11 Eylül 2011 Pazar

Kürtlere Karşı Topyekün Savaş


Kürdistan coğrafyasının yıkılıp yakıldığı bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kürtlere karşı açtığı topyekün savaş, dünya kamuoyu kadar Kürtlerin bir kesimi tarafından da görmezden geliniyor.

Savaş bir oyun değil, fiili bir durumdur. Bu durumun yürütülüş biçimine, kullanılan tekniğe ve muharebenin yürütüldüğü zemine göre tanımı da değişmektedir. Konvensiyonel savaş, nüklüer savaş, kimsayasl savaş, deniz savaşı, hava savaşı, gerilla savaşı, iç savaş gibi.

Modern anlamda savaşın en kapsamlı tanımı Clausewitz tarafından yapılmıştır. Clausewitz'e göre savaş "Savaş araçlarıyla karşı tarafa iradesini (politikasını) kabul ettirme mücadelesidir" Clausewitz tanımında "savaş araçları" ve "zorla kabul ettirmeyi" esas almıştır.

Daha sonraki süreçlerde örneğin NATO kaynakları bu tanıma "devlet erki unsurunu"da ekleyerek " Devletlerin barış yoluyla halledemedikleri sorunların halli için için milli kaynaklarının bir kısmını veya tamamını bu sorunun halli için seferber etmesidir". Bu tanımlama da ekonomik ağırlıklıdır.

BM Savaş Suçları Mahkemesi de savaşı, devlet veya organize olmuş guruplar arasında silahlı çatışma durumu olarak tanımlamaktadır.

Yine bunun gibi savaş suçlarını konu edinen İsviçre, uluslararası savaş konvansiyonları"nda da benzer tanımlamalara rastlanır.

Görüldüğü üzere savaş tanımlaması için her şeyden önce "somut bir istem"in olması gerekiyor. Somut istem içermeyen çok genel belirlemeler uğruna sürdürülen şiddet, uluslararası camiada anarşi veya terörizm olarak tanımlanır. Kürtler ne istiyor sorusu bunun için önemlidir. İstemin öyle çok analitik ve programatik olması gerekmez. Örneğin "Ben ana dilimde eğitim görmek istiyorum" istemi son derece açık, net ve somuttur. Ancak kitaplar dolusu metinlerle de olsa "Demokratik Fedaralizm" somut bir istem olmadığından savaş gerekçesi olarak uluslar arası camiada meşru bir kabul görmez.

Bizler için bu tür konular belki pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak normatif ve formüler düşünce sistematiğine sahip olan Avrupa insanı için bu tür tanımlama ve hususlar bir konunun tartışılması için olmazsa olmaz koşuldur.

Geçmişte Kürtler net ve somut istemlerle mücadele yürüttükleri için dünya kamuoyunda çok daha fazla kabul görüyorlardı. İstemlerinin belirsizleşmesi ile birlikte bu kabul de belirsizleşmiştir. Son süreçte DTK tarafından deklare edilen "Demokratik Özerklik" bir çok belirsizlikler taşımasına rağmen Kürtler açısından olumlu bir adımdır. Demokratik özerklik nedir diye sorulduğunda "Ana dilde eğitim hakkıdır" denilebiliyorsa bu bile yeterlidir.

Ben, bağımısız ve özgür bir Kürdistan'ın hem içte ve hem de uluslararası camiada çok daha rahat kabul göreceğini düşünenlerdenim. Ancak somut harhangi bir istemin de kabuledilebilir olduğunu düşünüyorum. Zaten savaşın gerekçesi bu somut istemden kaynaklanıyor. Her nedense Kürtler, Türkiye'nin neden topyekün bir savaş giriştiği tartışmalarını yapmıyor, savaş uygulamasının sonucu olarak sivillerin ölümünü bir savaş gerekçesi gibi gösteriyor. Tabi ki savaş suçu kapsamı içinde bu olay da önemli. Ama bu olay, Türk Devleti'nin Kürtlere karşı açtığı topyekün savaşın sadece bir parçası, savaşın gerekçesi değil. Savaş suçu ile savaş aynı şeyler değildir.

Bu savaş, çatışma veya operasyon olarak değerlendirilebilir mi?

Muharebe sırasında kullanılan araçlar taş ve sopa değil, fantomlar, B2 ağır bombardıman uçakları, kimyasal silahlar, top ve tank bataryalarıdır. 500 bini aşan asker, polis, özel tim ve korucularla yürütülmektedir. En gelişmiş radarlar, uzaydan ve havadan gözetleme araçları, termaller, güdümlü füzeler ve geçmişte Zap ve Amed de kullanılan düşük çekirdek reaksiyonlu atom bombaları bu araçlara dahil edilmelidir. Kürtlere karşı yürütülen bu savaş Mayıs 1983 yılından bu yana zaman zaman ve yoğun olarak Güney Kürdistan arazisinde de sürdürülmektedir. Son derece modern araçlarla egemen bir başka devletin topraklarında yürütülen bu durum bir savaş halidir. Hatta bu öyle bir savaştır ki 27 yıllık toplamı, Körfez savaşını defalarca gölgede bırakacak büyüklükte bir savaştır.

