10 Haziran 2013 Pazartesi

Erdogan’in Cevap Verme Algoritmasi

Tayyip Erdoğan’ın yıllar geçtikçe mükemmeleştirdiği ve her sorulan soruya cevap verirken kullandığı bir algoritma var. İletişim okumuş bir insan olarak irdelemeye calıştım.


Bu algoritma bir kaç adımdan oluşuyor ve eğer zamanı varsa tüm adımları (1′den 7′ye hepsini), zamanı daha kısıtlıysa bazılarını (genellikle 1 & 3 & 6′yı) kullanıyor.

Daha iyi anlatabilmek için bir örnekle açıklayacağım. Erdoğan’ın küçüklüğüne dönüp, evdeki vazoyu kırdığını varsayacağım.

Tayyip evde yalnızdır ve annesi eve gelince vazoyu kırılmış olarak bulur.

Annesi: Tayyipp! Vazoyu mu kırdın!

Adım 1: Yapılan yanlışın ifade edilme şeklini değiştir, onu yanlış olmaktan çıkar ve iyi bir şey gibi göster.

- Vazoyu kırmadım, parçalarına ayrıştırdım ve yeniden şekillendirilebilmesi için bir düzenleme yaptım.

Bu teknigin gercek hayattaki ornekleri soyle:

“Ağaçlara zarar vermiyoruz, yerlerinden söküp taşıyoruz.”
“Değişmedim, geliştim.”


“Alkolü yasaklamıyoruz, kullanımını düzenliyoruz.”


Adım 2: O suçu işleyecek / hatayı yapacak dünyadaki son insan olduğuna ikna et.

- Ben vazoya neden zarar vermek isteyeyim ki? Ben de vazoyum. Vazonun daniskasıyım. O vazo alındığında, onu omzunda 4 kat, bak rakam veriyorum tam 98 merdiven, yukarı taşıyan benim. Vazonun güneşten rengi solmasın diye onu depoya koyalım diyen, kimse kıskanmasın, nazar gelmesin diye arkadaşlarım gelince üstünü örten yine benim. O vazonun bir numaralı destekçisi benim, niye zarar vermek isteyeyim?

Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

“Biz niye ağaç kesmek isteyelim, tam 3 katrilyon agaç diktik.”

“Biz niye yargıya baskı yapalım, Türkiye’deki en büyük adalet sarayalarını yapan, onlara cumhuriyet tarihindeki en büyük olanakları sağlayan biziz.”


Adım 3: Söz konusu olayın önemini indirge, olayı normalleştir, hatta yaptığının az bile olduğunu örneklerle açıkla.

- Ayrıca ben vazonun yeniden düzenlenmesine neden bu kadar tepki gösterdiğini anlamıyorum. Vazo, daha çok eski komünist ülkelerde kullanılan, artık miyadını doldurmuş bir süs eşyası. Bak Amerika’ya, bak İngilitere’ye var mı evlerde vazo? Hiç filmlerde görüyor musun? Modern evlerde görüyor musun? Anca Çavuşesku dönemindeki Romanya’da, sosyalizm ilettinden kurtulamamış Ukrayna’nın oblastlarında kullanılan, barok bir şey vazo. Var mı modern dünyada vazonun yeri? Yok. Bu tepkiyi anlamak mümkün değil. Bence vazonun yeniden düzenlenmesinde geç bile kalındı.

Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

“Alkol düzenlemesi sadece bizde yok ki. Bunu biz mi uydurduk? Bakın iskandinav ülkelerine, Fransa’ya, İngiltere’ye, hepsinde kat be kat daha fazla kısıtlama var. Bizdeki düzenlemeler daha başlangıç seviyesinde.”

Adım 4: Şefkatinle, erdeminle karşıdakini ez. İstesem yapardım ama yapmadım de.

- Şimdi bana böyle suçlamalarla geliyorsun ama ben istesem o vazoyu 20 kere kırardım. Her gün evdeyim, vazoyla başbaşayım. Madem böyle hasmane bir tavrım var neden kırmadım? İstesem kırardım hatta yok ederdim. Ama yapmadım. Şahsi olarak vazoyla her konuda aynı fikirde olmasam da yapmadım, çünkü ben senin düşüncelerine saygı duyuyorum. İnsanların vazoyu sevme hakkı benim için kutsal. Vazoyu vazo olduğu için değil yaradandan dolayı seviyorum. Ben bu evde vazoların teminatıyım.

Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

Bunu sadece Erdoğan değil, tüm parti kullanıyor aslında. Güncel örnekleri “Gezi olaylarında, istesek interneti keserdik, kesmedik.” veya Melih Gökcek’in dediği gibi“Sizi bir kaşık suda boğardık ama kahretsin ki demokratız.”

Adım 5: Soruyu asla cevapsız bırakma. Soruya “varsayalım dediğiniz doğru” şeklinde cevap ver. Bunun olasılığını kabul et ve bu olasılığa karşı da sorumlu bir şekilde davrandığını göster.

- Varsayalım dediğin doğru. Vazonun başına söylediğin şeyler geldi. Bu her şeyin benim yüzümden olduğunu mu gösterir? Pencereler ceyran yapmış, kedi koşarken vurup kırmış olabilir. Ben bunların araştırılması için komşunun oğlu Mustafa’ya gerekli talimatları verdim. Dünkü rüzgarın hızını araştıracak, kedinin davranışlarını inceleyip bana rapor verecek. Eğer bir yanlış tespit edersem o kediyi önce ben cezalandırırım. O pencereleri önce ben tamir ederim. Her şeyi takip ediyorum, her şeyi evimiz için, evimizin güzelliği, ferahı için yapıyorum.

Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

“Polisin Gezi Parkı olaylarında aşırı gaz kullanmasıyla ilgili şikayetler var, doğru. Bunların incelenmesi için gerekli yerlere talimat verdim. Eğer böyle bir şey varsa, incelenecek, gereği yapılacak. Böyle bir şeye izin vermeyiz, veremeyiz.”

Adım 5: Soruyu soranın bu konudaki samimiyetini sorgula.

- Şimdi bir de şöyle bir nokta var. Salondaki vazo, dünyada ilk defa yeniden düzenlenen vazo değil. Madem vazolar konusunda böyle bir hassasiyetin var, alt komşunun vazoları, hem de 1 değil tam 2 vazosu, oğlu tarafından kırıldığında neden tepki göstermedin? O zaman neredeydin? Ya da taşınırken seramikleri kırılan Ayşe teyzeyle birlikte neden göz yaşı dökmedin? Bu vazonun farkı yalnızca benimle ilgili olması mı? Burada amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Vazo bahane.

Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

“Madem ağacları bu kadar seviyorsunuz, ben orman arazisinin içine üniversite yapılmasın diye yırtınırken neredeydiniz? 

Neredeydi bu kalabalıklar?”

“Madem basın özgürlüğü diye bu kadar yırtınıyorsunuz, 28 şubat döneminde neredeydiniz?”


Adım 6: Olaydan yırttın, kendini iyi gösterdin. Şimdi bu avantajı rakibini kötü göstermek için kullan.

- Bu vazo kırmak falan hep Ali’nin (kardeşimin) yapacağı şeyler. O yapar bunları. Geçen sene cam dolabın penceresini kıran, küçükken babamın pikabına top atan kimdi? Ali. Ali’nin zihniyeti kırar ancak vazoyu. Bunun arkasında da o var; ben sana söyleyeyim. Şimdi babamın harçlıklara karar vereceği dönem yaklaşıyor ya, beni okul konusunda yenemiyor, aklınca böyle bir çamur atma yolu buldu. Bunları babam hep görüyor. Babam doğru kararı verir, benim içim rahat. Ben hep konuşuyorum babamla.”

Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

“Bu gösteriler, kargaşalar hep CHP zihniyetinin bir ürünü. Bunların arkasında onlar var, seçim yaklaşıyor ya aklınca oradan vuracak. Marjinal gurupları örgütleyip, üç beş çapulcuyla kargaşa çıkartmaya çalışıyorlar. Ama biz halkımızı biliyoruz, halkımız bunlara itibar etmiyor. Halk her şeyi görüyor.”

Adım 7: Konu kapandı, cevap verildi. Konuşmanı kendini ve yaptıklarını överek zirvede bırak.
 
- Ben bunlara bakmıyorum anne. Ben işime bakıyorum. Bak 2 senelik ortaokul hayatımda, sınıfın en çalışkanı olmuşum. Herkes beni parmakla gösterir hale gelmiş, diğer çocukların annesi de oğullarına Tayyip gibi ol evladım der duruma gelmiş. Bu durumdayız. Din 5, beden 5, matematik 5. Bu durumdayız. Ben işime bakıyorum, dersime bakıyorum. Ailemiz için hayırlı bir evlat olmaya, ailemizi, babamın da dediği gibi evelallah apartmandaki örnek aile konumuna taşımaya çalısıyorum, çalışacağım.


Bu tekniğin gerçek hayattaki örnekleri şöyle:

“Ekonimi şöyle güzel, İMF borçları şöyle az, milli gelir şöyle yükseldi vs vs.”

————————————————

Bu 7 adım dışında bir de içerlere serpilmiş ufak detaylar oluyor. 


Talimat verdim, arkadaşlar çözdü:

İyi şeylerde “biz” de, ilişkilendirilmeyi istemediğin şeylerde ise “devlet, polis vs” gibi kurum adları ver.

İyi şeylerde:

“Galatasaray’ın stadını biz yaptık ve Galatasaray’a verdik.”

“Kayseri’ye galaksinin en büyük su fıskiyesini yaptık.”


İlişkilendirilmek istemediği konularda:

“Polis gaz kullanımında aşırıya kaçmış olabilir.”

“Devlet, imralıyla da konuşur, herkesle de konuşur.”


Soruya / suçlamaya kendi değerlerini değil suçlayanın değerlerini, silahlarını kullanarak cevap ver.

Ornegin, “Anayasada, devlet halkını alkolden, uyuşturucudan korur yazıyor. Bu görev bana verilmiş; bu maddeyi biz eklemedik ki.”

Adını telaffuz etmek istemediği insanların / kurumların ismini farklı söyle, farklı söylenemiyorsa ad tak.

Örnegin Atatürk deme, Gazi Mustafa Kemal de. Öcalan deme, İmrali de. CHP deme CeHaPe zihniyeti de.

Cevaplanması uzun sürecek soruları sanki cevap evet/hayır kadar kısaymış gibi laf arasında sor, karşındaki cevap veremesin, haklı görün.

Mesela onlarca gazeticiyle konuşurken birine “sizce gösterilerden ne mesaj almalıyım, siz söyleyin” de.

X sizi şöyle eleştirdi şeklinde bir soru gelince cevabına direkt ad hominem yaparak başla.

“X madem o kadar demokrattı, neden şöyle böyle haksızlıklar olurken sustu? Y’nin Japonya’ya ne hayrı dokunmuş? Bunların amacı bağcıyı dövmek..”

Hep yaptıklarını öv ama hiç kendini övme, aksine kendini önemsizleştir.

Örneğin “bu hükümet cumhuriyet tarihinin en büyük atılımını yaptı.” veya “Türkiye’nin en büyük x’ini yine biz yaptık” vs deyip yaptıklarını yüceltirken diğer yandan da “Ben hükümdarınız değil, hizmetkarınızım” gibi cümlelerle kendini önemsizleştir. Mesela Van hakkında konuşurken ikisini tek seferde yapmıştı: “Yaptığımız yatırımlarla adeta yeni bir Van inşa ettik. Bütün bu adımları niçin atıyoruz? Biz emanetçiyiz, hizmetkarız, efendi değiliz.”

Her yaptığının ucuna, geniş perspektifli, büyük bir amaç koy.

Örneğin alkol yasası çıkartıp ” Biz çocuklarımıza ufuk vermek, hedefler göstermek, Fatihler, Mimar Sinan’lar yetiştirmek zorundayız” de ya da kavşak açma töreninde “Hedefimiz 2023″ de.

Her yapilan seyi daha da sivriltmek icin eskiden yapilmis kendine gore bir yanlisla birlikte sun.

Her ikisini de abartarak kontrast yarat. Örneğin “Eskiden kahvaltıda çocuklara bira içiriliyormuş, bu tavsiye ediliyormuş. Şimdi ise gençleri alkolün zararlarından koruyoruz.”

Her Şeye hakimsin, her şeyi biliyorsun havası oluştur; böylece insanlara otokontrol aşıla, izlendiklerinin bilinciyle haraket etsinler.

“X’i kimin organize ettigini cok iyi biliyoruz.” veya “Ny Times’da GeziParki ilanini kimlerin fonladigini biliyoruz.” (zaten indiegogo’da para veren herkesin adi kabak gibi yaziyor.)

Konusmalarda kusuratsiz, tam rakamlar vererek her seyi detayina kadar biliyor havasi vermek de bunun bir ornegi.

Ne dersen de hep reasoning (sebep gostermecilik) yap. Mutlaka “cunku” de. Gosterdigin sebep cok muhim degil, insanlarin “sebep?” diye dusunmesine mahal verme.

“Haydarpasa’yi otel yapmak istiyoruz cunku Istanbul’da cok buyuk bir otel acigi var.” Burada onemli olan yapmak istedigini once soylemen, bu onemli. Yoksa mantiksiz bir sey dedigin anlasiliyor; mesela cumleyi ters cevirip “Istanbul’da cok buyuk otel acigi var, o yuzden Haydarpasa’yi otel yapmaya karar verdik.” dersen ikna edici olmaz.

Reasoning yaparken, kolay gosterilebilir bir sebebin yoksa, “cunku” ile baslayan herhangi bir sey de soyleyebilirsin: “Biz Taksim’i yayalastirmak istiyoruz, cunku millet bizden bunu istiyor.”

————————————————

Bu zavalli hizmetkarinizin tespitleri simdilik bu kadar. Baska inanilmaz tespitlerim olursa yaziyi guncelleyecegim. 


ozanbey.com

Erdoğan İçin de Bir Gün Geç Olabilir…

Evet, size sesleniyorum, herkesin dilinde, herkesin anladığı dilden. Size sesleniyorum çünkü durum radikal bir değişim gerektiriyor. Evet, gerçekten radikal bir değişim. Sizi anladım, herkesi anladım, işsizliği, gereklilikleri, politikacıyı ve daha fazla özgürlük isteyen herkesi. Herkesi anladım, ama bugün yaşananlar sadece Tunuslulara özgü değil.

Bu sözler, 14 Ocak 2011’de devrilen Tunus eski Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’ye ait. 24 yıllık iktidarı devrilmeden sadece bir gün önce, 13 Ocak’ta bu konuşmayı yapmıştı. Ama artık çok geçti. 17 Aralık 2010’da genç bir seyyar satıcının bedenini ateşe vermesiyle başlayan ayaklanma, dört hafta sonra baskıcı bir rejimin sonunu getirmişti. 

Şubat 2011’de dönemin Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, son açıklamasını yapıyordu. Bir daha Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olmayacağı sözünü veren Mübarek, ancak seçimlere kadar görevinde kalacağını, yetkilerini de Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ömer Suleyman’a vereceğini söyleyerek eylemcileri yatıştırmaya çalışıyordu.

Bu açıklama, 25 Şubat’tan beri ayakta olan eylemcileri daha da öfkelendirdi. Eylemciler, aralarında devlet televizyonu ve parlamentonun da olduğu resmi binaların denetimini ele geçirmek ve Cumhurbaşkanlığına yürümek istiyordu. Aynı gün askerler de devreye girdi ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hüsnü Mübarek’in istifasını açıkladı. Mübarek bir gün sonra, 11 Şubat’ta başkent Kahire’den kaçarak Şarm El Şeyh’e yerleşti. 2 Haziran 2012’de ise ömür boyu hapse mahkum edildi.

ERDOĞAN ISRAR EDERSE…

Tüm otoriter ve diktatör rejimlerdeki liderleri gibi Erdoğan da, eylemcilerin sessini duymayarak bastırmak istiyor.  Başından beri eylemcileri “çapulcu”, “yağmacı”, “terörist” olmakla suçlayan,  “dış güçlerle” bağlantılandıran Mersin’deki bir konuşmasında, eylemcilere yeniden “çapulcu” diyerek “Onlar yakarlar, onlar yıkarlar çapulcunun tanımı budur zaten” ifadelerini kullandı.  9 Haziran günü Ankara’daki İskitler mitinginde yaptığı konuşmada ise Gezi Parkı eylemcilerini tehdit etti: “Aynı şekilde devam ederseniz kusura bakmayın anladığınız dilden konuşmak zorundayım. Sabrın da bir sonu vardır” dedi.

Hükümete karşı birikmiş öfkenin bir patlaması olarak değerlendirilen ve “ekolojik bir kıvılcımla” alevlenen bu olayları doğru okuyamayan Erdoğan iktidarı, yaşananları kendi iktidarına karşı bir komplo olarak değerlendirip bastırabileceğini düşünüyor. Erdoğan’ın talep edilen özgürlükleri tanımak yerine, eylemcileri hedef alan retçi ve baskıcı anlayışını sürdürmesi, tıpkı diğer rejimlerde olduğu gibi kendi sonunu hızlandırmaktan başka işe yaramayacak.

Ülke geneline yayılan bu eylemler Erdoğan hükümetinin başa dönerek üzerini kapatmak istediği, “birkaç ağaç”la halledilebilecek bir sorun değil. Bu bir demokrasi ve özgürlükler meselesi. Bu gerilim bu şekilde tırmandırılmaya ve kutuplaşma derinleştirilmeye çalışılırsa, Bin Ali ve Mubarek gibi, yapılacak son açıklamalar da artık çok geç olabilir.

EKOLOJİK KIVILCIM

Geniş halk kesimlerinin yer aldığı ayaklanmalar veya beklenmedik bir etkiyle ülke geneline yayılan protesto gösterileri, çoğu zaman çıkış noktasını “basit” gibi görünen tepkilerden alıyor.  Biriken öfkenin büyüklüğü bazen, olayların nasıl başladığını bile unutturabiliyor.

Ayrıca eylemlerin başlangıç noktasında yer alan “çevreci” duyarlılığı da küçümsememek gerekiyor. Dünyanın bir çok yerinde ekolojik protestolar, büyük sosyal hareketlerin temel gerekçelerinde biri oluyor. Şili’de 2011’deki büyük öğrenci hareketi, Patagonya’daki büyük barajlar projesine karşı Santiago’da yapılan beklenmedik eylemin başarısından destek aldı. Polonya’da kaya gazı çıkarılması teşebbüsüne karşı bir köylü direnişi yapılırken, Çin’de çevreyi kirleten fabrikalara karşı yerel düzeyde gösteriler, toplumsal memnuniyetsizliğin en aktif ifadesi olarak dikkatleri üzerine çekti. Hindistan’da topraksız köylüler hareketi, sanayi tesisleri projeleri ve nükleer santrallere karşı direnişleri de bunlara eklemek gerekiyor. Yine Peru ve Bolivya’da maden ocakları veya parklardan geçen yolara karşı yapılan gösteriler hükümetleri zor durumda bıraktı. Brezilya’da benzer şekilde Belo Monte barajına karşı bir direniş var.

ANF

Akl-ı Selim mi Yavuz Selim mi?

Veysi Sarısözen

Başbakan Erdoğan’ın, Gezi Direnişini, Hükümeti “devirme” komplosu olarak ilan etmesiyle ve bu uydurulmuş “tehlikeye” karşı, alanlarda toplanan halka karşı, kendisine oy veren seçmenleri sokağa dökmesi ve kışkırtmasıyla birlikte, Türkiye’de demokrasi, barış ve çözüm süreci tehlikeye girmiş bulunuyor.

Dün peş peşe yaptığı konuşmalarla Başbakan, neredeyse kendisini protesto edenlere karşı savaş açtı. “Temsilcinizi seçin benimle konuşun” demesi ise, hiçbir ciddiyet taşımıyor. Karşısındakileri “çapulcu” diye tanımlayan ve “böyle devam ederseniz, anladığınız dilden konuşuruz” diyen bir Başbakan’ın “diyalog”dan söz etmesini hiç kimse ciddiye almaz. Gezi’deki gençlerin ve direnişçilerin böyle bir “tehdit”in gölgesi altında Başbakan’la görüşeceğini düşünmek, bu direnişin ruhundan hiçbir şey anlamamaktır.

Başbakan’ın son beş konuşması, o Kuzey Afrika’dayken Cumhurbaşkanı Gül’ün ve Başbakan’a vekalet eden Bülent Arınç’ın “diyalog” çabalarını boşa çıkardı.

Şimdi Başbakan, Hükümet ve Meclis mekanizmalarını çalıştırarak krizi aşmak yerine, kendi seçmenlerini sokakta direnen halka karşı harekete geçirerek “aşmak” yoluna gidiyor. İşçi sınıfının tarihteki en büyük sokak isyanının yıldönümüyle alay eder gibi, 15 Haziran’da Ankara’da ve 16 Haziran’da İstanbul’da, sonra da diğer büyük illerde “evinde zor zaptedilenleri” sokağa davet ediyor.
Bu yöntem krizi büyük bir karışıklığa doğru tırmandırır. Hükümet bu krizi bu yöntemle aşamaz, derinleştirir ve bu krizin derinleşmesinden ise, sokakta direnenlerin bugünkü somut gücü hesaba katıldığında demokratik bir alternatif çıkmaz. Sonuçta, AKP daha da otoriterleşir ve örgütsüz 90 kuşağının direnişi geçici olarak da olsa ezilir. Sosyalist solun zayıf konumu hesaba katıldığında, meydan otoriterleşen AKP güçleriyle ulusalcı-Ergenekoncu güçlere kalır.

Böyle bir sonuç Türkiye’nin en temel meselesi olan Kürt sorununda barış ve çözüm sürecini havaya uçurur. Gerillanın çekilmesini fırsat bilen ordu güçleri ve artık azınlıkta kalsalar da hala PKK düşmanlığı yapan bir kısım korucular Kürdistan’da savaş mevzilerini güçlendirir. Böylece, ele geçen büyük barış fırsatı kaçırılmış olur,  yeni ve çok ağır bir savaş tehlikesi ülkenin üzerine çöker.

PKK Önderi Öcalan ve onun öncülüğünde KCK, Gezi Direnişi’ne büyük bir destek verdi. BDP halkın direnişinin yanında yer aldı. Böylece, direnişi ırkçı bir kanala akıtmak isteyenler geriletildi, 90 kuşağının direnişi “yapay öncülerin” tasallutundan kurtarılmış oldu. Şimdi özellikle Taksim alanında ve Gezi Parkında Türkiye’nin geleceğini işaret eden yepyeni bir deney yaşanıyor.

Hükümet bu yaşanan deneyi “ezmek” için harekete geçmiştir.

Başbakan kendisine karşı bir “tertip” yapıldığı, hükümeti devirecek bir komplonun tezgahlandığını iddia ediyor. Böyle bir iddaya inanan bir hükümetin, “hükümet darbesini” nasıl “önleyeceğini” tahmin etmek zor değildir. Hükümetin aklının bir köşesinde kitlesel tutuklamaların ve polis şiddetini arttırmanın yattığından şüphe bile etmemek gerekir.Başbakan dün defalarca "bedel ödersiniz, kaybedersiniz" dedi zaten.

Şimdi hem bu yeni deney, yani 90 kuşağının bu özgürlükçü ve komünal kültürel atılımı nasıl korunacak,  hem de Hükümetin “yapay bir darbe tehlikesi”ne karşı kendisine muhalif halk kitleleriyle, kendisini destekleyen halk kitlelerini karşı karşıya getirmesi ve sonuçta barış ve çözüm sürecinin  başarısızlığa uğraması nasıl önlenecek sorusunu sormak gerekli olmuştur.

90 kuşağının bir “hükümet darbesi” peşinde koştuğuna inanmak gülünçtür. Deneyimli Türkiye sosyalistlerinin ortada “hükümeti devirip, yerine demokratik bir hükümet kurma” koşulları olmadan bir maceraya atılacağına kimseyi inandıramazsınız. Çoktandır MİT’teki, ordudaki mevzilerini yitirmiş Ergenekoncu ve darbeci unsurların Gezi Parkı direnişinden bir “darbe”ye yürüyecek mecallerinin olmadığı ise çok açık.

Ama Başbakan’ın “çatışmacı” yöntemi ve darbecilerin “umutsuz darbe umutları”, bir hükümet darbesine neden olmasa bile, krizin her durumda anti-demokratik sonuçlar vermesine yol açabilir. Türkiye sonuçsuz bir kaosa yuvarlanabilir ve barış süreci büyük bir hayal kırıklığı ile ve yeni bir savaş tehlikesini büyüterek başarısızlığa uğrayabilir. Hükümet içindeki “şahinler”, fırsat bu fırsat diyerek, “İmralı mutabakatını” boşa çıkarabilir.

Gezi direnişini koruyacak, vatandaş savaşı kışkırtmalarını durduracak ve savaşın yeniden başlamasını önleyecek biricik güç, şu anda PKK, BDP ve HDK’dir.

Hükümetin krizi zorbalıkla aşma yeltenişini ve bu yeltenişten Ergenekoncuların ve AKP içindeki çözüm karşıtlarının yararlanma tehlikesini yalnızca bu güç önleyebilir.

Hiçbir ciddi güç, “krizi derinleştirelim, ne çıkarsa bahtımıza” anlayışıyla hareket edemez. Kürt özgürlük hareketi ve onun müttefikleri böyle bir “kumar” zaten oynamaz. Kumarı AKP’de Başbakan’ı iyice  yoldan çıkaran çevre ve direniş saflarında da Ergenekoncular büyük bir şevkle oynamaktalar.

Bu kumar masasını devirmek, müzakere masasının ise devrilmesini önlemek ve Türkiye’nin geleceğini kurtarmak, bir kere daha Kürt halkına ve onun örgütlü güçlerine, o güçlerin dostlarına bağlı.

Gerilla çekilişinin güvenliği, arkasında patlayan krizle her geçen gün adım adım azalıyor. Çekilişin başladığı günden beri ordunun yeni saldırı mevzileri inşa etmesi, doğrudan gerillayı hedef almasa da,  keşif uçuşlarıyla ve bombardımanları devam ettirmek suretiyle “operasyon aktivitesini” ısrarla sürdürmesi, hala yeni korucu kadrolarının açılması, CHP’nin ve MHP’nin, Ergenekoncu unsurların, “barış sürecine” karşı artan saldırgan tutumları, kriz koşullarında barış sürecinin büyük bir tehlike altına girdiğini gösteriyor.

Direnişçilerin haklı taleplerine “diyalog yoluyla” olumlu yanıt verilmez, Kriz demokratik yönde aşılmazsa, hiç kimse “İmralı’da varılan mutabakatın” sonuçlarından emin olamaz.

Gerillanın çekilmesi ve böylece barış ve çözüm sürecinin garantiye alınması, benim düşünceme göre, şimdi yaşanan krizin, zorbalıkla aşılmasını önlemek, direnişçilerin taleplerinin müzakere edilmesini sağlamak, Ergenekoncuların provokasyonlarını boşa çıkarmak dışında sağlanamaz.

Kürt özgürlük hareketi ve onun müttefikleri, direnişin saflarında güçlü bir şekilde yer aldıkları için, her türlü darbeci unsura karşı büyük bir teminattır. Bugünkü uluslararası koşullarda hiç kimse bu büyük teminatı yok etmeden bırakalım darbeyi, Gezi direnişine “darbeci” bir damga bile vuramaz. Buna karşılık, AKP içindeki barış ve çözüm yanlısı çevreler, Başbakan’ı neredeyse “iç savaşın komutanı” haline getirecek olanları önleyecek bir gücü ortaya koymaktan uzak görünüyorlar.

BDP’liler direnişin saflarında Türkün “bayrağına ve önderine saygıyla” yaklaşıyor ve Türklerin saflarında da artan ölçüde Kürdün “bayrağına ve önderine saygıyla” yaklaşanların arttığını memnuniyetle görüyor. Türk-Kürt gerginliği adım adım yumuşuyor. Buna karşılık AKP’nin yönetimi, sokaktaki muhalefetle kendi seçmenini tehlikeli şekilde düşmanlaştırıyor. Gezi direnişi Türk ve Kürt halkını birleştiriyor; Başbakan’ın konuşmaları ise halkı ayrıştırıyor.

Eğer varsa AKP içindeki “sağduyulu” çevreler, “çekilme sürecinin baltalanıp durmasına” yol açacak tehlikeli bir “tırmanışı” bir an önce önlemenin bir yolunu bulmalıdırlar. Türkiye’nin Batısı yangın yerine döndüğü zaman, Kürdistan’da barış umutları da yanar çünkü…

Tehlikeli gidişi önlemenin yolu, vatandaşı vatandaşla karşı karşıya getirmekten vazgeçmek, talep eden, saldırıya uğrayan, bu nedenle direnen, direnirken uğradığı haksız ve “orantısız”, yani yasa dışı polis şiddetine adım adım şiddetle yanıt vermek zorunda bırakılan muhalefetin taleplerini Meclis gündemine getirmek ve…Ve bir an önce, barış sürecini garanti altına alacak olan demokratik adımları Meclis’i tatil etmeyerek gündeme almaktır.

Bunun dışında demokratik ve akli bir yol yok.

Başbakan “sabrın da bir sonu var, anladığınız dilden konuşuruz” diye tehdit ederken, şu anda direnenlerin en büyük destekçisi olan Kürt halkının da bir “sabrı” olduğunu ve Başbakan’ın konuştuğu Türkçe’yi pek bilemeseler de, onun “anladığı dili bildiklerini” tarih boyunca kanıtladıklarını Başbakan da unutmamalı…

Kürt özgürlük hareketi ve sosyalistler, “iki kumarbazdan” birinin yanında olmadı bugüne kadar. Türk, Kürt ve diğer milletlerden, dinlerden, mezheplerden, cinsiyetlerden halkın yanında oldu. “İki kumarbaz”ın karşısındaki “üçüncü güç” Gezi direnişidir, halklardır ve bu halkların yanındaki Kürt özgürlük hareketi, onunla kader birliği eden sol güçlerdir.

AKP hükümet olduğunu yeniden hatırlamalı, sokağa sokakla değil, Parlamentoyla yanıt  vermek zorunda olduğunu görmeli…Kürt savaşından çıkaracağı dersle, sokağa polis şiddetiyle yanıt vermenin çıkar yol olmadığını düşünmeli…En küçük bir provokasyonla felakete yol açabilecek AKP mitingleri iptal edilmeli…

Böyle bir “akl-ı selim” hali ortaya çıktığı zaman, bugün direnenler “AKP’ye üye olmaz” ama, hükümetin atacağı bütün demokratik adımlara destek olur ve Türkiye, herkesin kendi yolunda şiddetsiz adımlarla yürüyebileceği, demokratik ve uygar bir ülke haline gelir…

Şimdi her şey AKP’de “Yavuz Selim”in mi, yoksa “akl-ı selim”in mi egemen olacağına bağlıdır.

Kalkan: Toplum Tekçiliği Reddediyor



KCK Yürütme Konseyi üyesi Duran Kalkan, Gezi Parkı direnişinin artık toplumun mevcut sistem altında yaşamaya sabrının kalmadığını gösterdiğini söyleyerek artık tekçiliğin reddedildiğini belirtti.

Dün gece Nuçe TV’ye konuşan Kalkan, Kürt hareketinin Gezi Parkı Direnişine bakışı ve Rojava’da yaşanan son çatışmalar konusunda açıklamalarda bulundu. 
  
Gezi Parkı’nda başlayan olayların Türkiye toplumunun değişik kesimlerinin tepkisini gösterdiğini belirten Kalkan “Bu ortaya koyuyor ki, artık toplumun mevcut sistem altında yaşamaya sabrı kalmamış. Demokrasisizliğe sabrı kalmamış. Bu gidişe artık yeter diyor. Örgütlü planlı olmadığı ortada. Fakat ciddi bir tepkinin de Türkiye toplumunda var olduğu net bir biçimde ortaya çıktı” dedi.

AKP DEMOKRATİKLEŞME ADIMLARINI ATMADI

Bu tepkinin oluşumunun anlık olmadığını 12 Mart darbesinin ardından 40 yılı aşkın bir süredir süren despotik idare tarzını hedeflediğini belirten Kalkan, yakın neden olarak da AKP’nin yönetim tarzı ve tekçi zihniyetini ortaya koydu. Kalkan devamla şunları belirtti: “Bunlar önlenemez miydi? Aslında gelişen yeni süreç bunları önleme imkanı veriyordu. AKP eğer sürece doğru yaklaşsa, oyalamasa, ertelemese, geciktirmese, gerekli demokratikleşme adımlarını atmış olsaydı bu tepkiler bu biçimde ortaya çıkmazdı. Bu bakımdan, hareketimizin, Önder Apo’nun Newroz’dan bu yana geliştirdiği süreç aslında bu tepkiler sert çatışmalara dönüşmeden demokratik değişim, dönüşüm gerçekleşsin diyedir. Önder Apo ön açtı, hareketimiz ön açtı, bu doğrultuda gerçekten de yeni süreci geliştirme noktasında üzerine düşeni yaptı. Esirleri bıraktık, ateşkes oldu, gerilla çekiliyor. Yani hem de zamanından önce Kürt tarafı Türkiye’deki demokratik dönüşümün önünü açmak, onun gücünü yaratmak için her şeyi yaptı. Fakat buna karşılık AKP ağırdan alıyor, erteliyor, oyalıyor. Yaklaşık iki aydır ilk defa bu hafta sonunda önder Apo ile görüşme oldu. iki ayda bir görüşme ile bu süreç yürür mü? Önder Apo iki ayda bir bir heyet ile görüşerek böyle bir süreci yürütebilir mi? Yürütemez tabi. Bunun bir geciktirici tutum olduğu ortada. Toplum buna tepki duyuyor, acil demokrasi istiyor. Daha fazla bu faşist despotizm altında demokrasisiz yaşamaya tahammülü yok. Bu ortaya çıkıyor.

Eğer AKP oyalayıcı yaklaşmazsa, gerekli süreci ilerletme yönünde, demokrasiyi geliştirici adımlar atsaydı bunlar olmazdı.  AKP’nin bu tutumu toplumda tepki yaratıyor. Belli ki artık toplumun tahammülü yok, AKP politikalarını da kabul edecek durumu yok. Bu net bir biçimde ortaya çıkmış durumda.”

TÜRKİYE’DE BÜYÜK BİR DEMOKRASİ DİNAMİĞİ VAR

Son yaşananların ardından Türkiye’de büyük bir demokrasi dinamiği olduğunu gördüklerini belirten Kalkan “Toplumda faşizme, tekçiliğe, sömürüye, ötekileştirmeye, ayrımcılığa karşı büyük bir öfke birikmiş. Artık buna yeter diyor toplum. Demokrasi istiyor, özgürlük istiyor.  Kadınlar, gençler, emekçiler mevcut duruma artık tahammül edemiyorlar. Bu oldukça önemli bir durum, ciddi bir mesaj. Bu kesimler tabi bilinç istiyorlar, öncülük istiyorlar. Kendilerine demokrasi mücadelesinde yol göstericilik istiyorlar. Mevcut durumu bu açıdan da yeterli görmüyorlar. Tüm demokratik güçler, hareketimiz bu konuda elbette ki sorumluluk taşıyor. Biz bu mesajı alıyoruz, bu çıkışlara karşı, toplumun bu isteklerine karşı elbette sorumluluğumuz var, bunların gereğini yerine getirmekten de geri durmayacağız” dedi.

