roman, işçiler ve emekçilerin birlikte yürüteceği demokratik özgürlük mücadelesi çözecektir. Parçalayan ve ayrıştıran egemen anlayışa karşı, demokratik birlik ve çözüm perspektifi Kürt”ün, Alevi”nin, işçinin, emekçinin de sorununu çözecektir. O zaman yapılması gerekende açık ve nettir. Çözüm, egemenlerin sahte çalıştay ve açılımlarında değil, özgücümüze dayalı olarak birlikte yürüteceğimiz demokratik hak ve özgürleşme mücadelemizdedir.

ergin doğru

Açılım Politikası ve Sivil Darbe Anlayış


Türk basınının, Filistin de taş atan çocukları “Arafat ın generalleri” olarak andığı hatırlardadır


Hükümetin açılım politikasında bazı sorunlar yaşadığı anlaşılmaktadır. Askeri ve sivil bürokrasinin, yargının, üniversitenin değişime direnç gösterdiği, değişimi engellediği görülmektedir. Ordunun yanında yargı ve üniversite, toplumsal ve siyasal değişimi, demokratikleşmeyi engellemeye çalışan kurumlar olarak belirmektedir. Basın, genel olarak toplumsal ve siyasal değişimi engellemeye çalışan bu kurumların sözcüsü olarak işlev görmektedir. Taraf gibi değişimi, demokratikleşmeyi teşvik eden, bu açıdan devletin ordu, yargı, üniversite gibi temel kurumlarını köklü bir şekilde eleştiren bir basın da vardır. Taraf son yıllarda, Türk siyasal hayatını incelerken, dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir olgudur.
İfade özgürlüğünün genişletilmesi doğrultusunda gösterilen çabalar, ifade özgürlüğünün genişletilmesi gereğine vurgu yapılması açılımın önemli bir yönüdür.

Açılım politikalarının yaşama geçirilmesi sürecinde, son aylarda yaşanan bazı olaylara dikkat çekmek gerekir. 19 Ekim 2009»da Kandil»den 8, Mahmur»dan 26 PKK»li Habur»dan giriş yapmıştı. Bunları, büyük kalabalıklar coşkuyla, sevinçlerle karşılamıştı. Bu sevinç Nusaybin, Kızıltepe, Diyarbakır gibi alanlarda da sürmüştü, ama bu olaylardan hemen sonra Kürt kitlelerin bu sevinci, coşkusu çok görülmüş, bunu karartmanın yolları aranmaya başlanmıştı. Bundan iki ay kadar sonra, Aralık 2009 sonlarında KCK operasyonları başladı. Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, belediye başkanları, çeşitli sivil toplum kurumlarımda çalışanlar gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar kelepçelenerek tek sıra halinde mahkemeye götürüldü. Belediye başkanlarını tek sıra halinde dizmek, bunu görüntülemek, bu görüntüleri basına servis etmek önemli bir çabaydı. Açılım sürecinde böyle bir uygulamanın gündeme gelmesi, açılım anlayışını, açılım düşüncesini zedeleyecek önemli bir durumdur. Bugün 1500 civarında Barış ve Demokrasi Partisi üyesi tutukludur.

Demokrasilerde temsil önemli bir konudur. Halkın iradesinin parlamentoya yansıması istenir. %10 barajı bu konuda büyük bir engeldir. Bu oranın %3-4 gibi sayılara düşürülmesi gerekir. Hükümetin bu konuda bir çaba göstermemesi, hatta %10 barajında ısrarlı olduğunu vurgulaması, açılım düşüncesiyle ve uygulamasıyla bağdaştırılabilecek bir durum değildir.
Açılım anlayışıyla çelişen başka bir süreç de Kürt çocukların gözaltına alınması, tutuklanması, haklarında davalar yürütülmesidir. Soruşturmalarla karşılaşan 3000»in üzerinde çocuk vardır, 1500 civarında Kürt çocuk tutukludur.

