19 Mayıs 2011 Perşembe

Karakol Kürdistan!


Seçime günler kala operasyonlar ardı ardına yapılıyor, bütün dağlarda askerler Kürt avına çıkmış durumda. Ve şehirlerde durum pek farklı değil; polisler her kentte, mahallede Kürt avında.

Acaba kim seçime nasıl girme niyetinde ve neden bu niyeti besliyor?


***


Kürdistan’daki tablo son derece açık. Genelkurmay askeri operasyonları durdurmayacak ve can kayıpları devam edecek. Hükümet polisiye operasyonları durdurmayacak ve yakında cezaevlerinde yer kalmayacak. (Zaten Başbakan 12 Eylül referandumu öncesinde Diyarbakır’a ve daha birçok yere yeni cezaevleri yapacağının müjdesini vermişti.)


Ayrıca Başbakan, Van’da karakol açılışına katılacak; Bülent Arınç’ın dediği gibi sınıra kelle avcısı profesyonel askerler yerleştirilecek.


Vaziyet bu kadar açık ve hükümet hem siyasi hem de askeri rakiplerini ateşkese rağmen tasfiye etmek için kolları çoktan sıvamış durumda. Rakipleri ne kadar zayıf duruma düşerse hükümet de o kadar güçlü çıkacağının hesabında.


Böylece bir durumu daha net bir şekilde anlıyoruz ki; hükümet İstanbul için Kanal İstanbul projesini açıklarken, bölge için Karakol Kürdistan projesini hayata geçiriyor bile.


Binlerce gözaltı ve tutuklama, yeni karakolların kurulması, askeri ve siyasi operasyonların ardı ardına yapılması ve cezaevlerinin dolup taşması başka ne anlama gelir ki!


***


10 PKK’li ve 8 askerin yaşamını yitirdiği sınır hattındaki duruma bakıldığında da Karakol Kürdistan projesinin bir başka ayağını da görüyoruz: Hükümet ciddi ciddi sınır ötesi operasyona hazırlanıyor. Zaten askerin sınır ötesi operasyon tezkeresi üçüncü kez uzatılmış ve elde duruyor. Sınır hattından aldığımız bilgilere göre, hükümet Şubat 2008’deki Zap operasyonunun rövanşını alma niyetinde ve sınır hattına onbinlerce askerin yığılmasının nedeni de bu.


***


Bütün bu verilerden hareketle son günlerde kamuoyunda artan tepkilere karşı hükümet yanlılarının ortaya attığı saçma sapan tezlere de bakalım. Diyorlar ki, sınırda bir general var, Balyozcu’dur ve hükümeti seçim döneminde zor durumda bırakmak için operasyon emrini veriyor. Daha neler!


Erdoğan’ın yalakacılarını Erdoğan’ın kendisi yalanlıyor zaten. Erdoğan şunu söylerken her şeyi net bir şekilde ortaya koymuş oluyor: “BDP’li milletvekilleri şu anda teröristlerle sınırda çatışmaya giren askerimize karşı tavır alıyor ve onları masum göstermenin gayreti içerisine giriyor. Askerin görevi ne? Bu tür içeri girişleri engellemektir, sınırı korumaktır. Bu görevi yapmışlardır.”


Milleti kandırmak için başka yollara başvurun, hükümet isteseydi kesinlikle operasyonlar yapılmayacaktı, ateşkes ortamı tesis edilecekti.


Kendinizi kandırabilirsiniz, ama boşuna!


***


Sınır hattında Karakol Kürdistan projesine rağmen Kürt halkı büyük ve tarihi bir direniş ortaya koydu. Kürt halkı canlı kalkan oldu ve çocuklarını kurda kuşa yem etmeyeceğini, sizin adlandırdığınız gibi adlandırmadığını, çocuklarının sahipsiz olmadığını, öldürmekle bitiremeyeceğinizi çok net bir şekilde ortaya koydu.


Size tavsiyemiz, sınır hattında ve Cizre’den Diyarbakır, Malazgirt’e kadar uzanan yol hattı boyunca ortaya çıkan görkemli fotoğrafı inceleyin ve buradan bakıp düşünün. En azından kendinizi kandırmaktan belki bir nebze kurtulursunuz.

AKP’nin Taşeronları ve Kürtlerin Yemini!...


Durum AKP taşeronu akademisyen, gazeteci, strateji uzmanı ve tatlı su liberal demokratlarının anladığı ve anlattığı gibi değil. Mesele seçim falan da değil. Mesele onun bunun oyunu da değil. İnsanların öldürülmesi için fetva çıkaran bir iktidar+cemaat polisi+ordu ortaklığı var. Hiç kimse AKP’yi yaşanan çatışma ve ölümlerden uzak tutamaz. Kürtler de bunun farkında. Toplu yeminler yapılıyor. Geri dönüşü yok... Kürtler artık zulme boyun eğmeyecek. Ya özgür yaşayacaklar ya da yaşamayacaklar. Bu erdemli kararın derinliğini ve değerini ne Tayyip Erdoğan ne de şürekası anlayabilecek kapasitede...

Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, geçtiğimiz günlerde İmralı’daki görüşmenin ardından “Felaketin eşiğindeyiz. Kötü şeyler olacak. Araf halindeyiz. Sorumluluk devlettedir, sayın Başbakan’dadır. Cennet olsa birlikte yaşayacağız, cehennem olsa birlikte yanacağız” dediğinde Kürt kadınının yeminli düşmanı Bülent Arınç, Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, AKP’nin yandaşı medya ve tatlı su demokratları kıyameti kopardı. “Bu nasıl bir konuşma” dediler. Tuğluk’un konuşmasının ardından onlarca Kürt genci katledildi. Kimse çıkıp da birşey demedi. Ama AKP’nin ve cemaatin acemi özel savaş eğitmeni Emre Uslu eğittiği polis ve istihbaratçılarından aldığı bilgilerle „Kastamonu, Bolu ve Karabük” teorisi ortaya koyunca “uzman ve öngörülü” sayıldı.

Bu çok bilmiş polis ve istihbarat kaynaklarına sahip Cemaatsever uzman beyefendi şimdi de ‘sınırda katledilen Kürt gençlerinin emrini AKP ve Fethullah Gülen Cemaatini Bitirme Planını hazırlayan ekipten Tümgeneral Mustafa Bakıcı yönetti’ diyor. Bu söylemle askeri operasyonların AKP’nin ve Gülen cemaatinin dışında geliştiğini göstermek istiyor. O kadar uyanık ki onlarca Kürt gencinin ölümünden AKP’yi ve cemaati “mağdur” olarak sunuyor. Acemi özel savaş uzmanı bunu ortaya atar atmaz Zaman ve Yeni Şafak, Star ve Taraf çevresi başta olmak üzere bunun üzerine atladı.

Ancak durum o kadar basit değil. Öcalan’ın önemle belirttiği bir nokta var, „Yaşananlar provokasyon ötesi bir durumu gösteriyor.” Yani daha derin. Meselenin derin yanını Tayyip Erdoğan “Kürt sorunu artık yoktur” tespiti ile yaptı. Seçim meydanlarında herşey yolunda “istikrarlı” gidiyor diye promterlerden yazılar okuyup çılgın projeler, 1948’li yılların belgeleri, küfürler ve porno kasetlerle zamanı geçirmeye çalışıyor. Yanı başındaki akademik ve derin düşünceli danışmanlar ise, Kürtlerin taleplerinin geçersizliğinden söz edip duruyor.

AKP’nin siyasal kimliğini akademik zemine çekmek isteyen ve Kürt politikasında Erdoğan’a akıl hocalığı yapan Doç. Dr. Yalçın Akdoğan efendi ile strateji uzmanı Yasin Aktay Kürtlerin bir sorunu olmadığı, BDP’nin de marjinalleştiği analizleri ile Erdoğan’ı gaza getirip konuşturuyorlar. Bu beyefendilerin yanı sıra tatlı su demokrat ve liberalleri de var. Sürecin karakterini tayin eden çözümlemeler ve raporlar hazırlıyorlar. Bu raporları esas alan Tayyip Erdoğan Kürt illerine gidecek. Bu öfkeli halkın kentlerine gidip meydanlarında kendisine hazırlanan yazılardan konuşmalar yapacak. Amed’e halka yeni zindanlar, askere karakol, polise lojman yaptıracağının müjdeleyecek!

Zulmü artıranlara mükafat olarak milyonlarca liralık gaz bombaları, milyarlarca liralık bomba atarlı helikopterler aldığını açıklayacak. Halk tepki gösterecek. Sonra bu beyefendiler Kürt illerinde gelişen serhildanları, Kürtlerin öfkesi ve kararlılığı karşısında atıp tutacaklar. Halkın oyuna geldiğini söyleyecekler. Kürt çocukları, gençleri, kadınları ve yaşlılarının haykırışlarını “marjinal, terörist ve vurulması, tutuklanması gerekenler” olarak tanımlayacaklar. Kentlerde yaşamı durduran halk inisiyatifi açıklamalarını, halkın bir bütün olarak katıldığı eylemselliğin sırrını çözmeye çalışacaklar.

Ama sade bir gerçeğe baksalar, herşey o kadar basit ve anlaşılabilir ki!.. Kürtler, sınırları, dağları, karakolları aşıp vurulan gençlerinin cenazelerini mermi ve top atışları sağanağı altında araziden bulup getiriyorlar. Öfke o kadar derin ve keskin ki hiç kimse önünde duramıyor. Yüzlerce değil, bir anda binlerce, on binlerce oluyorlar. Tutuklanıyorlar, coplanıyorlar, gaz bombaları atılıyor üzerlerine yılmıyorlar... Öldükçe çoğalan halk gibiler... Kent kent, köy köy çoğalıyorlar. Dağ renginde öfkeleri... Evet Kürtler öyle öfkeli ki! Öyle derin ki öfkeleri... İntikam sesleri ile dağlara yürüyorlar. Yeni bir durum değil bu... Verilen bütün bedellerin toplam sonucu...

guelbaki@ymail.com

Korku Sınırını Yıkan Kürtler...


