11 Eylül 2011 Pazar

Karayılan Yakalandı Haberinin Anlattığı


13 Ağustos 2011 günü, öğle vakti, TRT de ve bazı internet sitelerinde “Karayılan yakalandı” şeklinde bir haber verildi. Haber, “Flaş… Flaş… Flaş… Karayılan yakalandı” şeklinde veriliyordu. Haber, bir saat kadar, bazı internet sitelerinde bu şekilde yer aldı.

Daha sonra haber, “Flaş… Flaş… Flaş…” denildikten sonra, “TRT’nin iddiası, Karayılan Yakalandı” ifadeleriyle verilmeye başlandı.

Murat Karayılan’ın İran ordusu tarafından yakalandığı, İran ordusunun elinde olduğu vurgulanıyordu.

Kısa bir süre sonra PKK’nin açıklaması geldi. Açıklama bu haberi yalanlıyordu. Bu yalanlamaya rağmen, internet sitelerine “Karayılan yakalandı” haberi günboyu sürdü. İlk gün, Türk basını, yalanlama açıklamasına yer vermeden, “Karayılan yakalandı” haberini aynen sürdürdü.

İkinci gün, İranlı kaynaklara da atıf yapılarak, haberin yalan olduğu açık bir şekilde ortaya çıktı.

Bu yazıda, bu haber üzerine, bazı gözlemlerimi, izlenimlerimi dile getirmeye çalışacağım.

Bu haber, Türk basınında , giderek Türklerde büyük bir sevinç yarattı, coşku yarattı. Bu haber Türklerin büyük bir bölümünü sevindirdi. Türk basını, ekranda, İran askerleri arasında, kelepçelenmiş bir Karayılan görmek için sabırsızlanıyordu.

İnternet sitelerinde, uzmanlar, haberin doğruluğunu kabul ederek, hemen yorumlara başlamışlardı. Bir kısmı, “bu işi bizim ordu yapmalıydı, İran’a bırakmamalıydı” diye, devlete, hükümete sitem ediyordu. Bir kısmı, Suriye-İran ilişkilerini analiz ederek, Türkiye’ye yol gösteriyordu. Bir kısmı PKK içindeki şahin kanattan, bu kanadın İran istihbaratıyla ilişkilerinden söz ediyordu.

Şöyle düşünelim. PKK haberi kısa zamanda yalanlamasıydı, Murat Karayılan ortada görünmeseydi, örneğin bir hafta kadar sonra ROJ TV'de görünseydi,... Olay üzerine, Türk basınında acaba ne gibi yorumlar gelişirdi?

Bu haber üzerine, Kürdlerde ise, genel olarak, bir acı, üzüntü, hüzün gözlendi. Murat Karayılan’ı sevsin veya sevmesin, PKK li olsun veya olmasın, Kürdlerde böyle bir acı, hüzün gözlendi. Kürdler haberin yalan olması için dua ediyorlardı. Birbirlerini arayarak son durumu soruyorlardı.

Haberin yalan çıkması üzerine, insanların psişik yapılarında hemen değişme oldu. Türk basını, Türklerin önemli bir kısmı üzüldüler. Kürdlerdeyse sessiz bir sevinç yaşandı.

Bu haber, bu olgusal ilişkiler, Türkiye’de, sevinçleri, kıvançları, kederleri acıları çok çok farklı olan, birbirlerine zıt olan iki ulus yaşadığını açıkça ortaya koydu. Herhangi bir olay, gruplarda, farklı duyguların oluşmasına neden oluyorsa, bir taraf üzülürken öbür taraf seviniyorsa, bu grupların özlem ve beklentilerin anlamak elbette önemlidir.

Her gün bu durumu, bu ilişkileri ortaya koyan, onlarca olay yaşanıyor. Onlarca olay bu ilişkileri doğruluyor. Ama, burada, aynı gün, bir tarafın sevinirken, öbür tarafın acı duyması, kısa zaman içinde bunun ters-yüz edilerek yaşanması dikkate değer bir durumdur.

Türk basını, Türkler, Somali’ye, Filistin’e, Bosna’ya, dünyada, Müslümanların yaşadığı herhangi bir yöreye, halka, insani duygular geliştirebilir. Bu halkların acılarını maddi ve manevi olarak paylaşabilirler. Ama bu Kürdler için söz konusu olmaz. Bu konuda Türk halkının duygularını, düşüncelerini belirleyen devletin tutumudur. 30 yılı aşkın bir zamandır, devletin, hükümetin, Kürdler için tek olumlu, içten bir sözü, bir ifadesi olmuş mudur? 30 yıla yakın bir zamandır, Türk halkı, “ezeceğiz, yok edeceğiz, burunlarından getireceğiz, pişman edeceğiz…” dışında bir söz duymuş mudur?

Resmi ideolojinin, “kederde, tasada, sevinçte, kıvançta biriz, ortağız, bin yıldır bir arada, eşitlik içinde, kardeşçe yaşıyoruz, Müslümanız, din kardeşiyiz..” şeklinde bir anlayışı var. Kürd sorunu gündeme geldiği zaman, devlet ve hükümet yöneticileri hep böyle konuşmalar yaparlar. Bu, devletin, resmi ideolojinin sık sık dile getirdiği bir söylemdir. Bunun, fiili durumu gizleyen, çarpıtan bir yönü olduğu açıktır. Kürdlerin aklını çelmek, resmi ideoloji karşıtı duyguların keskinleşmesini önlemek gibi bir hedefi de vardır. Ama, bazen da, “Karayılan yakalandı” gibi haberler gündeme gelir, bu haber karşısında, Kürd ve Türk tarafları farklı davranışlar, farklı ruhsal durumlar sergilerler, böylece bu anlayış da çürür.