EYLEMLERİ SÜREÇ DIŞI GÖREN YAKLAŞIMLAR DOĞRU DEĞİL

Taksim’deki direnişi süreç dışı gören yaklaşımların doğru olmadığını belirten Kalkan şunları söyledi: “Bunu yapmaya çalışan bazı kesimler var. Onların tutumlarının halkın talepleri ile uyuşmadığını söylememiz lazım. Bazı kesimler, özellikle farklı iktidar blokları, işte ulusalcı blok ile AKP blokunun kendine göre bir çatışması da oluyor. Toplum bunun dışındadır. Demokratik güçler bunun dışındadır. Biz bu iktidar çatışmasının içinde ya da bir tarafında kesinlikle değiliz. Üçüncü tarafız. Toplum tarafıyız, demokrasi tarafıyız. Demokratik toplumu geliştiriyoruz. Bu bakımdan da toplumun tepkilerine sahip çıkmak, demokrasi istemlerini örgütlemek, örgütlü eyleme dönüştürmek bizim görevimizdir. Bütün demokratik güçler, Türkiye’nin tüm demokratik çevreleri, aydınları, siyasi çevreleri bunun karşısında büyük sorumluluk duymalı.

Son dönemlerde, Halkların Demokrasi Kongresi temelindeki gelişmeler, en son Barış ve Demokrasi Kongresi’nin de elbette ki bu gelişmeleri cesaretlendiren boyutu var.  

Bir yandan böyle bir öncülük hazırlanıyor, diğer yandan toplumun tepkisi ortaya çıktı. Bunlar birleştirilirse, Türkiye’nin demokratikleşmesi, bütün sorunların bu demokratikleşme temelinde çözülmesi gerçekleşecek. Demokrasi güçleri hem uyanık olmalı, şu bu iktidar blokunun etkisi altına girmemeli, hem de görev ve sorumluluğuna sahip çıkmalı. Görmeli ki, gerçekten de büyük bir demokratikleşme fırsatı-imkanı oluşmuş. Bunu değerlendirmek gerekiyor. Bu temelde özgürlük için, demokrasi için direnen, her türlü teröre, baskıya karşı yiğitçe direnen herkesi selamlıyorum başarı dileklerimi ifade ediyorum.”

KÜRTLERİ CEPHELERİNE ÇEKMEK İSTEYEN GÜÇLER PROVOKASYON PEŞİNDE

Duran Kalkan, Rojava’da Afrin’de yaşanan saldırılara dikkat çekerek bu durumu Kürtleri çatışmalarda taraf olmaya çekmek isteyen güçlerin provokasyonu olarak değerlendirdi. Kürtlerin bu durumu kabul etmediğini, etmeyeceğini ifade eden Kalkan, “Tersine üçüncü bir çizgi olarak, demokratik toplum çizgisi olarak ortaya çıktı, var oldular. Demokratik Suriye’nin bir parçası olarak Rojava’yı ele aldı, geliştirdiler. Bütün provokasyonlara, baskılara karşı bu çizgide ve bunu politikaya dönüştürmede kararlı yaratıcı davrandılar. Bu başarı kazandırdı, 19 Temmuz devrimini yarattı. Rojava’da büyük gelişmeler ortaya çıkardı.  Ve aslında demokratik Suriye’nin ilk nüvesi Rojava’da yaratıldı. Rojava demokratik Suriye’nin öncü, istikrarlı gücü, modeli haline geldi. Bir neden buydu. Aynı çevreler bunu şimdi de hala sürdürmek istiyorlar. Buna rağmen yine de bu isteklerinden vazgeçmiş değiller. Çatışmaların bir kaynağı budur” şeklinde konuştu.

Suriye’de ABD-Rusya görüşmeleri temelinde ortaya çıkan sorunun diplomasi ve siyasi uzlaşma ile çözülmesi arayışının silahlı güçleri etkilediğini belirten Kalkan, tarafların çatışmaları genişleterek tam bir etnik çatışma ve mezhep çatışması geliştirdiklerini söyledi. Her gücün kendine bir etkinlik alanı yaratmaya çalıştığını kaydeden Kalkan, “İşte şimdi bazı çevreler, bazı Kürt bölgelerini kendi etki alanlarına almak istiyorlar. Afrin’deki çatışmaların da, Halep’teki çatışmaların da böyle bir boyutu var. Bir yanı da bu son saldırılarda. Bu durumun da kısmen payı var” dedi.

Kalkan devamla şunları söyledi: “Fakat Halep’te, Afrin’de, Cezire’de son bir aya aşkındır ortaya çıkan durumun esas nedeni bence Suriye’den kaynaklanan yönünden ziyade Kuzey Kürdistan’da, oradan başlamak üzere tüm Kürdistan’a dönük önder Apo’nun geliştirmeye çalıştığı yeni demokratik siyasi çözüm süreciyle bağlantılı olmasıdır. Bu sürece karşıt olan çevreler var. Onlar bu süreci sabote etmek istiyorlar. Bunun için çok değişik provokasyonlar geliştiriliyor. İşte Paris katliamı bunlardan birisiydi. Dicle Üniversitesindeki provokasyonlar benzerdi. Rojava’daki çatışmaların da böyle bir boyutunun olduğu, sürece karşı olan bölgesel güçlerden kaynaklandığını düşünmek hatalı değil. KDP sınırı kapattı, Suriye yönetimi Halep’te Kürt mahallelerini vurdu, Türkiye ile ilişkili olan, KDP ile ilişkili olan, muhalefet içinde yer aldığı söyleyen çeteler Afrin’e saldırıyor. Bunların hepsinin böyle süreçle de bağı var. Yani bu sürece karşı olan bölgesel güçler Rojava’daki istikrarlı durumu bozarak, çatışmalı durum yaratarak, Kuzey Kürdistan’da ve onun diğer parçalara olacak etkisini, yeni süreci sabote etmek istiyorlar. Yani Rojava’yı çatışma alanına sokarak Kuzey Kürdistan’dan başlatılan yeni demokratik siyasi çözüm arayışını sabote etmeye çalışıyorlar. Provokatif bir durumdur. Rojava’da savaş olurken Kuzey’de tabi bu süreç yürümez. Onu düşünüyorlar. Sanki öyle zayıf yer olarak Rojava’yı gördüler üzerine geliyorlar. Bu konuda Kürtler tabi duyarlı olmalılar. Rojava özgürlük hareketi çok dikkatli olmalı, iyi görmeli, bilmeli. Rojava’daki mücadeleyi dar ele almamalı. Hem Suriye boyutunu, hem de genel Kürdistan’la bağlı olan boyutunu buna uygun baştan beri kazandıran politikayı yürütmeli. Biz böyle bir duyarlılık görüyoruz. Bu temelde de provokasyonlara karşı halk hem direniyor, hem de kendi politikasında ısrarlı. Bu anlamda Rojava’da her türlü bu provokatif saldırganlığa karşı direnen halkımızı selamlıyor, kutluyor, başarı dileklerimi ifade ediyorum. “  