Açılım politikasının yaşama geçmesini engelleyen temel olguysa PKK ile ilgili olarak dile getirilen tasfiye anlayışıdır. Hükümet sık sık PKK»nin tasfiye edileceğini söylemektedir. PKK»nin tasfiye edilmesi gibi bir amaç saptamak, böyle bir amaca ulaşmak için çaba sarf etmek yanlıştır. Bu mümkün de değildir. Bu, enerjinin boşa harcanması demektir. Üstelik sorunları ağırlaştıran, ortamı daha da geren bir durum yaratır. Kürt sorunu, devletin, hükümetin Kürtleri, Kürtçeyi inkarıyla, Kürtlerin doğal haklarının gasp edilmesiyle başlamış bir sorundur. İnkar, imha, asimilasyon politikasında ısrar etmek zamanla sorunu ağırlaştırmış, yaygınlaştırmıştır. Gerilla mücadelesinin temelinde inkar, imha ve asimilasyon politikaları vardır. Bu, gasp edilen doğal hakları elde edebilmek için başvurmak zorunda kalınan bir harekettir. Binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayet, köylerin yakılması, yıkılması, ormanların yıkılması, doğanın tahribi, temel geçim kaynaklarının tahribi, ailelerin yerlerini yurtlarını terke zorlanmaları, bu inkar, imha ve asimilasyon politikalarının, bunların ısrarla uygulanmasının bir sonucudur. “Faili meçhul” cinayetlerin failinin devlet olduğu zaten biliniyordu. Ergenekon ve JİTEM soruşturmaları, yargılamaları sürecinde Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının deşifre edilmesi sürecinde bu bilgi çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Kürt açılımı çerçevesinde devletin, hükümetin tek taraflı olarak atacağı adımlar şüphesiz vardır. Üniversitelerde Kürdoloji enstitülerinin, Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması; Kürt alfabesinin tanınması; Q, W, X, Ê gibi harflere özgürlük verilmesi; Kürtçe köy, belde, mıntıka isimlerinin iade edilmesi; çocuklara Kürtçe isimler verilmesi konusundaki her türlü engelin kaldırılması; anadilde eğitimin yaşama geçirilmesi; özel kurumların Kürtçe radyo ve televizyon yayını yapabilmeleri bunlar arasındadır. Bunlar, devletin, hükümetin kendi iradesiyle yaşama geçirebileceği konulardır. Ama bir de PKK sorunu vardır. Bu konuda Barış ve Demokrasi Partisi ile PKK»lilerle görüşülmeden kalıcı, sağlıklı çözümlere ulaşılamaz. “PKK tasfiye edilecek” anlayışı yanlıştır. Bunun mümkün olmadığı, hükümet ve devlet tarafından da anlaşılmış olmalıdır. Bu konuda ısrarlı olmak devleti ve hükümeti, kendi iradesiyle atabileceği adımlar konusunda da hareketsiz bırakabilir.

Anayasa Mahkemesi 11 Aralık 2009»da Demokratik Toplum Partisi»nin kapatıldığını açıkladı. Bunun da açılım politikasını zedeleyici bir unsur olduğu açıktır.

Dinsel sağın duygu ve düşünce içeriğine bakmak da önemlidir. Türkiye»de dinsel sağ Türk milliyetçisi bir dinsel sağdır. Bu, devletin sistematik politikalarıyla oluşturulmuş bir milliyetçi sağdır. Devlet PKK mücadelesi başlar başlamaz dağa çıkışları, hareketin kitleselleşmesini engellemek için dinsel kurumları geliştirerek halkı oyalama yolunu seçmiştir. Dinsel radyoların, dinsel televizyonların, dinsel yayınevlerinin, dinsel vakıfların organize edilmesinde devletin bu anlayışının çok büyük bir rolü vardır. Dinsel sağın Türk milliyetçisi bir sağ olarak gelişmesinde devletin bu politikaları önemli bir işleve sahip olmuştur. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi içinde, hükümet içinde, Kürt açılımı politikalarına karşı bir muhalefetin varlığına da işaret etmektedir.

Son iki yıldır Türk siyasal hayatını yakından ilgilendiren, Türk siyasal kültüründe, Türk siyasetinde dönüşümler yaratan bir sürece de değinmek gerekir. Bu sürecin, Kürt sorununun algılanmasında önemli değişiklikler yaratacağı açıktır. Ergenekon ve JİTEM çerçevesinde geliştirilen soruşturmalar ve davalar, son olarak Balyoz operasyonu çerçevesinde gelişen soruşturmalara bakmak bu açıdan anlamlıdır. İttihat ve Terakki»den beri Türk siyasal hayatında halk tarafından seçilmiş kurumların, parlamentonun, hükümetin, siyasal partilerin ciddi bir ağırlığı yoktur. Siyasal hayatı, iç politikayı, dış politikayı belirleyen, yönlendiren temel kurum ordudur. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Alevi sorunu gibi temel sorunlarda bu açık olarak böyledir. Ordunun belirleyici ve yönlendirici bu durumu, yargı, üniversite gibi devletin temel kurumları tarafından, devlet bürokrasisi tarafından aynen benimsenmektedir. Türk siyasal hayatında esas iktidar ordudur. Halk tarafından seçilmiş kurumlar, parlamento ve hükümet ancak esas iktidar sahibi olan ordu nezdinde kabul görebilmek için çaba sarf ediyor. Ordunun güdülen siyaset üzerinde bu kadar belirleyici olmasının, dokunulamaz, eleştirilemez, soruşturulamaz olmasının demokrasi teorisine aykırı bir durum yarattığı besbellidir. Bugünkü hükümet ise, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti ise, “oy almış, tek başına hükümet kurabilmiş bir parti, iç politikada ve dış politikada daha belirleyici ve yönlendirici olabilmelidir” anlayışındadır. Bugünkü hükümet, askerlerin siyaset üzerindeki rolünün geriletilmesi anlayışı içindedir. Bu gelişmelere ise ordunun yanında, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargı organları, üniversite şiddetle karşı durmaktadır. Hükümeti engellemeye çalışmaktadır. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven gibi darbe planlarının, Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının hükümete karşı yapıldığı, hükümeti düşürmek için yapıldığı besbellidir. Basın ise bu süreçte daha çok darbe planları lehinde yer almaktadır.
Yılda iki defa toplanan Yüksek Askeri Şura»da “irtica” nedeniyle bazı personelin ordudan ihraç edildiği vurgulanmaktadır. Ama darbe planları hazırladığı, darbeye teşebbüs ettiği gerekçesiyle herhangi bir ordu personelinin işine son verildiği görülmemiştir. Sarıkız, Ayışığı Yakamoz gibi darbe planlarının 2003-2004 yıllarında hazırlandığı anlaşılmaktadır. Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının daha yeni yapıldığı, son yıllarda yapıldığı görülmektedir. 23 Şubat 2010»da gözaltına alınan, tutuklanan orgenerallere bakıldığında bu generallerin 2003-2004 yıllarında daha küçük rütbelerde oldukları anlaşılmaktadır. Ama darbe planları hazırlamanın, darbeye teşebbüs etmenin rütbece yükselmeye engel olmadığı görülmektedir.

Darbe planlarının deşifre edilmesi, bu konuyla ilgili soruşturmaların, davaların kararlılıkla izlenmesi, Türk toplumundaki bazı kesimler tarafından, aydınlar tarafından sivil darbe olarak algılanmaktadır. Darbe planlarının deşifre olmasından, ordudaki cunta ilişkileri üzerine gidilmesinden rahatsız olanlar “sivil darbe gelişiyor” şeklinde bir propaganda yürütmeye çalışmaktadırlar. Hükümeti sivil darbe yapmakla suçlamaktadırlar. Kendisi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı»nın kapatılma tehdidiyle karşı karşıya olan bir parti nasıl sivil darbe yapabilir? Orduyu yanına almamış bir hükümet sivil darbe yapabilir mi? Hâlbuki sivil darbe, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aranan 367 dayatmasıyla, Anayasa Mahkemesi tarafından alınan “askerler askeri mahkemede yargılansın” kararlarıyla, sivil darbe hükümete karşı yapılmaktadır. Bu kararların hükümetin işini zorlaştırmak, giderek hükümeti düşürmek gibi bir amacı olduğu açıktır. Bu bakımdan bu süreçte hükümetin işini zorlaştıracak gelişmelerden uzak durmak gerekir.

Son günlerde hükümet Anayasa değişikliğinden, bunun gerekliliğinden söz etmektedir. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ise Anayasa değişikliğini, Anayasa Mahkemesine götüreceğini ve değişikliği iptal ettireceğini söylemektedir. Bu, seçimlerde ne kadar oy toplarsa toplasın hükümetin anayasa değişikliği yapamayacağı anlamına gelmektedir. Sivil darbe bu olsa gerekir.