Kürdistan yine evlatlarına ağlıyor. 12 Karanfil, 12 can, 12 yiğit delikanlı… Dün Dêrsim’de öldürülen 7 gerillanın yası dinmemişken, bugün Uludere’de 12 gerillanın cenazesi geldi. Dêrsim’de gerillaları öldürdükten sonra veya önce korkunç işkence yapmış, gözlerini oymuş, kulaklarını kesmişlerdi. Bugün de Uludere’de öldürdükleri gerillaların cenazesine saygısızlık yaparak, halkın sabrını iyice taşırdılar. Askerler, sınırın öte yanında öldürülen gerillaların ortaya saçılmış, parçalanmış bedenlerini almaya giden heyetin elinden tabutları alarak, onlara gerçek mermi sıkarak aymazlığın, terbiyesizliğin sınırlarını iyice zorladı, ama Kürdistan halkı evlatlarına sahip çıktı, onların tabutlarını büyük bir gururla taşıdı. Sınırda askerler ateş açıp saldırmasına rağmen elleri yapıştı çocuklarının tabutlarına. O tabutları düşürmek bir kere daha ölmek demekti onlar için…

Onbinlerce insan gerillaların cenazesine sahip çıktı. Birçok il ve ilçede insanlar ölen gerillalar için protesto eylemi yaptı. Ölen gerillalardan Âdem Aşkan’ın babası Halit Aşkan, ‘’Erdoğan Kürt halkına katliam uygulayan bir Deccal’dır” diyerek öfkesini dile getirdi. Deccal, sağ gözü kör yani gerçeği görmekten perdeli, sahip olacağı olağanüstü güçlerle insanları kendine tapındıracak ilah olduğunu iddia eden varlık demek… Kısacası ‘’Deccaliyet” her gerçeği saptırma, olduğunun aksine gösterme ve kabul ettirme işlevidir.

Yine Taksim’deki protestolar esnasında bir annenin, ‘’Münafık Erdoğan” diye bağırması acının ve öfkenin başka bir seslenişiydi. Dili ile iman ettiğini söylediği halde kalbiyle tasdik etmeyen kimseye ‘münafık’ denildiğini biliyoruz. Müslümanlığı salt kendinde merkezleştirmiş olan Erdoğan, ‘’Deccal”ın ya da ‘’Münafık”ın ne olduğunu elbet benden daha iyi bilir, bu benzetmelerin onda nasıl bir rahatsızlık yaratacağı da ayrı bir konu…

Erdoğan, seçim mitinglerinde topladığı halka brifing verirken ölen gençlerden hiç bahsetmiyor. ‘’Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunu var” diyerek operasyonlara devam ettiriyor. Kürt kardeşlerinin çocuklarına ölüm fermanını imzalıyor. Yaptığı ölüm tacirliğinden hiç bahsetmiyor. Bülent Arınç’ın Diyarbakır’da ‘’1 Haziran’da başbakanımız gelecek ve size önemli açıklama yapacak” demesi de manidardır. Kürt çocuklarının öldürülmesine fetva veren bir başbakan nasıl iyi şeyler söyleyecek? Dalga mı geçiyorlar?

Olay artık PKK ile ordu arasındaki savaştan çıkmış, tüm Kürt halkına karşı yürütülen bir imha savaşına dönmüştür. Newroz’dan bu yana sokakta olan Kürtler halden hal edildiler. Yüzlerce gözaltı, cop, şiddet, ölüm, yaralanma ve gaz bombasıyla karşı karşıya kaldılar. O kadar ileri gittiler ki, bir yılda tüketmek için ithal ettikleri gaz bombalarını iki ayda tükettiler. Emniyetin stoklarında biten gaz bombalarına, emniyet genel müdürlüğü ‘’ödeneğimiz yok” derken, başbakanlık örtülü ödenekten imdatlarına yetişti ve bol miktarda gaz bombalarını Kürdistan’a gönderildi.

AKP’nin, CHP’nin Kürt milletvekilleri:

Azıcık utanmanız varsa, azıcık namusunuz varsa kendi halkınızın yanında olursunuz. PKK’nin eylemsizlik kararına rağmen AKP ve ordusunun savaşta ısrarcı olmaları sizi hiç mi rahatsız etmiyor! Gerilla cenazelerine yapılan işkenceler, zehirli gaz kullanıldığı yönündeki iddialar ürkütücü ve insanlık dışıdır. Uluslar arası savaş hukukuna, insan haklarına, insanlığa sığacak uygulamalar değildir. Bunun adı olsa olsa tek kelimeyle vahşettir, katliamdır, soykırımdır. AKP hükümeti orduyla işbirliği yaparak bu vahşet uygulamalarla Kürtleri imha etmeyi hedeflemektedir.

AKP’nin milliyetçi ve militarist politikalarıyla halklar arasındaki bağlarda zayıflamaktadır. Bu askeri ve siyasi operasyonlarının amacı seçimlere giderken Türkiye’de yakalanan emek, demokrasi ve özgürlük bloğu adaylarının seçilmesini engellemektedir. YSK vetosu da bu amacın bir tezahürü olarak çıkarıldı ve yerine TSK operasyonları devreye girdi. AKP hükümeti milliyetçi kesimin oylarını alabilmek için ülkede oluşan olumlu havayı yok etmekte, kaos ortamı yaratarak halklar arasında telafisi olmayacak çatışmalara davetiye çıkarmaktadır.

AKP’nin ve CHP’nin Kürt milletvekilleri:

Onurlu davranıp halkınızın yanında mı olacaksınız, yoksa onursuzluğunuza devam edip kırmızı koltukta oturmanın keyfini mi süreceksiniz?

Ya Erdoğan! Ankara Ticaret Odası’nın düzenlemiş olduğu Vergi Rekortmenleri ödül töreninde, ‘’Benim askerim sınırları korumakla görevli. Benim askerim bunun mücadelesini vermeyecek mi? Bunun neticesinde orada teröristler öldürülüyor. Parlamento içindeki vekiller gidip orada gösteri yapıyor, ülkeyi huzursuz edecek tavır içine giriyor. Hala birileri bunun adına özgürlük diyor. Meydanları da onlara bırakmayacağız” diye seslendi.
Peki, Başbakan Erdoğan bir gün gelir o meydanlar size de kapatılırsa ne olacak?

e.ciftci96@gmail.com

Batı Suriye de Rejim Değişikliğini Istemiyor

Cenevre Uluslararası İlişkiler ve Kalkınma Enstitüsü’nde ders veren Prof. Gorgas’a göre Batılı güçler, Suriye’de rejimin yerli yerinde kalmasını istiyor. Gorgas, Suriye’deki Kürtlerin durumuna ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Suriye Baas rejiminin Mart ortalarında Deraa, Lazkiye ve Humus’ta başlayan gösterilere tepkisi kanlı oldu: 800’den fazla ölü, binlerce yaralı ve akibeti bilinmeyen tutuklu... Şam bir yandan “reform” kartını oynarken, diğer yandan da facebook dahil iletişim özgürlüğü hakkını ihlal ediyor. Avrupa’nın da gündemini etkileyen “Arap baharı” konusunda geçtiğimiz günlerde Lozan’da Sosyalist Parti’nin düzenlediği konferansta konuşmacı olan tarih ve sosyoloji profesörü Jordi Tejel Gorgas’la bir söyleşi yaptık. Cenevre Uluslararası İlişkiler ve Kalkınma Enstitüsü’nde ders veren Prof. Gorgas, doktora tezini Fransız mandasındaki Suriye’de sürgünde yaşayan Xoybun mensubu Kürt aydınlarının siyasi faaliyetleri üzerine yaptı. Prof. Gorgas’ın “Irak: İlan Edilmiş Bir Kaosun Kroniği”, “Suriye Kürtleri” kitaplarıyla birçok uluslararası bilim dergisinde yayınlanmış makaleleri var.

Bölgede yaşanan hareketlerin ortak ve farklı özellikleri nelerdir?

 
Bu ülkelerin birbirini etkilediği ve hatta “domino etkisinden” söz etmek doğu bir tespit. Taleplerde benzerlikler var, Tunus’ta “Bin Ali defol” deniyorken; Mısır’da bu slogan Mübarek, Libya’da Kaddafi ve Suriye’de Başar Esad için kullanılıyor. Bir ülke diğerini cesaretlendiriyor. “Orada mümkünse bizde neden olamasın” diyorlar. Kullanılan sosyal iletişim kanalları da aynı; internet, facebook ve twitter... Sadece rejimlerin ideolojik yapısı farklı; laik, sözde sosyalist, Ürdün gibi Batı’ya dönük. Ortak karakterleri, hepsi totaliter. Sosyo-ekonomik ve askeri güç itibariyle de farklılıklar gösteriyorlar.

Konu Ortadoğu olunca sorun olarak petrolden sözedilir. Bu doğru bir tespit mi sizce?

 
Petrole dayalı ekonomisi ve askeri gücü olan bu bölge ülkelerinde değişim zor olabilir. Hatta halk hareketlerine Batı’nın desteği de zayıf ve yüzeysel olabilir. Çalkantıların başladığı birçok ülkede rejimler değişecek, petrol üreticileri hariç. Dikkat ederseniz düşen ülkelerin ekonomisi zayıf. Neden Libya’ya müdahale ediliyor da, Bahreyn ve Suriye’ye edilmiyor. Zira Libya’nın ekonomisi çok zayıf ve liderliği Batı tarafından asla tasvip edilen biri değildi. Halk tek başına rejimi de değiştiremezdi.

Suriye rejiminin muhalif hareketlere yanıtı sert. Neden Batı’nın tepkisi bu kadar utangaçca?

 
Suriye bir polis devletidir. İnsanların, cesaret edip bu kadar tepki göstermesi bile beklenmiyordu. Çünkü geçmişin acı deneyimleri var. Hama’da, 2005’te Qamişlo’da yaşanan hareketlenmelere devletin tepkisi sert olmuştu. Hıristiyanlar Der Ezzor’da hareketlenmiş ama kanla bastırılmıştı. Ayrıca muhalefet çok zayıf ve o kadar da çok başlı. Örneğin irili ufaklı 13 Kürt partisi var. Mevcut muhalif cephe 2009’da kuruldu. Ama Suriye’de yaşananlar önemli başlangıçtı ve o da oldu.

Baas rejiminden çıkma bir muhalefet ne kadar demokrasiyi getirebilir?