ANF

Taksim 24 Saat Açık Bir Komün


Gezi parkında 14’üncü gününe giren direniş aynı zamanda insanlara dayatılan kapitalist jargonları da yıktı. Taksim’de dayanışma içersinde yaşayan halk sağlıktan gıdaya, sanata kadar ücretsiz 24 saat açık bir komünü yaşatıyor. Bu hayat tarzının insanlarda yepyeni bir bilinç yarattığını vurgulayan Taksim Dayanışma Platformu Direnişçisi Bülent Parmaksız, bu direniş sayesinde halkın bir uyanış yaşadığını, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, karşımızda dayanışmayı, direnmeyi bilen yeni bir insan tipinin olduğuna dikkat çekti. Şimdi sıranın bu direnişi, yaşam tarzını kalıcılaştırmaya geldiğini belirten Parmaksız, bunun yolunun mahallelerde, sokaklarda hiyerarşik olmayan, herkesin söz hakkı olduğu halk komiteleri kurmaktan geçtiğini belirtti.

-Gezi Parkı Direnişi 13 günü geride bıraktı. Bu atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gezi parkında ağaçların kesilmesine karşı başlayan bu direnişin büyük bir ayaklanmaya ve isyana dönüşmesi beklenen bir durum değildi. Direnişin bu boyutta derinleşmesi öncelikle AKP hükümetine olan öfkenin büyüklüğünü gösteriyor. Fark etmediğimiz büyük bir öfke birikmesi yaşanmış ve bu öfke patlaması küçük bir kıvılcımla İstanbul başta olmak üzere bütün Türkiye’ye yayıldı. Bir direniş olarak başlayan bu hareket giderek bir isyana dönüştü. Bu önceden kurgulanmış, hesaplanmış bir hareket değil ve çok örgütlü bir şekilde başladığını da söyleyemeyiz. Gezi parkında ilk etapta çevrecilerin bir etkisi var ama planlı ve siyasal bir hareket olarak başlamadı. Çevreciler, kadınlar, gençler, lise ve üniversite öğrencileri, AKP hükümetinin baskıcı uygulamalarından, yaşam biçimine müdahale etmesinden rahatsız olan küçük burjuva orta sınıfları dahil olmak üzere Sosyalistlerin, Alevilerin, Kürtlerin, Ulusalcıların, Feministlerin içinde olduğu çok geniş bir yelpazeyi içine alan ve giderek siyasallaşan bir harekete dönüştü yaşanan isyan. Kendiliğinden başlayan bu hareket hemen siyasallaştı, ilk taleplerini aştı, hem de bir taraftan insanların düşünce açısında yeni bir bilinç yarattı.

KAPİTALİZME YENİ BİR ALTERNATİF DOĞDU

-Nasıl bir bilinç?

Bir kırılma yaşandı, bilinçlerde bir sınama yaratı. Kapitalist sistemin yaşamdaki bütün değerleri metalaştırdığı bir dönemde, her şeyin alıp satıldığı bir süreçte, insanlar bu eylemle birlikte bir dayanışmayı yaşamaya başladılar kendi aralarında. Gezi parkıyla başlayan bu direniş insanlarda hem bir siyasallaşma yarattı, hem de dayanışma bilincini yükseltti. Farkında olmaksızın Taksim direnişi kapitalizme karşı yeni bir alternatif doğurdu. İnsanların büyük çoğunluğu alanlara anti-kapitalist bir bilinçle gelmediler çünkü kafalarında böyle bir olgu yoktu ancak farkına varmadan farklı bir hayat tarzıyla karşılaştılar. Sistem tarafından dayatılandan başka bir yaşamın mümkün olduğunu binlerce insan gördü. Bu onların kafasında tabii ki yeni bir dünya yaratacak. Önümüzdeki günlerde bunları düşünecekler. Paris komünü düzeyinde olmasa da bu direniş Taksim komününü de oluşturdu. 12 gündür Taksim’de büyük bir özgürleşme yaşanmakta, şu anda sistemin, hükümetin güvenlik kuvvetlerinin görünür bir denetimi yok ve çok ilginçtir önceki dönemlerle kıyaslanırsa, ciddi bir güvenlik zafiyeti, insanların yaşamlarına yönelik ciddi bir suç durumu bugün çok daha az yaşanmakta .Bu durum yerini insanlar arasında yeni bir dayanışmaya bıraktı. Her şeyin alıp satıldığı bir dönemde insanlar Taksim’deki eylemcilere evlerinde ne varsa katabilecekleri ne varsa gönderiyorlar.

İNSANLAR DİRENİŞE KATABİLECEKLERİ HER ŞEYİ KATIYORLAR

-Taksim komünü nasıl işliyor?

Gezi parkı şu an 24 saat açık bir organizmaya benziyor. 24 saat açık ve uyanık bir komün. İnsanlar bir taraftan sabaha kadar herhangi bir saldırıya karşı barikat başındalar, diğer yandan ise festival havasında eğleniyorlar. İnsanlar yiyecek taşıyorlar, börek, süt, su, bakliyat, çorap, gözlük, giysi, döşek, akla gelebilecek ne varsa kim hangi işle uğraşıyorsa buraya ne katabilirse katıyor. Sonra bu getirilenler Taksim’e gelen halka ücretsiz bir biçimde dağıtılıyor. Bütün ihtiyaçlarınızı şu anda Devrim marketten karşılayabilirsiniz. Müthiş bir örgütlenme var, geçen Cuma’dan bu yana Taksim meydanı özgürleşti. Şu anda insanlar bir taraftan karnaval gibi bir devrim havasıyla eğlenmekte. İnsanların moral anlamında düzeldiklerini, kendilerine güvenlerinin arttığını, kendi iradelerini ellerine aldıklarını görebiliyoruz. Sağlıktan, temizlikten, günlük ihtiyaçlarına kadar insanlar burada bütün yaşamı örgütlüyorlar. Şu anda tüm bu ihtiyaçlar parkta gideriliyor. Hatta estetik ihtiyaçları bile karşılanıyor. Mesela bale sanatçıları bale, tiyatrocular tiyatro performansları, çeşitli müzik grupları müzik yapmakta. Parkta ayrıca bir revir açıldı. Burada her türlü sağlık ihtiyaçlarınızı giderebiliyorsunuz. Bütün bu giderleri sağlayan da halkımız. Ya eyleme katılarak bu desteği veriyorlar ya da yiyecek, giysi takviyesinde bulunarak. İnsanlar bir yandan direnirken, diğer yandan yeni bir yaşam örgütlediler. Çok ilginç örnekler de yaşandı. Mesela ülkücüler, tinerciler önce ürkerek yaklaşıyorlar masalara, bir şey almak istiyorlar, para vermek istiyorlar ücretsiz olduğunu, dayanışma için yaptığımızı söyleyince çok şaşırıyorlar, “ hayatımda ilk defa böyle bir şey gördüm” diyorlar. Daha önce siyasi nedenlerle sosyalistlere düşmanca yaklaşan insanlar bile bu durumdan çok hoşnut oluyorlar ve şaşırıyorlar. Direniş yeni bir bilinç düzeyini ortaya çıkarttı. Bu bilinç durumu bir direniştir, insanların sonuna kadar bireyleştirildiği, kimsenin kimseyi düşünmediği, her koyun kendi bacağından asılır mantığıyla hareket ettiği bir dönemde insanlar ilk kez yanındakini fark etmeye başladı. Takas yoluyla bir hayat idame ettirmeye başladılar. Benim ihtiyacım çaysa yan çadırdaki insanlardan çay alıyoruz, onların başka bir ihtiyacı varsa onu gidermeye çalışıyorum. Paranın, çıkar ilişkilerinin hükmünü yitirdiği, dayanışmanın öne çıktığı minimal anlamda bir hayat kuruldu Taksim’de. İnsanlar sınırlı bir alanda da olsa ilk defa yıllar sonra kendi istedikleri, düşündükleri gibi yaşamaya başladılar, kendilerini örgütleme deneyimini yaşamaya başladılar. Kadınlar, Kürtler, Aleviler, sosyalistler, LGBTT üyeleri, işçiler, muhafazakarlar buraya destek verdi. Akla gelebilecek herkes istediği gibi konuşuyor, örgütleniyor, kendi sembolleriyle kendini anlatıyor, şarkılarını, şiirlerini söylüyor. Bir özgürlük alanının tüm nimetlerinden faydalanıyorlar.