Bütün bu gelişmelerin temelinde Kürt sorununun çözümsüz bırakılması gibi bir neden vardır. Bu gelişmeler en çok da yargı kurumu üzerinde yıpratıcı bir etki yaratmaktadır. Suç ve ceza normlarının Türklere ve Kürtlere göre farklı farklı oluşturulması bu süreçte yaşanmaya başlanmıştır. Hırant Dink»i katleden bir kişi çocuk mahkemesinde yargılanırken, panzerlere, polislere taş atan Kürt çocukların ağır ceza mahkemelerinde yargılanması dikkate değer bir olaydır. Kürt çocukların taş atması ağır cezai yaptırımlarla karşılanırken, Kürtlere taş atılmasının suç sayılmaması yine dikkate değer olmaktadır. Yargı kurumu içinde farklı suç ve ceza normlarının gelişmesi, yargı organının adalet duygusunu çürütücü bir etki yaratmaktadır. Çifte standartlı düşünce, davranış ve tutum sadece yargı kurumuna mahsus değildir. Türk basınının, Filistin»de İsrail tanklarına, güvenlik güçlerine taş atan çocukları “Arafat»ın generalleri” olarak andığı hatırlardadır.

İsmail Beşikçi

Avrupa’nın çözümü ne?

Bir grup AP üyesi, Avrupa Parlamentosu’nda düzenledikleri basın toplantısıyla Kürtlere yönelik uluslararası baskı ve saldırıları kınadı. Parlamenterler, Kürtlere silahlı mücadeleden başka bir şans bırakılmadığını belirtti. Sarah Ludford: Kürtlere silahlı mücadeleden başka bir şans bırakılmıyor.
Jürgen Klute: Bu yapılanlar devletsiz halkların başına gelen kötü örneklerdir.
François Alfonsi: Kürt halkının özgürlük mücadelesini karalama amaçlı.
Jose Bove: M. Ali Doğan’ın tutuklanmasına bahane gösterilen toplantılara ben de katıldım.

Avrupa Parlamentosu’nda gerçekleştirilen basın toplantısında konuşan parlamenterler, Kürtlere ait kurumlara yapılan baskınları sert bir dille kınayarak, Kürtlere silahlı mücadeleden başka bir seçenek bırakılmadığını söyledi. Başta Roj TV olmak üzere Kürt kurumlarına yönelik baskı ve tutuklamalara tepki gösteren bir grup parlamenter, Avrupa Parlamentosu’nda basın toplantısı düzenledi. AP milletvekilleri, Fransa, Belçika ve İtalya’da son dönemlerde Kürtlere karşı gerçekleştirilen baskınların Kürt meselesinin çözümüne hizmet etmeyeceğine dikkat çekti.

Askere yaranma çabasıdır’
Basın toplantısında konuşan Liberal Demokratlar İttifakı Grubu İngiliz Milletvekili Sarah Ludford, Belçika’daki tutuklamaları talihsiz ve olumsuz olarak değerlendirerek, hem Avrupa hem de Türkiye’de gerçekleştirilen tutuklamaları, Türkiye’de son zamanlarda örselenmiş olan ‘Askere yaranma’ girişimi olarak değerlendirdi. Şiddetin bir çözüm getiremeyeceğini söyleyen Ludford, „PKK, El-kaide değildir, şiddeti yer yer uygulasa da Kürt sorununun çözülmesi için PKK mutlaka hesaba katılmalı“ dedi.

İngiltere ile Kuzey İrlanda arasında yaşanan sorunun da bu yöntemle çözüldüğünü hatırlatan Ludford, „Bunun Türkiye’ye de örnek olması gerekiyor’’ dedi. Geçmişte Leyla Zana’ya AP tarafından verilen ödülü anımsatan Sarah Ludford, Zana’yla aynı politik kimliğe sahip olan siyasetçilerin tutuklanmasını çelişkili bulduğunu ve Kürtlere silahlı mücadeleden başka bir şans bırakılmadığını söyledi.

‘Kürt mücadelesini karalama amaçlı’
AP Sol Grup’tan Alman parlamenter Jürgen Klute ise bir yandan Kürt sorununu barışçıl bir tarzda çözme girişimleri sürerken, diğer yandan Kürtleri Avrupa’da kriminalize etmenin çok çelişkili ve tehlikeli bir yaklaşım olduğunu söyledi. Klute, son operasyonları ise „bu yapılanlar devletsiz halkların başına gelen kötü örneklerdir’’ sözleriyle anlattı. Basın toplantısına Yeşiller grubu adına katılan François Alfonsi de yapılan baskınların Kürt halkının özgürlük mücadelesini karalama amaçlı olduğunu belirterek, tutuklananların derhal serbest bırakılması gerektiğini söyledi.

Bove: Ben de katıldım
Basın toplantısının organizatörlerinden Jose Bove de tutuklamalara değinerek, „Suç işleyenler varsa, hukuki prosedür uygulanır. Ama eğer ki Kürt siyasetçileri bilinçli bir şekilde hedef alınıyorsa bu kabul edilemez“ şeklinde konuştu. Köylü lideri Bove konuşmasında, „Sosyolog Mehmet Ali Doğan ‘Larzak yaylalarında PKK’ye eleman toplanmada yardımcı olma’ iddiasıyla tutuklandı. Aynı toplantılara ben de katıldım. Gizli saklı hiçbir yönü yok bunun. Fransız güvenlik güçleri de bu buluşmalardan haberdar. Şimdi buna rağmen ‘bunlar PKK’ye silahlı adam toplamış’ demek hiçbir mantığa uymuyor’’ dedi.


HÜSEYİN ELMALI/ANF/STRASBURG

Toplumu sindirme politikasının adı: Gazi Katliamı

Gazi Katliamı’nın bütün yönleriyle aydınlatılması, sadece bu olayın aydınlatılması anlamına gelmeyecektir. Bu, diğer katliamların da aydınlatılması ve yüzleşme sağlanması için bir fırsat yaratabilir. Egemenlerin halka yaşattıkları ile yüzleşmek, demokratik bir gelecek ve toplum yaratabilmenin önkoşuludur.

Gazi Katliamı, tarihteki diğer katliamlar gibi bilinçli bir politikanın ürünüdür. Sistemin sıkıştığı dönemlerde el altında tuttuğu güçler üzerinden işlediği bu katliamların oluş tarzı ve mantığı hiç değişmiyor. Egemen anlayışın her dönem muhalif güçlere, azınlıklara ve ötekiler olarak algıladığı kesimlere karşı değişmeyen yöntemin adıdır, katliam. Selçuklulardan, Osmanlıya oradan da cumhuriyete kadar gelen sürece dikkat edildiğinde tüm dünya değişim üzerinden kendini yenilemeye çalışırken malesef bu topraklarda yaşanan, statükonun korunması mantığıdır. Sürekli bir korku hali ile içe kapanan iktidarlar süreç içerisinde artık toplumu korkular üzerinden yönetmeye başlamışlardır. Toplum üzerinde sürekli iç ve dış düşman olgusu iddiasıyla devletin kutsallığı öne çıkarılmıştır.

Devlet o kadar kutsallaştırılmıştır ki, devlet için insan öldürmek, katliamlar yapmak çok doğal ve gerekli olarak algılanmaya başlanmıştır. “Devlet için kurşun yiyen de, atan da şereflidir” sözü, devletin en üst noktalardan ifade edilerek devletin hangi mantığa sahip olduğunu ortaya koymuştur. Demokratikleşme yerine oligarşikleşen ve kutsallaşan devlet organizması varlığı için “halkım” dediği insanlara karşı şiddet kullanmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. Devletin bu katliamcı yüzüyle karşılaşan ise her seferinde Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler olmuştur. Koçgiri, Dersim, 6–7 Eylül, 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas, Cizre ve cezaevleri katliamları, egemen devlet anlayışının halkına yaklaşımının gerçek yüzüydü; yani katliam.

Devlet elden gidiyor
90’ lı yıllarda Kürt özgürlük hareketinin önlenemez yükselişi ve kitleselleşmesi, egemenleri ürkütmeye yetmiştir. Kürt hareketinin giderek halklaşması ve büyümesi batı metropollerinde de karşılığını bulmaya başlamıştı. 89 baharındaki maden işçileriyle başlayan süreç, kitlesel bir işçi hareketlenmesine sahip olmuştu. Sadece işçi hareketi değil, öğrenciler de ayağa kalkmış ve var olan statükoculuğu kabul etmeyeceğini söylüyorlardı.