Kürtlerin bu durumu savaş olarak nitelendirmesi hem iç siyaset ve hem de uluslararası diplomasi açısından önemlidir. İç siyaset açısından, savaş durumuna göre halkın yönetilmesi, savaş güçlerinin de sevk ve idaresindeki yöntemin belirlenmesi açısından önemlidir. Dış boyutu ise uluslararası könjönktüre göre bir diplomasi kulvarının bulunması ve uslubunun yakalanmasıdır. Diğer bir ifadeyle uluslararası bir durum olan savaşın uluslararası arenaya uygun araçlarla taşınmasıdır.

Peki bunları kim veya kimler yapacak?

İç politikada Kürtlerin legal partileri var. Bunlar bir araya gelerek kendi özgül durumlarına göre ortak bir politika belirleyebilirler. Kitle yönetimi ve idaresini üstlenebilirler. Daha da ötesi yasal konumlarından da istifade ederek muhataplık rolünü üstlenmek gibi bir sorumluluğa talip olabilmelidirler. Savaşın daha üst bir boyuta sıçraması durumunda bu temsilciler uluslararası alanda diplomasiyi de yürütecek gücü kendilerinde görebilmelidirler.

Güney Kürdistan bu topyekün savaşta muğlak bir tutum izliyor. Bu muğlaklık Kürt düşmanlarını cesaretlendiriyor. Federal Kürdistan yönetimi sorunu uluslararası hukuk ve diplomasi sahasına taşıma cesaretini gösteremiyor. "Türkiye kapılarını kapatır, bize karşı savaş açar" biçimindeki kaygıları ise psikolojik bir yanılsamadır. Uluslararası ilişkiler, ruhsal durumlara göre değil, dinamik nesnel esaslar üzerinde kurulurlar. TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün " Hava operasyonunun amacı bazılarının bizi dikkate almaları içindir" sözleri tam da bu psikolojik baskıyı ifade ediyor.

Türkiye, Güney Kürdistan ve Irak'ta 50 milyar dolar değerinde yatırım ve ticaret hacmine sahiptir. Bunu bir kenara atamaz. Güney Kürdistan bağımsız devlet statüsünde kabul gören bir yapıdır. Dünya ülkelerinin burada vazgeçilmez çıkarları vardır. Bu nedenle Türk Devleti Güney Kürdistan'ı işgal edecek ne bir güce ne de bir cesarete sahiptir. Böylesi bir durumda Türkiye, Sırbistan'a döner. Güney Kürdistan yönetimi bunu bilebilecek durumdadır.

Güney Kürdistan yönetiminin bu kararsız ve muğlak tutumunda PKK'nin istikrarlı olmayan tutum ve politikaları da etkili olmaktadır.

Tük Devletinin Kürtlere dayattığı bu topyekün savaşı Silvan'daki birkaç asker kaybına karşılık PKK'ye karşı yürütülen bir operasyon olarak değerlendiren Kürt politikacılarını görmek insanı üzüyor. Ne yapalım teneke de bir metaryal ve iş görüyor!

İran'ın Doğu'da Türkiye'nin ise Kuzey'de Kürtlere karşı saldırıya geçmesi artık kaçınılmaz bir hale gelen Kürtlerin Ortadoğu'da bir statüye kavuşmalarını engellemeye yönelik çabalardır. AB ve ABD'nin karıştığı daha başka hesaplar da var tabi. Ancak işin özü budur.

Bu topyekün savaşta Kürtler çok zarar görebilir, büyük acılar çekebilirler. Ancak savaşı kaybedecek olan Türkiye'dir. Olur mu demeyin! Bunun tek şartı Kürtlerin direnmesi ve direnmeyi bilmesidir. Türkiye ise insanlık değerlerine karşı bir ahlâksızlık içindedir. Ahlâksızlar bir veya bir kaç muharebeyi kazanabilir, ancak savaşı asla kazanamazlar.. Ve belki de daha önemlisi bu savaşın komutası şimdi sivillerde. Savaş bir sanattır. Bu sanatın icracısı savaşçı-askerdir. Zafere, sanatını en iyi icra eden savaşçı ulaşır. Savaş tarihi, sivil siyasilerin ulaştığı zaferleri değil, hezimetleri yazıyor....!

Hüseyin Turhallı
huseyinturhalli@gmail.com

Hiç yorum yok: