26 Haziran 2010 Cumartesi

Cemil Bayık: Aydınlar ve sosyalistler Kürtlerle birlikte direnmeli

KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık Türkiyeli aydınların, demokratların, sosyalistlerin Kürtlerle birlikte direnme çağrısı yaptı. Bayık, ‘’Türk sömürgeci politikalarına karşı Kürtlerle birlikte direnmeleri gerekir. Eğer bunu yaparlarsa bu devlet, bu hükümet soykırım politikalarından vazgeçecektir’’ dedi. Cezaevindeki taş atan çocukların rehin tutulduğuna dikkat çeken Bayık sorularımızı yanıtladı

EN FAŞİST REJİMDE BİLE ÇOCUKLARA


*Cezaevindeki Kürt çocuklarının durumu ile ilgili aralarında dünyaca ünlü isimlerin de olduğu birçok aydının desteklediği bir dizi eylem gerçekleşiyor. Bu tür girişimleri ve Kürt çocuklarına yaklaşım konusunda yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?


-Chomsky, Wallerstein gibi insanların Kürt çocuklarına sahiplik yapması, Kürt halkının yürüttüğü Özgürlük Mücadelesi’ne destek sunmaları saygıyla karşılanması gereken bir tutumdur. Zaten onlardan beklenen de böyle bir tutumun sahibi olmalarıdır. Çünkü kendileri de özgürlük için mücadele yürütüyorlar. Özgürlük için mücadele yürüten, demokrasi için mücadele yürüten, insanlığın demokrasi ve özgürlük sorunlarının çözümü için mücadele yürütenler Kürt halkının özgürlük mücadelesini görmezlikten gelemezler. Bu nedenle Kürt halkının özgürlük mücadelesinin de anlamaktadırlar. Dünyada bugün en çok özgürlüğe, demokrasiye, adalete muhtaç olan bir halk varsa o da Kürt halkıdır, Kürt toplumudur. Çünkü bütün halklardan daha fazla zulüm gören bir halktır. Her şeyi elinden alınan, paramparça edilen bir halktır. Yok edilmek istenen bir halktır. Demokrasi, özgürlük, adalet nedir yaşamamış bir halktır. Kendisine hep katliam yaşatılmıştır, hep acı yaşatılmıştır, hep inkar edilmiştir, hep hor görülmüştür, aşağılanmıştır. Dolayısıyla dünyada en ağır haksızlığa uğrayan bir halk olduğu gibi demokrasiye, özgürlüğe, adalete en çok ihtiyacı olan bir halktır. Dünyanın en yoksul halkıdır, en onurlu halkıdır.


Kürtler neolitik toplumu ve kültürü yaratanların ardılları olduğundan insanlığa en büyük hizmetleri olan bir halktır. Bugün ise insanlık tarafından yok edilmek istenen bir halktır. Bu tüm insanlık açısından büyük bir trajedidir. Böyle bir halka sahiplik yapmak, onun evlatlarına sahiplik yapmak her onurlu insanın görevidir. Hele hele bu insanlar insanlığın demokrasi ve özgürlük sorunlarının çözümüne hayatlarını adamışlarsa, bunun mücadelesini yürütüyorlarsa onlar için böyle bir halka sahiplik yapmak, onun çocuklarına sahiplik yapmak, bu halkın üzerindeki imha politikalarına karşı durmak en istenen tutumdur, en onurlu tutumdur. Onlar da bunu yapıyorlar. Chomsky, Wallerstein gibiler aslında tarihi sorumluluklarını yerine getiriyorlar. Hatta geç kalmışlar da denilebilir. Daha erkenden görev ve sorumluluklarını yerine getirmeliydiler. Bundan sonra da Kürt halkının özgürlük mücadelesine daha fazla sahiplik yapmaları gerekiyor. Bugün eğer 4000 civarında çocuk yargılanıyor, binden fazlası cezaevinde ise ve ağır cezalara çarptırılıyorsa, bu durum Türkiye’deki rejimin nasıl bir rejim olduğunu, Türk devletinin Kürtlere yönelik nasıl bir politikanın sahibi olduğunu anlamaya yeter. Türk devletinin gerçeğini anlamak isteyen bu çocukların cezaevlerine alınması ve yargılanmasında bunu rahatlıkla anlayabilir. Vicdan sahipleri bu devletin Kürtlere neyi reva gördüğünü, nasıl bir politika uyguladığını rahatlıkla görebilir. Düşünün ki bir toplumun geleceği olan çocukları yargılanıyor, işkence altına alınıyor ve ağır cezalar veriliyor. Bu bir toplumun tümüyle cezaevine alınması, yargılanması, ceza alması anlamına geliyor. Çünkü çocuk bir toplumun geleceğini ifade ediyor. Toplumun kendisini ifade ediyor. Bundan daha vahşi bir politika olamaz.


Dünyada en faşist rejim bile, Hitler faşizmi bile toplumlara bunu uygulamamıştır. Belki birçok insanı yakalamıştır, birçok insanı işkenceye almıştır, katletmiştir ama hiçbir zaman hiçbir toplumun çocuklarını böyle işkenceye, yargılamaya almamıştır. Dünyanın en zalim rejimi ancak bunu yapabilir. Bugün Türkiye rejiminden daha zalim bir rejim bulunamaz. Onun için zaten Türkiye rejimi, Türkiye hükümeti, AKP Hükümeti bu çocuklardan dolayı oldukça köşeye sıkışmış bulunuyor. Bütün o demokrasi söylemlerinin, açılım söylemlerinin boş olduğunu herkes görüyor. Bir aldatma olduğunu, bunun altında büyük bir zulmün, vahşetin gizlendiğini, faşizmin gizlendiğini artık herkes biraz biraz anlamaya ve görmeye çalışıyor. Onun için Türk devleti ve AKP Hükümeti bu sıkışmadan kurtulmak için şimdi güya çözümler arıyor. Geliştirdiği çözümler yine aldatmaya yöneliktir. Şimdi çocuklara yapılan haksızlığı gideriyor gibi bir imaj yaratmaya çalışıyor. Yasaları bunun için değiştireceğini, demokratik hale getireceğini söylüyor. Yasada yapacağı değişiklik dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek biçimde çocuklara bir tehdidi ve şantajı ifade etmektedir. Anlayış açısından eskisinden daha kötü bir durum çocuklara yaşatılmak isteniyor. Çocuklar ilk yakalandığında yargılanacak, ceza verilecek, ama hapse atılmayacakmış. Rehabilite için kontrol altına alınacakmış! Yani yatılı bölge okullarında hedefledikleri gibi Kürt çocuklarını kendi gerçekliğine ters yetiştirmek, hatta kendi gerçekliklerine karşı çıkartmak gibi bir amacı bu yasayla gerçekleştirmek istiyorlar. İkinci defa yakalandıklarında ise ceza vereceklermiş! Bunun anlamı şudur: İkinci defa mı serhildanlara katılıyorlar tespitini yapmak için fazla tutuklama yapılacaktır. Çocuklar üzerinde böyle bir şantaj ve tehditte bulunmak kadar faşist ve ahlaksızca biz zihniyet olamaz.


Çocuklar, yine TMK yasasında yargılanacaklar, ama bu yargılamayı çocuk mahkemeleri yapacakmış! Topluma karşı bir savaş yasası haline gelen, olağanüstü halin kalıcı kılınmasını ifade eden TMK ortadan kalkmadığı müddetçe ne topluma ne de çocuklara yönelik yaklaşım değişir. Çocuklar ilk önce rehabilitasyona alınacakmış, bir daha yakalandıklarında ise on beş yıl değil de on yıl yatacaklarmış. İşte iyileştirme dedikleri budur. Halbuki çocukların taş attı ya da gösterilere katıldı diye zindana atılması da, ağır cezalar verilmesi başlı başına bir insanlık suçudur. Dolayısıyla yapılacak değişiklikler tamamen bir aldatma ve kendisini sıkışıklıktan kurtarma manevrasıdır. Hem uluslar arası alanda sıkışıyor hem de içte tepkiler gelişiyor. Çünkü bu çocukların cezaevine alınması, yargılanması kabul edilemez deniliyor. Bu yönlü tepkiler gelişiyor. Bunu yapmak “Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atmaktır” diyenler giderek çoğalıyor. Türkiye’de bundan rahatsızlık duyanlar var. Dışarıda bundan rahatsızlık duyanlar var. Çünkü bu, rejimin faşist karakterini çok net ortaya koyuyor. Bu, devletin Kürtler üzerinde uyguladığı politikayı ortaya seriyor. Devlet suçüstü yakalanıyor. Onun için içeride ve uluslar arası kamuoyu gözünde yargılamak duruma düşüyor. Kendisini bu durumlardan kurtarmak için güya yasaları değiştirdiğini söylüyor. Bununla yeniden bir zaman kazanma ve herkesi aldatmak istiyor. Dolayısıyla hiç kimsenin buna aldanmaması gerekiyor. Özellikle Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, özgürlük güçlerinin buna aldanmaması gerekir. Zaten Kürt toplumunun buna aldanması düşünülemez. Çünkü ortada öyle değiştirilen bir yasa falan yok. Sadece biraz daha kabul edilebilir duruma getirilmeye çalışılıyor.


Neden bu kadar çocuk cezaevine alınıyor. Neden çocukları cezaevine atan bu yasaları kurdular? Nedeni açıktır. Kürt kimliği kabul edilmediği ve iradesi tanınmadığı için bu çocuklar cezaevine alınıyor. Deniliyor ki, çocuklar eylem yapıyor, taş atıyor, bilmem kullanılıyor, onun için cezaevine alınmış, gerekçe bu tarzda izah ediliyor. Bu çocuklar eğer taş atmışsa, eyleme girmişse, herhalde durup dururken yapmıyor. Çocukların bu tutumu göstermesi, haksızlığın ne kadar ağır olduğu ve buna karşı direnişin ne kadar toplumsallaştığı anlamına geliyor. Kürt çocukları da Kürt olduklarından ve Kürtlüğü inkar eden bir rejime karşı durduklarından tutuklanıyorlar. Çocukların tepkisi, toplumun tepkisinin çocuklarda yansımasının bulmasını ifade ediyor. Bu çocukların anneleri, babaları köylerinden atılmış, köyleri yakılmış, her şeyleri ellerinden alınmış, çırılçıplak sokağa atılmış, sokakta bile kalabilecek bir yer kendilerine verilmemiş durumdadır. Kendilerini yaşatmak için en ufak bir imkan bile tanınmamış, bütün yaşam olanakları üzerlerine kapatılmıştır. Eğer bu çocuklar taş atıyorsa, eyleme giriyorlarsa bunun için giriyorlar. Öyle AKP’nin dediği gibi veya bazı kendini bilmezlerin dediği gibi kandırıldıkları için değil. Ortada açıkça kabul edilmeyecek bir durum var, bir vahşet var. Toplum yaşamı içinde bunu öğreniyorlar. Çocuk da öğrenir. Dolayısıyla mevcut durumu kabul etmedikleri ve kendilerinin yaşadığı her türlü kötülüğün, anadilde eğitim görmemelerinin nedeni olarak bu devleti görüyorlar ve ona karşı tepki gösteriyorlar. Mitinglere anneleri, babaları ve kardeşleriyle katılıyorlar. Devlet saldırdığında ise çocukların tek silahı olan taşla karşılık veriyorlar.


Mevcut yaşamdan kurtulmak için zindanlara girmeyi bile göze alıyorlar. Çünkü yaşam sorunları var, varlık sorunları var. Var olma ile yok olma arasında yaşıyorlar. Her gün işkence altında yaşıyorlar, her gün devletin zalim politikaları altında yaşıyorlar, artık onların yaşamı da dayanılmaz duruma gelmiştir. Bu politikalar altında artık yaşanılamıyor, yaşam imkanı kalmıyor. Bu nedenle yaşamak için direniyor ve onun için eyleme giriyor, onun için cezaevine giriyor. Filistinli çocukların direnişinden daha haklı bir direniş içinde yer alıyorlar. Bunun böyle herkesçe anlaşılması gerekir.