Kürt hareketinin batı metropollerinde özellikle varoşlarda halkla buluşması egemenlerin dikkatinden kaçmamıştı. Kürtler, Aleviler, işçiler, öğrenciler devleti kökünden sarsmaya ve kutsal devlet anlayışını sorgulamaya başlamışlardı. Devletin tüm şiddet ve katliam politikalarına rağmen kitle kabarışının önüne geçmek mümkün olamamıştı. Bölgedeki şiddet politikaları, cezaevlerindeki vahşetler ve Sivas Katliamı, halktaki mücadele azmini önlemeye yetmemişti.

Tüm bu uygulamalara rağmen sonuç alınamayınca devlet katında yeni bir konsept geliştirilmeye başlandı. Demirel, Çiller, Güreş ve Ağarlarla beraber gelişen yeni konseptin adı “topyekün savaş”tı. Başbakan elindeki listelerden bahsedip infazlara başlarken, Ağar “bin operasyondan” bahsediyordu. Çok kanlı geçen bu süreçte devlet içerisindeki çeteleşme en üst düzeye çıkmıştı. Toplumun demokratik direnişini karşı kirli savaş yöntemleriyle önlemeye çalışan egemenler, Sivas Katliamı’yla Kızılbaş-Alevilerle Kürt özgürlük hareketinin buluşmasını önlemeye çalışmıştır. 1995 yılına gelindiğinde bu katliam tutmamış, Kürt hareketi daha da kitleselleşerek Türkiye’nin yoksul varoşlarında her geçen gün varlığını büyütmüş, egemenlerin kirli savaş politikalarını teşhir etmişti.

Türkiye’nin varoşlarında yoksul Türkiyeli emekçiler, devrimciler ve Kızılbaş –Aleviler, Kürt hareketi ile buluşarak Türkiye tarihinde görülmeyen bir dayanışma ve birliğin gelişmesine sebep oluyordu. Ortaya çıkan sinerji ile sadece Kürtler değil, Türkiyeli ilerici, devrimci dinamikler de canlanıyordu. Sistem açısından en büyük tehlike PKK ile Türkiye halklarının buluşmasıydı. Bu tehlike göze alınamazdı. O nedenle önü kesilmeliydi.

Topyekûn savaş konsepti içerisinde sokak infazları ile başlayan katliamlar daha büyük operasyonların işaretini veriyordu. Kürt özgürlük hareketinin Türkiyeli devrimci dinamiklerle buluştuğu alanlarda yapılacak bir katliam çok yönlü çıkar sağlıyordu. Bunun için de Susurluk’ta açığa çıkan çete tüm gücüyle devreye konuldu.

Katliam için seçilen hedef: Gazi Mahallesi
Gazi Mahallesi Kürtlerin ve Anadolu yoksullarının iç içe yaşadığı bir semtti. Köyleri yakıldığı için veya yargısız infazlardan kaçarak buraya gelen Kürtlerin ve devletin her dönem tehdit ve tehlike gördüğü Alevilerin yoğun yaşadığı Gazi Mahallesi, bu planlar için uygun bir yerdi. Gazi Mahallesi’nin diğer bir özelliği ise devrimci potansiyeliydi. Mahallenin yapısından kaynaklı olarak devrimci yapıların rahat örgütlendiği Gazi, uzun süredir devletin hedefindeydi. Çeşitli provokasyon ve baskılarla Gazi halkı yıldırılmaya çalışılsa da halk baskılara karşı direnmişti. Topyekün savaş konseptinin bir parçası olarak başlatılan çalışmalarda ilk etapta Susurlukçuların Gazi Mahallesi çevresinde cirit attıkları daha sonra tespit edilecekti. Bir simitçinin Gazi karakoluna sağ girip ölü çıkması da Gazi Mahallesi’nin hedef olarak seçildiğini gösteriyordu.

Gazi Katliamı başlıyor
Gazi’de çoğunlukla Alevilerin gittiği üç kahvehane, 12 Mart 1995 gecesi otomatik silahlarla tarandı. Kahvehanelerden birinde Alevi dedesi Halil Kaya öldü ve beşi ağır 20 kişi de yaralandı. Saldırganlar olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünün boğazını keserek öldürdü, taksiyi ateşe verdi ve kaçtı. Olayların ardından çok sayıda Alevi, Gazi mahallesi’nde toplandı ve polis karakoluna yürüdü. Polis ile saldırıyı protesto eden kalabalık halk kitlesi arasında çatışmalar durmaksızın sabaha kadar devam etti. Yaşanan çatışmalarda polisin açtığı ateş sonucu bir kişi öldü, birçok kişi de yaralandı.

