20 Temmuz 2012 Cuma

Oyun Kuruculuktan 3. Sınıf Figüranlığa AKP Gerçeği

BAKİ GÜL

Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresinde yer alanlar, Erdoğan’ın anketlere bayıldığını söylerler. Erdoğan ekibine her durumda anket yaptırır. Kendi oy oranını ve memleketin gidişatını bu anketlerin sonuçları üzerinden anlamaya çalışır. Yani siyaseti pozitifist sosyolojinin matematik hesabı ile götürmeye çalışır. Anketlerin siyasetin genel gidişatı için bazı veriler sunması normal ama Türkiye ve Ortadoğu gibi bir coğrafyada siyaset yapmak ve bu siyaseti sürdürmek pek de kolay değildir.

Sadece anketlerin değil liberal demokrasilerde alınan oy oranlarının yüzdelik ölçüleri de bir siyasetin kendisini sürdürmesine yetmeyebilir. Bu gerçeği de mevcut durumda AKP’nin Türkiye’yi yönetememe pratiğinden de rahatlıkla görebiliyoruz. Yani aldığınız oy oranı size oy vermeyenleri yönetmeye yetmeyebilir. Aldığınız oy oranı yüzde 50’lilere varsa bile. Eğer size oy vermeyenleri de yönetmek istiyorsanız onların temel sorunlarına ve taleplerini asgari olarak karşılamak durumundasınız. Hem de onların varlık gerekçesine, değer ve inançlarına hakaret etmeden... AKP’nin bu gerçeği çok iyi görmesi ve Tayyip Erdoğan’ın da anlaması gerekmektedir.


Bunun içerdeki somut örneği Diyarbakır ve Kürt bölgesi gerçeğidir. Halkın demokratik tepkisi karşısında 14 Temmuz’da topunu, panzerini, on bini aşkın polisi ile bir kentin güvenliğini sağlamaya çalışması bir siyasal iktidar ve devlet açısından tam bir fiyaskodur. Bu fiyaskonun sonucu siyasette büyük bir maliyete yol açar.


Keza Erdoğan’ın sonuçlara güvendiği anketlerde de AKP’nin oy kaybettiğini buraya not etmek durumundayız. Son yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’nin yüzde 40’ların altına girebileceği ortaya çıkıyor. AKP’nin hem içerdeki politikası hem de dış politikasında izlediği yöntemler, oluşturduğu argümanlar ve vardığı nokta tamamen bir çıkmazdır.


Yani AKP’nin gidişatı gidişat değil. İçeride Kürt sorununu çözemediği ve bütün dış politikasını da bu eksen üzerinden tayin eden AKP şu an tam bir çıkmaz içindedir. AKP’li ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın “artık Suriye’de oyun kurucu değiliz” açıklamasının da bu manada önemli bir saptama olduğunu görmek durumundayız. Yaşar Yakış, sözlerinin devamında Suriye’de kaybedersek Ortadoğu’da kaybederiz” olarak da ifade ediyor. Yakış, Ortadoğu’nun gerçekliğini Ahmet Davutoğlu’ndan daha iyi biliyor. Daha gerçekçi yaklaşıyor.


Gerçekten de AKP iktidarının, Suriye başta olmak üzere bölgede bir etkisi yok. Erdoğan, giderek azalan itibarını kurtarma telaşında hareket ediyor. En son Suriye tarafından düşürülen Türk savaş uçağının sonuçları bile bunu başlı başına göstermeye yetiyor. Türk devleti bu konuda hala ne kendi kamuoyunu ne de dünya kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapamamıştır. AKP, bölgede ve Suriye’de “oyun kuruculuk”tan üçüncü sınıf bir figürana dönüşmüş durumdadır. Türk savaş uçağı Suriye’deki Rus füze rampalarını ve radar sistemini görüntülemek için Suriye hava sahasına giriş yaptı. Ancak Suriye’deki hava savunma bataryaları Türk savaş uçağını düşürdü. Türkiye bu durum karşısında bir açmaza girdi. 


AKP şu anda Suriye’de büyük oranda kaybetti. Ne Esad üzerinde ne de Suriye muhalefeti üzerinde Türkiye’nin bir etkisi yoktur. Türkiye gidişata yamanma tutumundadır. Türkiye Irak’ta da çok kötü bir durumdadır. Irak, Türkiye’ye hava sahasını kapatacak kadar radikal bir tutuma girmiştir. İran, Türkiye’yi kendi oyun sahasına girmemesi konusunda uyarıyor. Türkiye İran’a karşı oyunlar içine girerse verebileceği yanıtların ağır olacağını söylüyor. Ekonomik kriz içinde olan Yunanistan bile bu durumda Türkiye’ye kafa tutup Ege denizindeki karasularının daha fazla genişletmek istediğini açıklıyor. Kıbrıs ise AB dönem başkanı olup Türkiye’nin kulağını çekebileceğini ifade ediyor. 


İsrail’e “One Minut” çıkışı ile gaza gelip palazlanan Tayyip Erdoğan ve ekibi şu an bölgede siyasi nal toplayarak ilerliyor. Bu duruma gelmesinin nedeni ise Kürt sorununda izlediği politikalardır. AKP’nin izlediği politikalar tam bir iflas sonucu doğururken Erdoğan’ı ve ekibini de kendisine “Firavun” diyenlerin kapısına kadar götürüyor. Sonuç olarak içerde Kürtlerin direnişi karşısında yenilen AKP iktidarı dışarıda da büyük bir kaosun içinde hızla irtifa kaybediyor.


YENİ ÖZGÜR POLİTİKA 

Karayılan: Ramazan'da Ateşkes Zemini Yok!

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Ramazan’da ateşkes çağrılarına yanıt verdi. “AKP hükümeti bugün bunun zeminini bırakmamıştır” diyen Karayılan, AKP’nin teşvikiyle geniş bir çevrenin ateşkes çağrısı hazırlığında olduğuna dikkat çekti. Karayılan, “Vicdanlı olalım, empati kuralım ve adil yaklaşalım. Eğer savaşın durmasını istiyorsanız Erdoğan’a gidin, top ondadır” diye ekledi.

ANF’ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, ateşkes çağrıları ve Diyarbakır’da yasaklanan mitinge ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Karayılan, Diyarbakır’da uygulanan polis şiddetini “faşizm” olarak tanımlarken, “siyasal zemin oluşabilir mi” yönündeki bazı çevrelerin “son umut kırıntılarının da 14 Temmuz’da katledildiğini” kaydetti. Karayılan, ateşkes zemininin AKP rejimi tarafından ortadan kaldırıldığını belirterek, AKP döneminde 5 kez ateşkes ilan ettiklerini hatırlattı.

14 TEMMUZ DİRENİŞÇİLERİNE ÇOK ŞEY BORÇLUYUZ


* 14 Temmuz günü Diyarbakır’da BDP ve DTK öncülüğünde “Özgürlük için Demokratik Direniş” sloganıyla yapılmak istendi ancak yasaklandı. O gün yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Eylemi Direnişçilerini bir kez daha anıyorum. Onların en zor koşullarda Amed Zindan’ında sergiledikleri yüksek irade, kararlılık, zulme karşı insanlığın sesi olma direnişi oldu. Bu direniş, hareketimiz için önemli ve güçlü bir mücadele zeminini yaratmıştır. Biz onlara çok şey borçluyuz. Onlar, 14 Temmuz Ölüm Orucu direnişiyle insanın en zor koşullarda bile iradesine dayanarak nasıl zorbalığı yenebileceğini göstermişlerdir. Gerek Mazlum Doğanların, gerek Ferhat Kurtayların, gerekse de Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçeklerin sergilediği direnişin zafer ruhunun anlamı budur. Onların o koşullarda temsil ettikleri zafer ruhu, bugün Kürdistan’ın dört bir yanına dağılmış, milyonlara mal olmuş bir ruhtur. Bu devrimci önderler, bir insanın inançları uğruna neler yapabileceğini ve başarıya nasıl ulaşabileceğini ortaya koyarak üstü küllenen Kürt halk gerçekliğinin yeniden dirilişe geçmesinin adımı olan 15 Ağustos Atılımı’na yol açmıştır. Bu açıdan çok anlamlı, çok değerli bir insanlık eylemiydi. Biz onların o ruhuna ve o mücadele performansına ulaşmakla mükellefiz. Onlara karşı çok şey borçluyuz.

AMED’DE YAŞANANLAR TEK KELİME İLE FAŞİZM

Bugün Kürdistan halkı 14 Temmuz direniş ruhunu milyonlara mal etmiş bir süreci yaşamaktadır. Aslında 14 Temmuz’da Diyarbakır’da Türk sömürgeciliğinin kabul etmediği gerçeklik budur. AKP rejimi 14 Temmuz’da Amed’de gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur. Orada uygulanan tek kelime ile faşizmdir; ırkçı sömürgeciliğin vahşi uygulamasıdır. Kadın, çocuk, ihtiyar, parlamenter, belediye başkanı demeden herkesi hedefleyen, herkesi coplayan ve gazlayan bu zihniyetin başka bir izahatı olamaz. Sözüm ona Türkiye’nin yasalarına göre her parti -hele hele parlamentoda olan bir parti- gayet tabii miting yapabilir. Ama iş Kürtlere geldi mi her şey değişiyor. Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca böyle süregelmiştir.

KÜRDİSTAN’DA BİR SAVAŞ DURUMU VAR

Her ne kadar AKP devleti ve basını gizlemeye çalışıyorsa da gerçek şu ki bugün Kürdistan’da bir savaş durumu vardır. Kürt sivil siyaseti de 14 Temmuz’da büyük bir miting gerçekleştirerek “Barış İçin Önder Apo’nun Özgürlüğü” çerçevesinde kamuoyu yaratmaya dönük kapsamlı bir miting tertiplemiştir. Yani sivil bir inisiyatif ve bir girişimdir. Ancak AKP bu kararıyla sivil de olsa barışçıl da olsa Kürdistan adına olan girişimlere hiçbir biçimde tahammül etmeyeceğini bir kez daha göstermiştir. Ancak burada halkımızın direnişi karşısında yenilen AKP olmuştur. Kürt halkı ve Kürt siyaseti yaralı vermiş, örselenmiş, coplanmış ama çok kararlı bir direniş sergilemiştir. İradesini ortaya koymuş ve onuruna sahip çıkmıştır. Orada onursuz duruma düşen AKP hükümetinin o faşist-ırkçı-zorba uygulamasıdır. Orada yüz binler toplanıp da Önder Apo’nun özgürlüğünü, barışı ve demokratik çözümü isteseydi ne olacaktı? Savaş mı tırmanacaktı, yoksa siyasal ortam mı aralanacaktı? Bu, siyasal ortamı aralamaya dönük bir girişimdi ama AKP’nin zihniyeti bunu da şiddetle karşılayarak bir siyasal ortamın oluşmasını engellemiştir.

YASAK KARARI BAŞBAKAN’INDIR

* Siz AKP’nin kararı diyorsunuz ancak Diyarbakır Valisi kararı kendilerinin aldığını belirtiyor…

O valinin çıkıp “kararı ben aldım” demesi kamuoyunun aklına hakaret etmedir. Herkes biliyor ki bu karar Başbakan’ın kararıdır. Kürdistan’da uygulanan her şey bizzat en zirveden alınan kararlar temelinde uygulanmaktadır. Bu, eskiden de böyleydi, şimdi de böyledir. Sözü bile edilemeyecek gülünç gerekçelerle, yalan dolanla yasaklama, aslında Kürt halkının iradesine karşı bir tutumdur. Çünkü AKP Kürt halkını sindirmek istemektedir. Kürt halkıyla barış yapma değil, onu teslim almak istemektedir. Kürt siyasetine diz çöktürmek istemektedir. Kürt halkının iradesini, onların seçilmiş temsilcilerini tanıma ve onlarla diyalog geliştirmeyi değil, onların diz çökmesini istemektedir. Zaten Başbakan “Türkiye’de herkes önümde diz çöktü, bir tek bu PKK ve Kürtler kaldı” diyor. Onun için çok vicdansız bir şekilde bu zulüm politikasının talimatını vermektedir.

KÜRT HALKI ÖZERKLİK İSTİYOR

Bence 14 Temmuz’da sergilenen tablo bir taraftan sömürgeciliğin vahşi, ırkçı gerçeğini yansıtırken öbür taraftan Kürt siyasetinin, Kürt halkının gururunu, direnişçi tutumunu ve başarı ruhunu ortaya koymuştur. Kemallerin, Hayrilerin ne kadar büyük bir ruh yarattığını herkese göstermiştir. Gerek Amed halkının gösterdiği direniş, gerekse de Kürdistan çapında bu direnişi sahiplenme-destekleme anlamında sergilenen tutum bunu açıkça ortaya koymaktadır. Her şey ayan beyandır. Kürt halkı Türkiye’yle birlikte yaşamak istiyor ancak onursuz bir teslim almayı kabul etmiyor. Önderliğinin özgürlüğünü ve Özerklik istiyor. Bu, çok açık ve nettir. Kürt siyaseti, Kürt sivil toplum kurumları, Kürt gerillası ve Kürt halkının dostları bunu istiyor. Türkiye’de demokrasiden ve barıştan yana olan kesimler bunu istiyor. TC Devleti’nin bunu doğru okuması gerekmektedir. Devletin başındaki AKP şeflerinin bu gerçeği doğru görmesi gerekmektedir.

KADIN PARLAMENTERLERE YÖNELİK BU VAHŞİ SALDIRILAR BAŞKA YERDE YOK

Irkçı bir zihniyete ve bozuk bir ağza sahip olan İçişleri Bakanı çıkıyor, Kürt toplumuna hakaret ediyor. Yeri geldiğinde AKP “milli irade” bahsediyor ama diğer taraftan parlamenterleri içerde tutar, onları coplar, onların ayağını kırar. Pervin Hanım’a yapılan bu saldırı BDP’li kadın parlamenterlerin ayağının üçüncü kez kırıldığı bir olaydır. Bundan önce bu şekilde 2 olay yaşanmıştı. Bu bir sindirme politikasıdır. Kadın parlamenterlere karşı bu biçimde vahşi uygulamaların yapıldığı dünyanın neresinde görülmüştür? Ancak kalkıp bu vahşeti sorgulayacağına, bu mitingi tertipleyenleri sorgulamaya kalkışmak, sömürgeci-ırkçı zihniyetin uygulamasından ve ayrımcı politikalarının dışa yansımasından başka bir şey değildir. Kürt halkına bu kadar zulüm yapılıyor, iradesi çiğneniyor, ondan sonra kalkıp alay ediliyor; Kürt halkının temsilcilerine zavallı denilerek dalga geçiliyor ve bu halkın iradesine hakaret ediliyor. Ne zamana kadar bu halk bu hakaretlere tahammül edecek? Halkımızın bu uygulamalara “Êdî Bes e” diyeceği açıktır. Ama AKP vura vura, tutuklaya tutuklaya, öldüre öldüre bu halkı sindirme kararını almışlar. Bu, katliamcı-faşist bir zihniyetin uygulama biçiminden başka bir şey değildir.

AMED’DE SİYASAL ÇÖZÜM ZEMİNİ İÇİN SON UMUT KIRINTILARI DA KATLEDİLDİ


Eğer bunun tersi bir durum varsa örneklerini sergilesinler. Şimdiye kadar bir siyasal soykırım uygulaması vardı ama ona rağmen bazı çevreler “siyasal bir zemin oluşabilir mi” diye beklentiye giriyordu. İşte AKP’nin Amed’de 14 Temmuz’da uyguladığı faşizm bu çevrelerin son umut kırıntılarını da yerle bir etmiştir, katletmiştir. Yapılan budur. Yani “size hiçbir zemin bırakmayacağım, sizin iradeleşmenizi kabul etmeyeceğim, devletin bütün gücünü size yönelterek sonuç alacağım” demek istemekte ve bunun bir sonucu olarak tüm tahammül sınırlarını zorlayan bu uygulamayı yapabilmektedirler.

SİLVAN TESADÜFTÜ


* 14 Temmuz aynı zamanda Demokratik Özerklik ilanının birinci yıldönümüydü…

Evet. Sanırım AKP’nin bu kadar tahammülsüz davranmasının bir nedeni de bu olsa gerek. Zaten Türk devlet heyetiyle hem Oslo’da hem de İmralı’da sürdürülen diyalog sürecinin AKP hükümeti tarafından askıya alınması ve sonlandırılmasının en önemli nedeni de Kürt siyasetinin Demokratik Özerkliği ilan etmiş olmasıdır. Her ne kadar onlar, aynı gün Silvan’da yaşanan bir çatışmayı gerekçe gösterseler de gerçek gerekçe bu değildir. Gerçek gerekçe AKP hükümetinin Kürt halkıyla protokoller temelinde ve onlara özerklik vererek uzlaşması değil, Kürt halkını sindirme kararının olmasıdır. Yoksa onlar da çok iyi biliyor ki Silvan’daki çatışma, planlı bir şey değil, tesadüfi bir çatışmaydı. Belki konuyla ilgili olmayan sıradan insanlar bilmez ama devlet bunu çok iyi bilmektedir ama gerekçe yaptı. “Kürtler özerklik istiyorlar, ben bunu kabul etmiyorum, bunun için Kürt özgürlük dinamiklerini ezeceğim” demek yerine, “PKK bize şiddeti dayatıyor, ben de PKK’ye karşı operasyon yapacağım, savaş ilan ediyorum” dedi. Özünde ise statü olarak özerklik isteyen tüm kesimleri hedefleyen bir kararlaşma durumu vardır.

14 TEMMUZ 2011’DE PKK’YE KARŞI TOPYEKÜN SAVAŞ İLAN EDİLDİ

* Özerklik istemeyen Kürtler devletin hedefi değil mi?

Dikkat edin bu KCK adı altındaki operasyonun çeperlerini bu kadar genişletmeleri söz konusudur. Çünkü Kürdistan’da kimlikli duruşu savunan ve Kürt halkına statü isteyen herkes aslında onların hedefidir. Yani bizim dışımızdaki diğer örgütler de hedeftir. Fakat onlar şimdilik bir tehlike arz etmediği için onlara yönelmemekte ve bir de ayrım koyarak, Kürtlere karşı bilinen klasik sömürgeci taktiklerini de uygulayarak nihai sonuca gitmek istemektedir. Yoksa statü isteyen herkesi reddeden bir sömürgeci zihniyet söz konusudur.

Bu temelde geçen yıl 14 Temmuz’dan bu yana hareketimize karşı ilan edilmiş ve sürdürülen bir topyekun savaş durumu vardır. Başta bunu İran’la ortaklaşa ve ABD’nin de desteğiyle Tamil’i örnek alarak katliam gerçekleştirmek istediler. O süreçte çokça Tamil örneğinden bahsedildi. Sri Lanka’nın Tamil gerillalarını nasıl katlettiğini örnek göstererek Kürdistan’da da gerilla güçlerini aynı şekilde yok etmeyi hedeflediler. Ama gerillanın Kandil’den Karadeniz’e kadar her yerde sürdürdüğü direniş, öncelikle İran’la var olan konseptlerini işlevsiz kıldı. Daha sonra ABD’nin teknolojik ve istihbarat desteğine dayanarak bunu sürdürmek istediyse de gelinen noktada bu yönelimlerin tümü sonuçsuz kalmıştır.

Bu savaş öncelikle İmralı’ya karşı ağır bir tecrit ve işkence sistemini geliştirerek yürütüldü; Kürt siyasetine karşı KCK adı altındaki siyasal soykırım operasyonlarını kapsamlılaştırarak geliştirildi. Sokakta, çeşitli alanlarda Kürt halkına karşı sert ve faşist uygulamalar ile katliamlarla toplumu sindirmek istedi -Roboskî bunun en çarpıcı örneğidir- ve gerillaya karşı da kapsamlı operasyonlarla sonuç alabileceğini sandı. Hatta kışın bazı hatalı hareket tarzlarından yararlanarak bazı gerilla birliklerini de darbeledi ve buna dayanarak başaracaklarını sandı. Ama yürütülen bütün bu saldırılara karşı başta İmralı’da Önder Apo ile yanındaki yoldaşların direnişi olmak üzere Kürt halkı, Kürt siyaseti ve özgürlük gerillası büyük bir direniş gerçekleştirdi; bu temelde AKP hükümetini başarısızlığa uğrattı.

AKP GEÇEN BİR YIL İÇİNDE BAŞARISIZ OLDU

* Yani geçmiş 1 yılın sonuçlarını değerlendirdiğinizde, AKP hükümetinin başarısız olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Evet. Hem hareketimize karşı geliştirdiği bu topyekun savaş sonuçsuz kalmıştır hem de Güney Kürdistan’a yönelik siyaset yoluyla denetimi sağlama, hatta Güney Kürdistan’a dayanarak Batı Kürdistan’da kontrolü sağlama girişimleri de sonuçsuz kalmıştır. Nihayetinde AKP hükümetinin geliştirdiği Kürt halkını ve Kürt siyasetini güçsüzleştirme stratejisi sonuç almamıştır. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürdistan halkı her yerde direnmekte ve her zamankinden çok daha fazla güçlü bir pozisyonda mücadeleyi yükseltmektedir. Halkımızın Amed sokaklarındaki direnişi, Kürt siyasetinin tutumu, İmralı’da Önderliğimizin direnişi ve gerillanın büyük kapsamlı savunma mücadelesi bunun en çarpıcı örnekleridir.

AKP ORTADOĞU GENELİNDE DE BAŞARISIZ OLDU

Ancak AKP sadece bize karşı yürüttüğü mücadelede başarısız olmamıştır. AKP, Ortadoğu genelinde de başarısız kalmış bir politikayı geliştirdi. “Komşularla sıfır problem” dedi ama bugün tümden probleme dönüştü, tek kaldı. Dolayısıyla AKP, Kürt politikasında başarısız olduğu gibi, Ortadoğu politikasında da başarısızdır. Ama büyük medya gücüne dayanan Erdoğan gelişkin demagoji yeteneğiyle bu durumu farklı gösterebilmektedir. AKP’nin Kürdistan’daki uygulamaları Türk sömürgeciliğinin 90 yıllık uygulamalarının güncellenmesinden başka bir şey değildir. Ancak nasıl ki o zaman bu tür siyasetler başarısız kalmışsa şimdi de başarısız kalmıştır. Bu siyasetlerini bundan sonra da yürütmeye devam etseler, daha fazla başarısız kalacaklar, daha fazla yenilgi alacaklardır. Çünkü Kürt halkının haklı davası ve dayandığı güçlü dinamiklerinin herhangi bir biçimde gerilemesi mümkün değildir. Kürt halkı özgürlük, adil düzen, adalet ve halk olmaktan kaynaklı doğal haklarını istiyor; Önderliğinin özgürlüğünü istiyor. Çıkarcılık veya daha değişik nedenlerden dolayı toplum içinden bir kısım insan iktidara yakın duruyor olabilirler ama Kürt halkının istemi artık sömürgeci köleliğe son vermek ve eşit-özgür bir yaşama ulaşmaktır. Halkımız bunun için mücadele edecek ve kazanacaktır.

ATEŞKES KOŞULLARI YOK

* Son günlerde Türk basınında öne çıkan tartışmalardan biri de gelen Ramazan ayı vesilesiyle hareketinizin yürüttüğü mücadelede bir yumuşamanın yaşanacağı. Bu konuda çeşitli açıklamalar ve çağrılar da oldu. Hatta bir gazete bu konuyu manşetine de taşımıştı. Gelinen süreçte bir yumuşamadan bahsetmek mümkün mü?

Bugün İmralı’da hiçbir hukuki ve ahlaki temele dayanmayan, ulusal ve uluslararası düzeyde hiçbir izahatı bulunmayan ve bir hukuksuzluğu ifade eden ağırlaştırılmış tecrit ve psikolojik işkence özünde Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen topyekun savaşın zirvelendirilmesidir. Yani Kürt halkına ve Kürt Halk Önderi’ne karşı ahlaki değerlerin bir tarafa verilerek savaşın zirvelendirilmesidir. Neden ahlaki değer yargıları? Çünkü tarih boyunca birbiriyle savaşan güçler birbirlerinden esir aldıklarında o esire karşı saygılı yaklaşırlar. En azından o esirin insani ihtiyaçlarını karşılarlar ama bugün AKP insani ihtiyaçları bile Önder Apo’ya karşı kullanmakta ve bu yolla onun iradesini etkilemeye çalışmaktadır. Yine Kürt siyasetinden önüne geleni “KCK’li” diye suçlayıp içeri atıyor. İçişleri Bakanı, BDP’nin geliştirdiği mitinge “BDP’nin değil, PKK’nin mitingi” diyor. PKK orada ne gezer? BDP senden resmi olarak mitingin iznini istemektedir.

Direnen ve kimlikli duruşa sahip her Kürdü kriminalize etme, yasadışı gösterme, “KCK’lisiniz” diyerek rehin alma politikası özünde bir siyasal soykırımdır. Ancak bunu sadece siyasetçilere karşı yapmıyor. Toplumun tüm gözeneklerini adeta tıkamak istiyor. Yani Kürt halkının siyaset çevresini, sivil toplum kuruluşlarını, basın-yayın çevrelerini, kültürel çevrelerini, hukuk çevrelerini, sendikal kesimlerini, hemen herkesi, gençliğini, kadınını ve herkesi kapsayan bir sindirme savaşı vardır. Bugün bu savaş yoğun bir biçimde sürdürülüyor mu, evet sürdürülüyor. Gerillaya karşı her gün yüksek teknolojiye dayalı imha saldırıları geliştiriliyor mu, evet geliştiriliyor. Roboskî’deki katliam açıkça yapılmış bir sivil katliam olmasına rağmen orta yerde kalıyor mu, evet kalıyor. O zaman bütün bu saldırıları yapan bir tarafa karşı Kürt halkının ve Özgürlük Hareketi olarak bizlerin herhangi bir geri adım atması mümkün müdür? Türk sömürgeciliği adına AKP’nin bütün alanlarda saldırıya geçtiği bu koşullarda bizden herhangi bir biçimde direnişi zayıflatmayı beklemek, bizden teslim olmayı istemektir. Sömürgeciliğin yürüttüğü bizi teslim alma politikasına destek vermek demektir. Onlar bize karşı kapsamlı bir saldırı geliştirmişler, biz de ona karşı dişimizle tırnağımızla direniyoruz; kanımızı dökerek direniyoruz. Onurumuzu ve geleceğimizi kurtarmak için her şeyimizi ortaya koyarak direniyoruz. Özgür bir geleceği ancak ve ancak bu direnişin başarıya ulaşması yaratabilir.