Gerçekten çocukların taş atması istenmiyorsa, o zaman Kürtler üzerindeki vahşi politikalara, faşist politikalara, imha politikalarına son verilmesi gerekiyor. Son verildiğinde, Kürt iradesi kabul edildiğinde, Kürt sorununun çözümü kabul edildiğinde ve bu yönlü adımlar atıldığında görülecektir ki o çocuklar eyleme girmeyecektir. Sadece çocuklar değil, dağdaki silahlı mücadele yürüten gerilla bile eyleme girmeyecektir. Bir bütün Kürt toplumu dağda, ovada, yurtdışında, içinde çocuğuyla, erkeğiyle, kadınıyla, ihtiyarıyla direniyorsa varlığını korumak için direniyordur. Üzerinde vahşi politikalar, yok edici politikalar uygulandığı için, fiziki varlığını korumak bile direnmekten geçtiği için direniyor. Nedeni budur. Onun için bütün demokrasi güçlerinin, özgürlük güçlerinin, vicdan sahibi olanların bu vahşi politikalara karşı durmaları gerekir. Kabul etmemeleri gerekir. Bu politikalara karşı çıkmadan, yanlışlığını ortaya koymadan çocuklara da sahiplenmek mümkün değildir. Dolayısıyla Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile dayanışmaları gerekir, Kürtlerle kaderlerini birleştirmeleri gerekir. İşte o zaman bu vahşi politikalar son bulabilir. O zaman gerçek kardeşlik gelişebilir, o zaman birlikte yaşama gelişebilir, o zaman birbirini kabul etme gelişebilir.


Kürt’ün her şeyiyle yok edildiği ortamda kardeşlikten de, birlikte yaşamaktan da bahsedilemez. Kürt’ün yaşadıkları ortadayken aynı koşullarda yaşandığından, aynı şeylere sahip olduğundan bahsedeceksin, bunu hangi vicdan sahibi insan kabul edebilir¬? Bu mümkün müdür? Nerede kardeşlik? Nerede birliktelik? Nerede eşit şartlar? Sen bir halkı her şeyiyle inkar edip yok etmek istiyorsun, bu nasıl kardeşliktir, bu nasıl eşit şartlardır, bu nasıl aynı olanaklardan yararlanmaktır? Bir taraftan Türklere sınırsız kendini geliştirme imkanı tanıyacaksın, her şeyi Türklüğün hizmetine sunacaksın, diğer taraftan da Kürtler için her şeyi yasaklayacaksın, Kürtlük adına her şeyi ortadan kaldıracaksın, katledeceksin! Bunu hiçbir Kürt kabul etmez, vicdan sahibi olan hiçbir insan kabul etmez. Hiçbir demokrat, hiçbir sosyalist, hiçbir vidan sahibi olan insan kabul etmez. Eğer bugün Wallerstein, Chomsky gibi önemli insanlar bunu kabul etmiyor, bunun karşısında duruyor, direniş içerisine giriyorlarsa, Kürt halkıyla, çocuklarıyla dayanışma içerisine giriyorlarsa bu, kabul edilmeyecek sömürgeci politikaları ve uygulamaları gördüklerinden dolayıdır. İnsani öze bağlı olduklarından ötürüdür. Bunun için bu direnişi gösteriyorlar. Biz saygıyla karşılıyoruz ve herkesin de bu örnek tutumu almalarını istiyoruz. Herkesin de onlar gibi Kürt çocuklarıyla, Kürt halkıyla faşist sömürgeciliğe karşı, onun imha politikalarına karşı direnmesini istiyoruz, bunu bekliyoruz.


AYDINLAR, DEMOKRATLAR KÜRTLERLE BİRLİKTE DİRENMELİ


*Tüm bu belirtikleriniz ışığında demokrasi güçlerine düşen görevler nelerdir?


En başta da Türkiye’deki demokrasi güçleri şunu çok iyi bilmelidir: Kürt’ün imhası Türk halkının da imhasıdır. Eğer kendilerinin de imhalarını istiyorlarsa, o zaman Kürt imhasına seyirci kalabilirler. Eğer kendilerinin imhalarını istemiyorlarsa o zaman Kürtlerin de imhasına karşı durmaları gerekir. Bunu hem de açıkça ortaya koymaları gerekir. Kürtlerle ilişkilerini geliştirip Kürtlerin safında imhaya karşı demokrasi mücadelesini, özgürlük mücadelesini yükseltmeleri gerekir. Eğer bunu yapmazlarsa Türkiye halkının da kaybedeceğini bilmeleri gerekir. Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamları aynı zamanda Türkiye'nin özgür ve demokratik yaşamıdır. Daha vakit geçmemişken Türkiye’deki demokrasiden yana, özgürlükten yana olan tüm demokrat, sosyalist, liberallerin, gerçek yurtseverlerin Türkiye’nin imha politikalarına karşı durmaları gerekir. Kürtlerle dayanışma içerisinde olduklarını ortaya koymaları gerekir. Türk devletinin Kürtlere yönelik uyguladığı bütün politikalarının soykırım politikaları olduğunu, bunun kabul edilemeyeceğini göstermeleri gerekir. Türkiye halkından bu politikaya destek verilmemesini, karşı durmalarını istemeleri gerekir. Vicdani retçiliği geliştirmeleri gerekir. Gençlerin Türk ordusuna askerliğe gitmemelerini sağlamaları gerekir.


Türkiyeli aydınların, yazarların, demokratların, sosyalistlerin, liberallerin herkesin Türk sömürgeci politikalarına karşı Kürtlerle birlikte direnmeleri gerekir. Eğer bunu yaparlarsa bu devlet, bu hükümet soykırım politikalarından vazgeçecektir. Eğer vazgeçmiyorsa, imhada ısrarlı davranıyorsa biraz da görevini yapması gerekenler görevini yapmadıkları içindir. Bundan cesaret alarak Kürtleri Türkleştirmek ve Kürdistan'ı Türk ulusal yayılma alanı haline getirme politikasında ısrar ediyor. Eğer Türk toplumunda, aydınında, yazarında bunun desteğini almazsa kesinlikle mevcut politikalarını yürütemezler ve çözüme gelirler. İşte o zaman Türkiye’de demokrasi gelişir. Demokratik bir toplum gelişir. Türkiye demokratik bir ülke haline gelebilir. Barış gerçekleşir. Kardeşlik, birlik gerçekleşir. Türkiye halkı ve toplumu bir bütün olarak bundan büyük kazanır.


Kürt’ü kabul etmeyen, Kürt’ün özgür, eşit temelde birlikteliğini gerçekleştiremeyen bir Türkiye hiçbir alanda hiçbir zaman başarılı olamaz. Hiçbir zaman saygınlık kazanamaz. Türkiye bir taraftan güya demokratikleşeceğini söylüyor, bilmem bölge gücü olacağını söylüyor, bununla herkesi aldatıyor. Kendi Kürt sorununu demokrasi ve özgürlük temelinde çözemeyen, bu temelde birliğini sağlayamayan bir Türkiye hiçbir zaman kendi içinde huzur bulamayacaktır. Hiçbir zaman öyle belirttiği gibi bölge gücü haline gelemeyecektir. Türkiye'nin bölge gücü olması ancak demokratikleşme temelinde gerçekleşebilir. Ortadoğu halkları da Türkiye'yi ancak bu temelde kabul edebilir. Bunun herkesçe çok iyi anlaşılması gerekiyor.


Kürt’ü yok etmeye çalışan bir devletin toplumunun, kendisinin de yok olmayla karşı karşıya geleceğini bilmesi gerekiyor. Kürtler; Türk halkına el uzatıyor, demokrasi güçlerine el uzatıyor, sosyalistine, aydınına, yazarına, liberaline, vicdan sahibi olanına el uzatıyor. Türkiye’nin demokrasi gücü olduğunu, bütün çabasının Türkiye’yi demokratikleşme yönünde ilerletmek olduğunu ortaya koyuyor. Bugün Türkiye’nin demokratikleşme gücü Kürtlerdir, PKK’dir. Onun yürüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. Eğer PKK mücadelesi olmazsa, Kürtlerin mücadelesi olmazsa, Türkiye’de faşizm tam oturacaktır. Eğer hala bugün Türkiye’de kısmi bir takım haklardan bahsediliyorsa, bir demokratik dinamizm varsa, bu PKK’nin yürüttüğü mücadele ile gerçekleşiyor. PKK mücadelesi olmazsa kesinlikle Türkiye’de faşizm egemen olacaktır. Türk toplumu kapkara günler içerisinde yaşayacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi bunu önlüyor ve Türkiye'yi demokratikleşmeye zorluyor. Türkiye’deki demokrasi güçlerinin bunu iyi anlaması gerekiyor. Kürt halkıyla birlikte demokrasi cephesini örmesi gerekiyor. Belki güçleri zayıftır, dağınıktır, örgütsüzlük egemendir, iradeleri önemli ölçüde kırılmış olabilir, ama Türkiye’de gerçekten büyük bir demokrasi ve özgürlük potansiyeli vardır. Büyük mücadeleler vermiştir. Şehitler vermiştir, acılar yaşamıştır, yarattığı değerler vardır. Bunlar bugün örgütsüz, dağınık olabilir. Ama öncülük yapılıp örgütlendirildiğinde çok önemli bir güç ortaya çıkarılabilir. Dolayısıyla bunların hızla PKK’nin verdiği mücadeleye dayanılarak örgütlendirilmesi, toparlanması gerekir. Bu birikim ve potansiyelin örgütlü ve etkili kılınabilmesi için de Kürt Özgürlük Hareketi’yle dayanışmasını güçlendirmesi gerekiyor. Kürt halkının yürüttüğü demokrasi mücadelesiyle ortak hareket edilerek kendi değerlerini hızla toparlaması, kendini hızla örgütlemesi gerekiyor. Bir demokrasi cephesi içerisinde Kürtlerin ve tüm demokrasi güçlerinin birleştirilmesi gerekiyor.


Eğer bu yapılırsa -ki yapılabilir, başarılabilir- o zaman Türkiye’deki demokrasi güçlerinin hiç de zayıf olmadığı, bugüne kadar yürüttükleri mücadelenin, çektikleri acıların, ödedikleri bedellerin boşa gitmeyeceğini göreceklerdir. Türkiye’de demokrasi güçleri egemen hale gelecektir. Türkiye hızla bir demokrasi ülkesine dönüşecektir. Eğer demokrasi güçleri rollerini oynarsa -Biz bunu istiyoruz. Bunu bekliyoruz- bu konuda üzerimize düşen neyse eksiksiz yerine getirmeye hazırız. Daha fazlasını da isterlerse daha fazlasını da yerine getirmeye hazır olduğumuzu bilmeleri gerekiyor. Ama sadece bizim çabalarımızla da Türkiye’nin demokratikleşmeyeceğini, demokrasi güçlerinin güç haline gelemeyeceğini de bilmeleri gerekir. Bu konudaki kendi çabaları esas belirleyici olacaktır.


Bugün Türk devleti bir çıkmazdadır. AKP Hükümeti ömrünün sonuna doğru gitmektedir. Artık ne AKP ne CHP Türkiye halkının demokrasi özlemine cevap verebilecek durumdadır. Bu, radikal demokrasi güçlerinin arayıp da bulamayacağı bir ortamı ifade ediyor. Radikal demokrasi güçleri tam da burada devreye girmelidir, bunu değerlendirmelidir. Eğer değerlendirirlerse Kürt Özgürlük Hareketi gibi büyük bir dayanakları da vardır. Bu dayanakla da kendilerini örgütleyebilir, kendilerini önemli bir güç haline gelebilirler. Türkiye siyasetine müdahalede bulunabilirler. Türkiye’de ihtiyaç olan bir demokratik anayasayı rahatlıkla geliştirebilirler. Gerçek bir demokrasiyi geliştirebilirler, kabul ettirebilirler. Bir bütün olarak toplumu demokrasi hareketine çekebilirler. Alternatif demokratik bir yönetim gücü olma mücadelesinde önemli bir güç haline gelebilirler. Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde belirleyici rol oynayabilirler. Böyle bir fırsat doğmuştur. Bu fırsat kaçırmamalıdırlar.