13 Mart günü sabah erkenden toplanan ve polis karakoluna tekrar yürüyüşe geçen halk, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Polisin hedef gözeterek ateş açması sonucu 15 kişi öldü, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Ortalık savaş alanı gibiydi, büyük bir vahşet yaşanıyordu. Yaşanan vahşete rağmen halk baskılara boyun eğmiyor ve direniyordu.
Polis ve özel timlerin bilinçli saldırgan tutumlarına karşı oluşan halkın tepkisini azaltmak için bölgeye askerler çağrıldı. Askerlerin de bölgeye gelmesinden sonra Gaziosmanpaşa’da üç mahallede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ancak barikatlar kurarak sokaklarda direnen halk, bir komite oluşturarak isteklerinin yerine getirilmemesi durumunda eylemlerini sürdüreceklerini açıkladı. Halk katliamın sorumlularının yargılanacağının garantisini istiyordu.

Olaylar sıçrıyor

14 Mart günü Gazi Mahallesi’ndeki olaylar Ankara’ya sıçradı. Gazi Mahallesi, polis ve asker işgali altında önceki günlere nispeten sakin bir gün geçirirken, Ankara Kızılay Meydanı’nda çıkan olaylarda 36 kişi yaralandı. Protestolar ülkenin birçok yerine yayılarak devam ediyordu.
15 Mart’ta ise Ümraniye Mustafa Kemal Mahallesi’nde (1 Mayıs) yaşananları protesto etmek için toplanan kitleye güvenlik güçleri tarafından ateş açıldı . Protestocu halkı dağıtmaya çalışan polisin açtığı ateş sonucu 4 kişi öldü, 20’den fazla kişi yaralandı.
Olaydan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa Savcılığı’nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında „müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde öldürmek iddiasıyla dava açıldı. Basında yansıyan görüntüler, çekilen resimler ve tanıkların anlatımıyla olayların büyümesinde ve hayatını kaybedenlerin fazlalığında güvenlik gülerinin açtığı ateşin kesin olmasına rağmen mahkeme süreci olayların üstünü örtmeye dönüktü.

Skandal yargı

Olaylarda 17 kişi öldürülmüştü. Bunlardan yedisinin polis kurşunlarıyla öldüğü, otopsi sonucuydu. 20 polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek” suçlamasıyla dava açıldı. İstanbul’da açılan dava, “güvenlik” gerekçesiyle Trabzon’da görüldü. 11 Eylül 1995’te başlayan dava süreci, 3 Mart 2000 tarihinde karara bağlandı.

Yargılanan polislerden Adem Albayrak dört kişiyi öldürmekten 6 yıl 8 ay, Mehmet Gündoğan 2 kişiyi öldürmekten 3 yıl 9 ay hapse mahkum edildi ve cezaları ertelendi. Diğer sanık polisler beraat etti. Yargıtay mahkûm edilen polisler hakkındaki kararı “suçun net olmaması” gerekçesiyle bozdu. Dava Trabzon’da tekrar görülmeye başladığında, ölen vatandaşların yakınları davadan çekildi. Mahkeme, Albayrak ve Gündoğdu’ya bu kez toplam 4 yıl 32 ay hapse mahkûm etti.

Kararın Yargıtay tarafından 2002’de onaylanması üzerine ölenlerin yakınlarından 22’si davayı AİHM’e taşıdı. 2005’te açıklanan AİHM kararıyla Türkiye, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinde düzenlenen, Yaşama hakkı ve 13. maddesinde düzenlenen, Milli makamlara başvuru yollarının kapatılması hükümlerine aykırı davrandığı” sonucuna varılarak mahkum edildi. Mahkeme Gazi Mahallesi’nde hayatını kaybeden on iki kişi ile Ümraniye’de ölen beş vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesine karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren on yedi kişi için ayrı ayrı otuz bin avro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, toplam olarak Türkiye’yi toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti.

Mahkeme süreci sonucunda insanın kanını donduran şey ise insanlarla alay edercesine verilen kararlardı.17 kişinin hayatını kaybettiği Gazi Katliamı davası sonucunda verilen cezaların toplamı kaybedilen insanların sayısı kadar bile olmamıştı. Mahkemenin binlerce km öteye- Trabzon- taşınması ile davanın takibi zorlaştırılmıştı. Mahkeme süreci de milliyetçi faşistlerin hayatını kaybedenlerin yakınlarına ve davayı takip edenlere yapılan saldırılarla geçti.

Gazi Katliamı ve Ergenekon

Gazi olaylarının üzerinden 15 yıl geçti. Olayların sorumluları “sır” değildi; ama resmen ve alenen bir türlü açığa çıkarılmadı… Gazi Mahallesi’nde kahvehaneleri tarayarak katliam yapmak isteyenlerin amacı, belli ki, sadece 3 güne yayılan bir olaylar zinciri yaratmak değildi. Topyekûn savaş konseptinin bir parçası olarak kurgulanan Gazi Katliamı, bugünden bakılınca daha net veriler sunuyor bizlere. Dönemin emniyet yetkililerinin tutumu, adeta katliamcı provokatörlerin yapmak istediklerini tamamlarcasına, ateşi benzinle daha da harlandırmak tutumuydu. Her katliamda olduğu gibi bir yandan sükûnet çağrıları yapılırken bir yandan katliam sürdürüldü. Katliamın sonucunda ise sorumlular yerine katliamın mağdurları ve devrimciler yargılanarak hedef saptırılmaya çalışıldı. Yargı süreci, adaletin ötesinde egemenlerin, yalanlarına kılıf uydurmalarının bir aracıydı. Hukuk ve adalet yok edilmişti, yargı süreci hayatını kaybedenlerin yakınlarının ve kamuoyunun vicdanını tatmin etmekten çok uzaktı. Dahası, rencide edici bir “yargı” hükmü ortaya çıkmıştı.

Türkiye AİHM’de mahkum oldu. Ama olayın sorumlularını açığa çıkarmak, yargılamak, mahkum etmek yönünde bugüne kadar herhangi bir irade halen sergilenmedi. 
Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde, Gazi ve Sivas olaylarının Ergenekon’la bağlantılı olduğu iddiasına yer verilmesi ise katliamları yaşayanların iddiası olan ”planlı bilinçli bir şekilde devlet tarafından” yapıldığı iddiasının hiç de yabana atılır olmadığı gerçeğini bir kez daha açığa çıkarmıştı. Sadece Ergenekon davasında değil, Susurluk yargılamaları sırasında yargılanan sanıkların katliam günü Gazi Mahallesi civarında görüldüklerine dair güçlü kanıtlar hep görmezden gelindi. Tıpkı Sivas’ta ve diğer katliamlardaki devlet görevlileri ile ilişkilerinde olduğu gibi. Kim bilir belki de hiç bitmeyen “devlet sırları” ya da Ağar’ın “bin operasyonundan ” birinin adıydı Gazi Katliamı.

Gazi Katliamı’nın bütün yönleriyle aydınlatılması, sadece bu olayın aydınlatılması anlamına gelmeyecektir. Bu, diğer katliamların da aydınlatılması ve yüzleşme sağlanması için bir fırsat yaratabilir. Egemenlerin halka yaşattıkları ile yüzleşmek, demokratik bir gelecek ve toplum yaratabilmenin önkoşuludur.

Geçmişi karanlık, katliamlarla dolu olan bir ülke gerçekliğinden kurtulmak için Gazi Katliamı’nın 15 yılı vesile olabilir. Toplumsal barışı sağlamanın yolu ancak bu karanlıklardan kurtulmakla mümkündür. O yüzden katliamların üstünün örtülmesine izin vermeden, yeniden yargılanmalarını sağlamak gerekiyor. Bugün toplum Gazi Katliamı’yla yüzleşmek için her zamankinden daha istekli ve bilinçlidir. O zaman yapılaması gereken, bir yüzleşme ve vicdan hareketi oluşturmak için harekete geçmektir. Bunu sağlayamadığımız müddetçe yüreğimizin bir yanı her zamanki gibi kanamaya devam edecek; ama hiçbir zaman bu yara kapanmayacak.

ERGİN DOĞRU / Demokratik Alevi Hareketi