Bazı çevreler eğer gerçekten sorunun barışçıl yöntemlerle çözümünü istiyorlarsa önce açıkça savaş ilan etmiş olan tarafı yani Türk sömürgeciliğini bu savaşı sonlandırmaya çağırmalıdırlar. Bunu yapmadan gerillanın kendini savunma eylemlerini durdurmasını istemek, teslim olmasını istemekle eş anlamlıdır. Onun ortamı yoktur, ortamı olsaydı hay hay derdik.

YUMUŞAMA İSTEYENLER HÜKÜMETE GİTSİN


Biz geçmişte çok kez Mübarek günler vesilesiyle ateşkesler ilan etmişiz. AKP döneminde resmi ve uzun süreli olarak 5 kez ateşkes ilan etmişiz. Onlarca kez kısa süreli, barışçıl arayışlar anlamına gelen ateşkesler geliştirmişiz. Ama AKP zihniyeti bunu her zaman zayıflığımıza yordu ve fırsatçı yaklaşarak bizlere darbe vurmak istedi. Bu, bu kadar açıkken kim yumuşatıcı bir adım atabilir. Biz yoğun bir saldırı altındayız ve bu saldırı karşısında direnmek bizim boynumuzun borcudur. Eğer yumuşamayı isteyenler varsa hükümete gitsinler; hükümet, insanlık dışı-hukuksuz tecrit politikasını sona erdirsin, özgürlük imkanını geliştirsin. Kürt siyasetçilerini tutuklamaktan vazgeçsin, Kürt halkına karşı yapılmış bu kadar haksız uygulamalara son versin, açıkça katlettiği 34 insanımız için özür dilesin. Yumuşama böyle olabilir. Ama her taraftan tek yol olarak tazyik altına alacaksın, bütün gücünle saldırıları tırmandıracaksın, öbür taraftan da kendine yakın olan bir takım kesimleri harekete geçirip ateşkes çağrılarını yapacaksın. Bunu kimse yutmaz. Bu, bir özel harp yöntemidir.

YAPILMASI GEREKEN HERŞEYİ YAPTIK, ZEMİN OLSA YİNE YAPARIZ AMA YOK!

Bu açıdan herkes şunu doğru görmeli: Biz sorunun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için yapılması gereken her şeyi yaptık. Zemini olsa şimdi de yaparız ama şimdi zemini yoktur; zemini ortadan kaldırmışlardır. Her taraftan bir saldırı tazyiki söz konusudur ve bunun en çarpıcı örneği 14 Temmuz’da Amed’de uygulanan vahşettir, yine Önderliğimizin avukatlarına karşı devreye konulan hukuksuz tutuklama ve uygulamalardır. Dünyanın neresinde kırk küsur avukatın savunmadan dolayı tutuklandığı görülmüştür. Yani bu kadar haksız-hukuksuz uygulamanın bulunduğu bir yerde kalkıp yine Kürt halkından ve Özgürlük Hareketi’nden fedakarlık istemek ne kadar adil bir şeydir?

ÇAĞRIYI YAPANLAR KENDİLERİNİ BİZİM YERİMİZE KOYSUN

Ben, bu tür çağrıları yapan ve bu tür uğraşları olan kesimlerin bir kısmının, bunları iyi niyetle yapmakta olduğunu düşünüyorum. Onlara şu çağrıyı yapıyorum: Lütfen bir an için kendinizi bizlerin yerine koyun, bir an için empati kurun. Sizin bağlı olduğunuz önderlik işkence altında olsa ve 1 yıldır hiçbir haberiniz olmasa; size sempati duyan, halkınızın kimlikli mücadelesini savunan, yasal bir faaliyet yürüten 8 bin kişi içeri atılmış olsa; sizin gençleriniz, kadınlarınız, çocuklarınız her daim polislerin copu altında kalsa ve katledilse; bizzat sizin varlığınıza karşı topeykun bir saldırı söz konusu olsa siz ne yaparsınız? Bu nedenle kimse bize onursuzluğu dayatmasın, ayıptır. Vicdanlı olalım, empati kuralım ve adil yaklaşalım. Eğer savaşın durmasını istiyorsanız Erdoğan’a gidin, top ondadır. Çünkü savaşın düğmesi onun elinde ve her gün o düğmeye basmaktadır. Bütün bunlara rağmen bizden jest yapılmasını istemek, bize “teslim olun” demek değil midir?

ALDIĞIMIZ BİLGİLERE GÖRE GENİŞ BİR ÇAĞRI HAZIRLIĞI VAR

Vicdanlı olan bütün çevreler, bütün sivil toplum kuruluşları bu konuyu düşünmeli. Aldığım bilgilere göre AKP’nin teşviki ile sadece yandaş veya işbirlikçi bazı çevreler değil, daha geniş sivil toplum çevrelerin katıldığı bir çağrı yapma çabası da vardır. Bu, kesinlikle AKP’nin Kürt halkını sindirme, güçsüz bırakma ve teslim alma projesinin bir parçası olarak geliştirilmektedir. Bu açıdan dürüst-demokratik sivil toplum kuruluşları buna dikkat etmelidir diye düşünüyorum. Biz onların çağrılarına her zaman saygı gösterdik; ciddiye aldık, halen de alıyoruz. Ama burada açıkça söylüyorum, kimse AKP’nin birçok koldan geliştirdiği Kürt halkını sindirme siyasetine dolaylı da olsa destekçi olmamalıdır; buna zemin açmamalıdır. AKP bir taraftan polisini halkımızın, askerini bizim üzerimize gönderirken, öbür taraftan kendine yakın bazı kesimleri de “ateşkes çağrısını gündemleştirin” diyerek harekete geçirmektedir. Bu, bir savaş politikası sonucu gelişen bir şeydir. Biz buna aldanmayız. Tüm Kürdistanlı, yurtsever, demokratik, tarafsız, barıştan yana ve vicdan sahibi kesimlerin bu tür girişimlerden uzak durması gerektiğini özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü bunun zemini yoktur, AKP zemin bırakmamıştır. Hiç kimseye manevra sahası bırakmamıştır. Kürt halkına tek yol kalmıştır; direnmek, direnmek, direnmek. Bu nedenle bugün Kürt Halk Önderi ve Kürt siyaseti zindanda, halkımız sokakta ve gerillamız da her tarafta direniyor ve direnmeye devam edecektir. Bu sömürgecilik bu halkın iradesini çiğnediği müddetçe bu direniş gelişecek ve asla geri adım atılmayacaktır. Bunun herkes tarafından bilinmesi lazım.

Bu açıdan ben diyorum ki bu tür çağrıları yapan kesimlerin bir kısmı iyi niyetli de olabilir ama esas olarak bu tür çağrılar, bu topyekun savaşı yürüten kurumların politikaları çerçevesinde gündemleştirilen projelerin bir sonucudur. Bizim üzerimizde, Önderliğimizin üzerinde ve halkımızın üzerinde bu kadar baskı varken bu tür şeyleri bizim kaale almamızın mümkünatı yoktur. Yoksa biz de her zaman mübarek Ramazan aylarını ve dini bayramları hürmetle karşılıyoruz ve aslında mümkün olduğu kadar barışçıl koşulların sağlanmasından yana politikalar geliştirmişizdir. Ancak AKP hükümeti bugün bunun zeminini bırakmamıştır. Her taraftan ırkçı-şovenist-ayırımcı bir saldırı söz konusudur. Bu ortamda kimsenin herhangi bir şey yapma durumu söz konusu olamaz. Çünkü tek taraflı ve kapsamlı bir saldırı durumu vardır ve halkımızın bu saldırılar karşısında direnerek zaferi garantileme görevi söz konusudur.

Evet, biz özgür geleceği ancak bu saldırıları tersine çevirerek yaratabiliriz ve mevcut durumda önümüzde bu vardır. Bunun için bütün Kürt gençliği, yurtsever-özgürlükçü Kürt kadını, bütün Kürdistanlı yurtseverler bunu iyi bilmeli ve bu açıdan gerilla hareketine daha güçlü destek olmalı. Tüm Kürt gençliği bu dönemde gerillaya daha fazla katılarak ve gerillanın direnişini güçlendirerek bu ırkçı-sömürgeci-faşist saldırılara dur demelidir. Bu Kürdistan gençliğinin ve 14 Temmuz ruhunu taşıyan bütün Kürdistanlıların temel görevidir.

AVUKATLARA YÖNELİK SUÇLAMALARIN BİR TEMELİ YOK

* Sayın Öcalan’ın tutuklanan avukatlarının yargılanmasına başlanıldı. Gergin ve olaylı başlayan davada avukatların üzerine atılan suçların en dikkat çekeni avukatların hareketiniz ile Öcalan arasında kuryelik yaptıkları ve talimatları ilettikleri yönünde. Bu iddianın aslı var mıdır?

Önder Apo’ya ve halkımıza karşı sürdürülen topyekun savaşın hiçbir hukuki temeli yoktur. Bugün Kürdistan’da işleyen hukuk sömürgeci hukuktur ve bu sömürgeci hukuk çerçevesinde Önderliğimizin avukatları esir alınmışlardır. Hukuk adına hukuk cinayeti işlenmiştir. Bu, hukuk adına büyük bir garabettir. Yalan dolanla iddianameler oluşturup Kürt halkının ve Kürt Halk Önderliği’nin savunma imkanlarını ortadan kaldırma girişimidir. Hiçbir hukuki temeli yoktur. Her şeyden önce Önder Apo sıradan-normal bir kimse değildir; “Asrın Davası” denilen büyük bir davada yargılandı ve bu yargılamaların ulusal ve uluslararası düzeyde devam eden kısımları vardır. Bunun için yurt içinde ve yurt dışında savunmasını yapan avukatları vardır. Bu avukatların önemli bir kısmını tutuklayarak, diğerlerine ise gözdağı vererek Önderliğimizi savunmasız bırakmak istemektedirler. Bu tutuklamalar, Önderliğimizin dünyayla bağını kesme ve böylece iğrenç hedeflerine ulaşmayı hedefleyen hukuk dışı bir anlayışın sonucudur.

* Ayrıca avukatların “Önderlik Komitesi” üyesi oldukları da iddialar arasında…

Önderlik Komitesi diye bir şey yoktur. Yani zaman zaman Önderliğin sağlık durumunu gündemleştiren veya ağır tecride karşı mücadele yürütmek isteyen çeşitli “Önderliğe Özgürlük” ya da “Önderliğin sağlığına sahip çıkma” inisiyatifleri oluşturulmuştur. Bunlar geçici şeylerdir. Bir ara Avrupa’da kendisini Önderlik Komitesi olarak adlandıran bir kurumlaşma vardı. Bu da şuan ismini değiştirdi ve “Abdullah Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi” adıyla barış ve özgürlük mücadelesi yürütmektedir. Ancak o iddianamede tamamen bir senaryo oluşturulmuş. Önderliği uygulamakla mükellef olan biziz. Önderliğimizin 200’den fazla kitabı vardır. Biz burada okuyarak, tüm güçlerimizi eğiterek, o felsefe temelinde mücadele yürütüyor ve Önderliğimizi uygulamaya çalışıyoruz. Yani kalkıp gencecik, fazla bir örgütsel-siyasal birikimi olmayan avukatların oluşturacağı Önderlik Komitesi nasıl bizi yönetecek? Böyle bir şey yok, saçmadır böyle bir şey. Bazılarını teslim almış olabilirler, onları öyle konuşturup sahte dayanaklar oluşturarak senaryo yazıyorlar.

BİZE AVUKATLAR TARAFINDAN GETİRİLMİŞ HİÇBİR TALİMAT YOK

*Avukatların internet üzerinden Sayın Öcalan’ın görüşme notlarını dağıtması da iddianamenin “yasaklar” listesinde yer alıyor. Sizin şahsınıza da e-mail üzeri gönderildiği belirtiliyor…

Önder Apo, milyonlarca insanın ne yaptığını, ne söylediğini merak ettiği bir kişidir. Avukatlar daha önce her görüşmeye gittiklerinde, orada aldıkları notları internet üzeri dağıtıyorlardı. Sonra devlet orada not almayı değil ama alınan notları beraberlerinde dışarıya çıkarmayı yasakladı. Onlar da akıllarında kalan şeyleri, yani müvekkilleri ne söylemiş, hangi konuda neyi düşünüyor, bunları yazıp internete atıyorlar. İnternet cafelerden ya da kendi bürolarından yaptıkları bu şey madem suçtuysa neden on dört yıldır bu durdurulmadı.