'Her Türk Asker Doğar' da, 400 Bini Niye Kaçar ?

Asker kaçaklarının sayısı bir ülke ordusunun asker sayısını çoktan geçti. Gayri resmi verilere göre, kaçak asker sayısı 400 bini aştı. Yetkilileri sayının kamuoyuna yansıması korkusu sardı. Önlem alan ordu, verileri 'milli sır' kapsamına aldı
Türkiye'de, asker kaçaklarının sayısına dair resmi bir rakam yok. Devlet, kaçak asker sayısını bir sır gibi saklıyor. Askere gitmeyenlerin sayısı, adeta devlet sırrı kapsamına alınmış durumda. Ordu, kaç asker kaçağı bulunduğuna yönelik kamuoyuna şu ana kadar herhangi bir açıklama yapmış değil. Kesin rakam konusunda veri yok. Ancak gayri resmi verilere göre, sayı 400 bin civarında. Sayının bugüne kadar kamuoyunu tatmin edecek şekilde açıklanmaması, hem sayının yüksek olduğuna dair inançları pekiştiriyor, hem de çeşitli spekülasyonların kapısının aralanmasına neden oluyor.

KAÇAKLARIN NEDENİ KORKU


Ülkedeki asker kaçaklarının sayıca çok olduğu düşünenlerden biri de Ege Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Nilgün Toker. "Ancak" diyor Toker, "Ülkede asker kaçaklarının sayıca epey fazla olması, militarizme, dolayısıyla orduya yönelik bir eleştiriye işaret etmiyor. Bunun işaret ettiği şey esas olarak karşı çıkış değil, korkudur." Toker'e göre, "Türkiye'de genç erkekler askere gitmekten korkarlar. Bu korku doğal, çünkü kendi yaşam tarz ve düzenlerinden bambaşka bir düzene girmek, tanımadığı bir çevrede, üstelik de tümüyle sert, ağır bir disiplin altında var olmaktan korkarlar. En önemlisi, insanın en doğal korkusu, "ölüm korkusu" nedeniyle korkarlar."


ORDU AÇIKLAMAZ ÇÜNKÜ...


Toker, korkunun kendisini ne şekilde görünür kıldığı konusunda ise şu hususlara dikkat çekiyor: "Korku ya gerçekleştirilecek eylemin mümkün en uzun süre ertelenmesi şeklinde asker kaçaklığıyla ya da asker uğurlama törenlerindeki aşırı çoşku ve yüreklendirme ile kendisini görünür kılar. Militarizme yönelik bir eleştirinin de toplumun genelinde korkaklıkla eş değer tutulmasının nedeni budur. Korku ve cesaret ikileminde düşünülen bir şeydir ülkede askerlik."


Peki ordunun asker kaçaklarını devlet sırrı kapsamında görüp herhangi bir açıklama yapmamasına ne demeli? Soruyu, Toker yanıtlıyor: "Ordunun asker kaçaklarının sayısını ilan etmemesinin nedeni, bu tür bir korkunun yaygınlığını topluma meşrulaştırmamak için olduğu kadar, ulusa dayalı bir milliyetçilik ideolojisi gereği de bu bilgi açıklanmaz. Çünkü, ulusa görev olarak tanımlanan askerlikten kaçmak, bu ulusa bağlılığın zayıflamasına işaret eder ki, ideolojik olarak işaret ettiği şey istenilmeyen şeydir."


SAVAŞ DA ETKİLİ BİR FAKTÖR


Ege Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Nilgün Toker, asker kaçakları ile Kürt sorunu arasında da ilişki olduğunu vurguluyor. Toker, İlişkinin mahiyetini şu sözlerle dile getiriyor: "Asker kaçaklığının artmasında Kürt sorununun tabii ki bir ilintisi var: Ölüm korkusunu daha da ağırlaştıran bir şey savaş ve çatışma ortamının sürekliliği. Asker uğurlama törenlerinde 'bizim asker gidecek ve geri gelecek!' dedirten bu ölüm korkusu."


KÜRTLER ASKERE GİTMİYOR


Kaçak asker sayısının 400 bin olduğunu belirten vicadani retçi Ercan Çelik'e göre, asker kaçakları sayısı dikkat çekici. Peki sayının bu denli fazla olması hangi faktörlerden kaynaklanıyor? Çelik, birinci faktörün sınıfsal ve ekonomik olduğunu düşünüyor ve şöyle devam ediyor:


"Geniş yoksul kesimin ekonomik olarak erkek çocuklarına olan bağımlılıklarından dolayı askerlik olayını ertelemek gibi bir duruma gidebiliyorlar. Ancak her Türk'ün asker olarak doğduğu bir devlette asker kaçakları sayısının bu denli çok olmasını bu neden açıklayamaz." Peki o zaman neden bu kadar çok asker kaçağı var?


Çelik'e göre, sorusuna en yakıcı cevabı Kürtlerde aranmalı. "Çünkü" diyor Çelik, "Kürtlerin askerlik yapmaya tarihten beri karşı olduklarını söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Kürtlerin halk olarak devlet karşısında yaşadıkları özgürlük sorunu. Türkiye'deki militarist yapılanma ile şekillenen toplumsal yapı içinde 20 yaşına gelmiş her Türk erkeğinin askerlik yapması adeta kutsanırken bu durumun Kürdistan'da yaşandığını söylemek mümkün değil. Üç kuşak (dede, baba, oğul) asker kaçağı olduğu gerçeğinin en tipik örneklerini Kürdistan’da bulmak mümkündür."


YASA NE DİYOR?


Askerlik çağına girdikleri halde askerlik şubelerine giderek yoklamalarını yaptırmayanlar yoklama kaçağı, yoklamalarını yaptıkları halde çağrıldıklarında askere gitmeyenler ise bakaya olarak adlandırılıyorlar. Askerlik Kanunu'nda ve askeri Ceza Kanunu'nda yoklama kaçağı ve bakaya durumundaki kişilerin yargılanmasına ve cezalandırılmasına ilişkin düzenlemeler yer alıyor. Askeri Ceza Kanunu'nun 63. maddesine göre, geçerli bir mazereti olmadığı halde askere gitmeyerek bakaya ve yoklama kaçağı durumuna düşenler, askere teslim olma süresinin uzunluğuna göre 1 ay ile 3 yıl arasında hapis cezasına çarptırılıyor. Şimdiye kadar asker kaçakları askeri mahkemelerden yargılanırken, artık bu davalar Temmuz ayında yapılan yeni düzenleme ile sivil mahkemelere bırakıldı

Neoliberalizmin Zaferi-2

Konuya ilişkin birinci yazıyı şöyle sonuçlandırmıştık:
“Türker Aklan’a göre “Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünya”da yaşıyoruz ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.

Bu kadar yeter sayın Türker Aklan. Başka bir yazıda „sınırlarına“ vardığımız ulus devleti ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ karşılaştırmasını ele alarak ulus devletin yok olma sürecine girmediğini, aksine kendini rasyonelleştirerek güçlendiğini gösteren faktörleri açabiliriz.”
Şimdi bu faktörlere bakalım.

Türker Aklan’a göre“Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına” varmışız.  Yazarın“Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor” anlayışı tamamen doğru. Ama ardından gelen “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ anlayışı ise tamamen yanlış.

Küreselleşme denen olgu, kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişmesi konusuyla bir parça ilgili olan herkes tarafından sermayenin uluslararasılaşması süreci olarak tanımlanır. Burada söz konusu olan,  sermayenin nesnel hareketinin sermayeyi kaçınılmaz olarak ulusal sınırların ötesine yöneltmesidir. Diğer bir ifadeyle bu süreç, kapitalist üretim biçiminin bütün dünyaya yayılması ve kendinden önce var olan üretim biçimlerinin yerini alması demektir. Sermayenin bunu yapabilmesi için, yani uluslararasılaşması için veya da “küreselleşmesi” için bir güce ihtiyacı vardır. O da devlettir. Başka   ülkeleri işgal etmek, oralardaki pazarları, hammaddeleri ele geçirmek için sermayenin kullanacağı bir ordu yok. Ama devletinin ordusu var. Öyleyse sermayenin uluslararasılaşmasıyla devletin güçlü olması arasında diyalektik bir bağ vardır. Dünya tarihinde sermaye uluslararasılaşırken devletin zayıfladığı hiç görülmüş müdür? Yani şöyle mi oluyor: Örneğin Amerikan sermayesi veya Alman sermayesi küreselleşiyor, ama aynı zamanda Amerikan devleti ve Alman devleti geriliyor? Yani şimdi Irak’ta veya Afganistan’da “küreselleşme” denen olgunun orduları mı savaşıyor yoksa doğrudan veya NATO çerçevesinde, diğer orduların yanı sıra Amerikan ve Alman orduları mı savaşıyor? Sayın Aklan, gelişmeler görüşünüzün tam tersini kanıtlamıyor mu? Yani küreselleşme, kaçınılmaz olarak güçlü ulus-devletleri kaçınılmaz kılmıyor mu?

Aklan’ın iddiasının aksine „küreselleşme“, ulus-devleti geriletmiyor. Uluslararasılaşmış sermayenin emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde devletle ilişkisiyle emperyalist ülkelerde devletle ilişkisi birbirine karıştırılmamalı. „Küreselleşme”nin derecesi ne olursa olsun, bağımlı ülkelerde devlet, adı üzerinde emperyalizme ve yabancı sermayeye bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkileri içinde “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“  anlayışının hiç bir anlamı yoktur.  Ama küreselleşen sermaye ve üretimin limanı olan ülkelerde devlet, hiç de gerilemiyor, zayıflamıyor. Tam tersine küreselleşen sermayenin çıkarlarını korumak için daha da güçleniyor. Kapitalizm koşullarında sermayeden kopmuş devlet veya devletten kopmuş sermaye anlayışı bir hayaldir ve bu anlayışı en keskin neoliberal ideologlar bile savunamıyorlar. Küreselleşme geliştikçe geriliyor denen klasik ulus-devletin klasik üç görevi tarihe karışmamıştır: „Hukuk devleti“ olmak, „Vergi devleti“ olmak ve „Sosyal devlet“ olmak! Aklan diyor ki, „Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet” bu özelliklerini kaybetmeye başlamıştır ve bundan dolayı da “geriliyor”! Devlet, ne baskıcı özelliğinden ve ne de altyapısal gücünden bir şey kaybetmiştir.  Dün olduğu gibi bugün de sınırlar önemlidir, fiziki uzaklık ve topraksal bütünlük önemlidir. Evet, “küreselleşme”nin göklere çıkartıldığı bugünlerde “küreselleşme”ye tekabül eden bütün jeopolitikalar, alanı –sınırı, topraklara hâkim olmayı- adeta yeniden keşfetmişlerdir.