İfade Özgürlüğü, Sansür-Otosansür

Sansürün, otosansürün ifade özgürlüğüyle çok yakın ilişkisi vardır. Sansür, herhangi bir kitabın, yazının veya haberin, karikatürün, yayından önce denetimi anlamına gelmektedir. İlgili resmi kurum, kitapta, yazıda, haberde veya karikatürde vs. sakınca görürse, yayımlanmasına izin vermez, Yasak koyar.

Bu tutum okuyucuya şüphesiz çok kaybettirir. Okuyucu, ülkede veya, dünyanın herhangi bir yerinde, cereyan eden olay hakkında bilgi sahibi olamaz. Kitap veya yazı hakkında bilgi sahibi olamaz. Sansür şüphesiz, yazara, yayıncıya, gazeteciye de kaybettirir. Yazar veya gazeteci, kitap, yazı, haber hakkında okuyucunun nasıl bir tepki verdiğini, vereceğini öğrenemez. Habere konu olanların kayıpları ise, çok daha fazladır. Örneğin devletin baskıcı operasyonları karşısında kalan halk, kamuoyunun ilgisini sağlayamaz. Bu da baskının sürüp gitmesini sağlar…

Otosansür farklı bir kurumdur. Devlet, ceza yasalarıyla, bazı konuların, görüşlerin açıklanmasına yasak getirir. Bu yasakları ihlal edenlere, idari ve cezai yaptırımlar uygular.

Önceden denetim yoktur. Kitap, yazı, haber, karikatür vs. yayımlanır ama, bu yayından sonra, sözü edilen idari ve cezai yaptırımlar gündeme gelir. İşte, yazarlar, yayıncılar, gazeteciler, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için, ilgili konuya veya görüşe dokunmazlar, bunları gündeme getirmezler. Devletin yaptığı sansürü kendi kendilerine yaparlar. Veya, resmi ideolojiyi iyice içselleştirmişlerdir, devletin istemediği konulara değinmezler. Değinmek durumunda kaldıkları zaman ise, devletin kavramlarıyla, devletin istediği biçimde değinirler.

Bu tutumdan okuyucu elbette kaybeder. Ama, esas kaybı yazar, yayıncı, gazeteci yaşar. Yazar, gazeteci, çift kişilikli bir kişi haline gelmeye başlar. Olayları sağlıklı bir şekilde kavrayamaz, analiz edemez.

Türk siyasal hayatında, Türk basınında, sansür, otosansür gibi kurumlar en çok Kürd sorunu nedeniyle gündeme gelir, yaşanır. “Kederde, tasada, kıvançta, sevinçte biriz. Bin yıldır, kardeşçe, eşitlik içinde yaşıyoruz, Müslümanız, et-tırnak gibiyiz…” anlayışı, ancak, sansürle, otosansürle elde edilen bir bilgidir. Somut olayların, fiili olarak yaşanan durumların analiziyle elde edilen bir bilgi değildir
. Ama, sık sık yaşanan, “Karayılan yakalandı” gibi haberler, bu haberler üzerine oluşan farklı duygular, düşünceler, bu anlayışı çürütür, hükümsüz bırakır.

İsmail Beşikçi

Şavaşmaya Mahkûmuz


Şavaşmaya Mahkûmuz – Hejarê ŞamilBirkaç namuslu insan (aydın) dışında, en demokratım diyen, hatta Kürdler özgür olmalıdır cümlesini kurma marifeti gösteren Türk’ün bile Kürde dayattığı; “ölme eşeyim ölme yaz gelince çayır çimen bol olur” sözündeki mantıksız içeriktir. Bu bir hakarettir elbette ki. Türkün Kürde yaptığı ebedi hakaretin sözel ifadesidir.

Kürler hakarete maruz kaldıkları için
ayaklandılar. Türkün imhası, inkârı, asimilasyonu, aşağılaması, küçümsemesi, bir hiçe sayması ve oyunbazlığıydı Kürdü ayaklandıran.

İmha bitti mi? Hayır. Türkün mantığında halen “en iyi Kürd” kendi ulusal değerlerinden vazgeçip Türklüğe yamanan Kürddür. Fiziki imhaların da sonu gelmiyor zaten.

Şavaşmaya Mahkûmuz – Hejarê Şamilİnkâr yok mudur? Var. Kürdün ‘var olduğunu’ kabul etmişler, Allah’ın izniyle. Ancak Kürdün dili okul, eğitim dışı, kimliği resmiyet dışı. ‘Kardeşiz, ortak kurduğumuz bu vatan topraklarındaki evinde dilini konuşabilirsin ama eğitimini Türkçe almak zorundasın!’ Stalin totalitarizminde, Hitler faşizminde görülmeyen bu dayatma, inkârın daniskasıdır.

Asimilasyon? Köküne, sapına kadar. AKP’nin eski ikinci adamı bile ‘var’ diyor. Bu halkın neredeyse yarısının dilini ağzından aldıkları yetmezmiş gibi, Türkün âli demokratları ‘Ne yazık ki, Kürdlere Türkçeyi öğretemedik’
diye yakınıyorlar. İki Kürdün bir Türkün yanında Kürdçe konuşmasına içten içe tepki gösteren her Türk, asimilasyoncu faşisttir. Bunların sayısı ne kadar mıdır? Türkiye’nin Türk nüfusunun yüzde doksan … u!

Aşağılama? Milyonlarca örneği var. Milyonlarca TC vatandaşının “önderim”, “idolüm” dediği bir kişiyi böyle görüntülediniz. Bravo size ama Kürdler bu kareyi unutamaz:

Küçümseme, sinsilik? Türkler şunu kanıksamış: ‘Biz olmazsak Kürd kardeşlerimiz acından kırılırlar’. En ‘demokrat’ geçinenleri Ahmet Altan’ından tutun, ne bileyim kimine kadar, sorun şu soruyu kendilerine. Size bir günde ‘Bizsiz yapamazsınız ki…’ başlığı altında iki kitap yazarlar. Küçümsüyorlar işte. Kendimizi küçümsetmişiz demek ki. 30 yıl Kurdistan kavgası vermiş bir kişinin Türk bayrağı altında severek ve sevilerek çektirdiği bu resim diyor ki…
Şavaşmaya Mahkûmuz – Hejarê Şamil

Borcunuz olsun.

Hiç sayama? Dalga geçme? Oyunbazlık? Milyon örneği var….

Bunların hepsi var.

Namusunu, şerefini peynir ekmekle yememiş Kürd ne yapsın o zaman?

Aha, demokratik yollar ve yöntemler kullanılmalı? 3000 Kürd siyasetçisi “demokratik yollardan” götürülerek zindanlara tıkıldı işte. Onları zindanlarda çürütenler demokrasiden zırnık kadar nasibini almışsa, biz de ne bileyim ne olalım.

Ve savaş kapıyı dövdü!

Kendini kapıya dayatmış, belki de artık içeri girmiş yeni bir savaş, ölüm ve cehennem dalgasının girdabında her kez kendi cephesinden “neler olduğunu” anlamaya, anlamlandırmaya ve yorumlamaya çalıştığı bu günlerde ve saatlerde anlama ışık tutacak olan en temel hususlar, özellikle Türk aydınları, siyasetçileri ve sözde Kürd liberalliği yapan “beyazlarımız” tarafından ısrarla göz ardı ediliyor.

Onlar “ağlaşma, ax vax, vur, kır, kökünü kurut, yapma abi” edebiyatı yapmakla meşgul.

AKP neden sertleşti, Kürdün (Kürd’ün diyorum, “TC’nin Kürt vatandaşı”nın değil!) birinci düşmanı mertebesine yükselmeyi akıl almaz hızla başarmış Erdoğan niçin nefret ve tehdit püskürüyor, PKK ‘durup dururken’ ne için yeniden silaha sarıldı sorularının kılavuzluğunda hiçbir doğru yanıta ulaşmak mümkün değildir. “Erdoğan, Silvan ve Hakkari saldırısından öfkelendi”, “PKK dış güçlere taşeronluk yapıyor” vs. hikayelerini geçelim.

Aslında savaş bitmemişti. Mevzilere çekilme vardı.

Neden savaş yeniden şiddetlendi sorusuna yanıt ararken, savaşın tarafı olan PKK’nin nasıl ve hangi politikalar sonucu ortaya çıktığı; savaşın diğer tarafı Türkiye devletinin veya devlet nitelikli yeni hükümetin Kürdlere temel yaklaşımının hangi prensipler üzerinde kurulduğuna bakmak gerekir.

Zaten aranan yanıt hafıza tazelenmesinde saklıdır. “Yeni şeyler” söylemek hiç icap etmez. Çünkü kuruluş felsefelerinde ve tarafların birbirine yaklaşımında ufak tefek göstermelik rötuşlar dışında değişen bir şey yok. “Gerçekler iyice unutulmuş eskilerde yatar”.

Yaftalamaları, bilinçli bilinçsiz yakıştırmaları bir tarafa bırakırsak, PKK; öz itibarıyla Türk ve Türkiye zulmüne karşı doğmuş, büyümüş bir isyan hareketidir. Bu isyan hedeflediği sonuçlara ulaşamamıştır ama bastırılamamıştır da. İleri sürdüğü taleplerin toplumsal karşılığı olan, sürekli taze kan alan bir isyan hareketinin durup dururken, “yorgun düşerek” kendini tasfiye etmesini beklemek akıl kârı olmadığı için bu hareketi tasfiye etmek, TC devletinin boynunun borcudur. PKK’nin temel görevi ise devleti/hükümeti hizaya getirmek, olmazsa çözüme yaklaştırmaktır. ‘Yenmek’ demedik dikkat edilirse, ‘şiddetle nihai sonuca ulaşmak’ da demedik. Bu savaşımda sabırlı, dirençli ve kendi eylem tarzını yenilemeyi başaran daha başarılı olacaktır. Dikkat edilirse, gene “yenecektir” demedik. Bu savaşım, uzun soluklu bir savaşımdır.

Neden mi savaş yeniden şiddetlendi? Çünkü Kürdistan’ı işgal altında tutan, Kürd çocukların ana dillerinde eğitimini yasaklayan, “neden bu Kürdlerin tamamına Türkçeyi öğretemedik”, yani tamamını imha, inkar ve asimilasyon yoluyla yok edemedik diye yakınan faşist bir zihniyet, bu zihniyetin ürünü “kocaman” bir devlet ve karşısında bu siyasete tepki olarak ortaya çıkmış bir siyasi askeri hareket var. Kimse kendisini dağa taşa vurmasın; sorulan sorunun yanıtı geri zekalıların, akli evvellerin, düşman sofrasından beslenenlerin, kendinden vazgeçip düşmandan medet umanların ve hatta zeki devşirmelerin bile anlayacakları dile kadar basitleştirilerek sunulmuştur.

Şunu anlamak zor olmasa gerek…

Arkasında askeri güç bulunduran siyasi hareketler, rakiplerinin tasfiye hamlelerine karşı anında aktifleşir ve tasfiyeyi zorlaştırmak için karşı hamlelere hız verirler. İşin doğası budur.

Bu yüzden TC’nin tüm yetkilerini elinde toparlamış, devlet nitelikli Erdoğan hükümeti, bu devletsel niteliğinden ve tasfiye politikaları nedeniyle PKK hareketinin ilkin hedefidir. Bunda garipsenecek bir şey yoktur, olmamalıdır.

Nasıl ki, PKK hareketi TC devletinin Kürdistan halkına yaptığı zulümler sonucunda doğmuşsa, yeni savaş da devlet nitelikli TC savaş hükümetinin Kürdlere ve özellikle bu halkın onuruna düşkün kesimlerine dayatılan tasfiye ve pamukla baş kesme siyasetine karşı bir direniş örneğidir.

PKK savaşacak güce sahiptir ancak savaşı durduracak güce - belki de niteliliğe demek gerekir - sahip değildir. Savaş, siyasetin şiddet araçları ile devamıdır. Savaşlar bunun için yapılır. Siyasetin tıkandığı ve tıkatıldığı andan itibaren silahlı gücü elinde bulunduran siyasi hareketin tasfiye süreci başlar. Milyonlarca kitle tabanı olan bir siyasi güç, gönüllü tasfiyeye razı olmayacağı için tıkanan siyaset kapılarını şiddet yöntemi ile zorlamaya çalışacaktır.

Ne var ki, devlet nitelikli hükümet, savaşı durduracak gücü ve Kurdistan sorununu kansız çözüme yakınlaştıracak araçları fazlasıyla elinde bulundurmaktadır. Eksik olan hükümetin istemi ve iyi niyetidir.

Ne üdüğü belirsiz “Açılım”ını durduran AKP hükümeti, özellikle son yarım yıllık süreçte “silahlar bırakılsın, sonra çözümü konuşalım” biçiminde kendine göre kurnaz bir mantıkla hareket ederek arabayı öküzün önüne bağlamış, milyonların canını yakan sorunu çözmek yerine sorunun ürünü ve dolayısıyla muhatabı olan siyasi hareketi tasfiye yolunu seçmiştir. Doğru da yapmıştır, görevi bu zaten. Bu yönde yürüttüğü çeşitli manevralar arasında özellikle Öcalan’la yapılan diyaloglar ilgi çekiciydi. Kiriz yönetmede yetersiz kalarak bu fırsatı eline yüzüne bulaştırdı. Kısacası, Öcalan’ın esaret koşullarındaki dezavantajlı konumunu kullanarak Kürd siyasi hareketinin öncü gücünü tasfiye etme planları ters tepmiştir. Erdoğan’ın son dönemlerde çok daha hırçınlaşması bundandır.

Bir anlık AKP’nin Kürd siyasi hareketini ortadan kaldırma görevini unutarak şöyle bir fantezi yapalım; savaşı durdurabilecek yegâne gücü ve araçları elinde bulunduran Erdoğan hükümeti 12 Haziran seçimlerinden hemen sonra diline, ağzına dolaştırdığı “çözüm” yolunda olumlu bir adım atamaz mıydı? Öcalan’ı PKK’ye, PKK’yi Öcalan’a karşı dikmek biçiminde sinsi bir taktik izlemek yerine Kürdleri manen rahatlatacak bir kelime sarf edemez miydi? Mesela, ‘biz hükümet olarak ana dilde eğitime karşı değiliz, bunun yol ve yöntemlerini tartışmaya açığız’ cümlesi kurulmuş olsaydı, kimse kendini savaş cehenneminin kıyısında hissetmeyecek, ne Silvan’da, ne Hakkari’de askerler ölmeyecek, ne Kürd gerillaları şehit düşmeyecek, ne de Erdoğan’ın sıkça dillendirdiği gibi “anneler ağlamayacaktı”.

Erdoğan, görevi icabı “devletin bekası”nı “annelerin ağlamasına” tercih etti. Böyle olması gerekiyordu. Erdoğan, gerçek bir Türk siyasetçisi ve devlet adamı gibi davranmıştır.

Ancak tarihsel ve evrensel gerçek şunu hükmediyor:

Ya ırk devletinin “beka”sı, ya da “anneler ağlamasın”! İkisi bir arada olmaz. Bu işin ortası yoktur. Türk “beka”cıları bunu anlamadıkça, ne yazık ki, günahsız, hiç “seviyorum” dememiş, hiç evlenmemiş, yeni evlenmiş, bir çocuklu, iki çocuklu… çok gencin kanı oluk oluk akacaktır.

Türkler kanımızı dökerek kazanamayacaklar. Biz de onları ne yazık ki, ülkemizden kolay kolay silip süpüremeyeceğiz.

Türklerin yağmurdan sonra mantar gibi artan sosyalist, sağcı, solcu, faşist vs. kökenli “liberal demokrat”ları, “bu savaşın kazananı olmaz” tespitini Kürdün özerklik, federasyon ve bağımsızlık hakkını oldubittiyle kapatmak hevesiyle yapıyorlar.

Böyle “kardeşlik”, demokratlık olur mu?

“Kardeş”, “amcaoğlu” veya “demokrat”san eğer; özerklik istemime de, federasyon talebime de, bağımsızlık düşüme de “evet” diyeceksin.

Demezsin eğer, “bu ülke”de savaş bitmez.

Tek çözüm yolu, ayrışmaktır. Lenin, aptal birisi değildi, yer yuvarlağının altıda birinde kocaman bir devlet kurmuştu. “İyice birleşmek için iyice ayrışmak gerekir” sözleri kendisine aittir. Avrupa Birliğinde yer alan ülkeler yüz yıllar boyunca savaştılar, ayrıştılar. Şimdi birleşme yollarını arıyorlar. Bizler ‘Kürd ve Türk kardeşler” olarak bu yolu kestirmeden kat edemeyiz. Önce mutlaka ayrışmamız gerekir.

Neyse, bu konuyu çok tartışacağız…

Bugüne dönelim.

Çok açık ki, savaşın şiddetlenmesini AKP, başta da Erdoğan istedi. Yeni Anayasa yapma sürecini başlatmadan önce kendine bir fatih donu biçmek istediğinden olsa gerek. TC’nin “yeni anayasası” tek bayraklı, tek milletli, tek devletli olacak ya…

Çok yazık. Gerillalar, askerler ölecek. “Kurdistan’da dağlar yanarken, Türkiye’nin büyük şehirlerinde sokaklar yanacak”. AKP kalemşoru A.Altan, yukarıdaki cümleyi sözde hümanist gözüküp Kürdlerin gözünü korkutmak için yazmıştı. Bizim hümanist filan görüntüsü verme derdimiz yok; bu cümleyi AKP’lilerin gözünü korkutmak için kendisine iade ediyoruz. Baksanıza, masum bir cümleyi bile farklı biçimlerde algılıyor ve yorumluyoruz… Yani önce ayrışmamız gerekir.

Kurdistan kendini özgür hissetmedikçe, hiçbir şeyimiz örtüşmeyecek. Yalakalık yapanlara bakmayın.

Kürde yüz, AKP’ye bir çuvaldız batırmakla “demokratlık” görevini yerine getirdiğine inananlar, kocaman sahtekarlar ordusunun üyeleridir. İmam ordusunun gücüyle hükümet olmuş AKP’nin “demokratik” faşizmini de ayakta tutan onlardır.

AKP kalemşorları 10 yıl geriye dönüleceği, kanın gövdeyi götüreceği, faili meçhullerin yaşanacağı ifadelerini sık sık kullanarak psikolojik savaşı tırmandıra dursun…

Bir de Türkiye’nin ‘ileri gittiğini” söylüyorlar.

Eğer 2011 yılının Ağustos’unda Kurdistan ülkesinin Farqin’inde 13, Şîrnex’inde 12 Türk askeri öldürülüyorsa, (kusuruma bakılmazsa “işgal ordusu” diyeceğim) Türk işgal ordusu Güney Kurdistan’ımızı uçaklarla bombalıyorsa, bu 1984 yılından bu yana tek bir adım ileri gidilmemiştir demektir.

Sil baştan…

AKP kalemşorları partilerine ‘PKK’nin kökünü kazı’ tavsiyelerinde bulunurken biz de bari “KÜRD GENÇLERİ BOTANA!” diyelim. ‘Ağabeyleriniz de peşinizden gelir’i ekleyelim.

Bu yaz ve son bahar çok sıcak geçecek. Allah kime verirse… Ve elbette ki, bu savaşın kazananı olmayacak. Tanrı böyle buyurmuş. Türk-Kürd ilişkisi böyle kurgulanmış.

Türk siyasetçisi, aydını, kafası az çok çalışanı “Kurdistan” kelimesini en yakınına söylediği “Seviyorum” kelimesi gibi yürekten, içtenlikle söylemeyene kadar Allah’ın buyruğu böyle olacaktır.

Bizim Türkiye’yi sevmemiz için Türk’ün Kurdistan’ı sevmesi gerekir. Başka yolu yoktur.

“Namus” sözü ile başlamıştık, öyle bitirelim.

Türk siyasetçileri, yazarçizerleri arasıda birkaç namuslu insan (bunlar içerisinde yandaş medyadan ve AKP’den tek bir insan yok) dışında “sorun”un çözümünü isteyen kimseyi bulamazsınız.

Neden mi?

Çünkü Türklerin ‘çözüm’den anladığı ile Kürdlerin ‘çözüm’den anladığı farklı şeylerdir. Kim kimi kendi “çözümüne” çekecek? Bunu zaman gösterecektir. Şimdilik savaşmaya mahkûmuz.

Hejarê Şamil
hejare_shamil@hotmail.com

Kürtlere Karşı Topyekün Savaş


Kürdistan coğrafyasının yıkılıp yakıldığı bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kürtlere karşı açtığı topyekün savaş, dünya kamuoyu kadar Kürtlerin bir kesimi tarafından da görmezden geliniyor.

Savaş bir oyun değil, fiili bir durumdur. Bu durumun yürütülüş biçimine, kullanılan tekniğe ve muharebenin yürütüldüğü zemine göre tanımı da değişmektedir. Konvensiyonel savaş, nüklüer savaş, kimsayasl savaş, deniz savaşı, hava savaşı, gerilla savaşı, iç savaş gibi.

Modern anlamda savaşın en kapsamlı tanımı Clausewitz tarafından yapılmıştır. Clausewitz'e göre savaş "Savaş araçlarıyla karşı tarafa iradesini (politikasını) kabul ettirme mücadelesidir" Clausewitz tanımında "savaş araçları" ve "zorla kabul ettirmeyi" esas almıştır.

Daha sonraki süreçlerde örneğin NATO kaynakları bu tanıma "devlet erki unsurunu"da ekleyerek " Devletlerin barış yoluyla halledemedikleri sorunların halli için için milli kaynaklarının bir kısmını veya tamamını bu sorunun halli için seferber etmesidir". Bu tanımlama da ekonomik ağırlıklıdır.

BM Savaş Suçları Mahkemesi de savaşı, devlet veya organize olmuş guruplar arasında silahlı çatışma durumu olarak tanımlamaktadır.

Yine bunun gibi savaş suçlarını konu edinen İsviçre, uluslararası savaş konvansiyonları"nda da benzer tanımlamalara rastlanır.

Görüldüğü üzere savaş tanımlaması için her şeyden önce "somut bir istem"in olması gerekiyor. Somut istem içermeyen çok genel belirlemeler uğruna sürdürülen şiddet, uluslararası camiada anarşi veya terörizm olarak tanımlanır. Kürtler ne istiyor sorusu bunun için önemlidir. İstemin öyle çok analitik ve programatik olması gerekmez. Örneğin "Ben ana dilimde eğitim görmek istiyorum" istemi son derece açık, net ve somuttur. Ancak kitaplar dolusu metinlerle de olsa "Demokratik Fedaralizm" somut bir istem olmadığından savaş gerekçesi olarak uluslar arası camiada meşru bir kabul görmez.

Bizler için bu tür konular belki pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak normatif ve formüler düşünce sistematiğine sahip olan Avrupa insanı için bu tür tanımlama ve hususlar bir konunun tartışılması için olmazsa olmaz koşuldur.