 
Aslında Baas, ne Irak’ta ne Suriye’de 1970’ten beri gerçek anlamda iktidarda değildi. Baas’tan beslenen, bu ismi kullanan aşiretler ve çıkar grupları var. Bunlar iktidarın nimetlerinden yararlanıyorlar ve kendi aşiretleri dışında olanları eliyorlar. Baasçı olmak artık o kadar da önemli değil. Her ne kadar gerçek anlamda bir liberalizm olmadıysa da, liberal ekonomiye geçisin de önemli rolü var. Tek partili, ayrıcalıklı bir zümre ve aşiretler tekelinde bir liberal ekonomi gelişti, ki bu da beraberinde bugünkü asıl sorun olan rüşvetçi sistemi getirdi. Dolayısıyla devlet işlemez hale geldi. Bu arada zamanla eski Baasçılar, aşiretler dışında kalanlardan oluşan bir memnuniyetsizler tabakası doğdu.

Batı’nın bu ülkelerde muhalif hareketleri desteklediği söyleniyor. ABD ve eski sömürgeci ülkelerin rolü nedir?

 
Şu bir gerçek ki, bu ülkelerdeki genç muhaliflerin çoğu Batı’da eğitim almışlar. Birkaç dil biliyor ve sosyal iletişim ağları konusunda uzmanlar. Ama bu her şeyin Batı ve ABD tarafından organize edildiği anlamına gelmez. Bugün yüzlerce vakıf, sivil toplum örgütü var ve o rejimlere karşı muhalifleri destekliyorlar. Yüzlerce sivil toplum kuruluşu düşünce üretiyor, senaryolar üzerinde çalışıyor.

Tekrar Suriye’ye gelmek istiyorum. Nereye doğru gidiyor bu ülke?

 
Libya için de aynı kaygılar vardı. Özellikle Batı’nın sessizliği konusunda, oysa şimdi Kadaffi’nin kellesi isteniyor. Suriye’de de aynı şeyler olabilir. ABD, İngiltere ve İsrail, rejimin düşmesini istemiyor. Zira Şam, Lübnan ve Filistin’de önemli rol oynuyor. Fransa, Hariri’nin öldürülmesinden sonra rejimin düşmesini destekledi. HAMAS ve El Fetih geçtiğimiz günlerde anlaştı. Bu Suriye’ye olan ihtiyacı azaltabilir. Ama aynı zamanda Mısır zayıf ve Arap-İsrail meselesinde rol oynayacak durumda değil. Kısacası Suriye’ye ne kadar ihtiyaç var bilemiyorum. Fakat şu da bir gerçek ki, Suriye’deki rejim değişikliği İran’ı yalnızlaştırır.

Muhalefet sistemi yönetme konusunda Batı’yı ikna edebilir mi?

 
Evet yerine ne konulacak? Batı için asıl sorun burada. Muhalefetin bile bir kısmı, Kürtler de dahil rejimi savunuyor ve sadece reform istiyor. Müslüman Kardeşler şu anki hareketin başını çekmiyor ve sonradan geldiler. Şu anda rejim değişse oluşacak bir koalisyon hükümetinde yer alırlar. Asıl anahtar partiler değil, orta sınıf. Bu sınıf şimdiye dek sessiz ve çoğunlukla rejim yanlısı kaldı. Orta sınıf muhalefete dahil olmadıkça rejim değişmez. Çünkü imkanlar onların elinde; iletişim kanalları, ekonomi, insan kaynakları. Dikkat ederseniz Şam ve Halep gibi iki önemli kent halen sessiz. Ekonomik kaynaklar, üniversiteler, okuyan gençlik buralarda. Hareketlenen Deraa ve Kürt bölgeleri yoksul bölgeler.

Suriye muhalefetinin Kürt ayağı ne kadar örgütlü? 

 
Kürt partilerin sayısı 13 civarında. PDK, PYD ve Yekiti dışında diğerlerinin bir varlığı yok. Bazıları rejimi destekliyor, bir kısmı reformları savunurken bir başka kesim de tam değişimden yana. “Demokratik ve radikal değişimi” amaç edinen ve Ekim 2005’te Kürtler’den solculara, Müslüman Kardeşler’e dek herkesin imzaladığı “Şam Bildirgesi”ni hepsi imzalamadı. Mart 2004’te Qamişlo katliamından sonra Arap ve diğer azınlıkların da kısmen destek verdiği eylemler oldu ama zayıf kaldı. 30 Mayıs 2005’te Şêx Muhammed Maaşuk Xaznevi’nin El Muhaberat tarafından öldürülmesi bile Kürtleri birleştiremedi. Oysa bu önemli dini şahsiyet Suriye Kürtleri’nin Mustafa Barzani’si olmaya doğru gidiyordu. 2006 yılından beri Arap-Kürt ilişkileri zayıftı. 2009 başından itibaren Şam yönetimi Kürtlere göz kırpmaya başladı. Newroz kutlamaları serbest oldu, Halepçe katliamının protestosuna izin verildi, fakat siyaset yapmalarına izin verilmedi. Ama aynı yılın sonunda baskılar başladı. Zira ABD Suriye’ye Filistin konusunda ihtiyaç duydu. Bunun üzerine Suriye muhalefete ve Kürtlere tekrar yöneldi.

Suriye bölgenin anahtar ülkesi. Halk direnmeye devam ediyor ama ölen sivil sayısı giderek artıyor. Önümüzdeki günlerde neler olabilir?

 
Müslüman Kardeşler hariç Arap muhalefetin ciddi bir gücü yok. Kürtlerin durumu ortada. Dolayısıyla dış destek olmadan rejimin düşmesi zor. Ama nasıl bir değişim olur bilemeyiz. Mısır’da rejim değişmedi, sadece Mübarek gitti. Suriye’de de benzer durum yaşanabilir. Unutmamak lazım ki bu ülkede asıl iktidar ordu ve istihbarat. On üç değişik gizli polis yapılanması var. Kim bunları idare ediyor? Aralarında uyum ve koordinasyon var mı? Belli değil. Ama şu da bir gerçek ki, bu güçlerin hepsi aşiret-iktidar mensubu ve birbirlerini sevmiyorlar. Asıl çatlak orduda olabilir, poliste değil. Mesela, bir gün ordu sivilleri milislere karşı korumaya başlarsa bu sonun başlangıcı olabilir.

Peki rejim düşerse ne olur?

 
Asıl mesele bu. Şam Bildirgesi’nde Kürtlere anayasal haklar verilmesinden sözediliyor. Ulusal hakların, otonomi tanınması söz konusu değil. Müslüman Kardeşler karşı çıktı. Bazı Kürt partileri de “hiç yoktan iyidir” diyerek anayasal haklarla yetindi ve bidirgeyi imzaladı. Ama bazıları da otonomide ısrar etti. Somut olarak, eğer Kürtler rejimin düşmesinde rol oynayabilecek güçte olurlarsa, belki otonomi elde edebilirler. Bence 2004’e göre Kürtler daha güçlü.

İHSAN KURT

Limitsiz Devlet Terörü: Zehra 3 Yaşında, Lamia 75


Yeni_Özgür_PolitikaHalkın sınırları aşarak evlatlarının cenazelerini getirmesini ve büyük bir sahiplenmeyle toprağa vermesini hazmedemeyen AKP ile Başbakan Erdoğan, devlet güçlerini halkın üzerine salıyor.
Polisler, çocuk, genç, yaşlı ve milletvekili dinlemeden pervasızca saldırıyor. Nusaybin, Kızıltepe ve Adana’da 7 çocuk hedef gözetilerek gaz bombasıyla vuruldu. En küçüğü 3 yaşında, en büyüğü 17 yaşında olan çocuklar, hastanede yaşam savaşı veriyor. Batman’da 75 yaşındaki Lamia nine ağır yaralı olarak tedavi gördüğü hastanede, „Elimde taş mı vardı, silah mı vardı, beni vurdular“ diyerek isyan etti. Her türlü eylemde halkla birlikte olan BDP’li adayların seçim büroları ile nöbetlerin zor da olsa sürdürüldüğü Çözüm Çadırları da saldırılardan nasibini alıyor. Gözaltılar sürerken, tutuklamalar da başladı. Gerillalar için günlerdir ayakta olan Nusaybin ve Kızıltıpe’de de çocuklar hedef alındı. İki ilçede son 24 saat içinde polislerin attığı gaz bombasıyla ağır yaralanan 3 ile 15 yaşları arasındaki 3 çocuk hastanede yaşam savaşı veriyor. Nusaybin’de 15 yaşındaki Murat Muğdatoğlu ile 3 yaşındaki Zehra Altun gaz fişeğiyle başından vuruldu. Evinin önünde vurulan Zehra ile Murat Nusaybin Devlet Hastanesi’nde tedavi görüyor. Kızıltepe ise polisler Demokratik Çözüm Çadırı’nı da hedefledi. Çadırda bulunan 12 yaşındaki Roni İlden 10 metre mesafeden atılan gaz bombasıyla yere yığıldı. Gözünden ağır yaralanan çocuk, Kızıltepe Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Aileler ile BDP’li yöneticiler „Polisin bilerek çocukları hedeflediğini“ söyleyerek suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.

Adana’da da önceki akşam yapılan operasyonları protesto gösterisine saldıran polis, Bloğun Bağımsız Milletvekili Adayı Murat Bozlak’ın seçim bürosuna da gaz bombası attı. Seçim bürosunda bulunan B.S.(6), R.S.(16), S.S.(17) ve E.S.(9) adlı çocukların vücutlarına gaz bombası isabet etmesi sonucu yaralandı. Polisin rastgele attığı gaz bombasından çok sayıda ev de nasibini aldı.

75’lik nine öldürülüyordu
Batman’da ise polis az daha 75 yaşındaki nineyi öldürüyordu. Önceki gün operasyonları protesto için gösteri yapan halka yüzlerce bomba atan polis, hastaneye gitmek için evinden çıkan 75 yaşındaki Lamia Talhan’ı da hedef gözeterek kafasından yaraladı. Talhan, ağır yaralı olarak kaldırıldığı Batman Devlet Hastanesi’ne tedavi görüyor. Güçlükle konuşmaya çalışan Lamia nine, „Elimde taş mı vardı, silah mı vardı. Gaz bombası attılar yere düştüm. Vicdansızlar, üstüne üstlük bir de tekmelediler. Ben böyle bir vahşete nasıl dayanırım“ diyerek isyan etti. „O gün hasta olmasam ben de o eylemde olurdum. Çocuklarıma sahip çıkacağım. Onların canı bizden daha değerlimi. Benim içim yanıyor, benim yüreğim yanıyor“ diyen Talhan, „Devletten şikayetçiyim. Beni bin parçaya da ayırsalar bu davadan vazgeçmeyeceğim“ dedi.