Sayın Aklan, isterseniz bir de devletin klasik alanlarına veya devlet tekeli olan alanlara bakalım. Bu alanlar devlet hükümranlığının çekirdek alanlarıdır. Nedir Bunlar? a)Yasama tekeli, yürütme tekeli, vergi tekeli, para tekeli, silahlı güçler bulundurma tekeli, isterseniz buna politika yapma tekelini de ekleyelim. Devletin birtakım görevlerinin özelleştirildiği de bir gerçektir. Ama henüz özelleştirilmiş yasamadan, yürütmeden, vergiden vs. bahsedecek bir süreçte değiliz. Yani o klasik devlet, klasik devlet olarak yerinde duruyor. Üstelik bugün küreselleşme denen olgunun alt yapısını oluşturmaya çalışan da o klasik devletten başkası değildir; farklı hukuk sistemlerini, farklı biçimlenmiş pazarları, evet “farklı” kapitalizm biçimlerini aynılaştırmaya çalışan, şu veba bu uluslararası tekel değil, o klasik devletin kendisidir.
Türker Aklan ve onun gibi düşünenlerin anlayışını çürüten birçok faktör vardır:

a) Türker Aklan ve onun gibi düşünenlerin fantezi dünyasında devletin her şeyi kontrol ettiği dönemler vardı ve artık o dönemler, “küreselleşme”den dolayı geride kalmıştır. Bundan dolayı da ulus-devlet erimektedir, gerilemektedir. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde en güçlü devletler ne dünya ekonomisini ve ne de ulusal ekonomiyi tamamen kendi kontrolü altına alamamışlardır. Bunun tek bir örneği yoktur. Tarihin hiçbir döneminde en güçlü devletler mutlak hükümran olamamışlardır. Tarihin her döneminde birtakım dünya düzenleri ve bu düzenler içinde en güçlü, daha az güçlü, bağımlı devletler olmuştur: Örneğin köleci, feodal, kapitalist dünya düzenleri ve bu düzenler içinde dünya politikasını önemli ölçüde belirleyen güçlü devletler ve bağımlı devletler. Bu devletlerin güçlülüğü mutlak değil, sürekli görece olmuştur.

b) Dün olduğu gibi bugün de emperyalist burjuvazi, seçici-korumacı hareket etmektedir.  ABD, Çin, Japonya, Rusya ve AB’nin emperyalist devletleri aralarındaki rekabeti; emperyalistler arası rekabeti mutlaka boyun eğilmesi gereken bir güç olarak görmemekteler. Her bir emperyalist ülke kendi ulusal sanayilerinin çıkarına göre hareket etmekte ve bu anlamda da seçici-korumacı (protektiyonist) olmaktadır. Ancak güçsüz devletler, bağımlı ülkelerde devletler, uluslararası rekabete boyun eğmekteler. Ne oluyor bu durumda? “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ mu, yoksa güçleniyor mu?

c) “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ diyor sayın Türker Aklan. Tam tersi söz konusu. Gerilemek, devletin erimesi, küçülmesi ve önemsizleşmesi anlamına gelir. Ama son 30-40 yıllık tarih bunun hiç de böyle olmadığını göstermektedir. Yani “küreselleşme” sürecinin hızlandığı bir dönemde devlet, iddia edilenin aksine giderek daha da güçlenmiştir. Devlet giderlerini, bir devletin gerilemesinin veya güçlenmesinin ölçüsü olarak alalım. Uluslararası istatistikler (örneğin DB, IMF veya OECD istatistikleri veya tek tek ülkelerin “ulusal” istatistikleri) şunu göstermektedir: 1970’den bu yana, birkaç istisna hariç bütün kapitalist ülkelerde devlet giderleri sürekli artmıştır. 1985’ten bu yana da bazı kapitalist ülkelerde devlet giderlerinin artış hızı yavaşlamıştır. Ama artış devam etmektedir. Şayet devlet geriliyorsa, giderlerinin de azalması gerekir. Devlet küçülüyorsa veya moda ifadeyle “inceliyorsa” giderlerinin de azalması gerekir. Ama tam tersi söz konusu. Burjuva politik ekonomide henüz çürütülememiş ve Türker Aklan’ın da çürütemeyeceği bir varsayım var. Bu varsayım şunu diyor: Kamu sektörünün veya devlet sektörünün ulusal ekonomideki payı, o ekonominin dünya pazarına bağlılığı oranında artar. Yani bir ülkenin ulusal ekonomisinde devletin payı, ekonominin liberalleşme; dünya pazarına açılma derecesine bağlı olarak artar. En azından OECD ülkelerinde durum böyle.  

Alınan birtakım tedbirler, devlet giderlerinin artış hızını sadece ve sadece yavaşlatmıştır. Artış devam ediyor. Yani devlet erimiyor, gerilemiyor, bütün ağırlığıyla ortada duruyor. Böyle bir cüsseyi Türker Aklan’ın görememesi gerçekten şaşırtıcı.

Demek ki,“Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet” gerilemiyor, tam tersine klasik görevlerini yerine getirerek güçleniyor. Militarizm kılıfında devlet geriliyor mu? Güvenlik kılıfında devlet geriliyor mu? Polis devleti kılıfında devlet geriliyor mu? Bu alanlarda devlet, şimdiye kadar olduğuyla karşılaştırılamayacak kadar güçlü değil mi? Bırakalım emperyalist ülkeleri, Türkiye’de de devlet bu alanlarda daha da güçlenmedi mi? Emperyalist ülkelere bakalım. Bu ülkelerde devletin özel ekonomik faaliyetleri düzenlemesinde görülen ivmeyi nasıl yorumlayalım sayın Aklan? “Ulus-devlet”in gerilemesi olarak mı, yoksa “ulus-devlet”in güçlenmesi olarak mı? Sorunun diyalektiği şudur ki, devlet olmaksızın pazar da olmaz. Yani keskinleşen uluslararası rekabetin sürdürüldüğü dünya pazarı, güçlü devletler olmaksızın var olamaz.

d) Türker Aklan, “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ derken, belki de farkına varmadan vergi toplayıcısı olarak devletin gerilediğini savunmuş oluyor. Şüphesiz, yabancı sermaye çekmek için, bu sermayeyi ilgilendiren birtakım vergiler kaldırılmıştır veya miktar olarak önemsizleştirilmiştir. Ama AB ve OECD ülkelerinde toplam vergi miktarlarının gelişme seyrine bakarsanız, sayın Aklan, bu ülkelerde vergi gelirlerinin 1980’den buyana sürekli arttığını görürsünüz. OECD ülkeleri ortalamasında vergi gelirleri Yurtiçi Brüt Üretimin yüzde 40’ına denk düşmektedir. Açık ki, “ulus-devlet” vergi tekelini güçlendirmiştir.

e) Sosyal devlet açısından durum:  Deniliyor ki,  „küreselleşme“ sürecinde devlet, sosyal devlet olmaktan çıkmıştır veya sosyal devlet özellikleri zayıflamıştır. Önce şunu belirtelim: Emperyalist küreselleşme sürecinde „antiküresel hareketin“ sosyal devlet için mücadele anlayışı yanlış kavranmakta. Evet, neoliberalizme karşı mücadele eden yığınların ezici çoğunluğu, reformist-pasifist önderliğin yönlendirmesiyle sorunu „sosyal devlet“e yeniden dönüş olarak kavramaktadır. Bu durumda sosyal devlet yok olduğu için onun yeniden var olması için bir mücadele söz konusu oluyor. Burada söz konusu olan, geçmişle karşılaştırıldığında devletin bugün daha az „sosyal“ olduğudur ve „sosyal devlet“ için mücadele edenler, devletin eskisi gibi „sosyal“ olmasını talep etmekteler. Ama dün olduğu gibi bugün de devletin „sosyal“ olma özelliğinde değişen bir şey yok. Bu anlamda da “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ demek gerçek durumla çelişmektedir. Gerçek şudur ki, 1980’den bu yana hemen bütün emperyalist ülkelerde, dahası bütün gelişmiş ülkelerde devletin sosyal harcamalarının miktarı sürekli artmıştır. Evet, bütün reform politikalarına, bütün sosyal yardım kısıtlamalarına, o çok bilinen “makasa” rağmen devletin sosyal harcamaları artmıştır. Şüphesiz ki, harcamaların kapsamında bir yavaşlama olmuştur. Devlet, sosyal yardım alanları daha sıkı kontrol etmeye başlamış, yardımların ve işsizlik parasının miktarında azalma olmuştur. Yani sosyal yardımlar azaltılmıştır ama toplam sosyal yardım miktarı artmıştır. Demek ki, “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet” sosyal devlet olmaktan çıkmamış ve bu anlamda da gerilememiştir.

Türker Aklan, “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ anlayışıyla gerçeğe haksızlık ediyor. Nesnel durumu çarpıtıyor. Gerçek durum yerine “Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor” fantezisini koyuyor ve “küreselleşme”nin ancak ve ancak güçlü devletle mümkün olacağı gerçeğini göz ardı ediyor.

Sayın Türker Aklan,   klasik burjuva devletin, “ulus-devlet”in şimdiye kadar olduğundan daha güçlü olmasının nedeninin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında, namı diğer “küreselleşme”nin bizzat kendisinde aranması gerektiğini kavramıyor.
Ibrahim Okcuoglu
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com    den alinmistir(Y.N)

Neoliberalizmin Zaferi-1

Radikal gazetesinin 7 Ocak 2007 tarihli sayısında Türker Aklan, köşesinde “Savaşa çağrı mı?” başlıklı yazısında MİT Müsteşarı Emre Taner'in “önemli” gördüğü açıklamasında “iki temel unsur” tespit ediyor. Oldukça “ilginç” olan “temel unsur”:

“Birincisi, artık ulus-devletlerin gerileme dönemine girilmiştir…Ulus-devletlerin eski egemenlik anlayışını bırakmak zorunda oldukları doğrudur. Girmek için can attığımız AB'ye üye olan devletler ulusal egemenliklerinden ödün vermiyor mu? AB üyesi olan ülkeler gümrük politikalarını, vergi politikalarını, para politikalarını bağımsızca saptayabiliyor mu? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, IMF'nin, Dünya Bankası'nın, Dünya Ticaret Örgütü'nün kol gezdiği dünyada eski ulusal egemenlik kavramının hiç değişmediğini savunmak mümkün müdür?
Değildir elbette. Günümüzde 'ulus-devlet' daha yumuşak ve esnek bir egemenlik kavramına dayanmaktadır. Bu değişikliğin de iki temel nedeni vardır. Birincisi, kısaca 'küreselleşme' dediğimiz olgudur. Sermayenin, üretimin, tüketimin ulusal sınırları aşması; iletişimin, ulaşımın, değer yargılarının küreselleşmesi; çevre sorunlarının ve çözümlerinin ulusal ölçeklere sığmaz olması...
Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünyayı ortaya koyuyor. Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.
Bu tespit, neoliberalizmin son 10-15 yılda elde ettiği en önemli ideolojik „zafer”lerden birisidir. Küreselleşme ile ulus devlet arasındaki ilişkiyi yanlış anlama yarışı düzenlenmiş olsa herhalde Türker Aklan bu yarışı birincilikle kazanmış olurdu. Üstünde durmaya değer.

Konuyu biraz açalım.
Birkaç asırlık burjuva devlet hala yerinde duruyor…

10-15 senedir sık sık duyuyoruz: Genel olarak devlet veya ulus devlet artık dünya çapında çöküş sürecine girmiştir! Devlet yok oluyor, zayıflıyor, inceliyor vs. Artık sınırlarını ve topraklarını da kontrol edememe zamanı yaklaşmaktadır! Ulus devlet, sahip olduğu hükümranlığı kaybetmektedir! Ve nihayet dünyanın hiçbir devleti küreselleşmiş, Marksist kavramla ifade edecek olursak uluslararasılaşmış sermaye ve üretime karşı koyacak durumda değildir!

Bu türden açıklamalar aslında hiç de yeni değildir. Sermaye hareketinin uluslararasılaşması seyri, ulus devletin tarihe karışıyor anlayışlarının daha II. Dünya Savaşının hemen sonrasında gündeme getirilmiş olduğunu göstermektedir. Öyle ki, geçen yüzyılın 50’li yıllarının sonunda kıtalar arası füzelerin üretimi, savunmanın, sınır savunması olarak tarihe karışacağının bir verisi olarak öne sürüldü. Böylece, sınırların anlamsızlaşacağı, devlet topraklarının savunulamayacağı, cephenin veya cephe gerisinin nerede olduğunun bilinemeyeceği ilan edilmişti. 60’lı yıllarda ulus devletin önemsizleşmesinin askeri alandaki verilerle açıklanmasından ekonomik alandaki açıklanmasına geçildi. Ulus devleti içten içe kemirenin ve yok edenin uluslararası tekeller olduğu keşfedildi. Gerçekten de bu dönemde Amerikan tekelleri, başta Avrupa sermayesi (tekelleri) olmak üzere dünyanın her tarafında sermaye satın alıyor ve yaygınlaşıyordu. Yani ‘60’lı yıllardan itibaren sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında hızlı bir gelişme oluyordu. Gerçekten de Unctad’ın verilerine göre uluslararası tekel sayısı 1969’da 7200’den 2005’te 69.727’ye; bu tekellere bağımlı işletmelerin sayısı da 27 binden 690 391’e çıkıyordu. Bu veriler, ulus devletin uluslararasılaşan sermaye ve üretim karşısında tutunamayacağını; sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasına yenik düşeceğini ya da yok olmamak için gelişmeye uyum sağlayacağını ve bizzat uluslararasılaşacağını kanıtlamak için yeter de artar deniyordu. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, ulus devletin ülke ve dünya ekonomisinde oynaması gereken rolü veya o zamana kadar oynadığı rolü artık oynayamayacağını göstermektedir anlayışları savunuluyordu. Bu türden iddialar tabii ki yeni değil, dolayısıyla bunlara verilen cevaplar da yeni değil. İdeolojik cephede zafer kazanan neoliberalizm, doğal olarak bu alanda da zafer kazandı; ulus devletin akıbeti hakkında öne sürdüğü bayağı savları, etkisini sürdürüyor. Bu bayağı savlardan etkilenenlerden birisi de Türker Aklan’dır. Türker Aklan gibilerinin anlayışına göre sermaye ve üretimin uluslararasılaşması bütün biçimlerinde gerçekleşecektir: Ulus devlet yapıları yıkılacağı için sınıflar da uluslararasılaşacaktır, ulus devleti ifade eden yasalar kalmayacak, bütün dünya uluslararası hukuka göre yönetilecektir. Yani sermaye ve üretim uluslararasılaştığı, ulus devletten bağımsızlaştığı için kendisine yeni bir yapı arayacaktır. Bu nedenden dolayı 1980’li yıllarda R. Cox, devletin, ulus devleti gereksiz kılan uluslararasılaşmasından bahsediyordu. Bu anlayış birçok siyasal akımı etkilemiştir. Etkilenenlerin başında kendini Marksist sanan küçük burjuva çevreler ve yeni Gramscici çevre gelmektedir. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, ideolojik alanda neoliberalizme önemli bir zafer kazandırmıştır. Ulus devletin güçsüzleştiği adeta kanıksatılmıştır. Emperyalist burjuvazi, yoğun neoliberalizm propagandasıyla neoliberal hegemonyasını kurmuştur. Giderek yok olan, etkisizleşen ulus devlet savı, neoliberal hegemonyanın en önemli dayanak noktası olmuştur.

Ama gerçekler tamamen başka. Giderek yok olan, etkisizleşen ulus devletten bahsedebilmek için ya siyasal kör olmak gerekir ya da neoliberal ideolojinin etkisinde kalmış olmak gerekir. Türker Aklan siyasal kör müdür veya neoliberal ideolojinin etkisinde mi kalmıştır, bunu bilmiyorum. Pek de önemli değil. Önemli olan, nesnel gerçekliğin kendisidir. Bu gerçeklik şunu gösteriyor: Dünyanın emperyalist çağa ayak attığı dönemde; 1900’lü yıllarda dünya veya siyasal dünya, sayısı 40 veya biraz fazla olan devletten oluşmaktaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında (1946) bu sayı 70’e çıktı. Şimdi ise 200 kadar devlet var. Sayı giderek artıyor. Yani sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının başka bir tanımı olan; genel tanımı olan emperyalist çağda ve özellikle son 10-15 yılda sınırları belli, bayrağı olan, ordusu, polisi, kendine özgü yasaları vs. olan yapıların sayısı; adı üstünde ulus devlet sayısı giderek artmaktadır. Türker Aklan ise bu olgunun; ulus devlet olgusunun giderek önemsizleştiğini savunuyor. Türker Aklan gibilerinin fakında olmadıkları gerçek şu: Federatif yapıya sahip olan devletler yıkıldı. Örneğin Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya. Bu yıkılma sonucunda yeni devletler, ulus devletler olarak doğdu. Bu dönemde yıkılan, yok olan hiçbir ulus devlet yoktur.

Ulusal kurtuluş hareketleri, ulusal bağımsızlık için mücadele etmiyorlar mı? Ulusal bağımsızlık, kendine özgü sembolleriyle, sınırlarıyla, yasalarıyla belli bir toprak bütünlüğünde ulusal devlet için mücadele değil mi? „Uluslararası kitle hareketi“ olarak tanımlanan uluslararası sosyal hareketler, siyasal taleplerinin gerçekleştirilmesi için öncelikle ulus devletleri başvurulacak adres olarak gömüyorlar mı? Uluslararası partileri mi, hükümetleri mi harekete geçirmek istiyorlar yoksa ulusal partileri mi, hükümetleri mi ve dolayısıyla ulus devleti mi harekete geçirmek istiyorlar? Türker Aklan’a sormak gerekir: Hükümet dışı örgüt olarak uluslararası alanda faal olan örgütler kimin, hangi devletin ajanlığını yapıyorlar? Yoksa bunlar uluslararası bir devlet veya hükümet adına mı ajanlık yapıyorlar? Örneğin Afganistan’daki sayısız hükümet dışı örgütler kimin adına orada faaliyet sürdürüyorlar?

Hiçbir şey değişmemiş demek de Türker Aklan’ın “artık ulus-devletlerin gerileme dönemine girilmiştir” tespiti kadar yanlış olur.
Paradoks olan şu: Türker Aklan gibileri ulus devletin kaçınılmaz sonundan bahsediyorlar, ama ulus devlet, tarihsel gelişmesinin doruk noktasında. Evet, bugün, en gelişmiş haliyle ulus devleti yaşıyoruz ve bu koşullar devam ettiği müddetçe de; yani sermaye ve üretimim uluslararasılaşması; mülkiyetin özel karakteri devam ettiği müddetçe de bunu yaşayacağız.
Bir taraftan en gelişmiş haliyle ulus devleti yaşarken, aynı zamanda yeni ulus devletlerin oluştuğu süreci de yaşıyoruz. Bay Türker Aklan “nasıl olur” diyecek ama nesnel durum böyle. Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yeni bir ulus devlet oluşumu sürecine girilmedi mi? Dünya politikasında ulus devletler hâkim değiller mi? Yoksa dünya politikasını IMF veya BM mi tespit ediyor? Sayın Türker Aklan, Afganistan’a, Irak’a kim saldırdı ve bu ülkeleri işgal etti? IMF mi, BM mi yoksa ABD ve müttefikleri mi?
Şüphesiz ki “global governance”, hükümet dışı örgütler veya IMF, DB, BM de dünya politikasında belli bir rol oynuyorlar. Ama kimin adına? Bu kurumları finanse eden ülkeler adına, yani ulus devlet veya devletler adına. Öyle değil mi sayın Türker Aklan?

Dünya politikasının yapısındaki değişmeler, ulus devletin yapısındaki değişmeleri ifade eder. Ama dünya politikasındaki yapısal değişmeler hiç de yeni değildir. II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren bu alanda önemli değişmeler olmuştur. Bu, tartışma götürmez bir gerçekliktir. Dünya politikasında, ekonomisinde ve ticaretinde belli bir rol oynayan BM, IMF, DB ve başkaca çok uluslu kurumlar II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana faaldirler. Bu kurumları ayakta tutan, yaşatan, işlevli kılan veya işlevsiz kılan, bu kurumları kuran ulus devletlerdir. Bu kurumların aldıkları kararlar, öncelikle üye ulus devletler tarafından alınan kararlardır. Örneğin BM, IMF, DB ve DTÖ, uluslararasılaşmış sermaye tarafından değil, güçlü ulus devletler tarafından kontrol edilmekteler. Yani bu kurumları uluslararasılaşmış ulusal kökenli sermayeler (ulus devletler, emperyalist devletler) yönlendirmektedir. Bu kadarını sayın Türker Aklan da biliyordur!

Devam edelim sayın Türker Aklan: Revizyonist Bloğun dağıldığı dönemde; 1990’lı yılların başında Amerikan emperyalizmi “yeni dünya düzeni”ni ilan etti. Bu düzenin ilan edildiği “Washington Konsensüs”ünde hiç de konsensüs sağlanmamıştı. Askeri ve ekonomik gücüne dayanan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak kalan Amerikan emperyalizmi, kendi çıkarlarına göre yeni bir dünya düzeni dayatmıştı. Yani Amerikan ulus devletine hizmet eden bir yeni dünya düzeni. Bu dünya düzeninde dünya ekonomisi ve politikası Amerikan çıkarlarına göre düzenlenmeliydi. Her halükarda Amerikan emperyalist burjuvazisi, kendi devletine, yani ABD’ye, dünya iktidarı rolü veriyordu. Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder. Sonra ne oldu? Koyu/yoğun bir “küreselleşme” propagandası başlatıldı: serbest pazarlardan, serbest rekabetten, demokrasiden bahsedildi. Sosyalizm öldü dendi ve hızını alamayan Fukuyama da “tarihin sonunu” getirdi. Aynen böyle olmadı mı sayın Türker Aklan?
Reform adı altında; yeni dünya düzeninin kurulması adı altında neoliberalizm güçlü ulus devletler tarafından güçsüz ulus devletlere dayatılmadı mı? IMF’nin, DB’nın, BM “barış gücü”nün arkasında kim var? Neoliberal dayatmaların, işgallerin ve savaşların arkasında emperyalist ülkeler, güçlü ulus devletler durmuyor mu? Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder!

MİT Müsteşarı Emre Taner ve Türker Aklan gibileri bir gerçeği unutuyorlar: “Küreselleşme”yi, neoliberalizmi ideolojik bir silah olarak kullanmak için kalemşorlarını örgütleyen Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte jeopolitikayı ve dolayısıyla “alan”ı güya yeni keşfetmiş gibi hareket etmektedir. Ulus devlet bu denli önemsizleşmişse Amerikan emperyalizmi niçin ülkeleri, hammadde alanlarını, stratejik bölgeleri işgal ediyor? Bu işgaller, ulus devletin yok olma sürecine girmediğini gösterir. Bu iki olgu arasındaki diyalektiği anlamayanlar, Amerikan emperyalizminin Afganistan ve Irak gibi ülkeleri, oralara demokrasi götürmek için işgal ettiği demagojisini kabul etmek zorunda kalırlar. Geçen yüzyılın ‘70’li yıllarında ulusal sermaye çıkarlarına; Amerikan tekellerinin çıkarlarına hizmet eden politik ekonomi hazırlamak için radikal adımlar atan Amerikan emperyalizmi değil miydi? Özenle seçilmiş pazar alanlarını açmak ve aynı zamanda korumacılığa yarayan duvarlar örmek Amerikan emperyalizminin stratejisi değil miydi? Yani kendi sanayine pek zarar vermeyen alanları açmak ve aynı zamanda kendi sanayini koruyan adımlar atmak ve başka ülkeleri, Amerikan ürünlerinin alımı için baskı altında tutmak.
Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası veya dünya hâkimiyeti için jeopolitikası, güçlü ulus devlet olgusuna dayanmaktadır. Bölgeleri, ülkeleri, hammadde kaynaklarını işgal eden, rakiplerinin gelişmesini daha başından engellemek için tedbirler alan bir güç bunu ulus devletsiz veya yok olmaya yüz tutmuş bir ulus devletle nasıl yapabilir? Bu kadarını sayın Türker Aklan da kabul eder!
Ulus devletin yok olma sürecine girdiği ve devletin giderek uluslararasılaştığı neoliberal bir demagojidir. Kapitalist üretim biçimi henüz ulus devletinden kopmuş bir sermaye, uluslararası bir tekel ortaya çıkarmadı. Uluslararasılaşmış sermaye ve üretimin dayandığı bir veya çok sayıda ulus devlet vardır. Bu anlamda uluslararasılaşmış sermaye ve üretim, rekabeti bütün biçimlerinde keskinleştirdiği için güçlü ulus devlete dayanmak zorundadır ve dayanmaktadır. Bu kadarını Türker Aklan da biliyordur!

Türker Aklan’a göre “Artık eski usul ulus-devlet anlayışının sınırlarına geldiğimiz bir dünya”da yaşıyoruz ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“.

Bu kadar yeter sayın Türker Aklan. Başka bir yazıda „sınırlarına“ vardığımız ulus devleti ve “Ulus-devlet gerilediği için küreselleşme ortaya çıkmıyor. Küreselleşme geliştiği için ulus-devlet geriliyor“ karşılaştırmasını ele alarak ulus devletin yok olma sürecine girmediğini, aksine kendini rasyonelleştirerek güçlendiğini gösteren faktörleri açabiliriz.


Ibrahim Okcuoglu

Afrika Kitasi ve Emperyalist Gucler Arasi Rekabet-1

Yedinci Dünya Sosyal Forumu 20-25 Ocak 2007’de Nairobi’de (Kenya) gerçekleştirilecek. Bu sosyal forumda öncelikle kara kıtanın sorunları ele alınacak. Bu forum vesilesiyle Afrika kıtasında emperyalistler arası çelişkilerin gelişmesi üzerine (Sudan”daki durumu) durmayı yararlı görüyorum.  

Emperyalist küreselleşme Sahra’nın güneyini kasıp kavuruyor. Kara kıtanın bu bölgesindeki felaketten emperyalist ülkeler sorumludur. Dünyanın en fakir 49 ülkesi arasındaki en fakir olan 33 ülke bu bölgede bulunuyor. En az gelişmiş 27 ülkenin hepsi de bu bölgedeki ülkelerden oluşuyor. Bazen emperyalist ülkeler, borcunu ödeme durumu olmayan ülkelerin borçlarının silinmesinden bahsederler. Borcunu ödeyecek durumda olmayan ülkelerin çoğunluğu da bu bölgededir. Gerçekten de bir kısım borçlar silinir. Ama borç silme koşula bağlanır; neoliberal uygulamalardan bahsedilir: Özelleştirin ve ticareti serbestleştirin denir. Böylece silinen borç miktarı, kısa zamanda katlanarak geri alınır.

Afrika’nın zenginlikleri (petrol, gaz, kauçuk, değerli taşlar vs.), emperyalist ülkeler, uluslararası tekeller tarafından talan edilir. Bu talanda emperyalist ülkeler, bir taraftan doğrudan yer alırlarken, diğer taraftan da IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarını kullanırlar. Hükümet Dışı Örgütler, „öncü müfreze“ rolünü oynarlar. Zor kullanmak kaçınılmaz olunca MB devreye girer. Bu da yetmezse emperyalist ülkeler doğrudan müdahale ederler. Afrika’nın 8 ülkesinde BM askerleri “barış gücü” adı altında görev yapmaktadır.

Çıkar savaşları:
Fransa ile başlayalım. Afrika kıtasının kanını emen Fransız emperyalizminin hangi amaçları güttüğü pek sır değildir. Fransa, sömürgeci ve büyük güç konumunu devam ettirmek için siyasal nüfuzu altındaki bazı Afrika rejimleriyle anlaşmak zorunda olduğunu biliyor. Fransız emperyalizminin, hammadde kaynaklarını kontrol edebilmek için, özellikle de Fransız Petrol tekeli Total’ın faaliyet sürdürdüğü petrol zengini Afrika ülkeleriyle ilişkisi, onun bu kıtadaki konumunun geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir. Bu anlamda özellikle Libya, Kamerun, Gabun, Kongo-Brazavil gibi ülkeler ve Portekiz’in eski sömürgesi Angola oldukça önemlidir.
Çad’ı da petrol ülkelerinden saymak gerekir. Petrol çıkarımı 2004’te başlayan bu ülkede Amerikan petrol tekelleri iktisadi alanda söz sahibiyken, Fransa ancak siyasal alanda nüfuz sahibi durumundadır.

Son yıllarda Amerikan emperyalizmiyle Fransız emperyalizmi Afrika üzerine rekabetlerinde nispeten çıkar uyumluluğu içinde hareket etmişlerdi. Önceleri böyle bir durum söz konusu değildi. Örneğin 1994’te „Ruanda Savaşı“ olarak bilinen soykırımında ırkçı „Hutu Güçleri Hareketi“, Tutsi halkını soy kırımından geçirmişti. Bu savaş, ABD ve Fransa arasındaki rekabetin doğrudan bir ifadesiydi. Bu güçler arasındaki çatışma Fransa ile ABD arasındaki rekabeti temsil eden bir savaştı.

Emperyalist güçler arasındaki Afrika üzerine çıkar çatışması belli bir dönem, fazla „gürültüye-patırtıya“ neden olmadan devam etti. Kongo Demokratik Cumhuriyetinde milyonlarca insanın katledilmesine neden olan iç çatışmalar, emperyalist güçleri, somutta da Amerikan emperyalizmini ve AB’yi devlet başkanı olarak J. Kabila üzerinde uzlaşmaya zorlamıştı.

Şimdi Fransa (AB) ve Amerika’nın yanı sıra Afrika’da yeni bir rakip ortaya çıktı. Ham petrol ithalatına bağımlı ola Çin, Çad petrollerine sahip olmak için diğer emperyalist güçlerle rekabet içinde. Çin, Çad’a komşu olan Sudan’da da rekabetçi güç olarak oldukça etkili.  Çin, ham petrol ihtiyacının yüzde 10’unun Sudan’dan temin etmektedir. Fransız emperyalizmini tedirgin eden, Çad’dan Kamerun sahiline uzanan ve Fransız çıkarlarına hizmet eden boru hattının yanı sıra Çad’dan doğuya uzanan, yani Port Sudan limanına uzanan ikinci bir boru hattının açılmasıdır. Bu durumda Sudan petrolünde olduğu gibi, Çad petrolünde de ihracatın yönü doğu Asya’ya doğru değişir. Bu, Afrika’nın bu ülkelerinden Doğu Asya’ya veya Çin’e doğru bir yönelişin ifadesi olacaktır. Böyle bir gelişme veya gelişme olasılığı,  Afrika üzerine rekabet eden güçlerin kartları yeniden karmalarına neden olmaktadır. En azından son on sene içinde oluşan ilişkiler dengesi bozulacaktır. Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarında, özellikle de 1994-1997 arasında Afrika’da Fransız varlığı giderek güçlenen Amerikan emperyalizminin etkisi altında kalmıştır. Ruanda’da Hutu diktatörlüğünün devrilmesi (1994) ve Zaire’de (şimdiki Kongo Demokratik Cumhuriyeti) Mobutu diktatörlüğünün yıkılması ve yerine Amerikan emperyalizminin desteklediği L. Kabila’nın (şimdiki devlet başkanının babası) gelmesi (1996/1997) bu bölgelerde Fransız emperyalizminin gerilemesi ve Amerikan emperyalizminin güçlenmesi anlamına gelmekteydi.

Amerikan emperyalizmi, diğer rakipleri, özellikle de Fransa üzerine sağladığı bu üstünlüğünü, IMF ve Dünya Bankası’nın nüfuzunu da kullanarak daha da etkili kılmıştır. IMF ve Dünya Bankası, Fransa tarafından desteklenen iktidarlar üzerinde baskısını arttırmıştır. Clinton döneminde, özellikle de 1997-2000 yılları arasında yeniden belli bir uzlaşma eğilimi gelişmeye başlamıştır. Çatışmalara çok uluslu müdahale veya kısmen Afrika Birliği şemsiyesi altında savaşlara son verme durumlarına emperyalist güçler arka planda katılmayı yeğlemeye başlamışlardı. Görünürde Afrikalılar kendi sorunlarını kendileri çözüyorlardı. Öne sürülen Afrikalı güçlerin arkasında ise emperyalist ülkeler vardı. Emperyalist merkezlerde „artık Afrika krizleri öz yönetim”le çözümleniyor deniyordu. Bu durumdan emperyalist ülkeler memnunlardı: Ekonomik çıkarlarından vazgeçmemişlerdi, ama yerel iktidarların istikrarından da sorumlu değillerdi. Ne var ki, bu memnun edici durum fazla yürümedi. Emperyalist ülkeler arasında sessizce sürdürülen rekabet, kaçınılmaz olarak siyasal alanda da etkili oldu ve birçok Afrika ülkesinde iç çatışmalar yeniden gündeme geldi.

2000-2003 döneminde Amerikan emperyalizminin Afrika’ya ilgisinde belli bir gerileme oldu. Bu dönemde ABD, Afganistan ve Irak ile meşguldü. Ama 2003’te itibaren Amerikan emperyalizmi „antiterör Savaşı“ adı altında Afrika’ya yeniden ilgi göstermeye başladı. İşe El Kaide-Salafist hareketi arasında işbirliğini engellemek için Cezayir’de askeri üslerin kurulmasıyla başlandı. Çad gibi ülkelerde radikal islama karşı uyarılar, Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarlarına (enerji temini sorunu) tabi olarak ele alındı ve bu arada Çin de Afrika kıtasındaki yeni rakip olarak değerlendirildi. 

Krizin „çok taraflı“ yönetiminden Fransız emperyalizmi, özel firmalardan, uluslararası kurumlardan (örneğin, AB ile sıkı işbirliği içinde olan Afrika Birliği) oluşan bir konsorsiyumun işbaşında olmasını ve ancak zorunlu olduğu durumlarda büyük güçlerin ara sıra müdahale etmesini anlıyordu. Yani Afrika’da „kriz“ devletleri, bileşimi böyle olan bir konsorsiyum tarafından yönetileceklerdi. Böylece „kriz“ devleti ilan edilen her Afrika devleti, sömürge valisi yerine sömürge konsorsiyumuyla protektoratlaştırılarak emperyalist çıkarlara göre yönetilecekti. Bu işin zor olduğu kısa zamanda anlaşıldı.  

Fransa’nın, „arka bahçe“ olarak gördüğü Afrika’daki eski sömürgeleriyle arası bugünlerde pek iyi değil. Bu nedenle Fransa, 10-15 senelik yakın geçmişle karşılaştırıldığında bugünlerde Afrika’ya geri planda kalarak güçlü müdahale etmeye çalışmaktadır. Medyada çıkan haberlerde de Fransa’nın Afrika’ya geri dönüşünden bahsedilmektedir. Örneğin, Merkezi Afrika Cumhuriyetinde ayaklanmacıların Fransız yardımıyla yenilgiye uğratılmasını „Figaro“ gazetesi, Fransa’nın yeniden „Afrika’nın jandarması“ olmaya başladığı şeklinde yorumluyordu. „Libération“ gazetesi, „Afrika: Fransa geri döndü“, „Paris, Afrika’ya ilişkin olarak eski reflekslerini yeniden buldu“ başlıklarını atıyordu.
Bu makalede Fransa’nın Çad’da ve Merkezi Afrika Cumhuriyetinde devam eden askeri müdahaleleri ele alınıyor ve şöyle deniyor: „Fransız paraşütçülerinin Demokratik Kongo Cumhuriyetinde Kalvezi üzerinde atladıkları zamanlar henüz geri gelmedi (1978’de Mobutu rejimini ayaklanmacılardan kurtarmak için yapılan harekât) Kötü imaj yok olmamış ve klişe inatla aynı kalıyor: Fransa, BM görevlendirmesi olmadan da Afrika’da, … dost ve bağımlı rejimleri iktidarda tutmak için gücünü kullanabileceği yerde kalmaya kararlı“.