Geçmişte Kürtler net ve somut istemlerle mücadele yürüttükleri için dünya kamuoyunda çok daha fazla kabul görüyorlardı. İstemlerinin belirsizleşmesi ile birlikte bu kabul de belirsizleşmiştir. Son süreçte DTK tarafından deklare edilen "Demokratik Özerklik" bir çok belirsizlikler taşımasına rağmen Kürtler açısından olumlu bir adımdır. Demokratik özerklik nedir diye sorulduğunda "Ana dilde eğitim hakkıdır" denilebiliyorsa bu bile yeterlidir.

Ben, bağımısız ve özgür bir Kürdistan'ın hem içte ve hem de uluslararası camiada çok daha rahat kabul göreceğini düşünenlerdenim. Ancak somut harhangi bir istemin de kabuledilebilir olduğunu düşünüyorum. Zaten savaşın gerekçesi bu somut istemden kaynaklanıyor. Her nedense Kürtler, Türkiye'nin neden topyekün bir savaş giriştiği tartışmalarını yapmıyor, savaş uygulamasının sonucu olarak sivillerin ölümünü bir savaş gerekçesi gibi gösteriyor. Tabi ki savaş suçu kapsamı içinde bu olay da önemli. Ama bu olay, Türk Devleti'nin Kürtlere karşı açtığı topyekün savaşın sadece bir parçası, savaşın gerekçesi değil. Savaş suçu ile savaş aynı şeyler değildir.

Bu savaş, çatışma veya operasyon olarak değerlendirilebilir mi?

Muharebe sırasında kullanılan araçlar taş ve sopa değil, fantomlar, B2 ağır bombardıman uçakları, kimyasal silahlar, top ve tank bataryalarıdır. 500 bini aşan asker, polis, özel tim ve korucularla yürütülmektedir. En gelişmiş radarlar, uzaydan ve havadan gözetleme araçları, termaller, güdümlü füzeler ve geçmişte Zap ve Amed de kullanılan düşük çekirdek reaksiyonlu atom bombaları bu araçlara dahil edilmelidir. Kürtlere karşı yürütülen bu savaş Mayıs 1983 yılından bu yana zaman zaman ve yoğun olarak Güney Kürdistan arazisinde de sürdürülmektedir. Son derece modern araçlarla egemen bir başka devletin topraklarında yürütülen bu durum bir savaş halidir. Hatta bu öyle bir savaştır ki 27 yıllık toplamı, Körfez savaşını defalarca gölgede bırakacak büyüklükte bir savaştır.

Kürtlerin bu durumu savaş olarak nitelendirmesi hem iç siyaset ve hem de uluslararası diplomasi açısından önemlidir. İç siyaset açısından, savaş durumuna göre halkın yönetilmesi, savaş güçlerinin de sevk ve idaresindeki yöntemin belirlenmesi açısından önemlidir. Dış boyutu ise uluslararası könjönktüre göre bir diplomasi kulvarının bulunması ve uslubunun yakalanmasıdır. Diğer bir ifadeyle uluslararası bir durum olan savaşın uluslararası arenaya uygun araçlarla taşınmasıdır.

Peki bunları kim veya kimler yapacak?

İç politikada Kürtlerin legal partileri var. Bunlar bir araya gelerek kendi özgül durumlarına göre ortak bir politika belirleyebilirler. Kitle yönetimi ve idaresini üstlenebilirler. Daha da ötesi yasal konumlarından da istifade ederek muhataplık rolünü üstlenmek gibi bir sorumluluğa talip olabilmelidirler. Savaşın daha üst bir boyuta sıçraması durumunda bu temsilciler uluslararası alanda diplomasiyi de yürütecek gücü kendilerinde görebilmelidirler.

Güney Kürdistan bu topyekün savaşta muğlak bir tutum izliyor. Bu muğlaklık Kürt düşmanlarını cesaretlendiriyor. Federal Kürdistan yönetimi sorunu uluslararası hukuk ve diplomasi sahasına taşıma cesaretini gösteremiyor. "Türkiye kapılarını kapatır, bize karşı savaş açar" biçimindeki kaygıları ise psikolojik bir yanılsamadır. Uluslararası ilişkiler, ruhsal durumlara göre değil, dinamik nesnel esaslar üzerinde kurulurlar. TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün " Hava operasyonunun amacı bazılarının bizi dikkate almaları içindir" sözleri tam da bu psikolojik baskıyı ifade ediyor.

Türkiye, Güney Kürdistan ve Irak'ta 50 milyar dolar değerinde yatırım ve ticaret hacmine sahiptir. Bunu bir kenara atamaz. Güney Kürdistan bağımsız devlet statüsünde kabul gören bir yapıdır. Dünya ülkelerinin burada vazgeçilmez çıkarları vardır. Bu nedenle Türk Devleti Güney Kürdistan'ı işgal edecek ne bir güce ne de bir cesarete sahiptir. Böylesi bir durumda Türkiye, Sırbistan'a döner. Güney Kürdistan yönetimi bunu bilebilecek durumdadır.

Güney Kürdistan yönetiminin bu kararsız ve muğlak tutumunda PKK'nin istikrarlı olmayan tutum ve politikaları da etkili olmaktadır.

Tük Devletinin Kürtlere dayattığı bu topyekün savaşı Silvan'daki birkaç asker kaybına karşılık PKK'ye karşı yürütülen bir operasyon olarak değerlendiren Kürt politikacılarını görmek insanı üzüyor. Ne yapalım teneke de bir metaryal ve iş görüyor!

İran'ın Doğu'da Türkiye'nin ise Kuzey'de Kürtlere karşı saldırıya geçmesi artık kaçınılmaz bir hale gelen Kürtlerin Ortadoğu'da bir statüye kavuşmalarını engellemeye yönelik çabalardır. AB ve ABD'nin karıştığı daha başka hesaplar da var tabi. Ancak işin özü budur.

Bu topyekün savaşta Kürtler çok zarar görebilir, büyük acılar çekebilirler. Ancak savaşı kaybedecek olan Türkiye'dir. Olur mu demeyin! Bunun tek şartı Kürtlerin direnmesi ve direnmeyi bilmesidir. Türkiye ise insanlık değerlerine karşı bir ahlâksızlık içindedir. Ahlâksızlar bir veya bir kaç muharebeyi kazanabilir, ancak savaşı asla kazanamazlar.. Ve belki de daha önemlisi bu savaşın komutası şimdi sivillerde. Savaş bir sanattır. Bu sanatın icracısı savaşçı-askerdir. Zafere, sanatını en iyi icra eden savaşçı ulaşır. Savaş tarihi, sivil siyasilerin ulaştığı zaferleri değil, hezimetleri yazıyor....!

Hüseyin Turhallı
huseyinturhalli@gmail.com

Taraf,Altan ve Çongar


Çongar-Altan ve Taraf-Hüseyin TurhallıUzun süredir yeni bir uygarlık aşamasında olduğumuza ilişkin yazıp duruyoruz. Bu aşamaya kimileri küresel süreç, kimileri de globalizm diyor.

Küresel süreç ile globalizm farklı kavramlar. Birincisi bir uygarlık aşamasını ifade ederken diğeri ise siyasal ve sermaye güçlerinin dünyayı
yeniden dizayn etme projesi ve uygulamasıdır.

Küresel süreç bir uygarlık aşaması olduğu için bunun önüne geçmek mümkün değil ve böyle bir duruş geriyi ifade eder. Buna karşılık küresel sürecin yarattığı ivmeyle dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmeye çalışan aktörlerin bu düzenleniş biçimini zorlamak ve hatta geriletmek mümkün. Bu da ileri bir tutum ve duruştur. Ezilen halkların ve sınıfların bu yeni süreçte kendi çıkarları doğrultusunda ekonomik-politik düzenlemeleri gerçekleştirme arzuları bir haktır ve bu hakkın gerçekleşmesi de mümkündür.

Kısacası devrimciler ölür ama devrimler ölmez! Yarım asırlık uyku sürecinden sonra devrim, yeniden uyandı işte. Sadece devrimin yöntemi değişti. Şekil değiştirdi. Hepsi bu.

Kürtler de küresel sürecin kendilerine sunduğu olanaklardan yararlanıyor, devrimsel bir süreç yaşıyor. Ancak yöntem konusunda hâlâ eskide ısrar ediyorlar. Yenilenememe, sürecin uzamasına ve daha fazla acı çekmelerine neden oluyor.

Bu çerçevede yeni süreçte önemli rol oynayan ve Türkiye'de siyasal iktidar üzerindeki ordu vesayetinin sınırlandırılmasına öncülük eden Taraf Gazetesi'ne değinmekte yarar var.

Bilgi donanımı itibarıyla Taraf Gazetesi'ni kuran ekip, küresel süreci kavramaya en yatkın şahsiyetlerden oluşuyor. Bu konuda epeyce bilgi birikimleri var ve donanımlıdırlar. Bazı çevre ve şahsiyetlerin yaptığı sığ değerlendirmeler gibi arkalarında şu bu istihbarat örgütlerini veya sermaye güçlerini aramak yanlış ve geri bir tutumdur.

Taraf Gazetesi küresel sürecin sunduğu olanaklardan hem yararlandı hem de büyük bir güç aldı. Eskimiş, çürümüş yöntemlerle siyasal iktidar ve halk iradesi üzerinde ağır bir baskı ve hatta sömürü düzenini oluşturmuş olan TSK'ya diz çöktürebileceği inancıyla yola koyuldu. Azim, cesaret ve bilgi donanımları ile hem Kürtlerde hem de Türklerde büyük bir umut uyandırdı.

Taraf Gazetesi yayına başladığı ilk süreçlerde küresel sürecin önemli unsurları olan açıklık/şeffaflık/aleniyet ilkesi ile dokunulmaza dokundu ve o dokunuşla birlikte büyü bozuldu. Silahlı zora karşı direnç göstererek ahlâki olmanın gereğini ve öncülüğünü yaptı. Türk Ordusu bu değişim dinamiği karşısında diz çöktü.

Görülen o ki Taraf Gazetesini kuran ekibin enerjisi ancak bu kadarına yetti. Ufuk çizgileri burada son buluyor. "Bu gidişle Taraf Gazetisini kapatacağız. Babam, tabutunu taşıyacak dört dost insan olsun, diyordu. Ancak doğruları söylediğimiz için bu dört insan da şimdi yok" diyen Ahmet Altan'ın sözleri bu anlama geliyor.

Ahmet Altan'ın birinci yanılgısı, Türk Ordusu'na karşı işlettiği açıklık ilkesini Kürtlerin silahlı gücüne karşı işleterek Kürt siyaseti üzerindeki vesayetin sona erdirilebileceği biçimindeki düşüncesidir. Kürt silahlı güçlerinin Kürt siyaseti üzerinde yoğun bir etkisi var ve bu doğrudur. Ancak bu etkiyi vesayet olarak değerlendirmek de yanlıştır.

Her şeyden önce Kürt silahlı güçlerinin kuruluşu ile icra ettiği fonksiyon Türk Ordusu'nun kuruluşu ve gördüğü işlev farklıdır. Hatta Kürt ordusu biçimindeki tanımlama da doğru değildir. Hak ve özgürlükleri için örgütlenmiş insanların şiddet araçlarıyla mücadele etmesi de onlara ordu vasfını kazandırmaz. Bu yanılgıyı sadece Ahmet Altan yaşamıyor. PKK'nin de "neden ordulaşamıyoruz?" diye hayıflandığına hep tanık oldum. PKK'nin bu yanlış algı ve beklentisi de büyük kayıplara neden olmuştur.

Gerçek olan şu ki Kürtler hak ve özgürlük mücadelelesi sürecinde politik aktivitelerine silahlı zoru da dahil etmişlerdir. Silahlı zorun politik mücadele sürecine dahil edilmesi, karşılarındaki devlet organizasyonunun kontr-mücadelesinden kaynaklanıyor. Devlet silahlı mücadele yöntemini geri plana ittiğinde zorunlu olarak Kürt politik mücadelesinde de zorun rolü azalacak, silahlı güçlerin de siyaset üzerindeki etkisi zayıflayacaktır.

Taraf Gazetesi'nin kurucu ekibi süreci içselleştiremediği için olayların orijinine değil, sonuç ve görüntülerine bakarak kendilerini sığ tanımlamaların içinde boğuyorlar. Sığ tanımlama ve belirlemeler de onlara yanlış yaptırıyor.

Kuşkusuz sürecin dayattığı açıklık ilkesi Kürtler için de geçerlidir. Ancak Kürtlerin sakladıkları bir şey yok. Kürtlere yapılan insanlık dışı uygulamalar büyük bir titizlikle saklanıyor. Taraf Gazetesi Kürtlere yapılan bu insanlık dışı uygulamaları ifşa ettiğinde sürecin kendisine verdiği rolü oynamış olur. Doğru söylemek, doğru olanı yapmak budur. Ve Ahmet Altan bunu yaptığında gazetesini kapatmaz, televizyon da kurar. Cenazesini taşıyacak dört adam değil, daha yaşıyorken Kürtler de Türkler de onu omuzlarında taşır.

Yasemin Çongar da Dersim'de yaşamını yitiren polis eşi için "Gerilla-Devlet ve Ahlâk" başlığı altında kaleme aldığı makalesinde bir şeyler söylemek istiyor ancak ifade etmekte zorlanıyor. Çongar, süreci içselleştirme sorununu nispeten daha az yaşıyor. Ne de olsa Amerikadan gelme!

Küresel süreç, Heisenberg teoremlerinin maddi alemde yaşam bulmasıyla yakından ilgilidir. Çongar da makalesinde Hesinberg teoremini slayt gösterisine dönüştüren John Boyd'u anlatır. " John Boyd Amerikalı bir pilottu ve Gödel’in, Heisenberg’in teoremlerine, termodinamiğin yasalarına dayanan bir savaş teorisi geliştirmişti. Kitabı yoktur. Teorisini anlattığı slaytlarının en büyük katkısı, gerillayla savaşan devletleredir.

Boyd, “ahlâk”ı yüceltir; hükümetin, gerilla gücünü kendi bağrından çıkaran toplumsal grupla yakınlaşmasını, onların haklarını savaşın dinamiklerinden bağımsız olarak gözetmesini, ihtiyaçlarını karşılamasını öngörür. “Gerillayı askerî değil, ahlâki üstünlük yener” der. Gerilla örgütünün, kendi toplumsal tabanına yönelik “zulüm, adaletsizlik, yolsuzluk, baskı, inkâr” olarak gösterebileceği uygulamaların sonlanmasını önerir. Güvenlik güçlerinin savaş esnasında, sivil halkı karşısına almamasını, devletin “terör” uygulamamasını şart sayar."

Boyd küresel süreci içselleştirdiğinden doğruyu söylüyor. Ancak Çongar bunu eksik ve yanlış anlamış!

Türk Devleti on yıllardır derin bir ahlâksızlık içindedir. Kürtlerin içinde bulundukları durum ise küresel sürecin yüzkarası ve insanlık utancıdır. Bu zulme ve insanlık utancına karşı direnenler de üstün ahlâki duruşu temsil ediyor.

Küresel süreçte insanlığın ahlâki değer yargıları değişmiştir. Ancak ahlâk tüm zamanlarda olduğundan daha fazla bu süreçte de etkili bir mücadele kulvarı olmaya devam ediyor.

İnsanın insan olmaktan kaynaklanan hakları için mücadele etmesi başlı başına ahlâki bir duruştur. PKK, insan olma olgusundan kaynaklanan bu hakları için mücadele ettikçe ahlâki bir duruş sergiler. Mücadele yöntemlerinde zaman zaman sapmalar ise bu ahlâki duruşu gölgeler ancak öldürmez.

PKK'ye yönelik eleştirilerimizde "istemlerin somut ifadesine" sürekli vurgu yapmamızın nedeni de bu ahlaki ilkeye dayanıyor.

Taraf Gazetesi'nin, Yasemin Çongar ve Ahmet Altan'ın üzülmelerinin, yakınmalarının ve hatta çaresizce savurdukları küfürlü konuşmalarının sonlanması, ahlâkilik ve açıklık ilkelerinin neyi ne kadar kapsadığını anlamalarıyla mümkün.

Ahmet Altan ve Çongar'ın hikâyeleri biraz da Tanzimat dönemi "Yeni Osmancılık" oyununu oynayan Namık Kemal, Abdullah Cevdet ve Prens Sabahattin'in hikâyelerine benziyor. Onlar da pozitivizmi (olguculuk) esas alan Auguste Comte'u rehber edinmişlerdi. Ancak yakayı İttihat Terakki'ye kaptırmaktan kurtulamadılar.

Her şeye rağmen Çongar ve Altan kabahat sayılabilecek bir hatanın içindedirler. Peki Türk Ceza Yasası'na göre bile suç sayılan, eylem ve söylemleriyle savaş kışkırtıcılığı yapan Mümtaz Türköne, Ertuğrul Özkök, Yiğit Bulut'un cürüm işlemekteki azimlerine ne demeli....!?

Hüseyin Turhallı
huseyinturhallı@gmail.com