Hamile kadına gaz bombası
Cizre’de ise polisin orantısız gazının hedefinde 6 aylık hamile kadın vardı. Polisin rastgele attığı gaz bombasıyla evinin önünde duran Sabriye Erinç (35) yaralandı. Yüzünden darbe alan kadın hastaneye kaldırılarak tedavi altına alındı.

Doğubeyazıt’ta çadır basıldı
Gün boyunca eylemlerin sürdüğü Ağrı’nın Doğubayazıt İlçesi’nde de akşam Demokratik Çözüm Çadırı’na baskın düzenleyen polisler, Öcalan’ın posterlerine el koydu. Ağrı Bağımsız Milletvekili adayı Halil Aksoy, baskını kınadı. Aksoy, ülkede yaşanan ölümlerin durması için herkesin bir şekilde demokratik tepkisini verdiğini belirterek, Kürt halkının sessiz kalmayacağını söyledi.

BDP binasına gaz bombası
Yas kapsamında siyah bezler asılan BDP binaları ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku seçim büroları da saldırıların hedefinde. Mersin’in Yenişehir İlçesi’nde önceki gün yapılan meşaleli protesto gösterisine saldıran polisin ikinci adresi BDP Yenişehir İlçe Binası oldu. BDP binasına gaz bombası atan, tazyikli su sıkan polis, cop ve taşlarla da camları kırdı. Bu esnada içeride bulunan partililer fenalık geçirirken, parti binasına giren polis coplarla dövdü, hakaret ve tehditte bulundu. Polis, sokakta bulunan bazı evlerin kapı ve camlarını da coplarıyla kırdı. Mersin Adayı Ertuğrul Kürkçü, AKP Hükümeti’ne tepki göstererek, „Kürt gençleri metropol kentlerde gaz bombalarıyla terbiye edilmeye çalışılıyor. Bu bina, AKP’nin ilçe binası olsaydı bunu yapabilirler miydi? AKP’nin il ve ilçe binalarını işkence hanelere çevirmişler. Başbakanı ve hükümet yetkililerini kınıyoruz“ dedi.

Seçim bürolarına saldırı
İstanbul’da Bloğun 3. Bölge Milletvekili Adayları Mustafa Avcı ile Abdullah Levent Tüzel’e ait seçim bürolarına önceki gece saldırı düzenlendi. Tüzel’e ait Bağcılar Göztepe Mahallesi’nde bulunan seçim bürosuna yönelik taşlı saldırıda, camlar kırıldı. Aynı saatlerde Güngören Tozkoparan Mahallesi’de Avcı’ya ait seçim bürosuna da taşlı saldırı yapıldı. Her iki olayın da failleri yakalanamadı.

Yasa da tahammül yok
Yas nedeniyle Siirt Kurtalan’da da Gültan Kışanak’ın seçim bürosu ile BDP binasına 12 karanfilin bulunduğu siyaz bezler asılmıştı. Savcılık kararıyla polis tarafından zorla indirilmişti. Kışanak, polise tepki göstererek yeniden bezi astı. Polisler bezi yeniden indirirken, savcılık şüpheli olarak kimlik tespitinin yapılmasını istedi.

ABD Tahran'a Oynuyor


Bundan 9 sene önce George W Bush İran, Irak ve Kuzey Kore'yi “şer ekseni” ülkeleri olarak tanımlamıştı. Daha sonra bu ülkelerin yanına Suriye de eklendi. Bu tanımlama entelektüel birikimi ve zekası sürekli dalga konusu olan Bush'un kendi kendine yumurtladığı bir şey değildi. Bu bir sürecin adıydı. Adım adım bu ülkelerdeki rejimlerin ekarte edilmesine dayanan “şer ekseni” siyaseti bugün İran'ın kapısında. İran'ın bölgedeki en yakın ve hatta tek müttefiki Suriye üzerinde bugün yaşananlar İran'a karşı girişilecek harekatın bir adımı niteliğini taşıyor.

Obama idaresi iki aydan bu yana Beşar Esad idaresine karşı harekete geçen muhalefete uluslararası alandaki ilk açık desteğini dün verdi. Esad ve ekibinden altı ayrı isme ambargo koyan ABD idaresi bu kararın yanında ayrıntı gibi duran bir noktayla Şam'a çok sert bir rest çekti.

ABD, Esad ve adamlarının yanı sıra iki İranlı askeri yetkiliye de ambargo koydu. Kasım Süleymani ve Mohsen Cizari olarak kimlikleri açıklanan iki yetkilinin muhalif gösterilerin başladığı günden bu yana Suriye ordusuna toplumsal olaylara karşı alınacak tedbirler konusunda eğitim verdikleri iddia ediliyor.

ABD kararla İran'ın Ortadoğu'daki tek müttefiki konumundaki Suriye yönetimine açık bir şekilde Tahran'la olan ilişkilerini kesmesini istediğini iletti ve talepleri yerine getirilmezse düşman siyaseti izleyeceğini de duyurdu.

Bugüne kadar Arap dünyası içerisindeki siyasi dengelere göre kendini konumlandırıp yaşam alanı bulan Suriye, bu dengelerin altüst olması ve despot Arap rejimlerinin kendi dertlerine düşmelerinin ardından yalnız kalmış durumda. İçine düştüğü durumdan İran'a sarılıp kurtulmanın peşinde olan Suriye'nin bu hamlesinin kendisine pahalıya mal olacağı aşikar. ABD'nin verdiği mesaj da bu yönde.

Suriye'de Esad rejiminin “yola getirilmesi” ya da yıkılarak yerine Sünni Arapların egemenliğinde bir rejim kurulması durumunda İran'ın da bölgedeki nadir etki alanlarından biri de artık tamamen kapanacak ve İran kuşatması da artık nihai noktasına gelecek.

Afganistan müdahalesi, Irak'ın uydulaştırılması, Pakistan'ın pasifize edilmesi ve nihayetinde Türkiye'nin de hizaya sokulmasıyla İran zaten köşeye sıkışmıştı. Suriye rejimine karşı girişilen harekatın sonuçlanması artık çanların Tahran idaresi için çalmaya başladığının resmi oluyor.

İran'a bir operasyon için tüm şartlar olgunlaşmış durumda. Halihazırda uluslararası ambargo altında bulunan İran'a yönelik bir harekatın yakın bir gelecekte yaşanması artık çok muhtemel. Bütün işaretler artık bölgede hiçbir manevra alanı kalmayan İran'ın artık Ortadoğu'daki ABD öncülüğündeki yeniden düzenleme hareketinin son vuruş noktası olduğunu gösteriyor.

Türkiye de artık ABD tarafından İran konusunda ikna edilmiş durumda. Recep Tayyip Erdoğan'ın kardeşim diye hitap ettiği Mahmut Ahmedinejad'a attığı son kazık gündemde hak ettiği yeri bulmadı. Dün İran bankası Bank Mellat'ın başındaki isim olan Yunus Hürmüzi tüm Türk bankalarının kendileriyle olan ilişkilerini ABD'nin bankayı kara listeye almasının ardından kestiğini duyurdu.

Türkiye'nin yine İran ile tüm finansal ilişkileri mercek altına aldığı ve ABD ile bu konuda ciddi bir işbirliği içerisinde olduğu bildiriliyor.

Herhalde ABD Büyükelçisi ile Erdoğan'ın helikopter pistinde ne konuştuğu da herhalde bu gelişmelerden sonra az çok tahmin edilebilir. Bunun dışında ne konuştuklarını da önümüzdeki günler gösterecek.

Filistin Birliği


Tek kelimeyle bravo! El-Fetih ve Hamas arasındaki uzlaşma anlaşması barış açısından iyi bir haber. Son zorluklar çözülür ve iki lider tarafından tam bir anlaşma imzalanırsa bu Filistinliler-ve tabi bizim için de-büyük bir adım olur. Bir halkın yarısıyla barış yapmanın hiçbir anlamı yok. Filistin halkının tamamı ile barış yapmak belki daha zor olabilir fakat çok daha verimli olacak.

Bundan dolayı: Bravo! Binyamin Netanyahu da Bravo diyor. İsrail hükümeti Hamas’ı hiçbir şekilde anlaşma yapmayacağı terör örgütü olarak deklare ettiğinden Netanyahu Filistin Yönetimi ile yürüttüğü her türlü barış müzakerelerine artık son verebilir. Ne yani, içerisinde teröristlerin bulunduğu bir Filistin hükümeti ile barış mı? Asla! Tartışma bitmiştir.


İki bravo fakat böylesi bir farkla. Arap birliği ile ilgili İsrail tarafından yürütülen tartışmanın tarihi eskilere uzanıyor. Tartışmalar pan-Arap birliğinin fikri kafasını kaldırdığı 1950’lerin başında başladı. Cemal Abdül Nasır bu bayrağı Mısır’da yükseltti ve pan-Arap Baas hareketi (Irak ve Suriye’deki yerel mafyalarla yozlaşmadan çok önce) çeşitli ülkelerde bir güç haline geldi. Dünya Siyonist Örgütü Başkanı Nahum Goldman pan-Arap birliğinin İsrail açısından iyi olduğunu savundu. Barışın İsrail’in varlığını için gerekli olduğuna tüm Arap ülkelerinin barışı gerçekleştirmek için gereken cesareti birlikten alacağına inanıyordu.

Netanyahu ve barış sabotajcıları bandosu her ne pahasına olursa olsun Filistin birliğini önlemek istiyorlar. Kendilerini tüm tarihi Filistin’de-(en azından) denizden Şeria Nehrine kadar-bir Yahudi devletinde ikna ettikleri için barış istemiyorlar; çünkü barış İsrail’i Siyonist amaçlarını başarmaktan alıkoyacak. Tartışma uzun sürecek,  vaktin gelmesi uzun alacak, daha fazla parçalanmış düşman daha iyidir.

İsrailli işgal yöneticileri daha sonra Hamas olan İslami hareketi o dönem esas düşman olarak düşünülen laik ulusalcı El-Fetih’e karşı kasten cesaretlendirdi. İsrail hükümeti daha sonra Oslo Anlaşmasını ihlal ederek ve anlaşmada belirtilen Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında dört adet “güvenli geçişi” açmayı reddederek iki yerleşim yeri arasındaki ayrımı bilinçli olarak besledi. Bir tanesi tek bir gün için açılmadı. Coğrafi ayrım siyasi ayrımı getirdi.