Sudan-Çad ilişkileri ve emperyalistler arası çelişkiler:
Sudan: Sudan’ın Darfur bölgesinin önemi ve ABD’nin bu bölgedeki rolü: Son dönemlerde ABD’de Darfur’u gündemleştiren kampanya yürütülmekte. Üniversitelerde imzalar toplanıyor, toplantılar düzenleniyor, “Darfur’u kurtar” gösterisi yapılıyor, “insani güçler”den, “ABD Barış Güçü”nden bahsediliyor, medya “kitlesel tecavüzleri” manşete çıkartıyor, onbinlerce Afrikalının Arap milisleri tarafından katledildikleri işleniyor, bütün bunların Sudan rejiminin desteğiyle yapıldığı söyleniyor ve sonuçta Sudan, “başarısız devlet”“terörizm devleti” olarak damgalanıyor. Öyle ki, savaş karşıtı gösterilerde “Irak’tan çık, Darfur’a gir” yazılı afişler dağıtılıyor. Açık ki belli bir savaş kışkırtıcısı çevre iş başında. olarak ilan ediliyor. Sudan,


Savaş kışkırtıcısı Siyonizm yanlısı örgütlerin yanı sıra Sudan’a müdahalenin başını eski Dışişleri Bakanı C. Powell, şimdiki Dışişleri Bakanı C. Rice, general W. Clark, Britanya Başbakanı T. Blair gibileri çekmektedir. Tabii bunların baş destekçisi de ABD Başkanı Bush’dan başkası değildir. “İnsancıl savaş”tan bahseden bu unsurlar, aynen Yugoslavya’da olduğu gibi yoğun bir bombardıman sonucunda Kosova’da NATO ve ABD kontrolünde bir idarenin –protektoratın- kurulması gibi Darfur’da da böyle bir proktektortın kurulmasını öneriyorlar. Çok sayıda Hükümet Dışı Örgüt göreve çağrılıyor. Böyle bir örgüt olan NED’in (National Endowment for Democracy- “Ulusal Demokrasi Vakfı”) mali katkılarıyla hazırlanan raporlarla ortam, asker göndermek, müdahale etmek için ısıtılıyor. “Darfur’u kurtar” kampanyası ve devamında Sudan’a müdahale Hükümet Dışı Örgütlerin başta gelen sorunu olmuş durumda.


Sudan’da Amerikan çıkarları:
Yeni keşfedilen yer altı kaynakları, yüzölçümü bakımından Afrika’nın en büyük ülkesi olan Sudan’ı Amerikan tekelleri ve başka emperyalist ülkeler için önde gelen ilgi alanı yapmıştır. Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El Beşir’e göre ülkenin sahip olduğu petrol, S. Arabistan’ın sahip olduğu petrolden daha az değildir. (Chevron tekelinin verilerine göre Sudan petrol rezervi S. Arabistan ve Irak petrol rezervleri toplamından daha büyük). Ayrıca büyük doğal gaz yataklarının yanı sıra Sudan, dünyanın en büyük safi uranyum yataklarına ve dünyanın dördüncü büyük bakır yataklarına sahiptir.
Sudan rejiminin temkinli yaklaşımından dolayı bu ülkenin petrol politikasını kontrol edemeyen ABD, bu alandaki gelişmeyi (petrol çıkarımını ve ihracatını) engellemeye çalışmış, ama başarılı olamamıştır. ABD’nin bu tavrına karşın Çin, Sudan’ın petrol politikasını ve teknolojisini desteklemiştir.

Sudan’da etnik/bölgesel çelişkilerin baş kışkırtıcısı Amerikan emperyalizmidir. ABD, petrolün bulunduğu Sudan’ın güneyindeki ayaklanmacı hareketi 20 yıl boyunca desteklemiştir. Ayaklanmacı hareketin merkezi hükümetle uzlaşma sağlamasından sonra ABD’nin ilgisi batıya, Darfur’a yönelmiştir. Amerikan emperyalizmi Darfur’da, merkezi hükümetle Darfur’daki ayaklanmacı hareket arasında tarafsız arabulucu rolü oynamaya çalışmaktadır. Bu rolü, çatışmaların devam etmesini teşvik etmek için oynamakta ve merkezi hükümetin taviz vermesini talep etmektedir.

Amerikan medyası Darfur’daki krizin Cincavit milislerinin neden olduğu katliamla başladığı konusunda ortak hareket ediyor. Bu milisler, merkezi hükümet tarafından destekleniyor. Böylece “Afrikalı insan”lara bir Arap saldırısının söz konusu olduğu anlatılıyor. Sudanlıların “Arap” ve “Afrikalı” olarak ayrıştırılması, gerçek nedenin açığa çıkmamasına ve tabii ki iç çatışmaları körüklemeye hizmet ediyor.

Sudan’da BM ve NATO:
Sudan’da olduğu kadar dünyanın başka hiçbir ülkesinde çok sayıda etnik grup yoktur. 400’den fazla etnik grup kendi lisanlarını konuşmakta. Sadece Darfur’da ise 80 farklı etnik grup var. Sudan’da konuşulan ortak lisan Arapçadır.

Darfur’da konuşlanmış Afrika Birliği birliklerinin yerini BM birliklerinin alması için uzun bir zamandan beri harcanan caba bilinmektedir. Bu çabaların, batı Sudan’da NATO’nun görev alması için uğraşan ABD’den kaynaklandığı da bilinmektedir. Böyle bir görevlendirme için BM’in karar vermesi gerekmektedir. Merkezi Sudan hükümeti, 7000 kişilik Afrika Birliği birliklerinin yerini batılı emperyalist ülkelerin hâkim olduğu NATO birliklerinin almasına karşı gelmektedir.

Amerikan emperyalizmi, askeri etkiyle sadece ülkenin güneyinde ve batısında bulunan yer altı kaynaklarını kendi kontrolü altına almakla yetinmemekte ve bir bütün olarak merkezi hükümeti; Sudan rejimini yönlendirmeyi hedeflemektedir.
Amerikan emperyalizmi, Darfur üzerinden askeri güçle Sudan’a girmek ve ülkenin bütününü kendi kontrolüne almak isterken, Alman emperyalizmi şimdilik etkisini petrol bölesi olan güneyle sınırlıyor. Alman sermayesiyle bu bölgede altyapı inşa ediliyor; Kongo, Uganda, Kenya gibi komşu ülkelerle ulaşımın sürekliliğini sağlamak için yollar yapılıyor. Alman sermayesinin ilgilendiği Sudan’ın güneyinden Kenya’ya; Hint Okyanusuna ulaşan demiryolu projesi de bu çerçevede ele alınmalıdır. Amaç, bu bölgenin merkezi hükümetle bağını tamamen gevşemek ve ondan bağımsız hale getirmektir. Yapılan, Sudan’ın bölünmesine hazırlıktan başka bir şey değildir.

2011’de yapılması planlanan ayrılma üzerine referandumda istenen sonuç alınırsa yeni bir devlet doğmuş olacak. Adı daha şimdiden konmuş: “Yeni Sudan”!
Ayrılma durumunda hammaddeleri dünya pazarlarına taşıma rotası, hammaddelerin kendisi kadar önemli oluyor. Amaç, merkezi hükümetin hâkim olduğu ülkenin kuzeyinden geçmeyen sevkıyat yollarının inşa edilmesidir. Bu da ancak ve ancak Kongo, Uganda, Kenya gibi komşu ülkelerle ulaşımın sürekliliğini sağlamaktan geçmektedir. Bu anlamda söz konusu demiryolunun inşası da oldukça önemli olmaktadır. Petrol sevkıyatının yönünün değişmesi durumunda Port Sudan’da vanayı kontrol eden Sudan merkezi hükümetinin ve Çin’in bu hammadde üzerindeki kontrolüne büyük bir darbe vurulmuş olacaktır.

Şu anda Darfur’da 7 bin Afrikalı asker bulunmakta. Bu birliklere Amerikan ve NATO birlikleri lojistik ve teknik yardım sunmakta. Bunun ötesinde binlerce BM görevlisi, sayıları yüz binlerle ifade edilen gömenlerin bulunduğu kamplarda çalışıyorlar. BM’in bu görevlileri, kuraklık, açlık ve savaştan dolayı yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan Sudanlılara sadece “yardım” etmiyorlar. Aslında bu unsurlar, hangi emperyalist ülke tarafından görevlendirildiyseler, o ülkenin çıkarlarına hizmet etmek için bir etnik grubu diğerine karşı kullanıyorlar, bunların arasında çatışma çıkartıyorlar.

Amerikan emperyalizmi Darfur bölgesinde oldukça aktif. 2005 yılında ABD, Çad’ı, örgütlediği bir askeri tatbikata kattı. II. Dünya Savaşından sonra Afrika’da gerçekleştirilen en kapsamlı tatbikat olduğu söyleniyor. İşin içinde Fransa da var. Çad, Fransa’nın eski bir sömürgesi. Bu her iki emperyalist ülke, Çad’daki İdris Debi önderliğindeki askeri rejimi mali olarak destekliyorlar, Çad ordusunun silahlanmasına ve eğitimine katkıda bulunuyorlar. Çad da Darfur’daki ayaklanmacıları destekliyor.

Darfur’da savaş tarafları:
Sudan merkezi hükümeti, savaş taraflarından birsidir. Bu hükümet, Cincavit  diye adlandırılan milisleri de desteklemektedir. Bu milisler geçmişte ülkenin güneyinde halk üzerinde baskı uygulamışlar ve oradaki ayaklanmacılara karşı mücadele etmişlerdi. 21 yıl devam eden savaştan sonra 2005’te ateşkes sağlanmış ve bu dönem zarfında karşıt olan güçler (Güneydeki ayaklanmacılar ve merkezi yönetim) şimdi merkezi hükümeti oluşturuyorlar.

Güneydeki ayaklanmacılarla merkezi yönetim arasında „barış”ın sağlandığı 2004/2005 döneminde Darfur’da çatışmalar başlamıştı. Merkezi hükümete bağlı milisler Darfur’da halk üzerinde baskı uyguluyorlar ve ayaklanmacılara karşı savaşıyorlar. Darfur’daki ayaklanmacılar da halkın „kendilerinden olmayan kesimi“ üzerinde baskı uyguluyorlar ve bölgede BM Gücünün görevlendirilmesini reddediyorlar. Böyle bir görevlendirmeyi merkezi hükümet de reddetmektedir.

Sudan’da petrol çıkarımı esas itibariyle başta Çin olmak üzere güneydoğu Asya tekelleri tarafından gerçekleştirildiği için Çin de Darfur’da BM gücünün görevlendirilmesini reddetmektedir. Rusya da böyle bir görevlendirmeye karşı olduğunu açıkladı.
Darfur bölgesinde baskıya maruz kalan halkın bir kısmı komşu ülke Çad’a göç etmiş durumda. Oradaki ayaklanmacılar da Çad merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar. Bu ayaklanmacıları da Sudan merkezi hükümeti destekliyor.

Sudan merkezi hükümetinin bu tavrı, Çad merkezi hükümetini kışkırtıyor ve o da Sudan merkezi hükümetine karşı mücadele eden ayaklanmacıları destekliyor. Çad’daki çatışmalara, Fransız ordusu da Çad merkezi hükümetini destekleyerek taraf oluyor. Böylece Çad, Sudan sorununa (Darfur) ve Sudan da Çad sorununa taraf oluyorlar.

Darfur sorununda taraflar:
1-Sudan merkezi hükümeti ve ona bağlı Cincavit milisleri: Bunlar Darfur’daki ayaklanmacılara ve Çad merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar.
2-Darfur’dak ayaklanmacılar: Bunlar Sudan merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar.
3-Çad merkezi hükümeti: Çad’daki ayaklanmacılara karşı mücadele ediyor.
4-Çad’daki ayaklanmacılar: Çad merkezi hükümetine karşı mücadele ediyorlar.
5-Fransız emperyalizmi: Çad merkezi hükümetinin yanında yer alarak bu ülkedeki ayaklanmacılara ve Darfur’daki Sudan merkezi hükümetine bağlı milislere karşı mücadele ediyor.
6-Fransız emperyalizmi ve Çad merkezi hükümeti, Merkezi Afrika Cumhuriyeti’ndeki ayaklanmacılara karşı da mücadele ediyorlar. (Çad’ın komşusu Merkezi Afrika Cumhuriyeti’nde F. Bozize, Çad Devlet Başkanı İdris Debi’nin askeri desteğiyle Devlet Başkanı olmuştu. Ülkenin güneyinde toplanan ve Bozize’ye karşı olan bu ayaklanmacılar, Çad’daki kendilerine dost olan ayaklanmacılarla birlikte Sudan’a saldırı ve geri çekilme koridoru açmışlardı).
Darfur çatışması, Sudan, Merkezi Afrika Cumhuriyeti ve Çad’ın sınırlarının birleştiği üçgen içinde sürmektedir.  

Petrol, tekeller ve savaş:
Chevron tekeli 1978’de güney Sudan’da petrol bulur. Petrolün bulunduğu güney Sudan’ın Malakal, Al Muglat ve Bentiu bölgelerinde Arapça konuşulmaz. Güney Sudanlılar kuzey Sudanlıları, kuzey Sudanlılar da güney Sudanlıları petrolün bulunduğu yerlerden kovarlar. Bu kovmadan ve karşılıklı boğazlamadan dolayı şimdiye kadar katledilen güney Sudanlı sayısının iki milyon ve bölgeden kovulanların sayısının da dört milyon olduğu tahmin edilmektedir. Güney ve Kuzey arasında 21 sene süren savaştan sonra Mayıs 2004’te her iki taraf arasında anlaşma sağlanır. Anlaşmaya göre Şeriat, ülkenin güneyinde değil, sadece kuzeyinde geçerli olacaktır. 2011 yılında da güneyin Sudan’dan ayrılıp ayrılmaması üzerine referandum yapılacak. Petrol gelirleri güney ve kuzey arasında yarı yarıya paylaşılacak.

1974’te Chevron merkezi hükümetten önce bir (blok 1), kısa bir zaman sonra da başka iki bölgede (blok 2 ve blok 5A) petrol arama ruhsatı alır. Bu tekeli Total (şimdiki adı TotalFinaElf –Belçika Fransız ortaklığı) takip eder ve o da başka bir bölgede (blok 5) petrol arama ruhsatı alır. Ayaklanmacıların saldırılarından dolayı her iki tekel de 1984’te geri çekilir. Ama Total tekeli, kullanmamasına rağmen elde ettiği petrol arama hakkından vazgeçmez. 1989’da Chevron, haklarını satması için merkezi hükümet tarafından baskı altına alınır. Bu tekelin elindeki iki petrol arama sahası ve başka bir saha (blok 1, 2 ve 4) 1998 yılına kadar Kanada tekeli Talisman’ın ve Çin tekeli „National Petroleum Company“nin (Çin Ulusal Petrol Şirketi-CNPC),  Malezya tekeli Petronas’ın ve Sudan tekeli Sudapet’in eline geçer. Kanada tekeli, Kızıl Deniz’e açılan (Port Sudan limanı) 1540 km.lik petrol boru hattı ve limanda da tanker terminali inşa eder.

Kanada tekeli Talisman, 2002 sonbaharında Sudan’da petrol çıkarma hakkını bir Hindistan firması olan Videsh’e satar. Bu satıştan elde ettiği kar yüzde 30’dur. Chevron’un satmasından sonra güney Sudan’da ayaklanmacıların eline geçen petrol alanı (blok 5) 1997’ye kadar kullanılmaz. Ayaklanmacıların elinde olmasına rağmen merkezi hükümet bu alanı 1997’de İsveç tekeli Lundin Oil AB’ye devreder. Bu alan için (blok 5) oluşturulan konsorsiyuma Avusturya şirketi OMV AG de katılır. Bu iki tekel (Lundin ve OMV AG) başka bir alanda da (blok B) petrol arama ruhsatı alır. 2003 yılında bu iki tekel haklarını, daha önce blok 1, 2 ve 4’de petrol arama hakkı elde eden Malezya tekeli Petronas’a ve Hindistan tekeli Videsh’e satarlar. Başka bir petrol arama alanı da (Blok 6) tamamen Çin devlet tekeli CNCP’nin eline geçer.
Böylece Sudan’da petrol arama alanları Çin, Hindistan ve Malezya tekellerinin eline geçer. Tek istisna TotalFinaElf’in elinde olan ve kullanılmayan Blok 5’tir.

Sudan’da rejimin stratejisi oldukça açıktır: „Böl ve kov“. Merkezi hükümet, topraksız köylüleri silahlandırıyor ve petrol alanlarında hayvan otlatan köylülerin üzerine gönderiyor. Özellikle Cincavit denen atlı milisler (Arapça konuşan göçerler), Darfur bölgesi etnik gruplarından olan Nuerleri ve Dinkaları ülkenin güneyine ve doğusuna doğru kovuyorlar. Bu kovma sonucunda Sudan ordusu, blok 1, 1, 4 ve 5A diye adlandırılan petrol alanlarında 1983’e kadarki dönemde güvenliği sağlayabilmişti.

Ordu içinde güney Sudanlıların ayaklanması sonucunda 1983’te SPLM/A (Sudan Halk Kurtuluş Hareketi/Ordusu) kurulur. Bu örgüte Dr. J. Garang ve Dr. R. Macher önderlik etmekteydi. 1983-1986 arasında bu örgüt oldukça geniş bir alanı kontrolü altına alır. Ama merkezi hükümet P. Matiep ve başka önderleri kendi yanına çeker ve böylece petrol üretimi kesintisiz devam eder. Örgüt 1991’de bölünür. Dinkaların çoğunluğu J. Garang’ı ve Nuerlerin çoğunluğu da R. Macher’i izler. Merkezi hükümet bir taraftan gizlice Dr. R. Macher’i ve aynı zamanda onun karşıtlarını destekler. Bunların arasında „Petrol Tugayları Muhafızları“ adında bir grup da var.

2002 yılında Lundin tekeli petrol çıkarım alanı Blok 5’ten çekilir. Aynı yılda Garang ve Macher anlaşırlar ve merkezi hükümet de halkı petrol alanlarında kovma işini sürdürür. Aynı dönemde BM’in yaptığı bir tespite göre Sudan’daki gelişmelerin; katliamların ve kovmanın yegane nedeni petroldür.

1998’de petrol geliri hemen hemen hiç yoktur. Ama 2001’de petrol geliri Sudan devlet gelirlerinin yüzde 42’sini oluşturur. 2000 yılında merkezi hükümet Sudan silah sanayini kuracağını açıklar. 2001’de petrol gelirlerinin yüzde 60’ı silahlanma için kullanılır. Aynı yıl Sudan, Rusya’dan ve Beyaz Rusya’dan bolca silah satın alır.
Böylece petrol, silahla korunur ve petrol de silah alımını finanse eder. Yani ne kadar çok petrol çıkartılırsa o kadar çok silah alınır.
Talisman (Kanada), Lundin (İsveç, CNPC (Çin), Petronas (Malezya) ve OMV (Avusturya) merkezi hükümetle tam işbirliği içinde hareket ederler ve Sudan’daki katliamlara ve halkı topraklarında kovma hareketine ortak olurlar.

Güzergâh sorunu ve rekabet:
Petrol ve doğal gaz kaynakları üzerine uluslararası alandaki rekabet şunu göstermektedir: Bu enerji kaynakları ne kadar önemliyse onların dünya pazarlarına sevkıyatı da o kadar önemlidir; petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet, bu kaynakların çıkarımı üzerine rekabet kadar önemlidir. Bu nedenle sevkıyat da, enerjinin kendisi kadar jeopolitik bakımdan önemlidir.

Sudan’ın petrol ve doğalgaz zenginliği ve bunların dünya pazarlarına taşınması; yani petrol, doğalgaz ve dünya pazarlarına sevkıyat alternatifleri, Sudan ve komşu ülkeler hakim sınıflarının ve emperyalist ülkelerin iştahını kabartmakta ve her bir taraf, mevcut çelişkileri kendi çıkarına yarayacak şekilde kışkırtmaktadır.
Petrol ve doğalgaz yatakları ülkenin güneyinde bulunuyor. Ama petrol sevkıyatının yönü kuzey. Güneyde çıkartılan petrol, kuzeye,  Port Sudan limanına (Kızıl Deniz)  taşınarak dünya pazarlarına ulaştırılıyor. Dolayısıyla merkezi hükümet ve Çin vanayı elinde tutuyor.

Mevcut güzergâha alternatifler: 
Çad’da çıkartılan petrol, Kamerun üzerinden Atlantik Okyanusuna sevk ediliyor. Darfur’da çıkartılan petrolün bu güzergâh üzerinden dünya pazarlarına taşınması durumunda, Sudan merkezi hükümetinin Darfur petrolü üzerindeki, dolayısıyla Darfur bölgesi üzerindeki hâkimiyeti zayıflayacaktır ve gelir kaynakları azalacaktır. Bu güzergâhın kullanılabilmesi için Darfur petrol alanından Çad’a uzanan bir boru hattının inşa edilmesi gerekir.

Sudan petrolünün demiryoluyla Kenya’nın Mombasa limanına (Hint Okyanusu) taşınması da başka bir alternatiftir. Bir Alman firmasının ilgilendiği bu demiryolunun inşası durumunda Sudan’ın güneyinde çıkartılan petrol Uganda ve Kenya üzerinden dünya pazarlarına taşınacak ve böylece Alman tekelci sermayesi de Sudan petrolü üzerinden güney ve doğu Asya petrol rekabetinde söz sahibi olacak. Bu durumda Çin emperyalizminin Sudan petrolü üzerindeki kontrol gücü zayıflayacaktır.
Başka bir olasılık da güneybatı Çad’dan Atlantik kıyısına uzanan bir boru hattının inşasıdır. İnşa edilmesi durumunda Doba’dan başlayarak Kamerun üzerinde Atlantik kıyısına ulaşan bu hat ile Sudan petrolünün dünya pazarlarına sevkiyat yönü tamamen değişmiş olur. Bu durumda petrol ne Kızıl Deniz’e ve ne de Hint Okyanusu’na akar. Böylece Alman ve Çin sermayeleri Sudan petrolü üzerine rekabette çok şey kaybetmiş olurlar. Kazanan, Fransız ve Amerikan sermayeleri olur.

Sonuç:
Sudan, elli seneden fazla Britanya sömürgeciliği altında inledi. Britanya sömürge politikası “böl ve yönet” stratejisine dayanıyordu. Yegâne amaçları ülkeyi talan etmek olan İngiliz sömürgecileri, etnik grupların birbirlerini boğazlamaları için ortam hazırlıyorlar ve gelişmemişliği hâkim kılmaya çalışıyorlardı.

Dünyanın birçok yerinde Avrupalı sömürgecilerin yerini alan Amerikan emperyalizmi, sömürge politikasını daha kapsamlı uygulamaktadır. Amerikan emperyalizmi, askeri işgallerin yanı sıra etkisindeki uluslararası kurumları da seferber ederek amacına ulaşmaya çalışmaktadır. İktisadi ambargonun yanı sıra, IMF’ye de “yapısal uyum programları”  uygulatmaktadır. Bu programlar, emperyalist çıkarları korumanın ve ülkeyi daha da bağımlılaştırarak talan etmenin ötesinde bir anlam taşımamaktalar.

1950’de BM adına Kore’ye saldıran Amerikan emperyalizmidir. Savaş sonucunda ülke ikiye bölünmüş ve güneyde Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti sürmektedir. 1961’de ABD’nin zorlaması sonucunda BM askerleri Kongo’da ulusal kurtuluş mücadelesine müdahale etmişler ve P. Lumumba’nın öldürülmesine karışmışlardır. 1991’de Amerikan ordusu BM tarafından Irak’ı bombalamak için görevlendirilmiş ve bombalama ve arkasında uygulanmaya konan ambargo sonucunda 1,3 milyon Iraklı katledilmiştir. Amerikan emperyalizminin başını çektiği BM’in Yugoslavya savaşı sonucunda bu ülke de parçalanmıştır. Arkasından Afganistan savaşı gelmiş ve bu ülke hala NATO-BM işgali altındadır.

Amerikan emperyalizmi, Balkanlarda olduğu gibi Afganistan’da ve Ortadoğu’da da savaşı soğutmak, işgali kanıksatmak istiyor ve işgal, müdahale ve savaşı Afrika’ya kaydırmayı planlıyor. Kongo, Sudan ve Somali emperyalistler arası çelişkilerin ve çıkarların iç içe geçtiği birbirine komşu üç çatışma alanıdır. Buralarda da söz konusu olan petrol, doğalgaz ve başka değerli madenlerdir.

Ibrahim Okcuoglu