Bize asla ve asla avukatlar tarafından getirilip verilmiş herhangi bir talimat yoktur. Herkes gibi biz de internete konulan görüşme notlarını alıp okuyoruz, güçlerimize de dağıtıyoruz.

Bu konuda şunu belirtmek istiyorum: Hem Önderliğimizden bize gelen mektuplar oldu, hem de bizim kendisine yazdığımız mektuplar oldu. Ama emin olun ki bundan avukatların haberi yoktur. Bu tamamen Oslo görüşmeleri çerçevesinde işleyen bir mekanizmanın gerçekleştirdiği bir durumdu. Biz görüşmelerde hep Önderliğimizle doğrudan görüşmeyi teklif ettik ve dayattık. Bizimle devlet adına görüşen söz konusu heyet de aslında çok reddetmedi, “sonra görüşme olabilir ama siz şimdi yazarsanız götürürüz, kendisinin yazdığını da size getiririz” dedi ve sağ olsunlar bunu 3 yıl boyunca yaptı. Onun üzerinden sanırım Önderliğin 20’ye yakın el yazması mektubunu bu heyet bize ulaştırmıştır. Ancak avukatlar tek bir cümle getirmiş değildir. Aynı şekilde bizim yazdığımız mektuplar da aynı heyet tarafından Önder Apo’ya ulaştırılmıştır. İşin gerçeği budur. Şimdi eğer kuryelikten bahsedilecekse yani Oslo mekanizması çerçevesinde böyle bir durumun yaşandığı bilinen bir husus. Ama bunun dışında bu söz konusu avukatların bizimle Önderlik arasında kuryelik yaptıkları ya da Önderliği uygulamaya dönük bir kurumlaşmayı yaşadıkları savı asla ve asla doğru değildir, gerçek dışıdır. Bu, aslında Önderliğimizi savunmasız bırakma ve onu etkisiz kılmaya dönük uydurulan bir senaryodur. Hukuk adına, hukuk dışı yöntemlerle Kürt Halk Önderliği’ni savunmasız bırakmaktır. Bu, Önderliğin hukuki savunmasını yapan avukatları topyekun içeri atıp böylece tek yanlı bir biçimde sömürgeci amaçlarına ulaşmayı öngören bir politika sonucu yapılmış bir hukuksuzluktur.

Zaten AKP hükümetinin bu konuda yaşadığı bu hukuksuzluk ortadan kalkmadan herhangi bir biçimde ortamın yumuşaması da mümkün değildir. Bu kadar hukuksuzluğun ve saldırının orta yerde durduğu bir ortamda yumuşamanın gelişmesi mümkün müdür? Önder Apo’nun bu halkın önderi olduğunu bilmeyen var mı? Orada konuşuyor, konuşmaları internette yayınlanıyor. Bunu devlet bilmiyor muydu? Biliyordu. Ayrıca devletin de resmi olarak kaydettiği konuşmaları başta Adalet bakanı olmak üzere birçok devlet yetkilisi de takip etmiştir. Niye o kadar zaman içerisinde önlemedi de, şimdi o insanları tutukluyorlar. Çünkü amaç Önderliktir, Önderliği hedefleme çerçevesinde o insanlar tutuklanmışlardır. Örneğin; Oslo süreci bozulmamış olsaydı tutuklanmazlardı. Devlet de çok iyi biliyor ki o avukatların herhangi bir suçu yoktur. Onlar avukatlık görevlerini yapmışlardır. Esası budur. Esası Önderliği hedefleyen bir konseptin uygulanması sonucu bu insanlar hukuksuz bir biçimde zindana atılmışlardır.

Tabii ki buna karşı Türkiye’de adaletten ve hukuktan yana olan hiçbir kesimin sessiz kalmaması gerekiyor. Nitekim başta barolar olmak üzere çok çeşitli demokratik çevrelerin ve vicdanlı insanların bu davaya karşı tutum aldıklarını ve bu haksızlığa karşı çıktıklarını da görüyoruz; bu önemli bir tutumdur. Ama gerçek şu ki, bütün tepkilere rağmen Gülen-AKP Koalisyonu Kürt halkına ve Kürt Halk Önderliği’ne bu denli bir hukuksuzluğu herkesin gözü önünde açık açık yürüterek geliştirmektedir.

Bizim buna karşı yapacağımız şey elbette ki her biçimde mücadeleyi geliştirmedir. Yani ideolojik, diplomatik, siyasi, hukuki ve de askeri açılardan gelişen tüm saldırılara karşı halk olarak kendimizi, değerlerimizi ve Önderliğimizi savunma ve böylece özgür geleceği yaratmadır. Çünkü bize bunun dışında var olmanın ve onurlu yaşamanın herhangi bir yolu bırakılmamıştır. 


ANF

Kürtler Kobani'de Yönetime El Koydu





Suriye’de Esad rejimi ile Batı destekli silahlı gruplar arasındaki çatışmalar derinleşirken, Batı Kürdistan’ın Kobani kentinde, halk tüm devlet kurumlarına el koydu. Kürt yetkililer, savaşın Kürdistan bölgesine ulaşmasını engellemek amacıyla böyle bir tedbir alındığını bildirdi.

Alınan bilgilere göre Kobani’de halkın kendi imkanları ile kurduğu Sivil Savunma Komiteleri, tüm devlet kurumlarına el koydu. Bu bilgi PYD Başkanı Salih Müslim tarafından da doğrulandı.

Halkın Kobani’de “yönetime el koyması” sırasında herhangi bir şiddet olayının yaşanmadığı bildirildi. ANF’ye açıklamada bulunan PYD lideri Salih Müslim, devlet kurumlarının halk tarafından kurulan sivil savunma komitelerince ele geçirildiğini bildirdi. PYD lideri, Afrin’in bazı bölgelerinde de benzer bir durumun yaşandığını ifade ederek, “halk kendi kendisini yönetiyor” dedi.

Suriye’de iktidarın ele geçirilmesi için bir savaş yürütüldüğüne dikkat çeken PYD lideri, “Şam’da patlamalar oluyor, çatışmalar derinleşiyor. Halk yönetime el koyarak Özgür Suriye Ordusu ile rejim arasındaki çatışmaların Kürdistan’a yayılmasını önlemeye çalışıyor” dedi.

Kürtlerin Batı Kürdistan ve Suriye’de yoğun olarak yaşadıkları bütün kentlerde kendilerini koruması gerektiğinin altını çizen Müslim, “Burada kimseye yönelik bir düşmanlık sözkonusu değil. Ama çatışmaların bölgeye sıçramaması için halk yönetime el koyuyor” dedi.

Askeri güçlerin bölgede olmadığını ve emniyet güçleri ile de herhangi bir çatışma durumunun sözkonusu olmadığını belirten Müslim, “Kurumlara el konulurken, onlara ‘misafirimizsiniz’ deniliyor,’ kalmak istiyorsanız sizi koruruz ama biz burada yöneteceğiz’ diyorlar” şeklinde konuştu.

Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Suriye’nin ikinci büyük kenti Halep’te henüz çatışmaların olmadığını ifade eden Müslim, Kürtlerin yaşadığı bölgelere Suriye Özgür Ordusu’nun giremediğini ancak çatışmaların Halep’e de sıçrayabileceğini belirtti.

PYD lideri, Suriye’de çatışmaların derinleşeceğini söylerken, “Askeri bir dış müdahale de şimdilik beklemiyoruz. Bunun koşulları yok” diye ekledi.

Kürtlerini diğer bölgelerde de devlet kurumlarına el koyabileceği öğrenildi. Mart 2011’de başlayan olayların ardından, bölgede demokratik özerk bir yapı kurmak isteyen Kürtler, anadil okulları açtı, halk meclislerini kurdu ve kendilerini korumak için de savunma komiteleri oluşturdu. Kürtler, yaklaşık 3 milyon ile Suriye nüfusunun yüzde 15’ini oluşturuyor.

Başta Türkiye olmak üzere Kürdistan’ı sömürgesinde bulunduran devletler ile Batılıların yoğun komplo girişimleri ve manipülasyonlarına rağmen Suriye’deki temel Kürt organizasyonları tek çatı altında birleşmeyi başardılar.

PYD’nin de içinde olduğu bölgenin en kitlesel ve etkili gücü Halk Meclisi ile diğer bir çatı örgütü olan Kürt Ulusal Meclisi, 9-10 Temmuz tarihlerinde Hewler’de yapılan görüşmelerin ardından güçlerini ortaklaştırma kararı aldılar. Anlaşma, Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani huzurunda imzalandı. Batı Kürdistan’ı istikrarsızlaştıracak tüm faaliyetler ve şiddet olaylarını mahkum eden her iki Meclis, barışçıl yöntemlerle 40 yıldır iktidarda olan Baas rejiminin yıkılması çağrısında bulundu. 


ANF

Anonymous, Türk Emniyet ve İstihbaratını Hack’ledi


Uluslararası hacker grubu Anonymous, Türk hükümeti tarafından ‘terörist’ ilan edilen Redhack’e destek amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü ile Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) resmi internet sitelerini çökertti.

Bugün sabah erken saatlerde Emniyet Genel Müdürlüğü resmi internet sitesi hackerler tarafından çökertildi. Olay sorunu söz konusu siteye uzun süre erişim sağlanamadı. Redhack, sitenin kendilerine destek olma amacıyla Anonymous tarafından çökertildiğini bildirdi.

Olay ardından Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) resmi sayfasının da çökertildiği ortaya çıtı. Saldırıyı RedHack, Twitter hesabından "Hakan Fidan'ı da ziyaret edelim dedik. AmaTwitter 'da Redhack'i yakalamak için dolanmasın" şeklinde duyurdu.

Ankara Emniyet Müdürlüğü sitesini çökerterek buradan elde ettikleri bilgileri yayınlayan RedHack, hükümet tarafından ‘terörist’ ilan edilince eylemlerini arttırdı. RedHack, TÜBİTAK , Emniyet Genel Müdürlüğü, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri dahil birçok kurumun sayfalarını çökertti. RedHack’e destek sunan Anonymous geçtiğimiz günlerde ÖSYM'nin resmi sitesini çökertmişti. 


ANF

Kremlin'den Erdoğan'a Yalanlama

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in danışmanı, Çarşamba günü Moskova'da Putin ile Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmede Esad'ın ülkesinden ayrılmasının gündeme gelmediğini söyledi.
Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın Moskova’ya gerçekleştirdiği bir günlük ziyaret sırasında yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. “Şam’da patlayan bomba Kremlin’de yankılandı” başlığı atan Kommersant her iki liderin görüşme halindeyken Şam’daki patlamanın meydana geldiğini ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un bunu görüşmelerin bitmesini beklemeden Putin’e ilettiğini yazdı.

Dünkü görüşmelerden sonra bugün Kremlin’den Erdoğan’ı yalanlayan bir açıklama geldi. Putin'in dışişleri danışmanı Yuri Uşakov, gazetecilere yaptığı açıklamada, Putin'in Erdoğan'la dün yaptığı görüşmede Esad'ın ülkesinden ayrılmasının gündeme gelmediğini açıkladı. Başbakan Erdoğan, dünkü Rusya ziyaretinin dönüşünde havaalanında yaptığı konuşmada, Rusya'ya "Esad'sız bir çözüm paketi" sunduklarını ve Rus tarafının da bunu düşünmeyi kabul ettiğini söylemişti.

Suriye'de Esad'ın yönetimi bırakmasını gerektiğini savunan Başbakan Erdoğan'ın, Esad'ın olmadığı alternatif çözüm önerilerini Rusya'ya da sunduklarını belirtmişti.

GÖRÜŞME KÖTÜ GEÇTİ

Kremlin'deki zirvenin ardından iki lider basın mensuplarının karşısına gergin çıktı. Türk basını dâhil çoğunluk görüşmenin olumsuz geçtiği yorumlarında bulundu. Putin Suriye krizine hiç girmeden az konuşmayı tercih ederken soğuk duruşu dikkat çekti. Erdoğan, daha uzun bir konuşma yaptı ancak Moskova’ya ters bir şey söylememeye özen gösterdi.

Putin; “ İlişkilerimiz her alanda gelişiyor ve dinamizm içinde. Bu tempo sürerse 100 milyar dolarlık dış ticaret hedefine ulaşacağımıza inanıyorum” dedi

Görüşmeler hakkında bir gazetecilerin sorularını yanıtlayan Rusya Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov kimsenin kendilerine Suriye’ye yönelik bir askeri operasyon konusunda ikna edemeyeceğini söyledi, Suriye konusundaki fikirlerinin Annan ile yapılan görüşmelerden farklı olmayacağını belirtti.

Lavrov muhalefeti desteklemenin bir çıkmaz olduğunu belirterek, “doğru olan savaşan iki tarafı durdurmaktır” dedi. “Batı sadece Rusya’yı suçluyor ama ne yapacağını bilmiyor” diyen Lavrov, Şam’daki saldırıyı kast ederek “Libya senaryolarını tekrarlamak istiyorlar. Ama burada çok büyük çatışmalar meydana gelebilir” diye uyardı.

Erdoğan'ın düşürülen uçak konusunda belge değil bilgi paylaşımında bulunduğunu belirtti. Rusya’nın Sesi Radyosu üç önce yayınladığı resmi olmayan bir bilgi ile Türk uçağı Rus yapımı Pantsir (Zırh)-C1 füzesi tarafından düşürüldüğünü bildirmişti. AFP’ye bilgi veren bir Rus yetkili ise Türk uçağının Suriye hava sahasını ihlal ettiği için düşürüldüğünü söyledi.

Başbakan Erdoğan yurda dönüşünün ardından yaptığı basın toplantısında Rusya'ya Esad'sız bir yönetim modeli önerdiklerini, Rusya'nın bu konu üzerinde düşüneceğini söyledi.

Erdoğan açıklamasında, "Cenevre süreci, Beşer'in olmadığı bir geçiş hükümeti. İktidar da muhalefet de olmalı. Rusya buna olumlu bakıyor. Bir tek Esed'in olmadığında ne olur? Konusunda endişeleri var. Başka alternatifler ileri sürdük. Onlar da bu konu üzerinde düşünecekleri noktasına vardı" değerlendirmesinde bulundu.


ANF

AKP Tarzı Reform

Engin Erkiner
 
 
AKP iktidarı boyunca çok sayıda reforma tanık olduk: Türk Ceza Yasası reformu, hukuk reformu, medeni kanun reformu ve başkaları da eklenebilir.

Açılım da bir çeşit reform hem de devrim özelliğindeki bir reform gibi sunulmamış mıydı?

Her reformun yapıldığı alanla ilgili olarak belirlenen özgün özellikleri üzerinde durmayarak genel olanı araştırırsak, AKP usulü reformların ortak özelliğini görürüz:

Reformla bazı küçük iyileştirmeler yapılır ama genel olarak bakıldığında başlangıçta açıklanan amacın tersi gerçekleşir.

Reformun amacının demokratikleşme değil, AKP’nin politik çıkarlarına hizmet olduğu görülür.

Bu durumun ortaya çıkmasının nedeni biziz, AKP değil.

Biz reformu yanlış anlıyoruz.

Reformun mutlaka ileriye doğru bir gelişme olduğunu düşünüyoruz ve her defasında da yanıldığımızı görüyoruz.

Reform, mevcut durumun değişmesi demektir ve bu değişme mutlaka ileriye doğru olmayabilir.

AKP reformlarında hem ileriye hem geriye doğru değişme vardır ve bu konudaki tipik uygulama; reformun olumlu yanlarının olumsuz uygulamaları örtmek için kullanılmasıdır.

Örnek olarak son “hukuk reformu”nu ele alalım:

AKP reforma ön propagandayla başlar: Mahkemelerde bazı hukuksal haksızlıklar vardır ve yapılan değişiklikle bu durum ortadan kaldırılacaktır.

Hatta daha da ileriye gidilerek, yapılacak reformla 12 Eylül mahkemelerinde ceza alanların cezalarının düşeceği ve Avrupa ülkelerinde bulunan binlerce siyasiye dönüş yolunun açılacağı bile söylenir.

Gel de umutlanma!

AKP’nin yetersiz bile olsa demokratik reformlar yaptığını düşünme!

Başka bir deyişle “yetmez ama evet” deme!

Yargı reformu gerçekleşir ve ne olur?

Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li genci öldüren katiller serbest kalır.

Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u öldüren katil serbest kalır (Yurdakul 1980 öncesinde Adana’da MHP’lilere göz açtırmayan bir emniyet müdürüydü).
Aldıkları cezalar nedeniyle Avrupa ülkelerinde bulunan MHP’liler dönüş için kuyruğa girer…

Katiller serbest kalırken hapishanede bulunan BDP’li milletvekillerinin tahliyesi reddedilir.

Leyla Zana’nın ceza davası ertelenir.

Az sayıda KCK tutuklusu –Avrupa ülkelerindeki değişik parti ve kurumların baskısının da etkisiyle- serbest bırakılır.

AKP’nin son hukuk reformu MHP ile anlaşılarak ve esas olarak faşist katillerin serbest bırakılmasını sağlamak için yapılmış, bunu perdelemek için de aksi yönde bazı uygulamalara girilmiştir.

Bu tür reformlarda, yasa değişikliklerinde, yeni yasalarda “son dakika golü” atmak bu kesimin tipik özelliğidir.

Faşist katillerin serbest bırakılmasını sağlayan madde de TBMM’de son dakikada metne eklenmiştir.

Yabancısı olduğumuz bir yöntem değil…

Yaşı uygun olanlar hatırlayacaktır:

1974 yılında CHP-MSP koalisyon hükümeti vardı ve bu hükümet geniş bir toplumsal talep haline gelen kapsamlı bir af yasası hazırladı. 141. ve 142. maddelerin yanı sıra 163. madde de af kapsamında olacak ve 12 Mart 1971 sonrasındaki mahkemelerde verilen cezalar önemli oranda geçersizleşecek ya da büyük indirime gidilecekti.

Af yasası oylanırken Erbakan’ın başkanı olduğu MSP’liler önce 163. maddenin oylanmasını isterler. Öyle yapılır ve bu madde af kapsamına girer.

141 ve 142. maddelerin oylanmasında ise MSP’liler muhalefetteki AP’liler ile birlikte ret oyu verirler ve bu maddeler af kapsamına girmez.


Bu durum daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından eşitliğe aykırı bulunarak iptal edilecektir.

AKP, Erbakan’ın MSP geleneğinden gelir.

Bunların özelliği budur. Yaptıkları hiçbir şeye, özellikle de ön propagandaya kesinlikle inanmamak gerekir.

Biz inandıkça, bunlar da yıllardan beri olduğu gibi aynısını yapacaklardır.


ANF

Türkiye Silahlanmasında Kürtler Stratejik Hedef

Predator-350
Türk ordusu, ABD’den, gerillaya karşı gerçek ve hızlı bilgi veren, bunula birlikte radyo dalgalarını kontrol ederek telsiz dinlemeleri ve yer tespiti yapabilen uçak kiraladı. Savunma Sanayi İcra Komitesi Türkiye üretimi insansız hava aracı ANKA'ların silahlandırılması ve daha uzun menzilli hale getirilmesi için girişim kararı aldı. Aynı komite uzun menzilli füze alımı erteledi. Türkiye Kürtleri öncelikli tehdit olarak tanımladığı için silahlanmada da stratejik hedef olarak Kürtleri belirliyor.

Türkiye, ABD’nin vermek istemediği Predator tipi insansız hava aracı için yeni bir formül buldu. ABD’den 5 insanlı keşif aracı kiraladı. Bir süredir beklenen 3 Süper Cobra helikopterin satın alınması için girişimlerde bulundu.

WASHİNGTON SORUMLULUK ÜSTLENMİYOR


Beyaz Saray ise keşif uçaklarını Türkiye’ye vermek için Kongre’yi baypas eden bir formül buldu. Bunun için satış ABD yönetiminin onayına gerek kalmadan belirlenen özel bir şirket üzerinden gerçekleştirildi. Türkiye Amerikan şirketinden insanlı keşif uçakları kiraladı. İşlem, hem kiralama olması hem de söz konusu silahların stratejik bir önem içermemesi nedeniyle de Washington ve Ankara arasında diplomatik bir müzakere yürütülmeden halledildi.

ABD yetkilileri Ankara ile anlaşma gereği, Türkiye’ye kiralanan insanlı keşif araçlarının tipini açıklamıyor. Ancak bu uçakların 5 adet King Air 350 olduğu daha önce bildirilmişti. Savunma Bakanlığı geçtiğimiz gün açıklamada, kiralanan 5 insanlı keşif uçağından birinin Türkiye’ye ulaştığını bildirmişti. Diğerlerinin ise Ekim sonuna kadar gelmesi bekleniyor. King Air’ler Heron’dan hızlı uçabilen ve silah taşıyan küçük uçaklar olarak biliniyor. Ayrıca uçak aldığı istihbaratları daha hızlı ulaştırma yeteneği taşıyor.

Konu hakkında bir haber yayınlayan Rus haber ajansı İnterfax, bu keşif uçaklarının radyo dalgaları takip edebilme yeteneğine sahip olduğunu yazdı. Türk ordusu bununla gerilla elindeki telsiz konuşmalarını dinleme ve yerlerini tespit etmeyi hedefliyor.

SÜPER KOBRALAR İÇİN GİRİŞİMLER SÜRÜYOR

Türkiye, satışı ABD Yönetimi tarafından 28 Ekim 2011’de kabul edilen ve bildirimi Mayıs ayında yapılan üç Süper Cobra helikopter için de kabul mektubu gönderdi. Helikopterlerin 111 milyon dolara mal olması bekleniyor. Washington diğer silah sistemlerinde olduğu gibi süper helikopterlerin Türkiye’ye satışında gönülsüz tavır sergiliyor. Ancak Washginton’un bu tutumu fiyatları yükselme ve iç tepkileri azaltmaya yönelik olduğu sanılıyor.

Kürtlere karşı kullanılan silahların alımında acele eden silahlanmanın Savunma Sanayi İcra Komitesi füze alımını ileri bir tarihe erteledi. Toplantıda bunun yerine Türkiye üretimi olan insansız hava aracı ANKA'nın silahlandırılması ve daha uzun menzilli hale getirilmesi için ise gerekli girişimlerin başlatılması kararı verildi.

Savunma Sanayi İcra Komitesi Başbakan Erdoğan başkanlığında toplandı Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve diğer yetkililer katıldı.


ANF

KCK: Uyuşturucu Maddelerin Her Türüne Karşıyız

Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Diyarbakır’da Valiliği’nin İstanbul gazetecilerini toplayarak yıllardır devlet gözetiminde bulunan bir esrar tarlasına hasadı kaldırıldıktan sonra yapılan medyatik baskına ilişkin açıklamada bulundu. Uyuşturucunun PKK’ye mal edilmesine tepki gösterek KCK, “gerçeğin tamamen çarpıtılması” diyerek, “Biz hareket olarak tüm uyuşturucu maddelerin ekimine, imalatına, ticaretine ve kullanılmasına karşı şiddetle mücadele yürütmekteyiz” dedi.

KCK şu açıklamada bulundu: “Türkiye’nin ve Kürdistan’ın çeşitli yerlerinde esrar, eroin gibi uyuşturucu maddelerin yapımında kullanılan ekimlerin yapıldığı bilinmektedir. Biz hareket olarak tüm uyuşturucu maddelerin ekimine, imalatına, ticaretine ve kullanılmasına karşı şiddetle karşı mücadeleyi yürütmekteyiz. Buna rağmen dün Türk basınına da yansıyan Diyarbakır’ın Lice ve Hani ilçelerinde Hint Keneviri ekimine karşı yapılan bir operasyonda ele geçirilen ekimler hareketimize aitmiş gibi yansıtılmıştır. Bu, gerçeğin tamamen çarpıtılmasıdır. Biz de söz konusu alanda bu tür maddelerin ekimine karşı mücadele yürütmekteyiz. Yapılan haber tamamen psikolojik savaş propagandası olup gerçeği yansıtmamaktadır. Özellikle CNN Türk, vb basın yayın organlarının da, Türk devletinin hareketimize karşı geliştirdiği psikolojik savaşın birer organı gibi hareket ederek bu gerçek dışı haberi gündemleştirmelerini kınıyoruz. Duyarlı tüm kamuoyu çevrelerini, hareketimizin bu tür işlerle alakasının olmadığını, uyuşturucu maddelerin her çeşidine ve ekimine karşı olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.


ANF

HDK'nin Parti Çalışması İlerliyor

HDK, Ekim-Kasım ayında kurmayı planladığı parti için tüzük ve program taslaklarını hazırladı. Kurucular Kurulu'nun oluşturulması aşamasına gelen HDK'nin partisi demokratik halk iktidarı için seçimlere müdahale edecek.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Ekim-Kasım ayında kurmayı planladığı parti için çalışmalarını sürdürüyor. Kongre içinde oluşturulan Parti Komisyonu, program ve tüzlük taslaklarını hazırladı.

Programın temel fikri; demokratik halk iktidarını kurmak. Parti de, bunun için seçimlere müdahale edecek bir araç olacak. Başka bir ifadeyle, HDK'nin seçimlerdeki faaliyeti olacak. Parti programı "Esas olan HDK'dir. Bağlayıcı tartışmalar HDK'de yapılacak" fikrinin altını çiziyor.

Tüzük taslağı ise seçimlere katılma yeterliliğini kazanacak şekilde hazırlandı. Amaç, 45 ilde partiyi örgütleyerek seçimlere katılmak.

KURUCULAR KURULU OLUŞTURULACAK

Program ve tüzük taslaklarının hazırlanmasının ardından sıra Kurucular Kurulu'na geldi. Kurul için, "HDK vizyonu ve misyonunu somutlayacak bir liste" oluşturulması amaçlanıyor.

Parti kurulması çalışmaları kapsamında yapılacak bir başka faaliyet ise, çeşitli sosyal kesimler ile her ulusal ve inanç topluluğundan temsilciler ile görüşüp, partiye katılmalarını istemek olacak. Bunun için oluşturulacak olan Diyalog Komisyonu, gerekli görüşmeleri gerçekleştirecek.

PARTİ İÇİN NE KARARI ALINMIŞTI?

Geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan 1. Olağan Genel Kurulu'nda parti ile ilgili alınan karar şöyleydi: "HDK, parti ile ilgili olarak şu kararı aldı: "Halkların Demokratik Kongresi, bir mücadele ortaklığı ve AKP karşısında ana muhalefet olma iddiasını gerçek kılmalı, bu iddiayı inşa etmek için somut adımlar atmalıdır. HDK, Türkiye’deki düzene yönelik bütün itirazları gerçek bir muhalefet zemininde birleştirmek, toplumsal muhalefetin sesi ve kürsüsü olmak, bunu bir iktidar alternatifi olarak güçlendirmek, özgür, demokratik ve eşitlikçi bir Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterebilmek durumundadır.

HDK, işçi ve emekçi hareketinin, Kürt özgürlük hareketinin, baskı altındaki azınlıkların, kadın kurtuluş hareketinin, insan hakları savunucularının, özgürlükçü bir laikliği savunan inanç sahiplerinin, doğa ve çevre hakları için mücadele eden ekoloji hareketinin, Alevi toplumunun muhalefetinin, küçük üretici köylülerin ve tarım emekçilerinin, kent yoksulları hareketlerinin, engellilerin yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, ardından da genel seçimlerde birlikte davranmasının zeminini olgunlaştırmalıdır.

HDK, bu amaçla yerel seçimler öncesinde, Kongre niteliğini ortadan kaldırmayacak, aksine daha da güçlendirecek bir çalışma sürdürürken, Kongre bünyesinde yerel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine ve genel seçimlere müdahale edecek bir partinin kurulması, Kongre dışında kalan güçleri de mücadele ortaklığına ve seçim ittifakına çekilmesi adımlarını atmalıdır. Partinin kurulması süreci bir takvime bağlanmalıdır.


PARTİ NASIL OLACAK?

HDK'nin kuracağı parti, kongre içinde bir yapı olacak. Kongre'nin bütün ilkelerini ve politik yaklaşımlarını benimseyecek. Yerel seçimlere, genel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine katılma sürecinde etkin olacak. Kongre bileşenlerinin seçimlere birlikte ve ortak adaylarla girebilmelerinin ve faaliyet sürdürebilmelerinin; ayrıca Kongre dışında yer alan siyasal partiler ve oluşumlar dahil her türden örgütlenmenin de bir seçim ittifakına katılabilmesinin bir aracı olacak.


ANF

Kemal Pir'in Firarının Öyküsü

1978’in ortaları idi. Urfa'da faşistlerle çıkan bir silahlı çatışmadan sonra Ali Çiçek gözaltına alınmıştı. Adana Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ne sevk edilen Ali, tutuklanarak Adana Cezaevi'ne gönderilmişti. Siyasi tutsaklar gardiyanlarla ilişkiye geçerek yeni gelen tutsağın kendi koğuşlarına verilmesini istemişlerdi. Önce bu istemi kabul etmeyen cezaevi idaresi istemeye istemeye Ali'yi, Kemal Pir’in koğuşuna gönderdiler.

Ali’nin henüz çocuk yaşta olması şaşırtmıştı. İlk kez bir çocuk hapse atılıyordu. Üzülmüşlerdi, bir çocuğun tutuklanması ve işkenceden geçirilmesine…

Fuat Kav, yayına hazırlamakta olduğu yeni kitabında henüz 16’sında cezaevine giren Ali Çiçek’in, Kemal Pir’i cezaevinden nasıl kaçırdığını anlatıyor. Sadece Urfa’da değil, Ali’nin Kemal Pir’le yolları farklı zamanlar ve yerlerde kesişti.

Ali’nin cezaevindeki ilk sabahı biraz sıkıntılı geçmişti. Sonraki günler için kara kara düşünmeye başlamıştı. Spor, eğitim, araştırma vs… Bütün bunlar Ali’nin yabancı olduğu şeylerdi. O yerinde durmayan bir eylemci idi.

Ali, cezaevinde ilk kez bu kadar ‘her şeyi bilen’ bir devrimciyle karşılaşıyordu. İlk sabahın eğitiminde Kemal’in farklı bir devrimci olduğunu anlamış ve ‘bir gün ben de böyle olacağım’ demişti. Zaten Kemal’in verdiği eğitimden en fazla etkilenen Ali olmuştu. Bir devrimcinin nasıl olması gerektiğini Ali, Kemal’den öğrenmişti.

İyi ki cezaevine girmişim

Ali, iki yıla yakın süre Kemal Pir’in verdiği eğitimden geçtikten sonra tahliye olmuştu. Tahliyeden iki gün önce kendisi için düzenlenen 'moral gecesi'nde yaptığı konuşmada şunları söyleyecekti. “İki gün sonra tahliye olacağım. Çok az bir bilinç, yetersiz bir düşünce yoğunluğu, zayıf ve yeterince sağlamlaşmamış bir kişilikle gelmiştim, ama şimdi sağlam bir bilinç, derin bir düşünce ve sarsılmaz bir kişilik yapısıyla tahliye oluyorum. Daha da önemlisi sağlam, sarsılmaz ve çelikten bilenmiş bir iradeyle dışarıya çıkıyorum. Bir de Kemal abi gibi bir insanı tanıma ve ondan bir devrimcinin nasıl olması gerektiğine dair dersleri alma şansını yakalamış oldum.‘‘

Ali o konuşmasında, ‘‘Bir insanın 'iyi ki cezaevine girdim' demesi sanırım oldukça zordur, ama ben tereddütsüz biçimde 'iyi ki girdim' diyorum. Çünkü çok daha derin ve çok daha kararlı bir kişilik ve yürek gücüyle çıkıyorum. Kemal abi'yi asla, ama asla mahcup etmeyeceğim‘‘ diyecekti.

Ali tahliye olmuştu. Havalandırmada onu uğurlamak için tutsaklar sıraya geçmişti. Kemal, sıranın başında bekliyordu. Ali, herkesle kucaklaşıp vedalaştıktan sonra yanına gelmişti. Kemal, Ali'yi kucaklayıp yanaklarından öptükten sonra; “emin ve kararlı adımlarla devrim yolunda her türlü engeli aşacağına inancım tamdır. İradeni ve bilincini bütünleştirerek hedefe doğru yürüme cesaretini gösterebilirsen o zaman amacına ulaşabilirsin. Bunu unutma” dedi.

Ali, tahliye olduktan hemen sonra Urfa’da çalışmalara başlamıştı. Kısa sürede bölgede bilinen ve tanınan bir devrimci olmuştu. ‘İyi bir asker ve eylemci olmayı düşünüyorum’ diyen Kemal’in seçmiş olduğu mesleği seçmemesi elbette ki düşünülemezdi. İyi bir eylemci olmak için bıkıp usanmadan çalışmıştı Ali.

Ali’ye gelen not

Ali‘nin hala Urfa’da olduğu bir zamanda, birimler arasındaki ilişki kuran kurye Ali’ye bir not ulaştırır. Notu yazan, PKK’nin Urfa İl Komitesi sekreteriydi. Notta, “... Tarihinde, ... ... Saat arasında, cezaevinden firar edecek olan Kemal Pir'i alıp cezaevinin hemen yanındaki mezarlıkta sizi bekleyecek arabayla ‘Aligor’ istikametine doğru yola çıkacaksınız. Seninle birlikte eyleme katılacak... Arkadaş nereye gideceğinizi size söyleyecektir. Ne pahasına olursa olsun sıfır riskle Kemal arkadaşı gerekli yere ulaştıracaksınız...” yazılı idi.

Ali, notu bir solukta okuyarak,“Vay be, demek ki Kemal Pir'i kaçıracağım. Hocamı, eğitmenimi, komutanımı ben kaçıracağım vay be…” dedi, heyecanla...

Mükemmel bir planlama ile gerçekleşen bu firarı. Kemal ile Ali yıllar sonra Diyarbakır cezaevinde hem de ölüm orucunun son günlerinde tartışacaklardı…

Ölüm orucunda firar tartışması

Aradan yıllar geçmişti. Bu kez Ali ile Kemal'in yolu Diyarbakır Cezaevi'nde ölüm orucunda kesişmişti. Ali, Kemal'le eski anılarını tazelemek için hep bir fırsat aramıştı. Sohbet etmek, eski günleri anmak istiyordu.

'Tam zamanı' dedi Ali. “Kemal abi, nasılsın, yorgun musun?” diye seslendi.

Fevzi'yle yapmış olduğu uzun sohbetin ardından oldukça yorgun olan Kemal, yarı uykulu yarı uyanık haliyle, “kim o?” diye sordu.

- “Benim Kemal abi. Ali, Ali Çiçek”…

-Ali arkadaş, sen misin?

-Evet, Kemal abi, benim, ben çağırdım.

-Evet, dinliyorum.

-Yorgun musun abi? Biraz sohbet etmek, daha iyi olur diye düşünüyordum da.

-Buyurun tabi, biraz yorgun olsam da, sorun değil. Zaten ben de sohbet etmek, hatta biraz da tartışmak istiyorum.

-Önce nasıl olduğunuzu, sağlığınızın iyi olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Tabi ki ortamdaki konuşmaları, sizinle Hayri ve Karasu abi arasındaki sohbetleri dinliyorum. Ama bizzat sizden öğrenmek istiyorum.

-Sohbeti sağlığımla başlatsak ne sen ne de ben bir tat alabiliriz. Bu nedenle 'ne sen sordun o soruyu, ne de ben yanıt verdim' desek bence en doğrusunu yapmış oluruz.

-O zaman sağlık konusunda ciddi bir problemle karşı karşıya olduğunuzu söyleyebilir miyim?

-Bak Ali arkadaş, bunu geçelim. Ölüm orucundayız, ölüm yatağına girmiş bulunuyoruz, ölümle dansa tutuşanlarız artık. Bu nedenle sağlık sorunumuz yoktur, olamaz da.

-Tamam, abi, bunu geçiyorum.

-Tamam, geçelim.

-Şeyi soracaktım, hatırlıyor musun Adana Cezaevi’ndeki günlerimizi?

-Ne demek! Tabi ki hatırlıyorum, hatırlamaz mıyım? Cezaevi olmasına rağmen yoğun olduğumuz günlerdi. Onlarca arkadaş yetişti orada, birçok genç militanlaştı, bugün mücadele saflarında en iyi kavga eden bu gençlerdi.

-Evet, öyle ağabey.

-O gençlerden birisi de sensin Ali. Hatırlıyorsun değil mi, eğitim süreçlerimizi?

-Hatırlamaz mıyım? O eğitim devreleri bizi bu noktaya getirdi. Örneğin ben, tamam, sürece profesyonel düzeyde katılmıştım, ama öylesineydi katılışım, kendiliğindendi, bilinç ve ideoloji yönü son derece zayıftı. Esas olarak ideolojik katılımı orada, bize verdiğiniz eğitim süreçlerinde yaptım.

-Diğer arkadaşların çoğu da sanırım böyleydi. Çok dürüst, samimi ve kararlı arkadaşlardı. Ama dediğin gibi bilinç ve ideolojik yön yetersizdi. Adana cezaevinin bu boyutu tamamlama noktasında epey katkısı oldu. Yani düşman bizi sözde gençlerden soyutlamıştı, ama yanımıza getirdikleri gençleri soyutlayamadı bizden. Biz de öyle sıkı bir eğitimle katılım sağlayan gençlerin teorik ve ideolojik seviyelerini geliştirdik. Bilemiyorum biz mi karlı çıktık, yoksa bizi alıp zindana tıkatanlar mı? Tabi ki tartışılır bir durumdur, ama orada yetişen onlarca gencin olduğunu biliyorum.

-Yok, ağabey, tabi ki o zaman sizin gibi arkadaşların içeride olması iyi değildi, biz yine bir şeyler yapıp ideolojik ve teorik düzeyimizi yükseltmenin yolunu bulurduk. Ama sizin gibi arkadaşların orada olması hareket açısından büyük kayıptı.

-Yok, sanmıyorum. Her zaman ‘doğru’ gibi görünen şey doğru değildir. Bazen ‘doğru’ dediğimiz şey gerçekten de doğru değildir. Bazen de tersi durum yaşanmaktadır. Yani yanlış gibi görünen şeyler doğru olabilmektedir. Buna yanılsama denilir. Yanılsama son derece tehlikeli bir durumdur. Doğruyu görüp görmeme, gerçekleri kavrayıp kavramama, var olanı olduğu gibi algılama ile algılamama arasında gidip gelmeye direkt bağlantılı olan yanılsamanın bir devrimci için çok daha tehlikeli olduğunu vurgulamaya bile gerek yoktur.

-Doğru, öyle, ama bence sizin cezaevinde olmanız hareket için büyük bir kayıp, bu bir yanılsama olabilir mi?

-Olabilir tabi. Yanılsama dediğiniz gerçeklerle yanlış olanı birbirine karıştırma olayıdır. Burada önemli olan sonuçtur. Son tahlilde kazanılana, elde edilene bakılır. Eğer son tahlilde kazanan, yani kârda olan bizsek zaten sorun yoktur. Burada sadece sorun cezaevinde verdiğimiz bedeldir. Zaten biz de bu bedeli vermeye hazır olduğumuzu söylediğimiz için, doğal olarak o da sorun olmaktan çıkmaktadır.

-Anladım, doğru.

-Ondan öte geçmişe ait en fazla anımsadığım ve adeta sürekli andığım olayların başında gelen nedir biliyor musun Ali arkadaş? Urfa Cezaevi’ndeki firar olayıdır. Orada seninle ikinci kez karşılaşmış oluyorduk. Ama doğruyu söylemem gerekirse, firar ederken seni karşımda görünce hem çok sevindim, hem de şaşırdım. “Vay be, bu bizim ufaklık Ali” demekten kendimi alamadım.

-Öyle mi ağabey?

-Evet, doğru, “bu bizim ufaklık Ali” dedim.

-Belki de beni unutmuştunuz.

-Eee, doğrusunu söylemek gerekirse unutmamıştım, ama böyle belleğimde çok canlı bir siman da yoktu. Yani tamam, ‘Ali’ diye bir arkadaşımız vardı, Cezaevinde eğitime alınmıştı, fakat aradan epey zaman geçtiği için ne yaptığını ve nelerle uğraştığını pek fazla bilemiyordum. Ama elinde silahla, cin gibi karşımda gördüğüm kişinin bir zamanlar eğitime katılan ufaklık Ali olduğunu görünce, o zamanki genel duruşun hafızamda belirgin biçimde canlanmış oldu.

-Bana “Kemal ağabey’in firar eylemine katılacaksın” denildiğinde öylesine sevinmiştim ki, kelimelerle anlatamam. Tabi ki ben sizi ne unutmuştum ne de belleğimdeki varlığınız zayıflamıştı. Tam tersine ben devrimcileştikçe, faaliyetlere daha fazla katılım sağladıkça sizi anma, anımsama artıyor, belleğimdeki yeriniz daha fazla elle tutulur hale geliyordu.

-Mükemmel bir planlama ile gerçekleşen bir firardı. Gerçekten de ustaca hazırlanmış bir özgürlük eylemiydi. Tabi ki birçok şeyi bir araya getirerek gerçekleştirdiğimiz bir firar olayıydı. Yarıaçık Cezaevi'ndeki yurtseverlerin katkıları az değildi, onların da epey emeği ve katkısı oldu. Hem iç gelişmeleri yönlendirip koordine ettiler, hem dışarıdaki arkadaşlarla bilgi akışını sağladılar, hem de fiili firar eylemi gerçekleştiği zaman gerekli yardımı sağladılar. Tabii ki dışarıya çıktıktan sonraki planlama da mükemmeldi.

-Aslında bize fazla iş düşmemişti. Her şeyi içeride halletmiştiniz. Bize düşen görev bir araba, herhangi bir olumsuzluk durumunda can güvenliğinizi sağlamak ve sizi sağlam bir biçimde gerekli yere ulaştırmaktı. Bunu yapmaya çalıştık. Bence çıkışınız ilginçti Kemal ağabey.

-Nasıl ilginçti?

-Sizinle birlikte en fazla üç kişi olacağınızı söylemişlerdi. Karşımda kalabalık bir grubu görünce şaşırdım. Ama iyi ki planlamamız biraz derli-topluydu. Yoksa sorun çıkabilirdi.

-Sizden, daha doğrusu dışarıda çalışmaya dâhil olan arkadaşlardan korkuyordum. Açık vermelerinden, sağlam çalışmayacaklarından çekiniyordum. Özellikle beni almaya gelecekleri günden korkuyordum. Cezaevinin önünde panik, heyecan, korku gibi nedenlerden dolayı açık verme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyordum. Ama korktuğum başıma gelmedi.

-Siz çıkmadan yarım saat önce cezaevinin yarıaçık kapısının önünde beklemeye başlamıştım. Aslında sabah erkenden oralardaydım. Cezaevinin hemen yanında Eyyüp Peygamber Mezarlığı'nda biraz bekledikten sonra, hemen yan tarafında bir camii vardı, bu camide de epey bekledikten sonra saat 12.00'ye on kala cezaevinin yarıaçık kapısının önüne geldik. Beklerken büyük bir heyecan içindeydim. Aslında sadece heyecan değil, her şeyi iç içe yaşıyordum. Heyecan da sevinç de hüzün de korku da vardı ruhumun derinliklerinde. Müthiş bir bekleyiş, bir dakika bana bir ay gibi uzun gelmişti. Zaten fazla beklemeden hemen siz çıkıp geldiniz. Sizi görünce büyük bir sevinç ve korku patlaması yaşamıştım. 'Evet, o anda, yani siz kapıdan dışarıya ayağınızı attığınızda 'işte tarihin yazacağı an' diye düşünmekten kendimi alamamıştım.

-Demek kalabalık halimizi görünce şaşırdınız, öyle mi?

-Evet, doğru. Çünkü bize 'en fazla üç' kişi demişlerdi.

-Aslında arkadaşlar doğru söylemişlerdi. Yani normalde benimle birlikte üç kişi gelecekti. Ancak son anda firardan haberi olanların tümü “biz de geleceğiz” dediler. Ne kadar karşı çıksam da ikna edemedim. Daha fazla ısrarın firar girişimini boşa çıkaracağını düşünerek, benimle birlikte partiye gelmeleri şartıyla kabul etmek zorunda kaldım. Hepsi de şartımı kabul ettiler, belki de o an kabul etmek zorunda kaldılar. Gerçi birkaç kişinin dışında diğerleri benimle birlikte geldiler, sonradan öğrendiğime göre onlardan ikisi şehit düşmüştü.

Kemal konuşurken yorgun düşmüştü. Ali ile olan sohbetini yarıda bırakmak istemiyordu. Ama uyku ve yorgunluğa dayanamayarak derin bir sessizliğe gömülmüştü….

Kemal Pir, 6 Eylül de, Ali Çiçek 17 Eylül‘de Diyarbakır Zindanı’nda yaşamını yitirdi.


ANF

Marksizm Penceresinden Dünya Tarihi / Bölüm 4: Savaşın ve Dinin Kökenleri

Serinin "Savaşın ve Dinin Kökenleri" başlıklı bu bölümünde Neil Faulkner, savaşın ve dinin çıkış noktasına ve kökenlerine eğiliyor. 

Yarısı çocuklardan oluşan 34 insan 3 metre genişliğinde bir çukura atılmıştı. Yetişkinlerden ikisi başlarından vurulmuştu. Aralarında çocukların da olduğu diğer 20’si ölene kadar sopayla dövülmüştü. Arkeologların, buranın bir katliam bölgesi olduğundan şüphesi yoktu.

Güneybatı Almanya’daki Talheim “ölüm çukuru” milattan önce 5000 yılındaki Erken Neolitik dünya hakkındaki ürkütücü bir gerçeği su yüzüne çıkarmıştı. İnsanlar savaşı keşfetmişti.


Başlangıçta savaş yoktu. Eski Taş Çağı boyunca, 2.5 milyon yıl, küçük hominid grupları, avcılık, toplayıcılık ve leş yiyicilik vasıtasıyla yiyecek arayışıyla tabiatta gezdiler. Birbirleriyle karşılaşmaları nadir, her türden çatışma ise daha da nadirdi.


Ancak sonra, sayılarının artmasıyla kaynaklara dair çekişmeler nadir oldu. Mağara resimleri, avcıların oklarını sadece hayvanlara değil, ara sıra birbirlerine de attıklarını gösterir.


Ancak bu gerçekten savaş değildi. Savaş; karşıt gruplar arasında geniş çaplı, uzun süreli, örgütlü şiddettir. Buna dair milattan önce 7500 yılında başlayan Neolitik Devrim öncesinde iz yoktur.


Tarım, besin elde etmede avcılıktan çok daha etkili bir yol olduğundan Yeni Taş Çağı’nda nüfus aşırı derecede arttı. Paleolitik fosillerin sayısı yüzlerde iken, Neolitik iskeletlerin sayısı on binlercedir. Ama tehlike bu noktadaydı.


Teknik ilkel, üretkenlik düşük, üretim fazlası küçüktü. İnsanlar sınıra yakın yaşıyor, ekinlerin çürümesi, hayvan hastalığı ve anormal havalara kurban gidiyordu. Kıtlık, açlık ve ölüm, Erken Neolitik’in çiftçi topluluklarının yakasını bırakmıyordu.


Hep var olan bu tehlikelere, Erken Neolitik üretim biçiminin mutlak sonucundan kaynaklanan iki “sistemik” problem eklendi: nüfus artışı ve toprak yorgunluğu. Rakamlar büyümeyi sürdürdü, fakat toprak sınırlı bir kaynaktı.


Topraktan cömertlik alındıkça ve yeri doldurulmadıkça, bakir doğadan yeni alanlar koparılmak zorundaydı. Nüfus büyüdükçe mevcut köyler herkesi besleyemedi ve öncü gruplar, yeni yerleşimler bulmak için yönlerini değiştirdi. El değmemiş son bölgeler temizlenirken, müsrif Erken Neolitik ekonomi sınırlarına erişti.


Toprak hırsı ve yiyecek hırsı, komşu grupları anlaşmazlığa sürükleyebildi. İlk çiftçilerin kötü günlerde savunacakları müşterek mülkiyetleri –araziler, hayvanlar, ambarlar, kalıcı evler- vardı.


Yoksulluk ve mülkiyetin, kıtlık ve ihtiyaç fazlasının bu bileşimi ilk savaşların temel nedeniydi. Çok acıkanlar, komşularının tahıllarına ve koyunlarına el koyarak bunları yiyebiliyordu. Talheim ölüm çukuru, bu türden bir ilkel mücadeleye tanıklık ediyor görünüyor.


Ancak bir savaş yapmak istiyorsanız savaşçılara, müttefiklere ve savunma ürünlerine ihtiyaç duyarsınız. Bunların daha çoğuna sahip olan gruplar, daha azına sahip olanları yenecek. İhtiyaç fazlasıyla yatırım yapan gruplar, yapmayanlara hükmedecek.


Arkeologlar şu anda milattan önce 3500 civarındaki on yılları Britanya’daki ilk savaşların yılları olarak görüyorlar –adada Neolitik Devrim’in başlamasından sadece birkaç asır sonra.


Doruklara muazzam “setli kamplar” inşa edilmişti. Wiltshire’daki Windmill Tepesi, 15 futbol sahası büyüklüğündeydi ve eşmerkezli üç tümsek ve hendek halkasıyla çevriliydi. Muhtemelen siyasi toplantılar, dini törenler ve savunma için kullanıldı. Söz konusu alan yeni bir düzeni simgeliyordu –uzak köylerden insanları tek bir kabile yönetiminde birleştiren bir düzen.


Bununla beraber insanlar, anıtsal taş plakalardan ve toprak yığınlarından oluşan müşterek mezarlara gömülüyordu. Wiltshire’daki West Kennet “uzun höyüğü” 100 metre uzunluğunda ve 20 metre genişliğindeydi. Etkilemek için inşa edilmiş, bölgesel hâkimiyet beyanıdır. Hâkimiyet için mücadele edildiğini göstermesi için gerekendir.


Setli kamplar, ibadet alanlarıydı. Uzun höyükler, ataların anıtmezarlarıydı. Erken Neolitik’in büyük devletleri, ortak inanç ve ritüelle birbirine yapıştırılmıştı.


Büyü (istediğini şaklabanlıkla elde etme girişimi) ve din (istediğini daha büyük bir güce yalvararak elde etme girişimi) uzun bir tarihe sahipti.


Üst Paleolitik avcılar, mağaralarının karanlık derinliklerindeki duvarlarına av hayvanları çizmişlerdi.


Tarihöncesi akılda sembol, resmedilmiş şekil gerçekliği, gelecekteki avı büyü ile çağırırdı.


Büyü sadece resimle değil, dansla, müzikle, kişisel aksesuarla da gerçekleşirdi.


Koreografik hareket, ritmik gürültü ve giyinip kuşanmak, istek ve umutları şekillendirirdi.


Ritüellerle fiziksel olarak heyecan dolan avcılar, çok geçmeden yenilenen özgüvenle yiyecek arayışına yeniden başlardı.


İnsan topluluğu –topluluğun bağlılığı, üretkenliği ve varlığını sürdürmesi-, aynı zamanda bir tapınma meselesiydi.


“Totemizm”, büyü ve inancın tarihöncesi çağlara ait bir alaşımıdır: insan topluluğunu bir hayvanla aynı kefeye koyar ve sonra hayvana, topluluğun esenliğini korumasından dolayı saygı duyar.


Atalara tapınma da eşit derecede eski zamandan kalmadır: bu tapınma, erkek akrabaları, yaşayan nesillerin üzerinde koruyucu bir şekilde süzülen iyilikçi ruhlar olarak düşünür.


Ancak dört başı mamur din, tanrılara –güneş, ay, toprak ana- tapınmayı içerir. Yabancılaşma -doğa üzerinde kontrol eksikliği- böylece en gösterişli ifadesini kazanır.


İnsanlar, yapabildikleri hepsine yönelik yakarışlar (dualar) ve rüşvetler (kurbanlar ve adaklar) yoluyla kontrol edemedikleri güçlerden kendilerini korumaya çabalarlar.


Dinin arkaik biçimleri –totemizm, atalara tapınma, güneş, ay ve toprak ana inançları- bir sonraki inançta geriye “fosilleşmiş” olarak kalır.


Bildiklerimizin çoğu bundan elde edilir. Vahşi doğanın Yunan tanrıçası Artemis’e Antik Atina’da dişi ayı gibi giyinen bakirelerce dans edilerek tapınılırmış.


Bir İtalyan taşra tanrısı olan Lupercus’a, Antik Roma’da bir mağarada ziyafet çeken ve sonrasında kesilen keçilerin postlarını giyerek şehrin etrafında koşuşturan soylularca tapınılırmış.


Erken Neolitik köyler, kabile devletleriyle birleştirilirken, yeni bir önem kazandı. Arazi için rekabet ve savaş küçük toplulukları, güvenliği daha büyük birimlerde aramaya zorladı. Totemlerin, ataların ve tanrıların ortak tapınma, yeni toplumsal kimlikler yarattı. Ortak inanç ve ritüeller, dayanışmayı besledi.


Ancak sonuçlar kanlı olabiliyor. Gloucestershire'da bulunan Crickley Hill'deki Erken Neolitik setli kamplarına saldırıldı ve bunlar yakıldı. Bölge civarında 400'den fazla taş ok ucu bulundu. Erken Neolitik uzun höyüklerinde bulunan ölülerin çoğu, okla veya sopayla, kazmayla, baltayla ya da taşla öldürülmüş.


Radyokarbon saptama (organik kalıntılarda Karbon-14 bozunumu üzerine kurulu)ve "Bayesyen" istatistiğin bir bileşimi, bu olaylar için yeni tarihler ortaya koydu. Setli kampların ve uzun höyüklerin inşası ile kitlesel kıyımın meydana gelmesi genel olarak eşzamanlıydı. Milattan önce 3700 ile 3400 yılları arasında Britanya'da bögesel hakimiyet, kabile toplulukları, büyük ölçekli törenler ve savaş üzerinde temellenmiş yeni bir düzen kuruldu.


Bu düzen, savaş ağaları ve önderlerden oluşan yeni bir toplumsal katmanı güçlendirdi. Ve zaman içerisinde bunlardan yeni egemen sınıf gelişecekti.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5344-a-marxist-history-of-the-world-part-4-war-and-religion adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Kaynak:  http://gercegingunlugu.blogspot.fr/2012/07/marksizm-penceresinden-dunya-tarihi.html 
 
Gerçeğin Günlüğü emekçilerine yazı için teşekkür ederiz...

Marksizm Penceresinden Dünya Tarihi / Bölüm 3: Neolitik Devrim

Neil Faulkner serinin üçüncü bölümünde, tarımın ortaya çıkışının, topraklardaki azalma ve kaynakların kıtlığıyla küresel savaşa zorlanacak ilkel komünal topluma nasıl öncülük ettiğini ortaya koyuyor. 

Son buzullaşmanın buzları, 20 bin yıl kadar önce erimeye başladı. Bundan 10 bin yıl önce, küresel sıcaklıkları bugünkülere yakın düzeyde sabitlendi. 7 bin yıl önce, dünya bugünkü şeklini aldı.

Örneğin Avrupa, yükselen okyanus sularının kara köprülerini aşması ve Baltık Denizi, Kuzey Denizi ve Karadeniz’i basmasıyla şekil aldı.


Sonuç, dünya halkları için yavaşça gelişen bir ekolojik kriz oldu. Kuzey’de, büyük hayvanların gezindiği açık tundraların yerini sık ormanlar aldı ve ava uygun yaban hayvanı miktarını yüzde 25 oranında azaldı.


Orta ve Batı Asya’da kriz bundan daha ciddiydi: küresel ısınma, geniş alanları çöle çevirdi. Buralarda yaşam, nemli yüksek bölgelere, nehir vadilerine ve vahalara doğru çekildi. Bu ilk kez olmuyordu. 2.5 milyon yıllık Buzul Çağı’nda buzullar birçok kez artmış ve azalmıştı.


Şimdiki fark, ısınan bir dünyaya uyum sağlamayla yüz yüze gelen hominidlerin kimlikleriydi. Homo Sapiens’ler tüm dünyaya yerleşmiş, diğer tüm hominidleri yok olmaya sürüklemişti.


Günümüzden 85 yıl önce ile 15 bin yıl önce arasında, ilk büyük küreselleşmeyi gerçekleştirmişlerdi. Bunu beyin gücünün, sosyal organizasyonun ve eşi benzeri görülmemiş kültürel yenilenme kapasitesinin avantajıyla yapmışlardı. Bu nitelikleri şimdi küresel ısınma sorununda kullanıyorlardı.


Kuzey’in ormanlık tabiatında, artık çoğu insan gıda maddelerinin bol ve çeşitli olduğu nehirler, göller, deltalar, haliçler ve deniz kıyılarında bulunuyordu. Yorkshire’daki Star Carr, milattan önce 7500 dolaylarında her yıl bahar sonlarında ve yazın mevsimlik kamp olarak kullanılan bir yerleşimdi.


“Mezolitik” (Orta Taş Çağı) insanı, taşı yaban öküzü, kanada geyiği, alageyik, karaca, yaban domuzu ve bunun yanı sıra ağaç sansarı, kızıl tilki ve kunduz gibi daha küçük hayvanları avlamada kullanıyordu. Yöntem, sinsice yaklaşma ve yakın mesafeli pusuydu.


Alet takımları, kazıcılar, deliciler ve diğer taş edevatla birlikte boynuzdan yapılmış dikenli mızraklar içeriyordu. Star Carr halkı bunu çok kolay elde ediyordu. İncelikli avcılık ve toplayıcılık teknikleri, onların yağışlı ve ormanlık arazide yeni besin kaynaklarını kullanmalarını olanaklı kılıyordu.


Asya’nın kurak bölgelerinde, daha radikal şeyler gerekliydi: yiyecek toplamanın değişik biçimleri değil, yiyecek üretimi. Avcıların, kurbanlarıyla uzun süreden beri var olan simbiyotik bir ilişkileri vardı. Ağaçsız alanlar yaratıyor, hareketlerini yönlendiriyor, yiyecek temin ediyor, yırtıcı hayvanları savuşturuyor, genç olanları öldürmüyorlardı. Verimli oyun avcıların menfaatineydi.


Avlanmadan hayvancılığa geçiş yavaş yavaş ve kusursuz olabilirdi. Tohumdan yetişen bitkiler bir basit gözlem meselesiydi. İnsanın ekin biçmek için tohum ekmesinin gerekmesi dev bir adım değildi. Ancak bir tercih içeriyordu –ve bunun, ille de hoş karşılanmasına gerek yoktu.


Çiftçilik zor iştir: uzun, tekrarlanan yıpratıcı çalışma anlamına gelir –toprağı temizlemek, çimleri yolma, toprağı çapalama, tohum serpme, zararlı otları temizleme, zararlı böcekleri engelleme, araziyi sulama ve suyunu boşaltma, ekin biçme.


Ve daima kuraklık, sel ve çürüme tehlikesi vardır. Ve sonra hepsi yeni baştan. Yıldan yıla, yıldan yıla. Bu nedenle çiftçilik olumlu bir tercih değildir. Avcılık ve balıkçılık, toplayıcılık ve leş yeme çok daha kolaydır.


Kaynak azalması ve mali krizin temelini “Neolitik Devrim” oluşturur. Günümüz Ürdün’ündeki Petra kenti yakınlarındaki El-Beidha, milattan önce 6500 yılında Neolitik (Yeni Taş Çağı) çiftçilerin yurduydu. Taştan, keresteden ve çamurdan yapılmış müşterek “hol” evlerde yaşamışlar, un yapmak için taş el değirmeninde tahıl öğütmüşler ve taş parçalarından ok başlarının, bıçakların ve raspaların da olduğu çok sayıda ve çeşitli aletler yapmışlar. Coğrafya ve iklim, farklı yerlerde farklı ekonomiler meydana getirmek için insanoğlunun becerisiyle etkileşime girer.


Tarım, Batı ve Orta Asya’da kısmen gelişmişti, çünkü buralar daha kuruydu ve besin kaynakları konusundaki sıkıntı daha büyüktü; ve bunun nedeni bir ölçüde de en önemli türlerin yaban çeşitlerinin ehlileştirmeye uygun olmasıydı –arpa ve buğday, inek, koyun, keçi ve domuzlar. Ancak iklim değişikliği küreseldi ve tarım farklı zamanlarda birbirinden oldukça farklı yerlerde icat edildi.


Örneğin Papua Yeni Gine dağlarında milattan önce 7000 yılında, şeker kamışı, muz, kabuklu yemişler, taro, otlar, kökler ve yeşil sebzelere dayalı bir Neolitik ekonomi gelişmişti. Bu, 1930’lara kadar esasen değişmeden kaldı. Avrupalı ilk çiftçiler, milattan önce 7500-6500 yıllarında Ege Denizi’nden Doğu Yunanistan’a geçen Asyalı öncülerdir.


Beraberlerinde “Neolitik bohça”yı getirdiler –çapa ürünleri ve evcilleştirilmiş hayvanlar; kalıcı yerleşimler ve kare evler; iplik eğirme ve dokumacılık; çapalar, oraklar, cilalı baltalar; çanak çömlek ve değirmen taşları; seramik “şişman kadın” heykelcikleri.


Bunların hepsi, ayırt edici “Asyalı” DNA’sına sahip insanların mezarları yanındaki arkeolojik kayıtlarda pat diye bulunur. Tarım yavaş yayıldı. Milattan önce 7500’den bu yana avcı-toplayıcılık, hayvancılık ve toprağı işleme aynı anda var olmuştur. Birçok erken dönem Neolitik topluluğu, bu üçünün hepsinin unsurlarının yer aldığı bir “karma ekonomi” kullanmıştır.


Diğerleri tarıma tümüyle direndi. Tarımın Balkanlardan, Macar Ovası üzerinden Kuzey ve Batı Avrupa’ya yayılması milattan önce 5600’den evvel değildir.


Daha sonra yeniden duraksadı. Baltık Denizi’nin, Kuzey Denizi’nin, Atlantik şeridinin ve Britanya adalarının avcıları bin yıl boyunca direndiler. Sonra onlar da milattan önce 4300-3800 yıllarında Neolitik’e geçtiler.


Yine Avustralya Aborijinleri veya Kalahari Buşmenleri gibi diğerleri, yakın zamanlara kadar avcı-toplayıcı bir ekonomiyi muhafaza ettiler. Tarım her zaman gönülsüz tercih olmuş olmalı. Buna rağmen bir kere yerleşti mi geri dönüş olmamıştır.


Tarım, araziden yoğun olarak faydalanması nedeniyle avcı-toplayıcılığa göre çok daha büyük nüfusları geçindirebilir. Çiftçiler çapalamayı ve hasadı bıraktıklarında aç kaldılar. Bakir doğadan geçimini sağlayan çok fazla çiftçi vardı.


İnsanlık, kendi başarısıyla yorgun düştü. Ancak en azından hiç sosyal parazit yoktu: herkes çalıştı ve her şey paylaşıldı. Ne evler, ne de mezarlar toplumsal eşitsizlik belirtisi göstermez.


Milattan önce 5000 yılında, Neolitik çiftçiler –arkeologlarca Linear Band Keramik Kültür olarak bilinir- Avrupa’nın büyük kısmı boyunca yerleşmişlerdi. İki veya üç düzine kereste “uzun ev”den oluşan köylerde yaşıyorlardı. Bu evler 30-40 metre uzunluğunda ve 5 metre genişliğinde olabiliyordu. Bu evleri inşa etmek, tamamen kolektif çaba gerektirecekti. Her biri bir sülaleye kalacak yer sağlamış olmalı. Dolayısıyla Erken Neolitik toplumunda ne sınıfsal ayrışmalar, ne de çekirdek aile vardı.


Her ikisinde de “doğal” bir şey yok. Avcı toplayıcılar gibi, ilk çiftçiler de Karl Marx ve Friedrich Engels’in “ilkel komünistler” olarak adlandırdığı şeydi. Ancak bu kıtlık komünizmiydi. Erken dönem tarımı müsrifti: toprak temizlendi, ekildi, yoruldu ve terk edildi. Toprağı “yaşam dolu” tutmak için nadasa bırakma ve gübreleme henüz kural değildi. Ve kitleler büyüyordu. Toprak tükeniyordu. Erken Neolitik ekonominin bu ikilemleri yakın zamanda savaşa patlak verdirdi.


http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5343-a-marxist-history-of-the-world-part-3-the-neolithic-revolution adresinden yayımlanan metinden çevrilmiştir.


Kaynak:  http://gercegingunlugu.blogspot.fr/2012/07/marksist-dunya-tarihi-bolum-3-neolitik.html

Gerçeğin Günlüğü emekçilerine yazı için teşekkür ederiz...