ARTIK YEPYENİ BİR İNSAN VAR KARŞIMIZDA

-Peki bu direniş sonrası insanlar sistem tarafından beyinlere kodlanan kutuplaşmalardan kurtulur mu, yoksa bu böyle bir dönemdi diyerek herkes tekrar hayatına mı döner?

Bu insanlar beraber direnişi, dayanışmayı tattılar. Dolayısıyla bu geniş toplumsal ittifakta yer alanlar artık eskisi gibi olmayacaklar. Bu süreç sonlansa bile, hangi şekilde biterse bitsin artık yepyeni bir insan var karşımızda. Özellikle de gençler başta olmak üzere yeni bir bilinç ortaya çıktı, bu komün hayatı ve direniş yeni bir durum ortaya çıkarttı. Önemli olan bu sürecin devam ettirilmesi. Artık bu saatten sonra yapılması gereken bu süreci en ileriye kadar taşıyabilmek. Şu anda hükümet bu süreci bastırmak istiyor ve eğer zorla bastıramazsa ki içten içe çürüterek kendi deyimleriyle motivasyonu yitirterek bu süreci sonlandırmak istiyor. Buna karşı alınacak tavır, her alanda insanların kendisini örgütlemesidir. Biliyorsunuz ki Taksim Gezi parkında başlayan bu eylem daha sonra tüm İstanbul’a sonra da tüm Türkiye’ye yayıldı. Şu anda artık her yer Taksim haline geldi ve her tarafta bir özgürleştirme çabası var. Her yerde küçük çapta da olsa komünal birliktelikler, dayanışmayı örgütleme çabası var. Bunu devam ettirmek çok önemli.

YAŞAMIN HER ALANINDA KOMİTE KURULMALI

-Bu yeni hayat biçimini devam ettirmek, kalıcılaştırmak için ne öneriyorsunuz?

Bunu kalıcılaştırmanın yolu mahalle, sokak halk komiteleri kurmaktan geçer. İnsanlar bütün alanlarda hiyerarşik olmayan, olabildiğince doğrudan demokrasinin işlediği, birlikte oturup birlikte karar verdikleri, sorunları birlikte tartıştıkları, çözüm aradıkları komiteler kurmalıdır. Bu komiteler hem bu direniş sürecinin başarıyla sonuçlandırılması, hem saldırılara karşı durabilmek, hem de bundan sonra karşılaşılabilecek baskı ve sorunlara karşı kendi birlik ve dirençlerini devam ettirmek için gereklidir. Bu aynı zamanda bu hükümetin saldırılarına ya da sönümlemeye karşı bir cevap olacaktır. Her yerde insanlar örgütlenmeli, esas budur. Özgürlük alanları ancak bu şekilde daha da genişletilebilir ve bu dayanışma gücü, yeni insan tipi ancak bu şekilde derinleştirilebilir.

HER ŞEY KÜÇÜK BİR KIVILCIMLA BAŞLAR…

-Senelerce komün yaşam tarzının sosyalistler arasında pratikte yaşatılsa da bir türlü halk tabanına inememesinin nedeni bir yöntem sorununa bağlanabilir mi?

Bütün devrimler, bütün halk hareketleri beklenmedik zamanlarda geliyor. 1848’de Paris’te ki halk ayaklanması, 1871’de Paris komünü, 1905’de Rusya’daki ayaklanma, yine 1917 Ekim devrimi bunlar hep beklenmedik zamanlarda geldi. Devrimler çok zaman sürprizli geldiği gibi çok zaman da kurgulanarak gelmiyor. Rusya’da olduğu gibi toprak ve barış talebiyle, Kuzey Afrika’da olduğu gibi ekmek zamlarına karşı, ya da son Arap ayaklanması gibi işsizliğe karşı bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla başlıyor. Çok küçük kıvılcımlarla ekonomik, barışçıl taleplerle, iş, ekmek, özgürlük arayışlarıyla başlıyor ve daha sonra giderek siyasallaşıyor. Bilinç durumu daha sonra şekilleniyor. Geçmişte de Türkiye’de sosyalistler kapitalizmi eleştirirken, yeni bir hayat kurma arayışı içindeyken, sadece halka anlatabiliyorlardı ancak bunu pratikte gösterme şansları yoktu. O nedenle yeni bir bilinç yaratılması ancak büyük ayaklanmalarla olur, halk inisiyatifinin ortaya çıkmasıyla başlar. Halkın kendi inisiyatifiyle, kendi talepleriyle, çok acemice de olsa, pratikte sokağa çıkmasıyla ortaya çıkıyor. Bu direniş sönümlense bile artık Türkiye halkları 1 ay önceki insanlar değiller. Bu insanlar özgür iradeleriyle kendi kaderlerini ele almayı öğrendiler. İnsanlar polis ve gaz korkusunu aştılar. İnsanlar ortak yaşam imkanlarının farkına vardılar, polis otoritesi olmadığı bir hayatı kurabileceklerini gördüler. Neredeyse devletsiz bir hayatın olabileceğini gördüler. 10 günden bu yana Taksim’de devlet yok, kurumsal otorite yok, polis yok. Sistemin gücü yok. Para alışverişi oldukça azalmış durumda. Milyonlar Taksim’e toplanıyor ama hiçbir güvenlik sorunu yaşanmıyor. Bu yeni direnişte devlet otoritesi oyunu kırılmıştır. Bu hem halk hem de sosyalistler açısından yepyeni bir deneyim oldu. Artık macun tüpten çıktı, devrim göz kırptı.

ANF