2006 yılı Ocak ayında Hamas kendisi dahil herkes için sürpriz bir şekilde seçimleri kazandığında, İsrail hükümeti Hamas temsil edildiği hiçbir Filistin hükümeti ile ilişki içerisine girmeyeceğini deklere etti. ABD ve Avrupa hükümetlerinden davayı takip etmelerini-en doğru ifade ile-emretti. Bundan dolayı, Filistin Birlik Hükümeti düşürüldü.


Bir sonraki adım Hamas’ın siperi Gazze Şeridi’ne diktatör olarak yerleştirilecek güçlü bir adamın seçiminde İsrail-Amerikan çabasıydı. Seçilen kahraman yerel lideri Muhammed Dahlan’dı. Bu çok iyi bir seçim değildi-İsrail güvenlik şefi Dahlan’ın kendi kollarında ağladığını açıkladı. Kısa bir savaşın ardından, Hamas Gazze Şeridi’nin doğrudan kontrolünü ele geçirdi.


Fakat hem El-Fetih hem de Hamas Filistin’de azınlık. Filistin halkının büyük çoğunluğu işgali bitirmek için aşırı derecede birlik ve birleşik mücadele istiyor.


Netanyahu Filistin Yönetimine “biz ve Hamas arasında tercih yapmak zorundasınız” dedi. Bir tarafta zalim bir işgal rejimi diğer tarafta farklı bir ideolojiyle Filistinli kardeşler yani zor bir seçim olmayacak. Fakat konuşmanın esas noktası bu aptalca tehdit değildi. Netanyahu bize “terörist Hamas” ile bir şekilde bağlantısı olan Filistin Yönetimi ile hiçbir anlaşmanın olmayacağını söyledi.


Tüm şey Netanyahu için büyük bir rahatlama oldu. Barış yok, müzakere yok, hiçbir şey yok. Eğer bir kişi gerçekten barış istiyorsa, mesajı tamamen farklı olmalı.


Hamas Filistin gerçeğinin bir parçası. Tabii, Hamas radikal fakat İngilizlerin bize birçok defa öğrettiği gibi ılımlılardan ziyade radikaller ile barış yapmak daha iyidir. Ilımlılarla barış yaparsınız fakat radikaller ile uğraşmak zorunda kalırsınız. Radikaller ile barış yapın ve süreç tamamlanır.


Esasen, Hamas kendisini sunduğu kadar radikal değil. Hamas referandumda halk tarafından onaylanması veya parlamentoda oylanması durumunda 1967 sınırlarına dayanan ve Mahmud Abbas tarafından imzalanan barış anlaşmasının kabul edeceğini defalarca deklere etti. İslam’da da Tanrı’nın sözü nihaidir fakat ihtiyaç duyulduğu şekilde “yorumlanabiliyor”. Biz Yahudiler bunu bilmiyor muyuz?


Her iki tarafı daha esnek hale ne getirdi? Her iki taraf da destekçisini El-Fetih Mısırlı koruyucusu Hüsnü Mübarek ve Hamas artık daha fazla güvenilmeyecek Suriyeli koruyucusu Beşar Esad’ı kaybetti. Bu durum her iki tarafı gerçeklikle yüzleşmeye zorladı: Filistinliler yalnız duracak, bundan birlik olmaları daha iyi.


Barış isteyen İsrailliler için, birlik içerisindeki Filistin halkı ve birlik içerisindeki Filistin toprağı büyük bir rahatlık olacaktır. İsrail buraya yardım etmek için çok şey yapabilir: sonunda Batı Şeria ve Gazze arasındaki kendi sınırları dışında serbest geçiş açmak, Gazze Şeridi’ne yönelik aptalca ve zalim ablukaya (Mısırlı işbirlikçisinin elimine edilmesinden sonra daha fazla aptalca olan) son vermek,  Gazzelilerin kendi limanını, havalimanını ve sınırlarını açmasına izin vermek.


Filistin birliğinin gerçekleşmesi İsrail, Avrupa ulusları ve ABD tarafından memnuniyetle karşılanmalı. Bu ülkeler Filistin Devletini 1967 sınırlarıyla tanımaya hazırlanmalı. Özgür ve demokratik Filistin seçiminin yapılmasını teşvik etmeli ve her ne çıkarsa çıksın sonuçlarını kabul etmeli. Arap Baharının rüzgarı şimdi Filistin’de de esiyor. Bravo!


Uri Avnery *

* İsrailli yazar ve Gush Shalom isimli barış bloğu aktivisti. Palestine Chronicle isimli internet sitesinden alınmıştır.

Çeviren:
Serhat Bozova

Yoksulluk ve İllerin Gelişmişlikleri

 
Türkiye yeni bir genel seçim süreci yaşıyor. Siyasal partilerin aile sigortası, hilal kart, sosyal yardımlar gibi vaatleri havada uçuştukça uçuşuyor. Sen nereden vereceksin, ben daha fazla veririm, sen bu kaynağı nereden bulacaksın tartışmaları sadece meydanlarda değil, televizyonlardaki tartışma programlarına kadar yansıdı. Ortadaki somut durum ise pek tartışılmıyor. Ama ortadaki veriler ne kadar sağlıklı o da bilinmiyor. TÜİK verilerine göre açlık sınırında yaşayanların sayısı Türkiye genelinde 340 bin civarında. Yoksulluk sınırında yaşayanlar ise 12 milyon 750 bin civarında.

TÜİK’in verileri bunlar. Ama sendikaların ve bazı odaların açıkladıkları rakamlara bakıldığında ise TÜİK’in bu verilerinin çok da gerçekçi olmadığı
ortada.




Türk-iş tarafından Nisan 2011 tarihinde yapılan araştırmada 4 kişilik ailenin sağlıklı olarak beslenebilmesi için aylık gıda harcamasının 869 TL, gıda, kira vs. harcamalarını da kapsayan yoksulluk sınırının ise 2 bin 833 TL olduğu hesaplandı. TÜİK’in verilerine göre günlük 1 doların altında gıda harcaması yapan hiç kimsenin olmadığı görülmektedir. Yine geliri günlük olarak 2.15 doların altında olan 159 bin kişi, günlük 4.3 doların altında ise 3.066 milyon kişinin yaşadığı  TÜİK tarafından tespit edilmiş.


Bugün Türkiye’de asgari ücret 370 dolar civarında. Ve Türkiye’de 3.5 milyon kişinin asgari ücretle çalıştığı biliniyor. Türkiye’de ortalama aile nüfusunun 4 kişi olduğu hesaplanırsa 14 milyon  kişiyi kapsadığı görülüyor. Asgari ücret dolar cinsinden hesaplandığında ise 370 doları bir ailede 4 kişinin paylaştığı öngörüldüğünde, kişi başına gelir 2 dolar civarındadır. Bu veri bile tek başına bu gerçekliği ters yüz etmeye yeter.


Bunun yanında yine TÜİK’in verilerine göre yüzde 12 civarında işsizlik (Bu Bölge illerinde yüzde 30’lar civarında) rakamları düşünüldüğünde Türkiye’de yoksulluk ve açlık sınırında bulunanların sayısının TÜİK’in bu rakamlarının çok daha üzerinde çıkması gerekir.


2010 yılında Türkiye’de 9 milyon 444 bin yeşil kartlı bulunmaktaydı. Bunların hiçbir sosyal güvenceleri ve kendilerine ait gayrimenkulleri olmadığı varsayılmaktadır. Yoksulluğun Türkiye’nin batısından doğusuna gittikçe daha da derinleştiği görülmektedir. TÜİK’in 2010 yılı verilerine göre 9 milyon 444 bin yeşil kartlının 4 milyon 775 bini ya da bir başka deyimle yüzde 51’i Bölge’nin 22 ilinde yaşamaktadır. İşsizlik oranları TÜİK’in açıkladığı yüzde 12’ler düzeyinde olmayıp, Ticaret ve Sanayi Odaları’nın yaptığı araştırmalara göre yüzde 40’lar civarındadır. Zaten bu ülkede kayıt içi, kayıt dışı çalışanların sayısı gerçek anlamda açıklandığı zaman işsizlik oranlarının hangi boyutta olduğu kolaylıkla görülecektir. Kaldı ki sendikaların ve STK’lerin bu konuda yaptıkları araştırmalar yoksulluğun boyutunu daha da derinleştirmektedir. Diyarbakır’da Sarmaşık Derneği’nin yaptığı yoksulluk araştırmaları bu gerçeği çok daha çarpıcı olarak önümüze koymaktadır.


Karadeniz Teknik Üniversitesi İİBF Öğretim görevlileri Arş. Gör. Ezgi Baday Yıldız, Yrd. Doç. Dr. Uğur Sivri, Prof. Dr. Metin Berber tarafından  yapılan illerin gelişmişlik düzeyleri araştırması incelendiğinde, batıdan, doğuya gittikçe illerin durumlarının kötüleştiği görülmektedir. Eskiden DİE tarafından yapılan ve 2003 yılında terk edilen araştırma üzerinden 2010 yılında yapılan araştırmanın sonuç bölümünde şöyle denilmektedir. “2010 sıralamasında, 2003 yılı sıralamasına göre 36 il sıra atlamış, 30 il sıra kaybetmiş ve 15 ilin de konumu değişmemiştir. Çalışmadan elde edilen diğer bir önemli sonuç ise illerin gelişmişlik seviyeleri ile coğrafi konumları arasında önemli bir bağıntı olduğudur. Şöyle ki; sıralamanın üst seviyelerinde bulunan iller Türkiye’nin batısında yer alırken, sıralamanın alt seviyelerinde bulunan iller Türkiye’nin doğusundadır. Hatta sıralamanın sonunda yer alan illerden hiçbiri batıda bulunmazken 16 il Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndedir.”


Türkiye gelişiyor, büyüyor, milli gelirin 10 bin doları aştığı belirtiliyor. 2023 yılında kişi başına milli gelirin 25 bin doları bulacağı belirtiliyor. Fakat Türkiye geliştikçe yoksullar daha da yoksullaşıyor, alt ve üst gelir grupları arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Yine illerin gelişmişlik düzeylerinde de benzeri bir durum yaşanıyor. Ülkenin batısından doğusuna doğru gidildikçe sosyo-ekonomik göstergelerin dibe vurduğu illerin ekonomik ve sosyal açıdan gerilediği görülüyor.

Güç


Son günlerin revaçtaki resim kareleri Kürt toplumunda önemli bir değişime imza atacak önemde:
Diyarbekir ve Dersim’de halkın Gerillaları uğurlamak için kentteki sosyal yaşamın normal gidişatını durdurarak sokaklara çıkması önemli bir dönüşümün işareti.
90’lı yılların başında “Serhıldan” kavramı Kürt direnişini sembolize ediyordu.
Dikkat edilirse, “Serhıldan” baskıya karşı gelişen spontan kent ayaklanmalarını sembolize ediyordu.
Son günlerde giderek halk kitlelerinin Kürdistan’daki askeri operasyonlar sonucu yaşamlarını yitiren Gerilla’lara sahip çıkmak için gerçekleştirdikleri kitlesel siyasi tavır, spontan eylemler değildir.
Özellikle Uludere ve diğer sınır kentlerindeki tavır, işgali red siyaseti olarak kurumlaşacak.
Ankara’da üretilen siyasetin politikleşen Kürt topluluklarına devamla hükmetmeyeceğini gösteren son karşı koyuş “vur kaç” türünden bir tepki değildir.
Kürtler, Türkiye’nin Kürdistan’daki siyasetine “DUR!” diyen tarihi bir blok oluşturuyorlar.
Artık Türkiye’nin Kürt halkıyla ilgili vereceği her kararın, temyizden geçeceği bir Kürdistan toplumu var.
Türkiye’nin siyaseti “Kürdistan Yargıtayı”na takılacak. Ve bu toplumsal ilerleyiş daha da yükselecek; çünkü özgürlüğe “buraya kadar” diyemezsiniz.
Halkın son karşı koyuşu, Türk devletinin Kürdistan’da oluşturduğu sistemin temelinin ne kadar köksüz olduğunu gösteriyor.
Ve aslında, Türk devlet sisteminin namluya yüklü “korku” siyaseti üzerinde yükseldiğini gösteriyor.
İkinci önemli dayanak, Kürt aşiretlerini “işbirlikçi”leştiren, orduya dayalı işgalci siyaset olmaktadır.
Bu ikinci dayanak şimdilerde Bingöl gibi Kürt merkezlerinde ayakta durabiliyor. AKP, Bingöl’den “Milletvekili” çıkarmak için, Karlıova’dan bir aşiretin gözde adamlarından birini aday gösterip, rafine bir “hile”yi başarmış olduğunda ikna olduğunu zannediyor.
Peki yarın ne olacak?
Aşirete dayalı siyasetin mevzilerini ordu gücüyle ayakta tutmak mümkün mü?
Bu diğer Kürt kentlerinde de mümkün değildi.
Her aşiret ağasının oğulları ve kızları var.
Günün birinde değil, yarın veya ertesi gün; onlardan biri Kürdistan’da insan gibi yaşamak uğruna babasına, amcasına, dayısına karşı durduğunda, Türkiye’nin bir yığın demir namluya dayanan siyasetinin gücünün ömrü buna üç gün dayanabilir mi?
Bu, Diyarbekir, Lice, Cizra Botan, Varto, Batman, Van vd. Kürt kentlerinde öyle olmadı mı?
Son resim kareleri, Kürdistan’a hükmedemeyen militarist siyasetin, artık Kürtler üzerinde hesap yapmadığını gösteriyor.
Kurşun sıkanları idare edenlerin hesapsız davrandıkları bir dönemden geçiyoruz.
Askeri operasyonlar Kürt kırlarına mayın gibi döşenmiş.
Sonrasının hesabı yapılmıyor gibi.
Gündem iyi takip edilirse, seçim sonuçlarının intikamı şimdiden alınıyor.
“Vur, ver, kurtul!” siyaseti hakim.
Son dönemde olanlar, Türk devletinin kaybetmeye beş kala Kürdistan’ı harabeye çevirip, terkedeceğini gösteriyor.
O, onların”gücü”.
Kan akıtıyorlar; öyle kalsın istiyorlar.
Kana dur diyecek toplumsal bir güç şiddetin ve işgalin tarihini kırarak yükseliyor.
Sömürgeciliğin güneşi tutuluyor.
Sanki bir Kürt kızı tanklara bürünmüş Türkiye’nin çelikten örülmüş yollarında dansa kalkıyor ve onlara”İyi geceler sizin, roj baş bizim olsun!” diyor…

Selimferat@web.de

Sürekli Özgürleşen Toplum Tek Hakikat Zeminimizdir


Tarihin, sadece insan toplumu için değil, tüm evrensel oluşumlarda var kılıcı bir rol oynadığı, tüm bilimlerin ittifak ettiği bir hakikattir. Zaman oluşturucudur. İlahlara izafe edilen yaratıcı rolü, bizzat zamanın oynaması adeta bir sır niteliğindedir. Oluşumun hızına zaman diyoruz. Oluşum olmasa zaman da ‘yok’ boyutundadır. Sır niteliği insan bilincine böyle yansımaktadır. Yaşlanmayı zamanın öldürücü etkisine bağlamak, bu durumda doğru bir tanım oluşturmamaktadır. Dolayısıyla ölüm yoktur. Ölüm, sosyolojik olarak inşa edilen bir insan anısıdır. Yapay bir duygudur. Ama yaşam için çok değerli bir anıdır. Daha doğrusu uyarıcı etkidir.

Hegel gibi ‘Tin’in yolculuğuna’ çıkma gereği duymuyorum. Ama bununla Hegel’in ne yapmak istediğini anlıyorum. Her ne kadar ‘Bing bang’ teorisi ile evrene bir yaş biçilip (yaklaşık 13,8 milyar yıl) tarih çizilmek istense de, Batı uygarlığının yeni bir mitolojik anlatımı olduğu kuvvetle muhtemeldir. Tüm bilimselliğine rağmen kutsal kitaplardaki yaratılış öykülerine benzer bir toplumsal rol mesafesindedir. Fakat bu böyledir diye zaman inkâr edilmiyor. Sadece sırlı özelliğini koruduğu idea ediliyor. Kısmen keşfini insan toplumunda yapabilmeyi şahsen büyük bir şans olarak değerlendiriyorum.

Toplumsal bilime dayanmayan tüm bilimler şüphelidir

Toplumsal tarihin insanı oluşturmadaki rolü son derece önemlidir. Eğer zamanın sırrı çözülecekse, bunu ancak bu kısacık oluşum sürelerinde keşfedebiliriz. İnsan toplumunun bireyini oluşturma gücü sanıldığından daha az anlam kazanmış bulunmaktadır. Üzerinde çok çalışılarak anlam derinliği yakalanabilir. Başka hiç bir fenomende zamanın gücünü keşfedemeyiz. Toplumsal bilimi bu nedenle tüm bilimlerin ana kraliçesi veya tanrıçası mesabesinde değerlendiriyorum. Toplumsal bilime dayanmayan tüm bilimlerden şüphe ettiğimi yine önemli bir tespit olarak belirtmeliyim. Diğer tüm bilimlere doğru giden yol, toplumsal bilimi gerçekleştirmemizden geçecektir. Maddenin atom altı parçacıklarından tutalım, halen genişlediği idea edilen kozmik evrenin bilgisine ancak toplumsal bilimin gelişimi ölçüsünde varabiliriz.

İnsanın kendini düşünmesi tüm yaratımların temelidir

Sadece Hegel’in değil, kutsal kitaptaki Tanrı’nın yaratım serüvenine başlamasını ‘anlaşılmak’ arzusuna, yani düşüncenin kendini düşünmeye başlamasına bağlaması önemli bir tespittir. Kendini düşünmeye çalışan düşünce, hakikatin özünü vermektedir. Bu da insan toplumu dışında bilebildiğimiz kadarı ile gerçekleşmesine henüz tanık olmadığımız bir durumdur. İnsanın kendini düşünmeye başlaması tüm yaratımlarının temelidir. ‘Acaba atom kadar kozmik evren içinde de düşünce var mıdır’ sorusu sorulmaya değer ve hayli yakıcı bir sorudur. Hem mikro, hem makro evrenleri düşüncesiz gerçekleştiğini sanmaya cesaret edemediğimi belirtmeliyim.

İnsanı, toplumu ve tarihi çok önemsemek gerekir

Alıştırılageldiğimiz ‘cansız madde’ kavramının çok kof bir sosyolojik kavram olduğu yeterince açığı çıkmış bulunmaktadır. Bundan hemen akla Hegelcilik yaptığım gelmemeli. Düşüncenin insan beynindeki dalgalarla ilişkisi saptanmıştır. Enerji gibi bir şey olduğu hemen hemen kanıtlanmış gibidir. Tüm sorun bu kanıtlanmış gerçeği insan dışı doğaya ne kadar yansıtmaya cesaret edebileceğimizdir. Şuraya varmak istiyorum: Negatif toplumculuğun gözümüze serptiği ‘ölü toprağını’ taşımak zorunda değiliz. Pozitif toplumculuk, diğer bir deyişle sürekli özgürleşen toplum, yegâne hakikat zeminimizdir. Evrensel tarihin en yalın tanımı, hakikat zemini olarak toplumsal gelişimdir. İnsan toplumu bu anlamda sadece insan tarihi değil, gerçek anlamda da evren tarihidir. Basitçe 13,8 milyar yıl diye tabir edilen süre de dâhil, evren tarihidir. Bunun için insanı, toplumunu ve tarihini çok önemsemek gerekir.

Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.

Amerika, TC’ye Rüşvet Olarak Kürt Kanı Sunuyor!..


Kanlı rejimin, Firavun edalı son bekçisi, zulmet karanlığı gecede mezarlık önünden geçerken, korkudan şarkı söylemeye başlayan adam misali, „Kürtler ve Türkler etle tırnak gibi kaynaşmış, bir olmuştur” diyordu.

O yalan söylerken, gerçeğin kamçısı yüzünde şaklıyordu. Kürdistan, kayıplarının yasını tutuyor, insan kanını kına sananların gazete manşetleri, televizyon spikerleri de bağırtılarıyla Türklere zafer müjdeliyordu:

„12 terörist öldürüldü!..”
Yarılmış, ikiye ayrılmış dünyaların sevinç ve hüznü de farklıydı. Zalim yüzüne, ellerine bulaşmış, her yanını insanlık suçunun kiri sıvanmış, kardeşlikten habersiz, kardeşliğe dair ne varsa, bütün değerleri öldüren, yok eden haline bakmadan „kardeşlik” diyordu. Hüzünlü Kürdistan, „kardeşlik yok, hiç bir zaman olmadı. Kardeşçe dünyaya ait duyguları dün darağaçlarının gölgesinde boğdunuz, Geliyê Zîlan’da, Dersim’de toplu kırımla öldürdünüz, Kürdistan dağlarını kanımızla sulamaya devam ediyorsunuz” diyordu.

Düne kadar, „ortak değer” dedikleri din bağları, İslam dünyasındaki mezhepsel ayrılıkları görüp yaşayan Kürdistan’ın uyanmasıyla çürümüş, bütünüyle kopmuştu. İslam dünyasında „mezhepler” yolu, yordamıyla farklılık, kimilerine göre „ayrı” dindi. Şiiler bu nedenle ayrışıyordu. Çoğunluğu „Şafii” mezhebinden olan Kürtler, „Cuma namazları”yla ayrışıyor, „din müştereği” denilen bağlar da kopuyordu.

Onlar yaptılar. Dini de, zulümlerine gerekçe, araç yaptılar. Bir zamanlar, yakaladıkları Kürt’ü, „İslamın şartı kaç?” diye sınıyor, ilahiler eşliğinde işkence yapıyorlardı. Bugün „Allah Allah” naralarıyla saldırıyor, şehirleri gazlarla zehirliyor, polis bastığı camide, „Cuma namazı kaç rekat?” diye imtihan yapıyordu.

Kurdun, kuşun, böcek, kelebek, çiçeğin öldürülmesi dinen günah, soyunun kurutulması dinden çıkma, yani münafıklıktı. Gelin de hırsızdan, dolandırıcıdan, soyguncu, talancı ve katilden „hoca efendi”, „imam”, „din alimi” yaratanlara anlatın...

Bütün bunlar Kürtlere yaradı. Uyanıp, bir ve beraber olmayı, onlardan kopmayı öğrendiler...
Kürdistan’ın kopuş mücadelesinden şimdi, „özgürlükçü” Amerika faydalanıyor. Aptalları kırıntılarla sevindirip, kullanarak...

TC, Libya saldırısı başlarken, „bu bir Haçlı seferidir” diyerek karşı çıkmış, Recep Erdoğan „NATO’nun orada ne işi var?” diye sesini yükseltmiş, ancak Amerikan’dan istediği helikopterleri alınca TC, hem taarruzun neferi, hem de üssü olmuştu.

Dünyada, hala kanan var mı bilemiyorum. Amerika, Arap petrol kuyularını, Afganistan gaz ve değerli maden yataklarını işgal seferine çıkarken „demokrasi aşığı ve özgürlükçü”dür. Afganistan’ı ateş topuna çeviriyor, Irak’ı, bir milyon insanın kanıyla suluyor, Mısır’da etkisi aşınmış, işe yaramaz olmuş generali azledip, tazesini getiriyor, Tunus’ta benzerini tekrarlıyor, bu ülkelerde „diktatörlük baki” kalmak şartıyla, kendisine hizmet verecek „demokrasi inşa” ediyor, sıra Suriye’ye geliyordu.

Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, en son açıklamasında, Esad hükümetinin protestocuları öldürmesini kınıyor, „insaniyet namına” diktatörü istifaya çağırıyor ve şöyle diyordu:

„Suriye’de tanklar, mermiler ve coplar siyasi ve ekonomik sorunlarına çözüm getirmeyecek. ”

Perde arkasındaki kocasıyla birlikte, Amerikan politikalarını yönlendiren Hillary hanımın söyledikleri, hiç ölüm meleğinin sözlerine benziyor mu? Sözleriyle ne kadar insani, yufka yürekli değil mi?

Ama, Suriye’de meselelere hal yolu, çözüm getirmeyen „terör devleti”nin tankları, mermi ve copları, TC üstüne eklenen zehirli gazlar, toplar, uçak ve helikopterler Kürdistan davasında çözüm formülüydü. Amerika’nın desteği, bu formülün ardındaydı. Çünkü, TC çıkarlarına bekçi, bölgede muhafızı, ileri karakoluydu.

Onun için, petrol kuyuları, maden yatakları bol ülkelerdeki rejim karşıtları, demokrasi mücadelesi veren „iyi aile çocukları”, Kürdistan kurtuluş savaşçıları ise „terörist”ti. Amerika, TC’nin hizmetlerine karşılık, rüşvet olarak ona son 12 gerillanın katlinde olduğu gibi Kürt kanı, parçalanmış cesetler, kanlı kefenler sunuyordu.

Bu savaşta eğitmen, muhbir ve rehberdi Amerika. Son katliam, TC’nin Suriye cephesindeki katkılarına karşılık sunulmuş armağandı. Kan topu...

Bütün meselelerin hallini kırımda arayan, insan öldürmeyi, sonra „vallahi ben bir şey yapmadım” yalanını kıvırmayı çok iyi bilen aptallar değil, Amerikanın ellerine tutuşturduğu kanlı kefenler birer kan topudur. O toplar patladıkça Kürtler ayrışıp, hızla uzaklaşıyor.

Amerika’nın anlamadığı ise, Kürtlerin davasıdır. Kürtler, ayaklanan Araplar gibi rejim değişikliği ile daha çok Amerikan Colası içmek, Hamburger yemek davasında değildir. Kürtler, Kürdistan davacıları, Amerikan geçmişinin „teröristleri” Vietnam, Afrika, Bask, İrlandalılar gibi ulusal (milli) kurtuluş savaşçılarıdır.

akahraman61@hotmail.com

Kürt Kanı Üzerinden İktidar Hesapları




Geçen yılın ortalarında, orduya yakın duran ve ulusalcı kanattan olan bir siyasal gözlemciyle bir Türk televizyonunda karşılaşmış, tv’nin müdürü, yöneticileri ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Avrupa yöneticilerinin de olduğu lobide sert bir tartışma yapmıştım.

Bu kişi Kürtlerin Türk ordusunun Kürt halkına karşı izlediği şiddet politikasından şikayet etmelerinin anlamsız olduğunu söylüyordu! Kürt siyasetini asıl bu şiddetin büyüttüğünü iddia ediyor ve bunun bilinçli bir politika olduğunun altını çiziyordu.

Ona göre Irak’ın işgaline kadar Kürtleri (PKK) bastırmak amacıyla şiddet kullanan ordunun içinde işgal sonrası ciddi görüş ayrılıkları yaşanıyordu.

Türk ordusu içindeki baskın eğilimin bölgeyi cemaatler ve AKP aracılığıyla yeniden sisteme entegre etmeye ve kendi Kürdünü yaratmaya karar verdiğini, Amerika’nın da bu projeyi desteklediğini söylüyordu. ‘Radikal ulusalcı’ diye tabir edilen bir kesimse buna itiraz ediyordu.

Kendisinin de desteklediği ‘radikal ulusalcı’ ekibin, bünyesinde ‘çağdaş-laik’ öğeler barındıran Kürt siyasetini ‘Ilımlı İslama’ tercih ettiğini belirtiyor ve benim gibi, ‘liberalizmin etkisinde kalmış Kürt aydınlarının’ bunu görememesini eleştiriyordu!

Bu fanatik ulusalcı, Türkiye’de asıl olarak ordu içinde bir ‘iç çatışmanın’ yaşandığını, birilerinin bunu kamuoyuna bilinçli olarak ‘AKP-Ordu çatışması’ olarak yansıttığını da belirtiyor, ülkede yaşanan gerilimleri ‘ordu içindeki çatışmayla’ açıklıyordu.

Ayrıca ‘erken zafer havasına kapılan’ Gülen Cemaati, AKP ve yandaşları ile bunlara umut bağlayan Kürtlerin hayal kırıklığı yaşayacaklarını, ordu içindeki muhalefetin yükseleceğini kendinden emin bir şekilde ifade de ediyordu.

Ergenekon Davası’nın rafa kaldırılmasının ardından PKK’nin ilan ettiği ateşkese rağmen gerillalara pusu kuran ve nokta saldırıları yapan Türk ordusunun yarattığı dehşet ortamına bakınca insan fanatik ulusalcının söylediklerini düşünmeden edemiyor.

Kaldı ki Türk medyasında hem Dersim ve hem de Uludere’deki baskınları düzenleyen komutanların Ergenekoncu oldukları iddia ediliyor. Geçen yıl Eylül ayında; İmralı görüşmelerin kritik bir aşamasında Hakkari’de 9 köylünün katledildiği mayınlı saldırı emrini de bölgeye geçici olarak Ergenekoncu bir general vermişti. HPG açıklamasında bu generalin ismi verilmiş, deşifre edilmişti.

Son olaylar ordu içindeki savaş yanlısı ekibin elinin güçlendiği ve seçimler öncesi harekete geçtiğini gösteriyor. Bu koşullarda seçimin yapılması da kolay olmayacağa benziyor.

Tabii, hemen belirteyim, ordu içindeki ‘radikal ulusalcı’ ve şiddet yanlısı kesimin Kürtleri ‘laik ve aydınlanmacı’ özellikleri yüzünden tercih ettiği düşüncesi bana saçma geliyor. Türkiye’de Kürdün başına ne geliyorsa özgürlüğünü talep ettiği için geliyor. Bu gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmış bulunuyor. Kaldı ki Kürt halkı devleti de orduyu da iyi tanıyor.

Elbette, Kürdün yükselen gücü, birikimi ve dengeleri etkimele potansiyeli birçok şey gibi Türkiye’nin iç siyasi dengelerini de derinden etkiliyor. Ve elbette Kürt meselesi ve bunun öncüsü Kürt siyaseti bu ülkedeki iktidar mücadelesinde önemli bir tutuyor.

Kürtlerle savaşın iktidar mücadelesinde yaşamsal bir yeri olduğu da zaten biliniyor. Kürtlerin buna alet olmadıkları, dinci AKP gibi ırkçı orduya karşı da demokrasi ve özgürlük mücadelesini sürdürdükleri ve sorunların demokratik zeminlerde çözümü amacıyla birbiri ardına ateşkes ilan ettikleri, barışçıl çözümlere fırsat verdikleri de biliniyor.

Ne var ki bunun kıymeti dün olduğu gibi bugün de bilinmiyor. Türkiye’nin sözüm ona ‘siyasi iradesi’ AKP Hükümeti’nin bunun kıymetinin herkesten çok bilmesi gerekiyor ama bilmiyor. Kendisinin de altında kalacağı savaşa göz yumuyor. Öcalan, ‘’savaş yeniden başlarsa AKP 3 ay dayanmaz’’ diyor, AKP bu uyarıyı da dinlemiyor. Bu yüzden de zaten dökülen ve maalesef daha da dökülecek olan kanların vebalini taşıyor.

AKP binbir rica ve minnetle İmralı üzerinden elde ettiği ateşkesi anlamsız hale getirilmesine adeta destek sunuyor. Onun günahı da zaten savaş yanlısı kesimle hesaplaşmayı değil, uzlaşmayı tercih etmesinden kaynaklanıyor.

Dolayısıyla işlenen suçların ve dökülen kanın hesabının ordu kadar AKP’den de sorulması gerekiyor. Kimsenin kuşkusu olmasın sorulacaktır. Ayrıca Kürt kanı üzerinde iktidar hesapları yapanların hevesleri de kursaklarında kalacaktır.

***

Uludere’de 12 gerillanın katledilmesinin ardından tepkilerini ileten birçok Kürt yurtseveri bu kayıpları anlamakta zorluk çektiğini belirtiyor ve komuta kademesini sorumlu tutuyor. KCK’den de bunun izahını yapmasını istiyor.

Aynı şekilde İmralı görüşmelerinden bir beklentileri kalmadığını, ordusu ve hükümetiyle Türk devletinin Öcalan’ı ve PKK’yi oyaladığını düşünüyor ve operasyonlar ile tutuklamalar son bulmayıncaya kadar görüşme yapılmaması gerektiğini söylüyor.

gunayaslan@hotmail.de

AKP Tehdidi



 Son günlerde ve haftalarda AKP, Kürtleri açıkça tehdit ediyor. Bu süreç Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu artık bitmiştir” biçimindeki dahiyane tespitiyle başladı. Bu tespit aynı zamanda “Kürt yoktur” anlamına   geliyordu. Kürt sorunu bittiğine vey
a Kürt olmadığına göre, o halde “Ben Kürt olarak varım” veya “Kürt sorunu var” diyenlerin de yok edilmesi gerekiyordu. Nitekim başbakan olarak bizzat Tayyip Erdoğan, böylelerinin yok edilmesi talimatını devletin tüm birimlerine, en başta da polis ve ordusuna verdi. İşte dağda ve şehirde son zamanlarda yoğunlaşan ve yaygınlaşan polis ve asker operasyonları böyle başlayıp gelişti. Bu operasyon ya da saldırılar hâlâ da devam ediyor. Hem de daha da hızlanıp kapsamlılaşarak.

Elbette Kürtler tüm bu saldırılara karşı cesaretle direndiler ve hâlâ da direniyorlar. Çünkü başka yapabilecekleri bir şey yok. Direnme onlar için varlık-yokluk sorunu. Var olabilmek için direnmeleri zorunlu. Bu açıdan dağdaki gerilla direniyor, sokaktaki genç direniyor, zindandaki tutuklu direniyor. Kadını direniyor, çocuğu direniyor, yaşlısı direniyor. Hepsini birleştiren Kürt Halk Önderi direniyor. Tüm bunlar toplanarak kale gibi direnen bir halk gerçeğini ortaya çıkarıyor.

Bu saldırı ve direniş sarmalı hiç kuşkusuz inişli ve çıkışlı oluyor. Bazen saldırılar etkinlik kazanıyor, bazen de direnişler. Son zamanda direnişin gözle görülür düzeyde etkinlik kazandığı bir durum yaşandı. Neredeyse AKP’nin Kürdistan’da silindiğini gösteren sonuçlar ortaya çıktı. İşte bu durum AKP yöneticilerini daha saldırgan ve tehditkar kıldı.

En başta Başbakan Tayyip Erdoğan tehditler savurmaya başladı. Bir yandan İmralı’daki Kürt Halk Önderi’ni, diğer yandan dağdaki gerillayı hedefe aldı. Elbette BDP ve diğer benzer kuruluşlar da bu tehditlerin dışında kalmadı. Tayyip Erdoğan yapar da “Kürt ve kadın düşmanı” Bülent Arınç geri kalır mı? O da açtı ağzını ve “ayaklarını denk atsınlar” dedi. İnsanın, bir anda öfkelenip “atmazlarsa ne olacak?” diyesi geliyor. Eminim binlerce Kürt böyle demiştir. Fakat daha da önemlisi bunun taşıdığı anlamdır. Bunun Kürt halkını çok açık olarak ve kabaca bir tehdit olduğu ortadadır. Yine bu tehditkar duruşunda bir sömürgeci duruş, kendini büyük gören bir şoven duruş olduğu tartışmasızdır.

AKP içinde bu ruhu ve tutumu en fazla Bülent Arınç taşıyor ve temsil ediyor. Onun zaman zaman artistçe gözyaşı dökmesine bakmayın siz. Timsahın gözyaşına benziyor onunkisi. Kendini üstün gören milliyetçi-şoven zihniyet Bülent Arınç’ta çok güçlü. Kendini büyük baba görerek durmadan çevresini azarlıyor. Herhalde AKP içinde böyle bir konum kazanmış ve aynı konumu dışarıda da sürdürmek istiyor. En başta tüm halka karşı yaklaşımları böyledir. Kadına tamıtamına böyle yaklaşıyor. Kürtlere böyle yaklaşıyor. Her fırsatta küçümseyici ve azarlayıcı bir tutum gösteriyor.

Kürt halkının bilinçlenme ve birleşme düzeyi arttıkça AKP’nin Kürdistan’daki varlığı sıfırlanıyor ve AKP iktidarı da çatırdıyor. AKP’yi Kürtlere karşı saldırgan ve tehditkar kılan iç gelişme bu. Fakat bundan daha önemlisi yaşanan dış gelişmelerdir. Yani ABD’nin Ortadoğu politikalarında yaşanan değişikliklerdir. Arap halkının yayılan ve derinleşen isyanı karşısında zorlanan ve “Büyük Ortadoğu Projesi” tehlikeye giren ABD’nin politika değiştirmeye çalıştığı gözleniyor. Libya’daki durumun bu konuda bir dönüm noktası olduğu anlaşılıyor.

ABD, Arap alemindeki gelişmeleri kontrol altına alabilmek ve egemenliğini sağlayabilmek için yeni bir saldırı planı devreye koymuş bulunuyor. Bu da karşıtlarını komplo ve şiddetle yok etmeyi içeriyor. Libya’ya ve El Kaide’ye dönük saldırılarının bu kapsamda gündeme geldiği anlaşılıyor. ABD, rakiplerini yok ederek bölgeye hakim olmak istiyor. Nitekim bu politikanın kapsamına PKK de giriyor. ABD yönetiminin PKK yöneticileri hakkında kararlar alması işte bu anlama geliyor. ABD politikasında PKK’nin yerinin olmadığı vurgulanmış oluyor.

Bir yandan işte bu durum AKP’nin saldırı ve tehditlerini besliyor. Dahası böyle bir politikayı Ortadoğu’da yürütebilmek için ABD yönetimi Türk devletinin ve AKP Hükümeti’nin desteğine ihtiyaç duyuyor. Bu da devlet ve hükümet için PKK’ye karşı yakalanmış bir koz oluyor. Nitekim bu temelde Libya çekişmesi sürecinde ABD ile AKP arasında yeni bir anlaşmanın yapılmış olduğu gözleniyor. Yani AKP Hükümeti ABD’nin Ortadoğu’daki saldırılarına destek verecek, ABD de AKP’nin PKK’ye yönelik saldırılarına destek verecek! Nitekim AKP Hükümeti ABD’nin Libya ve El Kaide’ye yönelik saldırılarına destek vermiş bulunuyor. Buna karşılık ABD de AKP Hükümeti’nin Kürtlere karşı saldırı ve tehditlerini destekliyor. AKP’nin son saldırı ve tehditleri esas gücünü işte buradan alıyor. Yani yine ABD “yürü ya kulum” diyor, Tayyip Erdoğan ve AKP de yürüyor!

AKP saldırı ve tehdit için ABD’den destek alıyor, ancak ne kadar alsa da bu destekleri yeterli görmüyor. İstiyor ki bütün işleri ABD yapsın, PKK’yi ABD yok etsin! O nedenle ikide bir Tayyip Erdoğan sızlanıyor, “Müttefiklerimiz teröre karşı mücadelede bize yeterince destek vermedi” diyor. Bu sızlanma o kadar ileri gitti ki, artık ABD elçisi bile dayanamadı. “Günde bir milyon Dolar PKK’ye karşı istihbarat çalışmalarına harcadıklarını” söyledi. Diğer harcamaların tutarını buna bakarak siz düşünün! Çok açık ki, PKK ve Kürtlere karşı savaşı ABD yürütüyor. AKP’ninki sadece figüranlık oluyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, gözlerinin içine baka baka “Kürt vatandaşları”na karşı ABD ile de, başkalarıyla da ittifak ve işbirliği yapıyor.

Bu tehdit ve işbirliğini elbette Kürt halkı ve insanı da görüyor ve izliyor. Buna karşı da hem bilincini, hem de örgütlülüğünü geliştiriyor. Bu saldırı ve tehditlere karşı dağda ve sokakta direndiği gibi, ciddi bir dersi de 12 Haziran’da sandıkta vermeye hazırlanıyor. Bunlar karşısında aklı başında hiçbir Kürd’ün AKP’ye oy vermeyeceği söyleniyor. Çünkü AKP’ye verilen her oy, Kürd’e sıkılan bir kurşun oluyor.

Öte yandan böyle tehdit ve saldırıları Kürtler şimdiye kadar çok gördüler. Kenan Evren’leri tanıdılar, nice kontrgerilla şeflerini gördüler, Çiller, Ağar ve Güreş’e karşı mücadele ettiler, Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ’u tanıdılar. Hepsi de Kürt direnişi karşısında çözülüp gitti. Bazıları da ağlayarak. Şimdi hiçbirisinin esamesi okunmuyor. Belli ki Tayyip Erdoğan ile AKP bu zincirin son halkası oluyor. Bir aydın “AKP Kürt sorununu çözmezse, Kürt sorunu AKP’yi çözer” demişti. Şimdi işte bu öngörü doğrulanıyor. Kürt sorununu çözemeyen AKP, kendinden önceki özel savaş hükümetleri gibi Kürtleri tehdit edip saldırı yürütüyor. Elbette bu da kendisinin sonu ve çözülüşü oluyor. Gelecek günler bu gerçeği çok daha net gösterecek!..