27 Şubat 2010 Cumartesi

Uygar Toplum Aşamaları ve Direniş Sorunları - 1

Dördüncü yüzyıl sonlarında Roma’nın çöküşüyle sadece bir kent ve adına izafeten bir uygarlık çökmüyor. Tüm ilkçağ ve klasik çağ uygarlıklarının uzun bir dönemi sona eriyor.


Dördüncü yüzyıl sonlarında Roma’nın çöküşüyle sadece bir kent ve adına izafeten bir uygarlık çökmüyor. Tüm ilkçağ ve klasik çağ uygarlıklarının uzun bir dönemi sona eriyor. Ardından gelen ve karanlık dönem diye anılan yüzyıllara ortaçağ denmesi adettendir. Bu, tarih biliminin inşa tarzından ileri gelmektedir. Yetkin bir anlam değeri yoktur. Hatta anlam bozucu yönü daha fazladır. Feodal dönem diye başka bir ad vermemiz, özellikle Marksist tarih anlayışının toplum biçimlendirme metodundan kaynaklanmaktadır. Feodalitenin toplumsal tanımı biraz zoraki kaçıyor. Anlam derinliği vermiyor. Belki de belirttiğimiz gibi anlam karıştırmaya daha çok hizmet ediyor. 

Roma’nın çöküşünü tüm ilk ve klasik çağ köleci sisteminin çözülüşü olarak yorumlamak anlam derinliği sağlayabilir. Nitekim çözülüşündeki en büyük pay sahibi olan Hıristiyanlığın Manifestosu İncil’in kökeninin Sümer ve Mısır dönemlerine kadar dayandırılması, bu çağ bütünlüğünün karşı cepheden ifadesidir. Aynı hususlar İslam ve Bizans ikilemi için de geçerlidir.
Bence Roma’dan sonraki dönem farklı bir yorumlama gerektirmektedir. Giriş kabilinden de olsa, yeni döneme hem ‘karanlık ortaçağlar’ hem de ‘nurlu Hıristiyan ve Müslüman çağları’ demek, olup bitenin anla-mını tam vermekten uzaktır; hatta çarpıtmaktadır. Uygarlık değerlendirmemiz boyunca hep rahiplerin inşa öneminden bahsettik. Daha doğrusu gözlemledik. Ardından rahip dönemlerine son veren politik ve askeri güç sahiplerinin krallık dönemlerinin tüm uygarlık süreçlerine kendi ezici damgalarını vurduklarını gördük. Bir bütün olarak uygarlık kültürünün neolitik kültürle çatışarak, sürekli bu kültürün alanını daraltıp sömürgeleştirerek, asimile ederek tasfiye etmeye çalıştığını en güçlü yorumumuz olarak belirtmeye çalıştık. Dar sınıf mücadelesini aşan kültürler çatışmasının daha önemli olduğunu, sınıf mücadelesinin bunun bir parçası olarak değerlendirilmesi gereğinin önemini vurguladık. Ayrıca uygarlıkların kendi aralarında çatışmalarını bir ‘kasaplar mezbahası’ olarak değerlendirdik.
Tüm bu anlatımları iki kavram altında yeniden yorumlamak bana daha öğretici geliyor: İdeolojik ve maddi kültür olarak. Fernand Braudel’in kapitalist kültüre ‘maddi kültür’ demesini önemli buluyorum. Bu tabiri sadece kapitalist uygarlık için değil, tüm sınıf, kent ve devletli uygarlıklar için yaygınlaştırmak çözümleyicilik olanaklarımızı arttıracaktır. Maddi ve manevi kültür ayrımı uygarlık süreçlerinin kuruluş aşamalarından kapitalizme kadar aralıksız devam etmiştir. Kapitalizm bu sürecin maddi kültür boyutunda sadece en son ve zirvesini temsil etmektedir. İdeolojik (manevi de denilebilir, daha sonra anlambilim) kültür de başlangıçtan itibaren var olup, özgürlük sosyolojisinin kapitalizme denk gelen aşamasında zirve yapmak durumundadır. Araştırmamızı bu yönüyle geliştirdiğimizde, hem tüm uygarlık tarihi boyunca uygarlık ve karşı direniş boyutundaki maddi ve ideolojik kültürün ilişki ve çatışmalarındaki anlam gücümüzü arttırmış olacağız; hem de ‘ortaçağ ve kapitalist modernite’nin bağlantısını özgürlük sosyolojisiyle kurup, özgür yaşamın anlamını ideolojik kültür boyutunda değerlendirmemize güçlü bir hazırlık yapmış olacağız.
Yapacağım yorumlar daha çok şimdiye kadar gözlemlediğimiz neolitik ve uygarlık kültürlerinin özgürlük sosyolojisini inşa etmeye ilişkin bir deneme çalışması olacaktır. Asıl özgürlük sosyolojisini inşa çalışmalarımızı ise, çok daha kapsamlı olarak kapitalist uygarlığa (moderniteye) ilişkin gözlemlerimizi yaptıktan sonra sunmaya çalışacağız.
a- Neolitik kültürün ideolojik ve maddi kültür olarak ayrımında ciddi sorunların olamayacağını, daha çok tıkanma sürecine girdiğinde ve uygarlık toplumunun gelişmesi karşısında kendini savunamadığında yoğun sorunlarla karşılaştığını belirtmek durumundayım. Öncelikle sürekli başlık konusu yaptığım ‘sorunlar’ kavramını açma gereğini duyuyorum. Kullandığım anlamıyla bu kavram, ideolojik ve maddi kültürün artık birey ve toplum tarafından sürdürülemez kaotik durumunu ifade etmektedir. Sorunlu halden çıkış ise, yeni toplumun anlamlı yapısını kazandıktan sonraki düzenlenmiş halini ifade eder. İdeolojik kültür, çokça yorumlamaya çalıştığım gibi yapıların, kurumların, dokuların ne tür işlevle yüklü olduklarını, anlamlarını, zihniyet hallerini ifade etmektedir. Maddi kültür görüngü, olgu, kurum, yapı, doku gibi kav-ramlarla izah etmek durumunda olduğum işlevin, anlamın diğer görünen, elle dokunulan kısmını ifade eder. Evrensellikle bütünleştirmek istersek, enerji-madde diyalektik ikilemini toplumsal gerçeklikte aramaya ve yorumlamaya çalışır.
Bu kavramların ışığında neolitik toplumun ideolojik ve maddi kültür öğeleri arasında yaşamı tehdit edecek, çatışmaya götürecek hususlar ağırlıklı olarak özellikle kuruluş ve kurumlaşma aşamasında oluşmamaktadır. Toplumsal ahlak buna fırsat vermemektedir. Toplumsal çatlağa yol açan temel etken olan özel mülkiyet gelişme fırsatı bulamamaktadır. Bununla bağlantılı diğer konu olan farklı cinsiyetler arasındaki işbölümü de henüz mülkiyet ve zor ilişkisini tanımamaktadır. Ayrıca ortak çalışmanın ürünü olan besin elde etmede de özel mülkiyet söz konusu değildir. Tüm bu hususlarda hacim ve sayı olarak büyümemiş toplulukların sıkı bir ortak ideolojik ve maddi kültürleri söz konusudur. Özel mülkiyet ve zor bu yapıyı bozacağından hayati bir tehlike olarak görülmekte ve ahlaklarının temel kuralı olarak ortak paylaşım ve dayanışma toplumu ayakta tutan temel ilke olmaktadır. Neolitik toplumun içyapısı bu anlam ilkesi gereği son derece sağlam görünmektedir. Binlerce yıl sürmesinin nedeni de bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. Toplum-doğa ilişkisinde de, uygarlık toplumuyla kıyaslandığında, uçurumun açılması şurada kalsın, ekolojik ilkeye uyum her iki kültür bakımından da güçlü bir biçimde sürmektedir. Zihniyetin doğaya yaklaşımı kutsallıklar ve tanrısallıklarla yüklüdür. Doğa aynen kendileri gibi canlı kabul edilmektedir. Kendilerine hava, su, ateş ve her tür bitkisel ve hayvansal besin sunduğu için tanrıyla eş tutulmakta, daha doğrusu tanrısallığın en güçlü öğesi olmaktadır. Tanrı ve tanrısallık kavramının en güçlü nedenlerinden birinin bu gerçeklikte yattığı yoğunca gözlemlenmektedir. 
Tanrı kavramına uygar toplumun yüklediği anlamı yeri geldiğinde yorumlayacağız. Mühim olan, neolitik toplumun zihniyetini büyük oranda işgal eden tanrısallıkların baskı, sömürü ve zorbalıkla, onların örtbas edilmesiyle ilgisinin bulunmadığıdır. Daha çok rahmet, şükran, bolluk, sevgi, coşku, işler kötüye gittiğinde korku ve ışık gibi kavramlarla bağlantılandırılarak, onlarla (yani doğayla, bilimsel olarak ekolojik davranılarak uyumlu geçinme, çevreci olma) uyumlu geçinmeye büyük önem verilmektedir. Gerektiğinde en değerli varlıklarını, kendilerinin bir parçası olan çocuklarını, genç erkek ve kızlarını kurban olarak sunmaktadırlar. Tanrının toplumsallık yönünü ise, eski klan toplumunda da kült kabul edilen ‘totem’, ‘tabu’ ve ‘mana’ gibi kavramlarla topluluğun atasal varlığının kendisi olarak kabul edilmektedir. Bir nevi ‘atacılık’, ‘ana-tanrıçalık’ dini olarak anlam bulmaktadır. Kutsallık ve saydığımız totem, tabu, mana kavramları tam tanrısallık sayılmasa da, zihniyetlerinin ağır bir bulutu olarak hep başlarının üstünde dolaşmaktadır. Kutsallık da özünde yaşamları üzerinde etkili bulunan her şeye gösterilen ve huşu, coşku, bazen korku ve endişe içinde, bazen sevgi ve saygı, bazen acı ve ağlayış içinde gösterilen tutumdur. Nesne ve anlamların yaşamları üzerindeki etkilerine biçtikleri değerdir. Ahlak olarak da yorumlayabiliriz. Zaten ahlakın temelinde de topluluklarını ayakta tuttuklarına inandıkları bu tanrı ve kutsallıklar vardır ve temel rol oynar. Topluluklar bu konuda çok ciddidir. En ufak kural ihlalinin, saygısızlığın, kurban sunmamanın felaketle sonuçlanacağına inanırlar. Yani tam ahlaki toplumlardır. 
Her ne kadar öz kültürleri haline getirdikleri bitkilerle evcilleştirdikleri hayvanları üzerinde bir toplumsal aiddiyet varsa da, buna mülkiyet denilemez. Mülkiyet nesnellik içerir. Ortada nesnel-öznel ayrımına yol açacak bir zihniyet henüz söz konusu değildir. Nesneler kendileri gibi sayılmaktadır. Birbirleri kendileri için ne kadar mülkse, kültüre ve evcilleşmeye çektikleri bitki ve hayvanlar da o denli mülktür. Dolayısıyla ciddi bir ekolojik ihlalden söz edilemez. Şüphesiz mülkiyete yol açacak bir başlangıç yapılmıştır. Ama bunun mülkiyete dönüştürülmesi başka koşullarda uzun süre sonra gerçekleştirilecektir. Anlattıklarımızdan neolitik toplumun ’cennet’ olduğu anlamı çıkmasın. Toplumun kendisi henüz genç ve geleceğin belirsiz, sık değişen doğa koşullarından dolayı kırımlarla karşı karşıya olması nedeniyle tehlikeli durumdadır. Toplum bunun bilincindedir. Zaten zihniyete damgasını vuran da budur. Buna çare olarak, çok safça da görülse, mitolojik ve dinsel boyutlu bir metafizik geliştirmek kaçınılmaz görünmektedir.
Ana-kadın çevresindeki kolektif yaşam ve ona dayalı kutsallık ve tanrısallık metafiziğinin anlamını bu yorumlar temelinde daha iyi anlayabiliriz. Ananın doğa gibi doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati, yaşamdaki büyük yeri, hem maddi hem manevi kültürün başat ögesidir. Kocalığını bir yana bırakalım, erkeğin toplum kolektivitesi üzerinde henüz ‘gölgesi’ bile yoktur, olamaz. Toplumun yaşam şekli buna izin vermemektedir. Dolayısıyla erkeğin hâkim cinsiyet, kocalık, mülk sahibi, devlet sahibi gibi vasıfları tamamen sosyal karakterlidir ve sonradan gelişecektir. Toplum demek ana-kadın, çocukları ve kardeşleri demektir. Muhtemel koca adayı erkek ise, yararlılığını kocalığı dışında bir marifetle, örneğin iyi avcılık ve bitki ve hayvan yetiştiriciliğiyle kanıtlarsa üye olarak kabul görebilir. Karımın erkeği, çocuklarımın babasıyım gibi bir hak ve duygu henüz sosyal olgu olarak gelişmemiştir. Unutmayalım; babalık ve hatta analık, psikolojik boyutları hiç yoktur denilmese de, esas olarak sosyolojik kavram ve olgulardır, algılardır. 
Neolitik toplum ne zaman darboğaza girdi veya aşılmaya çalışıldı? Bu konuda iç ve dış nedenler temelinde yorumlar geliştirmek mümkündür. Erkeğin zayıflığı aşıp başarılı avcı ve etrafındaki maiyetiyle güçlü bir konumu yakalaması, anaerkil düzeni tehdit etmiş olabilir. İyi bitki ve hayvan yetiştiriciliği de bu güce yol açmış olabilir. Ağırlıklı gözlemlerimiz ise, bize neolitik toplumun dış etkenli nedenlerle eritildiğini göstermektedir. Şüphesiz bu etken, rahibin kutsal devlet toplumudur. Aşağı Mezopotamya ve Nil’in ilk uygar toplum öyküleri bu yaklaşımı büyük oranda doğrulayıcı niteliktedir. Kanıtlı olarak anlattığımız gibi, gelişmiş neolitik toplum kültürüyle alüvyonlu topraklarda suni sulama teknikleri bu toplum için gerekli artık-ürüne yol açmıştır. Artık-ürünün büyüklüğü etrafında kentleşen yeni toplum devlet biçiminde ör-gütlenmiş, ağırlıklı olarak erkek gücüyle çok farklı bir pozisyonu yakalamıştır. Artan kentleşme metalaşma demektir. O da beraberinde ticareti getirir. Ticaret ise, koloniler şeklinde neolitik toplumun damarlarına sızarak, gittikçe artan biçimde metalaşmayı, değişim değerini (Neolitik toplumda nesnelerin kullanım değeri geçerlidir. Değişim yerine ise armağan esastır), mülkiyeti yaygınlaştırıp çözülmesini hızlandırır. Uruk, Ur ve Asur kolonileri bu gerçeği çok açıkça kanıtlamaktadır. 
Neolitiğin ana bölgesi Orta ve Yukarı Dicle-Fırat havzaları bu temelde uygarlığa katılmıştır. Gerek neolitik seviyeye erişmiş gerek erişmemiş diğer tüm klan toplulukları, ezici bir biçimde dıştan gelen uygar toplum saldırılarıyla; işgal, istila, sömürgecilik, asimilasyon ve yok etme yöntemleriyle karşılaşmışlardır. Gözlemlerimiz tüm insan topluluklarının yaşadığı bölgelerde bu yönlü gelişmelerin yaşandığını göstermektedir. Daha sonraki her alanda ve daha üst aşamalarda uygar toplumun saldırılarıyla toplumun kök hücresi sayabileceğimiz neolitik toplum ve önceki dönemlerden kalmış olanlar çözülme süreçlerine girerek, günümüze kadar kalıntı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Şahsi düşüncem, uygarlık öncesi toplumun asla bitirilip yok edilemeyeceğidir. Bu toplumlar çok güçlü olduklarından değil, tıpkı kök hücreler olgusunda rastladığımız gibi toplumsal varlığın onlarsız mümkün olmadığındandır. Uygar toplum ancak kendinden önceki toplumla birlikte var olabilir. Bu husus tıpkı işçi olmadan kapitalizmin olamayacağı gibi bir gerçekliktir. Uygar toplum varlığını ancak uygarlaşmamış veya yarı-uygarlaşmış toplumlara dayanarak diyalektik olarak da mümkün kılabilir. İmhalar, yok etmeler kısmen gerçekleşmiş olabilir. Ama tamamıyla gerçekleşmesi toplumsallığın doğasına aykırıdır.
Bununla birlikte tarih boyunca ayakta kalan neolitik toplumun ideolojik kültürünü küçümsememek gerekir. Analık hukuku, toplumsal dayanışma, kardeşlik, çıkarsız ve salt toplum amaçlı sevgi, saygı, iyilik düşüncesi yani ahlak, karşılıksız yardımlaşma, gerçek değer üretenlere ve toplumu yaşatanlara saygı, kutsallık ve tanrısallık kavramlarının saptırılmamış özüne bağlılık, komşuya saygı, eşitliğe ve özgür yaşama özlem gibi ölümsüz değerler bu toplumun temel varlık nedenleridir ve aynı zamanda toplumsal yaşam sürdükçe varlıklarını asla yitirmeyecek değerlerdir. Uygarlık değerleri baskı, sömürü, gasp, talan, tecavüz, katliam, vicdansızlık (ahlaksızlık), yok etme, eritme gibi çok sayıda toplum için gereksiz maddi ve manevi kültür öğeleriyle yüklü olduğundan, toplumdaki varlıkları geçicidir. Bunlar daha çok hastalıklı, sorunlu toplumun vasıflarıdır.
Özgürlük Sosyolojisi’nde uygarlıklı toplumun hasta ve çarpıtılmış değerlerinin aşılarak, geriye kalan kalıcı toplum değerleriyle nasıl özgür, eşit ve demokratik toplumla bütünleştirilebileceğini yorumlayacağız.

Laiklik ve Siyasal İslam - 3

Nakşibendî tarikatının bir kolu olan cemaat, ünlü Nakşî şeyhlerinden Mehmet Zahid Kotku tarafından kurulmuştur. Bir zamanlar milyona yakın müridi olduğu söylenen Kotku...

Türkiye’de Tarikat ve Cemaatlerin Siyasete Bakışı
 

1-İskender Paşa Dergâhı Cemaati

Nakşibendî tarikatının bir kolu olan cemaat, ünlü Nakşî şeyhlerinden Mehmet Zahid Kotku tarafından kurulmuştur. Bir zamanlar milyona yakın müridi olduğu söylenen Kotku, ülkede o yıllarda giderek ağırlığını hissettiren Liberalizm ve Marksizm karşısında bocalayan gençleri şiirsel yaklaşımıyla etkiliyordu. Hızla gelişen durumlara uyum sağlama yeteneği olan Kotku, insanları Allah’a ulaşabileceklerine ve bu yolda her türlü fedakarlığa göğüs gerileceğine ikna ederek onları ‘yalnızlık duygusu’ndan arındırıp geniş bir cemaat içine çekiyordu. Mürit toplulukta önce şeyhe bağlanıyordu, çünkü temel direk şeyhti.

Kotku’nun siyasal politikası üç aşamalı bir boyutta görülüyordu. Birinci aşamada, resmi ideolojinin araladığı tüm kapıları zorlayarak, müritleri Kuran kursu açma, cami kurma ve olanlara sahip çıkma, öğrenim çağındaki gençler için yurt ve pansiyon imkanı gibi konularda seferber etme; ikinci aşamada ise ekonomik, kültürel, siyasi sorunlarıyla ilgilenme ve müritleri bu yönde teşvik etme esas alınıyordu. Nihai aşamada ise devlet içinde kadrolaşarak devletin kuşatılması ardından ‘İslamileştirilmesi’ hedeflenmiştir.

Kotku’nun ölümünden sonra yerine geçen damadı Mahmut Esat Coşan’ın şeyhliği devralmasıyla Nakşibendi tarikatının en güçlü kolunda yeni bir dönem açılıyordu. İlk 3 yıl boyunca Türkiye’nin siyasi gündemiyle doğrudan ilgilenen yazılardan ısrarla kaçınan, buna karşılık İslam dünyasının dört bir tarafından yaşanan en ufak gelişmeleri bile aktaran İslam dergisi, bu çizgisini 1987 yılından itibaren değiştirdi. Ülke gündeminde önemli bir yer işgal eden baş örtüsü tartışmalarıyla başlayan bu çizgi değişikliği imam-hatip liseleriyle ilgili dosyalarla devam etti. Refah Partisini alenen destekleyen Coşan, İslam dergisinin 1987 Aralık sayısında (seçim öncesi sayısı) yanlış seçim yapanların kıyamete kadar vebal altında kalacağını söylerken, atılan isabetli oydan sonsuz sevaplar kazanılacağını vurguluyordu. Bunlara rağmen % 10 barajının aşılamaması etkilerinin sanıldığı kadar fazla olmadığının düşünülmesine yol açmıştı. Erbakan ile aralarındaki gizli güç savaşı, ilişkilerin tekrar zayıflamasına hatta kopmasına yol açtı. Son seçimlerde cemaatin hangi partiye oy verdiğini gösteren bir araştırma olmasa da seçim sonuçlarıyla bir tahmin yapmak mümkün görünüyor.

2-Erenköy Cemaati

Nakşibendiliğin Gümüşhaneli dergahından yetişme olan Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun önderliğinde faaliyete geçmiş, sesini Altınoluk dergisiyle duyurmayı hedeflemiştir. İslami bir düzene geçebilmek için radikal devrimlere gerek duymuyor ve insanı değiştirerek bunun kendiliğinden olacağını düşünüyorlardı. Bu tarz ile temel, insana önem verme ve bireysellik üzerine kurulmuştu.

12 Eylül öncesi Milli Selamet Partisinden yana olan desteğini sivil hayata geçerken ANAP’a kaydırmıştır. İstanbul kanadı ANAP’a desteğini sürdürürken, Anadolu kanadı Refah Partisi’ne destek vermiştir. Erenköy cemaatinin çok güçlü olduğu söylenemez fakat gücü müritlerinin maddi zenginliğinden gelmekteydi.

3- İsmail Ağa Cemaati

Mahmut Ustaosmanoğlu’nun şeyhliğini yaptığı Nakşibendiliğin İsmail Ağa cemaati diğerlerine nazaran daha katı ve radikal tutumuyla göze batıyor. Kadınların kara çarşafa bürünmesinin ve erkeklerin sakal bırakmasının mecbur kılındığı tarikatta gündelik işler, en ufak ayrıntısına kadar şeyhler tarafından karar verilip müritlerine yayılıyordu. Kendi küçük cemaatlerini, içinde yaşadıkları topluma karşı bir güç olarak tanımlamaları, doğal olarak içinde yaşadıkları toplumu da kendilerine karşı bir güç olarak tanımlamalarına neden oluyordu. Yeni dünyanın bütün yeniliklerini reddeden Mahmut Hoca fazla bir etkinlik ve gücü bulunmamakla beraber müritlerini MNP-MSP-RP-FP çizgisine oy atmaya sevk ediyordu. Müritlerinin siyaset yapmalarını tasavvuftan uzaklaşır korkusuyla istemiyordu.

4- Menzil Dergahı

Müritlerinin ‘sultan hazretleri’ diye çağırdığı Mehmet Reşit Erol’un önderliğini yaptığı hareketin Adıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde ortaya çıkması ve devam etmesiyle ismini almıştır. Alkolik, esrarkeş, kumar ve içki düşkünü gibi kötü alışkanlıkları olanların, omzuna dokunup iyi olacaksın demesi için oralara kadar gelerek elini öpmek ve derdini dökmek için sıra beklemeleri ile adı her tarafta duyulmuştur.

Bu 300 nüfuslu köye olan akının sebebi devletin de dikkatini çekmiş ve 12 Eylül sonrası 2 yıl Çanakkale’ye sürgün edilmiştir. 87 seçimleri öncesi Erbakan’ın Menzil köyünü ziyarete gittiği iddiaları gerçekçi bulunduysa da ispat edilememiştir. Erol kendi siyasi görüşünü ziyaretçi sayısının azalacağı endişesi ile alenen söylemekten çekinmiştir. Gelen ziyaretçilerin amaçlarının farklı olmasından kaynaklı siyasi bir girişimi olmamış, siyaset sahnesine direkt etki de bulunamamıştır.

5- Kadiriler Cemaati

İslam dünyası ve Türkiye’nin eski tarikatlarından olan Kadirilik, eski güç ve etkisini yitirmiş durumdadır. Günümüzde İcmal ve Öğüt Dergileri etrafında toplanan Kadirilerin liderliğini, sanayici-işadamı Haydar Baş yapmaktadır. Trabzon merkezli ve ilmi araştırmalar Vakfı çevresinde değişik illerde faaliyet gösteren grup, kendilerinin tarikat olmadıklarını söylemektedirler. İslamcı kesimi incitmeden ‘Milliyetçi-Muhafazakar’ bir çizgide hareket etmektedirler.

İstikrarsız ve eklektik görüşleriyle politik arenada kendine bağımsız bir yer edinemeyen, gün geçtikçe ‘Sağ’a iyice kayan bu çevre, öğrenci gençlik içerisinde belirli bir ilgi görmesine rağmen, cemaat ve diğer lider kadrolar ve buna bağlı olarak geliştirdiği ‘devletten çok devletçi’ politikaları Karadeniz yöresinin dışına çıkmasını kısmen engellemiştir.

6- Nur Cemaati

1876 yılında Bitlis’in Hizan kasabasının Nurs köyünde doğan Said-i Kurdi (Nursi) ‘nin yazdığı risalelerin müritlerince yayılmasıyla oluşan ‘Nurculuk’ hareketi iki hedef üzerinde yoğunlaşarak çalışmalar yapmıştır:

a- En geniş anlamda Müslüman cemaatin imanını kurtarmak, güçlendirmek, onu rakiplerinin silahlarıyla kuşatmak ( seküler bilime karşın İslami bilim)

b- Bu geniş Müslüman cemaat içinde öncü rolü üstlenecek daha rafine bir imana, daha güçlü cemaat ve kardeşlik duygusuna sahip ikinci bir cemaat ( Nur talebeleri) meydana getirmektir.

Nur cemaati başlangıç itibariyle Demokrat Parti’yi desteklemiştir. 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a kendi ve Nur talebeleri adına kutlama mesajı çeken Said Nursi , Kore savaşı da dahil olmak üzere bütün hükümet kararlarını desteklemiştir. Ölümü ardından müritlerinin faaliyetleri, Nurcu grupların, (tümü de Said Nursi’den referanslı), farklı temel çalışma yöntemlerini şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:

A- Sağ kitle partilerini desteklemek

B- Devlete ‘dindar’ kadrolar yetiştirmek

C- Türkiye’de ve dünyada ‘dinsizlik ve komünizme’ karşı, herkesle ittifak yapıp mücadele etmek

D- Risalelerin eski yazıyla elle yazılıp çoğaltılmasını sağlamak

‘Yeni Asyacı’ grup olarak kendilerini gösterenlerin en büyük farkları, İslamiyet ile Demokrasi arasında bağ kurmaya çalışmalarıydı. Bununla da yetinmeyen grup Komünizm tehlikesine karşı, Said Nursi’nin ‘dinsizlere karşı ehl-i kitap olan Hıristiyanlarla işbirliği yapılması gerektiği’ görüşünü ön plana çıkarmıştı. Bu görüşleri tepkiyle karşılansa da kendi içlerinde tutarlı bir politika izlemekteydiler. 1990’da Yeni Nesil - Yeni Asya olarak ikiye ayrılana dek kopmaları pek önemsemediler. Bölünme sonunda ortaya çıkan sürtüşmeler, daha önceden kopmuş olan bir oluşumun, Fetullah Gülen grubunun güçlenme sürecini hızlandırdı.

7- Fetullahçılar

1970’li yıllarda bazı işadamlarının da verdiği destekle Fetullah Gülen Nur cemaatinden ayrılmıştı. Gülen çevresinde toplanan grubun oluşturduğu cemaat, radikalden çok sağa yakın görüşü benimsemesiyle dikkati çekmiş, sesini Zaman gazetesi aracılığıyla duyurmayı uygun bulmuştu. İlk aşamada bir partiyi desteklemekten çok kendi varlığını pekiştirip güçlendirmeyle ilgilenmiş, bu doğrultuda vakıflar kurmuş, özel dersler vermiş, dershaneler açmıştır.

Verdiği vaazlarında kendini küçük göstererek dinleyicilerin gururunu okşayan Gülen’in, İslam’ın radikal yorumlarına karşı bazen sert bir üslupla eleştirilerde bulunması diğer cemaatlerin tepkilerine ve Gülen’i CIA ajanından devletin adamı olduğuna kadar varan suçlamalara yol açmıştır.

Fetullah Gülen, bir yandan ‘dini ve milli geleneklere’ uygun din tefsiri yaparken diğer taraftan her fırsatta devletin karşısında değil yanında oldukları imajı çizmekteydi ve cemaatin asker ve polise olan ilgisi yoğundu. Yalnızca ‘onlara kurşun sıkanları ihbar etmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını’ bildirmekle kalmamış, askeri liselere ve polis kolejlerine sızma girişimleri olmuştur. Buna karşı tedbir alan askeri yetkililer, Fetullahçıların temas kurduğu birçok askeri öğrenciyi okuldan atmıştır.

Cemaatin örneğin sadece Özbekistan’da 3343 öğrencisi ve 209 Türk öğretmeniyle 17 ortaöğretim kurumu, 1 dil merkezi; Türkmenistan’da 293 öğrencisi ve 28 Türk öğretim üyesiyle 1 üniversitesi, 163 Türk öğretmeni, 63 belletmeni var. Eğitim alanındaki örgütlenmeye ilişkin bu veriler sadece var olanların yanında küçük bir örnektir. Öğrenim çağındaki gençleri hedef kitle seçen Fetullahçılar, yetiştirdiği gençleri özellikle devlet kurumlarına girmeye teşvik etmektedir. Cemaatin mevcut kadrolaşması tamamlandığında veya kendilerine güvenleri geldiğinde siyasi iktidara daha stratejik bir tarzda sahip olmak istediği daha iyi anlaşılmaktadır.

Sonuç

19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan ve İslam’ı bir bütün olarak yeniden toplumsal, siyasal ve kültürel yaşama egemen kılmak amacıyla hareket eden İslamcılık düşüncesi, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar Osmanlıdaki en güçlü siyasal akımlardan biriydi. Türk ‘Kurtuluş savaşı’ sırasında da mücadeleyi desteklemek için kullanılan İslamcılık düşüncesi, zaman zaman tüm siyasi iktidarlar tarafından oy toplamak amacıyla körüklendirilmiş ya da söndürülmeye çalışılmıştır.

Tek parti döneminde de, çok partili dönemde de İslamcılar oy kaynağı olarak görülmüş, militan laiklik politikası daha ılımlı bir laiklik politikasına dönüştürülmüştür. Ancak Siyasal İslam’ın Türkiye’de asıl yükselişinin 1980 sonrası olduğu söylenebilir. Bunda 1980 sonra yükselen Kürt Özgürlük hareketini ve silahlı direnişini engelleme, yaşanan ekonomik krizler, yolsuzluklar, rüşvet, adam kayırma gibi nedenlerden dolayı Siyasal İslam’a karşı bir yöneliş başlamıştır. Bunun en önemli kanıtı 1994’ten itibaren Refah Partisiyle başlayan yükselişin 2002 yılından bu yana da Siyasal İslam’ın tek başına iktidarda olmasıdır.

Türkiye’de hızla güçlenen Siyasal İslamcı akımın ülkenin yönetimine ne ölçüde tehdit oluşturacağını söylemek pek kolay değildir. Kimileri İslamcı hareketin güçlenişini sadece kültürel ve sosyal bir olgu olarak görürken, kimileri ise bu hareketin güçlenmesinin ‘Laik’lerle ‘İslamcı’lar arasında kaçınılmaz bir hesaplaşma ve daha derin bir iktidar savaşı doğuracağını belirtmektedir.


Ali Rızgar

F Tipi Statüsü İmralı'da Uygulanmıyor

Öcalan’ın konulduğu yüksek güvenlikli F tipi cezaevi ile aynı statüdeki diğer cezaevleri arasında uygulama farkları olduğu ortaya çıktı. Tüm cezaevlerinde tutuklular televizyon


Öcalan’ın konulduğu yüksek güvenlikli F tipi cezaevi ile aynı statüdeki diğer cezaevleri arasında uygulama farkları olduğu ortaya çıktı. Tüm cezaevlerinde tutuklular televizyon ve telefondan yararlandırılırken Öcalan bu haktan yararlandırılmıyor. Yine diğer cezaevlerinde tutuklular birbirleriyle 10 saat görüşürken bu süre İmralı’da üç saatle sınırlı. Diğer cezaevlerinde tutuklular havalandırmaya üçer kişi çıkarken İmralı’da her tutuklu yalnız çıkıyor. Tüm tutuklular açık görüşe çıkarken Öcalan açık görüşe çıkamıyor. Diğer cezaevlerinde avukat-müvekkil görüşmesi kayıtsız yapılırken İmralı’da kayıt altında gerçekleştiriliyor.

PKK lideri Abdullah Öcalan, 17 Kasım 2009 tarihinde yaklaşık 11 yıl tutulduğu İmralı Tek Kişilik Merkez Kapalı Cezaevi’nden İmralı Adası Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’ne taşındı. Aynı cezaevine Öcalan’la birlikte 5 siyasi tutuklu daha sevk edildi. Ancak 11 yıl tek kişilik hücrede tutulan, en katı izolasyona maruz bırakılan Öcalan için yeni cezaevine taşınması sorunlarının bitmesi anlamına gelmedi. Öcalan, 25 Kasım 2009 tarihinde avukatlarına 'Havalandırma sisteminden dolayı nefes almakta oldukça zorluk çekmeye başladım' dedi. Bunun üzerine Adalet Bakanlığı hücre kapısının üzerine yeni bir pencere daha açtı. Bakanlık kamuoyuna ise Öcalan’ın şartlarının gözetildiği ve iyileştirildiği, koşullarında diğer cezaevleri ile fark olmadığı duyurusu yaptı. Ama bu açıklama yüzlerde acı bir tebessüme yol açtı. Çünkü İmralı F Tipi Cezaevi ile diğer aynı statüdeki cezaevleri arasında büyük uygulama farkları var.

GÖZLER YENİ CEZAEVİNDEYDİ
Adalet Bakanlığı verilerine göre, Türkiye genelinde yüksek güvenlikli F Tipi Kapalı Cezaevleri toplam 50 bin metre kare üzerine kurulmuş bulunuyor. Bu cezaevlerinde üç kişilik odalar 103, tek kişilik odalar ise toplam 59 adet. Ancak Türkiye’nin diğer yüksek güvenlikli cezaevleri ile İmralı yüksek güvenlikli cezaevi arasında büyük farklar var. Bu farklardan en önde geleni hükümlülerin temas hakkı. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun (CGTİK) 25/c bendi gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası hükümlülerinin aynı cezaevinde kalan hükümlülerle temasta bulunma hakkı var. Ne var ki bu temas hakkında bariz bir ayrımcılık söz konusu.

TEMAS SÜRELERİ FARKLI
Öcalan, yeni cezaevine ilk nakledildiğinde diğer beş siyasi tutuklu ile görüşebilme olanağı haftada bir gün ve bir saatle sınırlıydı. Daha sonra görüşme süresi üç saate kadar çıkarıldı. Ancak diğer yüksek güvenlikli F tipi cezaevlerinde bu süre tam 10 saat. Yani İmralı ile diğer F tipi cezaevleri arasında tam yedi saat görüş hakkı farkı var.

HAVALANDIRMA KRİTERLERİ DE AYRI
İmralı ile diğer F tipi yüksek güvenlikli cezaevleri arasındaki bir diğer ayrım da havalandırma hakkı. Yine infaz yasasına göre yüksek güvenlikli F Tipi cezaevlerinde ağırlaştırılmış müebbet cezası hükümlüsü 3 mahpus gün içinde ortak havalandırmaya çıkabiliyor. Ancak İmralı’da bu hak gasp edilmiş durumda. İmralı’da her siyasi tutukluya ancak tek başına çıkabileceği lokal havalandırma yapılmış. Yani F tiplerinden farklı olarak İmralı'daki siyasi tutuklular gün içinde kimseyle görüşemiyor.

TV HAKKINA AYRIMCILIK
İmralı ile aynı statüdeki cezaevleri arasındaki bir diğer farklılık da televizyon hakkı. Yüksek güvenlikli cezaevlerine ilişkin televizyon hakkı CGTİK’in 67. maddesinde düzenlenmiş. İlgili kanun hükmü doğrultusunda Türkiye'deki tüm mahpuslara oda-koğuşlarda TV bulundurma-izleme hakkı tanınmış. Ancak bu kural İmralı’da geçerli değil. Öcalan yeni cezaevine nakledildiği günden bu yana tüm başvurulara ve CPT'nin de bu yönlü somut tavsiyesine karşın henüz daha televizyona kavuşabilmiş değil. Diğer F tipi cezaevlerindeki tüm mahpuslara yaklaşık 20 kanallı birer TV edinme olanağı sunuluyor. İmralı'ya nakledilen diğer beş mahpusa da 5 kanallı ( TRT kanalları) birer televizyon verilmiş. Ancak Öcalan’ın televizyon başvurusu ret edildi. Ret gerekçesi olarak; almış olduğu disiplin cezaları ve disiplin cezasından itibaren bir yıl süreyle 'iyi halli' sayılamayacağı gösterildi. Oysa başka hiçbir örnekte disiplin cezası sonrası TV izleme hakkı elinden alınan mahpus örneğine rastlanmadı.

TELEFON KULLANDIRTMAYAN TEK CEZAEVİ
Aynı şekilde Öcalan, diğer cezaevlerinin aksine telefon ve haberleşme hakkından da yararlanamıyor. Tutuluların telefon ile haberleşme hakkı CGTİK’in 66. maddesinde düzenlenmiş. Bu konuda da başvurulara ve CPT tavsiyelerine karşın, İmralı F Tipi Cezaevinde telefon hakkının kullanılmasına izin verilmiyor. İmralı dışındaki tüm F tipi cezaevlerinde kullandırılan bu hakkın İmralı'da uygulanmaması da diğer bir 'ayrımcılık yasağı' ihlali. Bu hakkın kullanım talebi de, TV izleme hakkında olduğu gibi, disiplin cezaları nedeniyle 'iyi halli' olmama gerekçesine dayandırılıyor. Bu gerekçeyle telefon hakkının kullandırılmaması açısından da İmralı Cezaevi tek örnek.

3 KİŞİLİK GÖRÜŞ HAKKI GASP EDİLİYOR
İmralı ile emsal cezaevleri arasındaki bir diğer ayrımcılık üç kişi ile görüşme hakkı. CGTİK 83. madde uyarınca tutukluların akrabaları dışında üç kişiyle haftada bir ziyaret edilebilme hakkı istisna ve kısıtlama içermeyen bir düzenleme olarak yer almakta. Bu hak tüm cezaevlerinde istisnasız olarak uygulanıyor. Buna karşın İmralı Cezaevinde bu hakkın kullanılması engelleniyor.

BİR TEK O AÇIK GÖRÜŞE ÇIKAMIYOR
CGTİK 83/3 fıkrası ve Adalet Bakanlığı'nın 'Hükümlü ve Tutukluların Ziyaret Edilmeleri Hakkında' yönetmeliğin 5/c bendi gereğince tüm mahpusların ayda bir kez 'açık görüş' yapma hakkı düzenlenmiş. Bu da istisna içermeyen bir hak. Bu hak doğrultusunda ayda iki ziyaret hakkı bulunan ağırlaştırılmış müebbet hükümlüleri ay içerisinde bir kapalı, bir açık görüş yapabiliyor. Genel ve emredici hükme rağmen 10 yıl süreyle İmralı Cezaevinde hiçbir açık görüş yapılmadı. Yapılacağına dair de herhangi bir emare yok.

İSTİSNA GENELLEŞTİRİLİYOR
Söz konusu olan İmralı F Tipi Cezaevi olunca hak gaspları bitmek bilmiyor. Avukat görüşmelerinin gizliliği ulusal ve uluslararası hukukta savunma hakkının en önemli ilkelerinden biri. Buna karşın İmralı Cezaevi söz konusu olduğunda bu kritik ilke de kolaylıkla ihlal edilebiliyor. 2005 yılında Türkiye Hükümeti, kamuoyunca 'Öcalan yasaları' olarak bilinen ve kişiye özel niteliği nedeniyle hukuka aykırı olan bir dizi yasal düzenleme yaptı. Bu düzenlemelerden biri olan CGTİK madde 59'a eklenen 4. fıkra hükmü, avukat-müvekkil görüşmelerinde üçüncü bir kişinin bulundurulması ve görüşme tutanaklarına el konulması hususunu içeriyor. Esasen istisna hüküm olarak düzenlenen bu kısıtlama hükmü Öcalan’ın 2005 yılından bu yana yaptığı tüm avukat görüşmelerinde sürekli uygulanıyor. Her görüşmeye bir Adalet Bakanlığı görevlisi katılmakta ve görüşme boyunca avukatların tuttuğu notların tamamına el konulmakta. İlgili yasa hükmünün kişiye özel ve ayrımcı karakterinin önemli bir kanıtı da, bu uygulamanın İmralı dışındaki cezaevlerinde rastlanan bir örneğinin bulunmaması. Bir diğer hukuksuzluk da, İmralı'daki tüm vekil-müvekkil görüşmelerinin yasadışı olarak kayıt altına alınması.

KİTAPLAR DA DAHİ AYRIMCILIK YAPILIYOR
Türkiye'deki tüm cezaevlerinde mahpusların diledikleri kitabı yanlarında bulundurabilme hakları var. 2005 yılı öncesinde F tipi cezaevlerinde mahpusların yanlarında sadece üç kitap bulundurabileceklerine dair Adalet Bakanlığı genelgesi 2005 yılında yürürlüğe giren CGTİK ile hükümsüz kaldı. Bu doğrultuda tüm mahpusların odalarında diledikleri sayıda kitap bulundurmalarına izin verilirken, sadece İmralı Cezaevinde eski genelge hükmü uygulanmaya devam etmekte, Öcalan’ın odasında üçten fazla kitap bulundurmasına izin verilmemekte.

NE KONUŞUYORLAR TAKİBİ
İmralı ile diğer emsal cezaevleri arasındaki bir diğer ayrımcılık temas hakkı sırasında yaşanıyor. Öcalan, haftada üç kez toplam üç saat diğer tutuklularla kapalı ortamda görüşebiliyor. Ancak tam bu sırada cezaevi görevlileri görüş yapanların önünde ve arkasında saf tutuyor. Böylece tutukluların ne konuştukları dinleniyor. Bu uygulamaya gerekçe olarak Öcalan’ın güvenliği gösteriliyor. Ancak Öcalan avukatlarına bu uygulamadan rahatsızlık duyduğunu belirtti.

STATÜSÜ F TİPİ DEĞİLDİR
Hukukçular, 17 Kasım 2009 tarihinden sonra mevcut cezaevine ek olarak yapılan yeni cezaevinin F-Tipi statüsünde olduğunu iddia etmenin olanaksız olduğuna dikkat çekiyorlar. Hukukçular şu hususlara dikkat çekiyorlar: “Cezaevi dış duvarları ile ek olarak yapılan bina ve ana binanın tamamı beton bir duvarla yaklaşık beş bucuk altı metre yüksekliğinde çevrelenmiştir. Bu duvarla binaların arası yaklaşık 10 metre kadardır. Bu haliyle mevcut cezaevi zaten beton bir bariyerle adadan yalıtılmaktadır. Ayrıca hücrenin kullanım alanı da işlevsel değil, kişide boğulma ve daralma hissiyatı oluşturmaktadır. İç görüşmeler kapalı bir mekanda kameralı ve çıplak gözle izlenen bir ortamda yapılmaktadır. Yeni cezaevi haliyle f-tipi statüsünde bir cezaevi niteliği taşımamaktadır.”- ANF

Aleviliğin İslam’la İlişkisi

Aleviler taleplerini daha yüksek sesle dile getiriyor. Devlet her toplumsal ve siyasal kesimi sistem içileştirmek istediği gibi Alevileri de Sünniliğe

Alevilerle ilgili tartışmalar son yıllarda artmıştır. Aleviler taleplerini daha yüksek sesle dile getiriyor. Devlet her toplumsal ve siyasal kesimi sistem içileştirmek istediği gibi Alevileri de Sünniliğe doğru asimile etmek istiyor. Alevi çalıştayıyla, kimliğini devlet dışı toplum olarak kazanmış Aleviliği devletle bütünleşmiş, devleti savunan bir toplum haline getirmeye çalışıyorlar.



Bu dönemde aynı zamanda Aleviler içinde de birçok yönüyle tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmalardan biri, Aleviler devlet içine girsin mi girmesin mi tartışması olan diyanet işleri başkanlığında yer alsınlar mı almasınlar mı tartışmasıdır. Diğer bir tartışma da Alevilik İslam içi mi İslam dışı mıdır, İslam’ın neresindedir, biçiminde yürütülüyor. Biz ikinci konuda düşüncelerimizi ileteceğiz. Çok iddialı olmasak da Aleviliği tanıyan ve tartışmaları yakından takip eden biri olarak düşüncelerimizin bu tartışmalara katkısı olacağını düşündük.

Aleviliği İslam içidir ya da İslam dışıdır ikilimi etrafında açıklamak zordur. Ya da bu ikilemin her birini keskin bir biçimde dışlayarak doğru bir değerlendirme yapılacağına inanmıyoruz. İslam içidir diyenler de Aleviliği doğru ifade etmiş olmazlar; İslam dışıdır diyenler de bu düzeyde sorunludur.



Sünni İslam ve Şia İslam şartları göz önüne getirildiğinde Alevilik İslam içiyle açıklanamaz. Cenaze namazı ve farlı bir biçimde ifade edilen Kelime-i Şahadet dışında İslam’ın şartları yerine getirilmez. Bunun dışında Sünni İslam’ın birçok önem verdiği değer Aleviler için bir değer değildir. Alevileri bu nedenle İslam içi olarak görmek İslam tanımına da ters düşer. Bir yönüyle Şia İslam’a yakın görülse de Şia İslam’ı da değildir. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin sevgisi, on iki imamlar ortak yanlarıdır, ama yine İslam’ın şartları ve daha başka değerler konusunda köklü bir ayrılık gösterirler.

Bu argümanlar çerçevesinde Alevilik İslam’la özdeşleştirilemez. Alevilik de İslam’dır ya da İslam’ın bir mezhebidir denilemez. Zaten İslam’ın bilinen mezhepleri içinde anılmaz. Bir tarikat olarak bile görülmez. O zaman İslam’la ilişkisi nasıl izah edilebilir? İslam dışıdır gibi kestirme bir tutumla da bazı gerçekler izah edilemez.



Alevilerde çok güçlü bir Hz. Hüseyin kültü vardır. Alevilerin Hz. Ali ve Hz. Hüseyin sevgisi ve bu kutsallara atfedilen değerler Alevilik inancının temel değeridir. Bunlara Ehlibeyt ve on iki imam sevgisi de eklenebilir. Tabii ki Sünni İslam’daki Hüseyin ve Ali sevgisinden çok farklı bir nitelik söz konusudur. Sünniler de bunları seviyor denilerek Aleviliği Sünni ve Şia İslam içinde görmek çok yüzeysel bir yaklaşım olur. Ancak Ali’ye büyük bir bağlılık, Hüseyin’e büyük bir sevgi İslam’la bir bağının olduğunu gösterir. Hz. Muhammet’in soyunu ifade eden Ehlibeyt’te duyguların en güzeliyle bağlılık da böyle bir bağa işarettir. Bu bağlantı İslam içi olmasına yetmiyorsa –ki yetmiyor- o zaman Aleviliğin İslam’la ilişkisinin ne olduğunun ortaya konulması gerekir.



Kuşkusuz toplumların benimsedikleri inançlardan önce de inandıkları değerler vardır. İslamiyet’in doğuşundan önce Arabistan’da Yahudilik gibi tek tanrılı bir din yanında başka inançlar da ve putlara tapıcılar da vardır. Alevilerin de İslam’ın çıkışından önce de bir inançları vardır.



Alevilerin yaşadığı coğrafyalar dikkate alındığında Yahudilik ve Hıristiyanlık bu coğrafyada pek görülmüyor. Tek tanrılı dinlerle fazla tanışılmamış. Zerdüştlüğün olduğu coğrafyalara yakın yerde yaşadıkları bugünkü bulundukları yerlerden de anlaşılıyor. Bulundukları coğrafyada Zerdüştlükten başka inançların olduğu da kesindir. Yukarı Mezopotamya ve çevresi ilk inançların yaşadığı coğrafyadır. Daha çok doğal güçler bu inançların merkezindedir.



Aleviler İslam öncesi inançlarıyla İslam’la tanışıyorlar. İnsan inançla yüklü metafizik bir canlıdır. Maneviyatsız yaşayamaz. Her zaman iyi ve kötü değerleri olmuştur. İnsanın doğal özelliklerine uygun iyi şeylerle karşılaştığında bunları almaya ve benimsemeye yatkındır. Aleviler de bugünden anlaşıldığı gibi toplumsal ve demokratik karakteri olan bir inançtır. Devletle tanışmamış bir topluluk olarak hak, adalet ve eşitlik içinde yaşamaktadır.



Bu karakterde bir inanç özüne sahip Aleviler İslam’la tanışınca ona bir yaklaşım göstereceklerdir. Çünkü İslam yayılınca o zamanki yaşadıkları alanlara da yaklaşıyor. İslam çıkışında esas olarak da haksızlığa, adaletsizliğe, zalim yönetimlere karşı bir tutumla kimliğini ortaya koyuyor. Bir süre sonra İslam içinde farklı eğilimler ortaya çıkınca Aleviler toplumsallığı, hakkı, adaleti temsil eden kişiliklere yapılan haksızlığı kabul etmiyorlar ve onların değerlerini kendi inançlarıyla bütünleştiriyorlar. Önceki olumlu değerlerle bu değerleri bütünleştirirken, olumlu değerlerin sentezini yeni tanıdıkları Hz. Ali ve çocukları şahsında ifade etmeye başlıyorlar. Daha sonra Ehlibeyt’in nesli olan on iki imamları da inançlarının en önemli değeri haline getiriyorlar. Ehlibeyt sevgisi doğal olarak Hz. Muhammet’e saygıyı da beraberinde getirmiştir.



Alevilikte diğer İslam mezheplerinden ayrı bir durum bulunuyor. Alevilik İslam içinde farklılaşan bir mezhep olmuyor. Sadece tanıştığı İslam’dan Ali ve Hüseyin şahsında gördüğü olumlu değerleri de kendi değerlerine katıyor. Çünkü Hz. Ali ve çocuklarında kendinin yaşadığı komünal demokratik değerleri görüyor. Doğru bir tutum olarak Hz. Ali ve neslinden yani Ehlibeyt’ten yana oluyor. Bu tutum Aleviliğin özüne uygundur. Böylece İslam’ın iktidarlaşmamış, egemenlerden yana tavır almamış demokratik komünal özüne sahiplenmiş oluyor. Bu yönüyle Aleviliği eski değerleriyle birlikte İslam’ın doğuşunda kendini hissetiren demokratik komünal özünü alarak bir inanç sistemi oluşturup bugüne kadar getiren bir inanç olarak tanımlamak gerekir. Dikkat edilirse İslam’ın tanımlanmasının temel boyutları olan şartlarını bazı istisnalar dışında benimsememiş ve ibadet ritüellerini almamıştır.



Bu çerçevede İslam’ın bir mezhebi ya da İslam içi bir inanç olarak görmek yanlıştır. Ancak insanlığın tarih ve kültür serüveninde olduğu gibi tüm inançlar sürekli kendini yeni değerlerle yenilerler. İnançlar ve kültürler birbirini besleyerek, birbirlerinden bir şeyler alarak kendilerini sürekli daha önceki inançlardan, kültürlerden daha farklı bir içeriğe ve biçime kavuşturmaktadırlar. Alevilik de ilk totem inançlardan, Zerdüştlükten, başka inanç ve kültürlerden etkilenerek şekillenmiş; İslam’la tanıştığında devlet dışı karakterine uygun olan adaletten, eşitlikten ve toplumsallıktan yana olan değerlerini de kendi değerleri olarak görmüş, inancının bir parçası yapmıştır. Bunu doğal olarak görmek ve anlamak gerekir. Çünkü Hz. Ali’de ifadesini bulan ve öne çıkan değerleri esas olarak da insanlığın var oluşundan o güne kadar yaşayan olumlu toplumsal değerlerin önemli bir kısmı olarak görmek gerekir.



İslam’ın çıkışında ve sonrasında karakteri gereği ikili özelliğe sahiptir. Bir yandan insanların umutlarını karşılamak; hak ve adalet arayışına cevap olmak isterken, diğer yandan iktidar ve devleti hedefleyen karakteriyle komünal demokratik değerlerle, hak ve adaletle çelişen bir özellik taşımaktadır. Devlet ve iktidara gözünü diken tüm dinler ve tarikatlar böyle bir ikili karakter taşımıştır. Alevilik ise devlet ve iktidar dışı bir toplum olduğu için sadece toplumsallığı, hak ve adaleti ve toplumsallığın doğal karakteri olan demokratikliği taşıyan bir inançtır.



Hz. Ali ve çocukları İslam’ın devlete ve iktidara bulaşmamış hak, adalet ve demokratik özünü ifade ediyor. Aleviler devlet dışı yaşayan bir toplum olarak bunları kendi değerlerine yakın ve kendi değerlerinin özdeşi ve parçası görüyor ve bunlarla kendini yeni bir tanımlamaya kavuşturuyor.

Bu açıdan İslam’ın demokratik komünal özü, eşitlikçi ve adaletçi karakteri esas olarak da Alevilikte yaşıyor. Ancak Alevilik demokratik İslam’dır demek de doğru bir ifade olmuyor. İslam demokratikleşerek Alevilik haline gelmiyor. İslam’ın devletçi ve egemenlikçi yanları atılarak ve dogmatizmden arındırılarak demokratikleşmesi mutlaka gerçekleşecektir. Demokratik İslam olarak tanımlanacak bu durumla Alevilik ayrı bir konudur.



Alevilik İslam içi bir mezhep olmadığı için demokratik İslam’dır denilmesi yanlış olur. Çünkü İslam’ın şartları da benimsediği temel değerleri de Alevilik kendinde temsil etmez. Bu yönüyle Aleviliğe İslam içidir demek İslam tanımını da yanlış yapmak olur. Bunu da Aleviliği asimile etmeden İslam’ın temel mezhepleri de kabul etmez. Bu nedenle geçmişte İslam’ın temel mezheplerinin Aleviliği İslam içi bir mezhep olarak görmemeleri yanlış değildi. Dün İslam dışı görenlerin şimdi İslam içi görmeleri Aleviliği asimile etmek için gösterilen politik ve samimi olmayan bir tutumdur.



Aleviliğin İslam’la uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur; Alevilikle Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve on iki imamlarla ilişkisinin İslam’la hiçbir açıklaması olamaz demek de doğru değildir. Aleviliğin İslam’ın bir mezhebi olmadığını söylemek gibi doğru bir yaklaşımı İslam’la hiçbir bağı olmadığını söylemek gibi bir uç noktaya götürmek yanlıştır.



Bu mantık İslam’a tamamıyla olumsuz bir yaklaşımın sonucudur. İslam’ın çıkışındaki toplumsallığını, hak, adalet yanını ve her toplumsallıkta var olan demokratik özünü inkar etmenin sonucudur. Bu sekter bir yaklaşımdır. Dinlerin ve inançların birbirine yaklaşımlarında bu tür karakter her zaman vardır. Bu nedenle tarihte çok sert din ve mezhep savaşları yaşanmıştır. Biz inançların, dinlerin bu katı ve dogmatik bakışından uzak bir bakış içinde olmalıyız. Bu yaklaşım, Aleviliğin komünal demokratik, eşitlikçi ve insancıl karakterine de denk düşer.



İslam’a önyargılı yaklaşmak, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’i de anlamlandırmada sorunlar yaratır. Hz. Ali’de, Hz. Hüseyin’de ifadesini bulan değerler ,İslam’ın çıkışında var olan ve Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’de temsilini bulan insanlık değerleridir. İslamiyet de insanlığın eski inançlarından kopuk ele alınamaz. Eğer İslamiyet’in özünde bunlar olmasaydı daha sonra sözde de olsa bu değerleri taşımasaydı, toplumlar içinde bu kadar etkili olamazdı. Bunu da akılda tutmak gerekir. Kaldı ki iktidar ve devlet, sömürü ve baskı aracı olarak kullanılan bir İslam yanında, toplumların değerlerinde yaşayan kültürel bir İslam da vardır. Bunlar ayrı bir yazı konusu, ama bir olguya bütünlüklü bakmakta yarar olduğunu düşünüyoruz.



Ortadoğu dinler ve inançlar coğrafyasıdır. İnsanlığın ilk toplumsallaştığı coğrafya olması ona böyle bir özellik kazandırmıştır. Üç büyük tek tanrılı din de burada çıkmıştır. Toplumsallığın da ilk uygarlığın coğrafyası da Ortadoğu olunca bunlar anlaşılır konular olmaktadır.



Alevilik de insanın ilk toplumsallaştığı bu coğrafyada toplumsallıkla beraber oluşan komünal demokratik yaşamın devam etmesini sağlayan en temel inançlardandır. Bu nedenle Alevilik şahsında Ortadoğu’daki olumlu değerleri bulmak mümkündür. İslam’da Hz. Ali ve Hüseyin’de temsil olan demokratik komünal bir özün bulunması da anlaşılırdır.



Alevilik sürekli baskı altında kalan bir toplum olarak bu yaşam ve düşüncesini zenginleştirmeye imkan bulamamıştır. Bunun getirdiği kimi darlıklar, dünyanın diğer sorunlarıyla karşılaşma ve ilgilenmeme imkanlarının azlığının getirdiği kimi yetersizliklerden söz edilebilir. Ancak demokrasi ve toplumsallık giderek insanlığın her türlü hastalığını tedavi edecek özellik haline geldiğinden bunu dezavantaj değil, önemli bir avantaj da görmek lazım.



Devlete ve iktidara bulaşmamış olmak, bunlardan uzak durmak, Aleviliği Alevilik yapan temel esas değerlerdir. Aleviliği şimdi devletle buluşturmayı marifet sayanlar, Aleviliğe en büyük ihaneti yapanlar ve Aleviliğe, Aleviliğin değerlerine karşı savaş açanlardır.



İslam içi mi, İslam dışı mı tartışmalarının doğru bir tartışma düzlemine oturtulması ve bu konuda sapmalara uğramayan bir anlayış birliğinin ortaya çıkması önemlidir.



Ancak biz esas önemli konunun ve diğer tartışmalara esas anlamını verecek ve cevaplandıracak olanın ise devletle bütünleşmeli mi, devlet dışı demokratik komünal bir toplum olarak kalmalı mı sorusuna verilecek cevap olacağına inanıyoruz.



HÜSEYİN ALİ

Pozitivizm Çağdaş Putçuluktur

Kapitalist modernitenin resmi ideolojisi olan pozitivizmin en büyük tahribatı toplumbilimi alanında olmuştur. Pozitivistlerin bilimsellik adına fizikte olduğu gibi toplumsal


Kapitalist modernitenin resmi ideolojisi olan pozitivizmin en büyük tahribatı toplumbilimi alanında olmuştur. Pozitivistlerin bilimsellik adına fizikte olduğu gibi toplumsal konuları da indirgemeci bir anlayışla nesnelleştirmeleri, altından çıkılması zor sorunları doğurmuştur. ‘Bilimsel Sosyalizm’ adına aynı yöntemle toplumsal alanı, özellikle de sözüm ona gerçek sosyalizmin ilgi alanı diye belledikleri ekonomiyi (toplumun maddi alanı) incelemeleri, anlam sorunlarını çözülmesi zor bir karmaşıklığa itmiştir. Biyolojinin bile gerisindeki fiziksel yaklaşım zihniyeti, kapitalizmin eline hiçbir silahın sağlayamayacağı bir güç vermiştir. Bu yöntemin kapitalizmin en temel paradigması olduğunu yöntem bölümünde serimlemeye çalışmıştım. Sıkça dokunmadan ilerlemek olmuyor. Toplumu nesnelleştirerek incelemekle, öyle ele alınmasına zihnen açık olmakla, iddia edildiğinin tam tersine, özellikle ‘bilimsel sosyalistler’, adına hareket ettikleri proletaryayı ve diğer yoksulları başından beri silahsızlandırdıklarını fark bile edemiyorlar. Toplumu fiziki doğa, hatta biyolojik doğa gibi bir olgu olarak tasarlamanın kendisinin bile kapitalist moderniteye teslimiyet olduğunu göstereceğiz.

Çok büyük bir acı ve öfkeyle belirtmeliyim ki, yüz elli yılı aşan çok soylu bir mücadelenin ‘bilimsel sosyalizm’ adına başından beri yitirmeye mahkûm kaba maddeci bir pozitivizmle yürütülmesi büyük bir talihsizlik olmuştur. Şüphesiz bu tutumun altında, çokça adı altında mücadele ettikleri ‘sınıfsallık adına’lık yatmaktadır. Ama bu sınıf, sandıkları gibi kölece proleterleşmeye direnen işçiler ve diğer emekçiler değil, modernite içinde çoktan erimiş ve teslim olmuş ‘küçük-burjuva’ sınıfıdır. Pozitivizm tam da bu sınıfın kapitalizme körce bakışının ve içi boş tepkisinin ideolojisidir. Toplumsal yaşamın gerçekte nasıl oluştuğundan habersiz, her zaman kısır tarikatçılığın zemini olmuş bu kent soylu esnaf sınıfı, ideolojik olarak hâkim resmi düzen tarafından en kolay elde edilen toplumsal kesimdir.

Olguculuk (pozitivizm), toplumsal yaklaşım söz konusu olduğunda, bir nevi çağdaş putçuluktur. Putçuluk, anlamsallığını yitirmiş tanrısallığın boş çerçevesidir. Bir dönemler toplum için büyüleyici, kutsal bir işlevi olan bir kavramsallık olarak tanrısallık bu işlevini yitirince, geriye putlaşmış hali kalır. Putlara ise anlambilimden yoksun kesimlerin tapınması anlaşılır bir husustur. Onlar putun işlevsellikten kaynaklandığını bilmedikleri gibi, tersine putçuluğun anlam üreteceğini, eski yüceliğe, kutsallığa erişeceğini sanmakta ya da gafletinde bulunmaktadır. Anti-put dinleri bu bağlamda çözmek hayli aydınlatıcı olacaktır. Olguculuğa mahkûm pozitivistlerin çağdaş putçuluklarından şüphe etmiyorum. Çağdaş putçuluk da diyebileceğimiz bu modern putçuların en iyi ‘tüketim nesnelerine bir put gibi sarıldıklarını’ bizzat modernizm sahasındaki filozoflar söylemektedir.

Marks ve ekolü ekonomik çözümlemeyle toplum, tarih, sanat, hukuk ve hatta dini açıklayabileceğini sanıyorlardı. Şüphesiz tüm toplumsal kurumlar bir vücudun dokuları misali birbirini etkilerler. Ama sahamız toplumsallık olunca her şey değişir. İnsan zihninin icat ettiği kuruluşlar olan toplumsal kurumlar biyolojik doku değiller. Hatta insan vücudundaki doku da değiller. İnsan zihni toplumsal ortamda sürekli patlama halinde anlam ve irade üreten bir yanardağ misalidir. Bunun başka canlı türlerinde bir eşi yoktur. Fizik olaylarıyla bazı ortaklıkları ise belki de kuantum dünyasında düşünülebilir. Unutmayalım, insan zihninin kendisi kuantum düzeninde çalışır. Maddi dünya (toplumsal ekonomik yapı dahil) ise kuantum işleyişinin donmasını, kabuklaşmasını ifade eder. Toplumu yönetenin zihin olduğu tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Toplumsal ekonomiye bile zihniyet çalışmasıyla gidildiği kanıtlanmayı gereksiz kılan bir husustur.

Tekraren de olsa vurgulamalıyım ki, sosyolojiyi tarihleştirmek, tarihi ise sosyolojikleştirmek anlambiliminde ilerlemenin baş koşullarındandır. Bu yöntemin diğer bir avantajı, tarihi oluşageldiği gibi yorumlamaya daha yakın durmasıdır. Spekülatif düşüncenin önemini inkâr etmiyorum. Bilakis bu düşünce tarzının yararlı olabilmesi için, tarihsel gelişmeler nasıl akmışsa onu yakalamayı bilmesi gerekir. Bu da kalkıp “Tarihi altyapı belirliyor” veya tersine “Tarih devletin eyleminden ibarettir” demekle, ne kadar olay sıralansa ve çözümlenme yapılsa da, tarihin gerçek anlambilimi açısından saptırılması ve çarpıtılmasından öte bir sonuç vermez. Bu yöntemle tarihin, dolayısıyla toplumun da anlatılamayacağı ortadadır. Burada yapılan tarih değil, toplumsal fizyolojidir. Toplumsal kurumların (fizyolojide dokuların) birbirini nasıl etkilediklerini veya belirlediklerini anlatmak kesinlikle tarih anlatımı değildir; çok kaba bir olguculuktur.

Anlamlı bir tarihten bahsedebilmek için kilit sorun, onun akış gücünün o akış anında nasıl gerçekleştirildiğidir. Hangi zihin ve irade çalışması o anda etkili olmuşsa, o anlamı ve iradeyi yakalamak, gerçek tarih yapmak veya yorumlamaktır. Bu bir ekonomik hamle olabileceği gibi, bir dini eylem de olabilir. Mühim olan silah değil, tetiğin çekildiği an ve eldir. İstediğin kadar silahın ekonomik, sanatsal, siyasi ve askeri değerini çözümlemeye çalış; bunlar anlatımın süsleri olarak belki değer taşıyabilir; ama habire tekrarlamalıyım ki, tarihsel akış denince anlaşılması gereken, tetiğin sahibi olan el tarafından sürekli çalıştırılmasıdır. Belki silah ve onu imal etmek için büyük bir ustalığa ve ekonomik çalışmaya ihtiyaç vardır denilecektir. Olabilir. Fakat bu yaklaşım da tarihi ifade etmeyi hiç anlamıyor. Unutmamak gerekir ki, tarih her zaman çalışan bir silahtır. SÜREKLİ MERMİ DOLU TETİKTE EL, ÇALIŞAN BİR SİLAHTIR. Bunu en iyi tarihte stratejik yönetim sorumluluğu olan bilir. Roma imparatorlarından, sanıyorum Valentillanos olması gerekir, kendisine ortak imparator olarak kardeşini onaylatır. Kendisini seçenler kısa bir aradan sonra vazgeçtiklerini söylerler. O ise “Bir defa seçmekle itiraz hakkını kaybettiniz” demekle, tarihin ne demek olduğunu iyi anlatmış olur. Yönteme ilişkin bu anlatımın kapitalist modern tarihin anlamı için önemini ilgili bölümde anlatacağım.

Uygarlık tarihine giriş için bu yöntem sorununu göz ardı etmeyelim ki, anlambilime bir katkımız olsun. Bir yorumun değeri tarihi açıklama gücü olduğu kadar, tarihin her zaman hükmünde yürüyenlerin, ama yine de her zaman inisiyatif kullanabilme durumunda olanların hizmetinde kullanılabilme değeridir. Tarihin kurbanları rolünde olanlar için gerçek tarihi yorum, onları kurban rolünden özgürlüklerini yaşamsallaştırma gücüne kavuşturma bilinci ve iradeyi verme gücüdür. Bir tarihi-toplumsal yorum ki, daha çok kurbanlarını (her tür ezilenler-sömürülenler) kurban edenlere mahkûm ediyorsa, yakında kurtuluş olur diye kendilerini oyalama durumunda bırakıyorsa, ne kadar bilimsel olduğunu iddia etse de, yine ne kadar kurbanlar adına yorum yapıldığından bahsetse de, bunlar eğer kötü niyetli bilinçli saptırıcılar değilse fena gafiller durumundadır; tarihin put anlatımcılarıdır. 

A.Öcalan

Süre-Kültür, Süre-Uygarlık ve Süre-Toplum Biçimleri

Fernand Braudel’in süre kavramının toplumsal gelişmedeki rolünün yeterince kavranmadığı kanısındayım.


Fernand Braudel’in süre kavramının toplumsal gelişmedeki rolünün yeterince kavranmadığı kanısındayım. Özellikle süre-kültür, süre-uygarlık ve süre-toplum biçimleri açımlanmaya muhtaç kavramlardır; tarihe güçlü bir katkıdır. Fakat tarih bilimine yetkince uygulanamamaktadır. Buradaki çözümlemede bu kavramı cesaretlice açarak kullanmaya çalışacağım.



a- ‘En uzun süre’, dördüncü buzul döneminin sona ermesinden sonra, neolitik devrimde ana nehri oluşturan Verimli Hilal toplumu için, ancak ya benzer yeni bir buzul dönemi, ya nükleer bir felaket ve önlenemeyen bir hastalık veya benzeri nedenlerle varlığını fiziksel olarak sürdüremez zamana kadar geçerliliğini sürdürmek durumundadır. Çin ve Semitik kökenli kültürler birer kol olarak bu ‘uzun süre’ toplumunda yer alırlar. Diğer küçük kültürel kollar ana nehir için birer ırmak gibidir. Tezin içyapısını iyi anlamak gerekir. İnşa edilen toplum zihniyet ve maddi kültürel öğeleriyle o denli güçlüdür ki, hiçbir iç toplumsal neden bu süre dahilinde bu toplumu yıkamaz. ‘Temel kültürel toplum’ kavramını bu süre karşılığında kullanabiliriz. Kalıplarını, içerik ve birikimlerini tekraren de olsa sıkça vermemin nedeni budur; ‘en uzun süre’ kavramına denk düşen ‘temel kültürel toplum’ tanımına ulaşmak içindir. Çünkü süre ve toplum kavramları bu yeni anlamlarıyla toplumbilimine katkı sağlayıcı niteliktedir. Liberal toplumcular daha şimdiden ‘tarihin sonu’ kavramıyla kendi toplumsal algılarını sahte bir metafizikle sonsuza dek geçerli saymak isterler. Marksistler ve diğer ‘mahşerci’ yaklaşımlar, zaman-mekân boyutundan kopuk bir ‘ebedi saadet çağı’nı vaat ederler. Kötümserler daha çok geçmiş ‘altın çağ’ anlayışını anımsayarak, şimdiki ‘teneke çağı’nın anlamsızlığından dem vururlar.



En uzun süre kavramı tüm bu toplumsal teorilere göre daha bilimseldir. Somut koşullar kadar, toplumsal sistemin başı ve sonu için anlaşılır argümanlar sunmaktadır. Tarihi ne olaylar yığını halinde boğmakta, ne de dar toplum biçimlerinin dönemsellik basitliğine düşmektedir. Ne anlık olaylar ne de toplum biçimleri hayatın anlamını kapsamlı yorumlama yeteneğinde olamaz. Bunlar ancak kısmi anlatımları başarabilirler.



En uzun süre kapsamında temel kültürel toplumda her tür din, devlet, sanat, hukuk, ekonomik, politik ve diğer temel kurumlara yer vardır. Kurumlar nicel ve nitel yönleriyle sürekli değişirler. Bazıları çok küçülür, karşıtları büyür. Azı yok olurken, işlevleri ya başka kurumlarda ya da yenilerinde anlamını sürdürür. Toptancı bir anlayışla diyebiliriz ki, tüm kavram ve kurumları arasında oluşturucu bir diyalektik ilişki vardır. Ana kültürel toplumun tekliği, onu güçlü ortaklarından ve yeni iç oluşumlarından yoksun kılmamaktadır.



Bu noktada ‘evrimcilerle’ ‘yaratımcılar’ arasındaki kavgayı anlayabiliriz. Yaratımcılar ‘en uzun süre’ kavramının farkındadırlar. Esas güçlerini buradan almaktadırlar. Tanrının evreni yaratım süresi ve sonu hakkındaki ayetleri kültürel anlayışla açıklanabilir. Sosyolojik olarak yorumlarsak, yaratıcı görüş inşa edilen toplumun kutsal, yüce, görkemli özelliğinin farkındadır. Zaten Kitabı Mukaddeslerin üçü de (Tevrat, İncil ve Kuran) Verimli Hilal’deki büyüleyici, kutsal yaşamı izah etmeye çalışan yorumlardır. İnsanlığın büyük çoğunluğunun bu üç dine mensubiyeti, oluşturdukları yorumların niteliğinden ileri gelmektedir. Mucizevî olarak gerçekleşen (dönem insanlığı için bu kavram anlaşılırdır) yeni kültürel yaşamın ebediyete kadar süreceğini iddia etmek, bunu temel inanış haline getirmek bu kültürün etkileyici gücünü göstermektedir. Düşünelim: Milyonlarca yıl klan olmaktan ve bir nevi primat olmaktan kurtulamamış insan kümeleri, Verimli Hilal’deki devrimle çok olağanüstü, ancak mucize terimiyle izah edilebilecek bir toplumsal inşayla karşılaşıyorlar. Bunu kutsal, yüce, ilahi, bayramsal olarak karşılamaktan geri kalabilirler mi?



Hemen hatırlatalım ki, Durkheim gibi sosyologlar ve diğer bilimciler, toplumu olaylar ve kurumlar toplamından oluşmuş insan grupları saymaktan öteye gitmiş sayılmazlar. Sınıfsallık, devlet, ekonomi, hukuk, politika, felsefe ve din gibi anlatımlar olay ve kurum mantığını aşmaz. Fakat bu yaklaşımlar neden bir Kitabı Mukaddes kadar değer bulmadıklarını bir türlü anlamak istemezler. Anlatımlarının en önemli zaafı, en uzun süre toplumunun önemini kavramamış olmalarında yatar. Şunu yine önemle belirtmeliyim ki, insanlık kendi öyküsünün derin hafızasına sahiptir ve bunu kolay terk etmez. Sanıldığının aksine, toplumların kutsal din kitaplarına bağlılığı soyut bir tanrı ve bazı ritüelleri teşkil etmesinden ötürü değildir. Kendi yaşam öykülerinin anlamını ve izini bu kitaplarda sezdikleri için büyük saygı duyarlar. Bir nevi yaşayan toplumun hafızası rolünü oynadıkları için bu kitaplar vazgeçilmezler arasındadırlar. İçindeki olay ve kavramların doğru olup olmaması ikinci planda kalan ayrıntılardır. Fernand Braudel, çok yerinde olarak, “Tarih sosyolojikleşmeli, sosyoloji tarihselleşmeli” derken, temel bir yöntem ve bilim yanlışlığına dikkat çekmektedir. Tarihin de süre-toplum ilişkileri anlamlıca belirlenmedikçe, ayrı ayrı tarih ve sosyoloji anlatımları toplumsal gerçekliği büyük yaralamaktan, anlam yitimine uğratmaktan kurtulamazlar. İstediğiniz kadar belgelere dayalı olay yığın, istediğiniz kadar toplumsal kurum ve kural belleyin, belgelerle açıklayın; nerede, ne zaman, hangi içerikte, yaşayanlar ne diyor sorularına yanıt verilmedikçe, tarih ve sosyolojinin anlambilimine katkıları kaba malzeme olmaktan öteye gitmez.



Evrimciler olay ve olguları daha iyi tespit etmelerine rağmen, toplumsal süre kavramının anlamından yoksun oldukları için eleştirilmekten kurtulamazlar. Toplumsal hafıza olgular ve olayların evriminden daha önemlidir. İnsan için anlambilim, olgu kayıtlarından önce gelir. Orada yaşamlarının nehir gibi akışı söz konusudur. Tanrıdan da vazgeçmeyişleri toplumsal hafızanın gücünden ileri gelmektedir. İleride daha kapsamlı yorumlayabileceğimiz gibi, toplum tanrı kavramıyla geçmiş hafızasını özdeşleştirmektedir. Olguculuk bir modernite hastalığı olup, esasında toplumun hafızasına, dolayısıyla metafiziğine karşı durdukça eleştirilmekten kurtulamaz. Nasıl hafızasız insan yaşamda büyük güçlüklerle karşılaşıp çocuklaşırsa, hafızasını yitirmiş toplumlar da kendilerini unutup yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Hafızasını yitirmiş toplumlar kolay sömürülme, işgal edilme ve asimile edilmekten kurtulamazlar.



Pozitivist olgucular toplumu bilimsel olarak tanımladıklarını iddia etmelerine rağmen, pozitivist olguculuk toplumun gerçek akışını en az tanıyan düşünce okuludur. Toplumu tarihsiz, kaba materyalist bir yığın gibi yorumlayarak, en çarpık, eksik bir tanımıyla en tehlikeli toplumsal operasyonların yolunu açarlar. Toplumsal mühendislik kavramı pozitivizmle bağlantılıdır. Bunlar dıştan müdahaleyle topluma istenilen şekli verebileceklerini sanırlar. Modernitenin de resmi anlayışı olan bu yaklaşımlar, toplumun içinde ve dışında yürütülen iktidar ve istismar savaşlarının meşru gerekçelerini oluştururlar.



b- Yapısal süre kavramını toplumsal gelişmede temel kurumsal dönüşümlere uyarlayabiliriz. Temel yapıların inşa ediliş ve yıkılış sürelerini tanımlamak, toplumsal gerçekliğin anlamlandırılmasında katkı yapabilir. İnsanın baskı ve istismar durumu baz alınarak köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum ayrımları anlamlı yorumlara konu olabilir. Yapısal süreleri bu toplum biçimleriyle bağlantılandırmak önemli bir literatüre yol açmıştır. Fakat en uzun ve kısa süre kavramlarıyla bağlantısını anlamlı kuramadığı için pek verimli olamamakta, klişe anlam tekrarına düşmektedir.



Neolitik toplum hem yapısal toplum, hem temel kültürel toplum süreleriyle iç içe yorumlanabilir. Kendisine özgü kurumsal yapılar, zihniyet ve maddi yaşam birikimlerinin olması ‘yapısal süreyle’ izah edilebileceği gibi, halen sürüp giden kültürel etkilerinin fiziksel imha veya yıkılışa kadar devam etmesi nedeniyle ‘en uzun süre’ kavramıyla da izahatı mümkündür. Temel kültürel toplum sürelerinin konusunu esas olarak bilim, sanat, din, dil, aile, etnisite-kavim gibi, sürenin sonuna kadar çeşitli değişiklikler geçirseler de, hep ayakta kalması kuvvetle muhtemel olan zihniyet biçimleri ve geniş insan grupları teşkil eder. Ayrıca ekoloji, tüm bilim kollarının sonuçlarıyla bağlantılı olarak, bu dönemde ekonomik kurumlaşma bilimi olarak baş köşeye oturtulabilecek konulardandır. Demokratik siyaset de hem bilim hem kurum olarak sürekli yaşaması gereken konulardandır.



Yapısal sürelerin en temel kurumu devlet kuruluş ve yaşamları olmakla birlikte, devletle birlikte var olan hiyerarşi, sınıflar, devlet sınırları olarak mülk, toprak-vatan, devlet biçimleri olarak rahip devleti, hanedanlık devletleri, cumhuriyet ve ulus-devletler önemli konulardandır. Din biçimleri de önemli konu teşkil ederler. Toplumları üretim tarzları olarak (neolitik, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist) ayrımlayan konular da yapısal süre konularındandır. Kurumların çöküş konusu da yapısal süre dahilindedir.



Yapısal konuları inceleyen sosyoloji alt dalına ‘yapısal sosyoloji’ demek uygun bir adlandırma olabilir. En uzun süre inceleme konularını da ‘temel kültür sosyolojisi’ olarak adlandırmak, bütünleyici kapsam itibariyle yerinde olacaktır.



c- Orta ve kısa süre konuları hem sayısal, hem niteliksel olarak çoklu olay ve olguları konu edinirler. Kısa ve orta süreler dahilinde tüm kültürel ve yapısal değişim ve dönüşüm olaylarını temel konu edinirler. Orta dönem konuları biraz daha uzun ömürlü olan, ama aynı yapısal kurumlar içinde meydana gelen değişiklikleri konu edinirler. Örneğin ekonomik bunalımlar, siyasi rejim değişiklikleri, ekonomik, sosyal, siyasal ve eylemsel her tür örgüt kuruluşları bu kapsamda düşünülebilir. Bireyin tüm toplumsal ve toplumsallaşma faaliyetleri de kısa sürenin baş konularındandır. Medya daha çok kısa süreli olay ve olguları esas alır. Her yapısal kurumdaki günlük olaylar da kısa sürenin baş köşesinde yer işgal ederler.



Kısa süre dahilindeki olayları temel aldığı için, bu sosyolojiye Auguste Comte sosyolojisi demek yerinde bir adlandırma olabilir. Diğer deyişle ‘pozitif sosyoloji’ adlandırması (temel eleştirisini göz ardı etmeden) uygun düşebilir. Gerçekten sosyolojinin olaylar dalını inceleyen bir bölümü olmalıdır. Özellikle kaotik dönemlerde olaylar ağırlık ve belirleyicilik kazanırlar. Sosyolojinin temel kültür ve yapısal sosyolojiyle birlikte olaysal anlatım olan pozitif sosyolojiyle bütünleştirilmesi tamamlayıcı nitelikte olacaktır.



Ayrıca toplumsal olaylar dahil, tüm evrensel olay ve oluşumlar, kuantum ve kaotik dediğimiz bir ortamı gereksinirler. Kuantum ve kaotik ortamlar yaratılış ortamlarıdır. Henüz derinliğine incelenmemiş olsalar da, varlıkları kesindir. Tüm uzun, orta ve kısa süreli oluşumların hem ‘her an’, hem ‘kısa aralıklarda’ki ‘olup bitenler’ tarafından ayakta tutuldukları, bilimin giderek ilgilendiği temel konulardandır. ‘Kuantum anı’ ve ‘kaos aralığı’ olarak da adlandırabileceğimiz bir nevi ‘yaratılış anı’ ihmale gelmez. Evrende özgürlük olasılığı bu ‘an’da gerçekleşmektedir. Özgürlüğün kendisi ‘yaratılış anı’yla ilgilidir. Tüm doğa ve toplumdaki yapılar hem inşa olarak, hem ayakta kalma ve yaşam süreleri bakımından farklı nitelikleri de olsa, ‘yaratılış anları’na ihtiyaç duyarlar.



O halde kısaların en kısa süresindeki yaratılış konularını toplumsal açıdan ele alan sosyolojiye de bir ad düşünmek uygun olacaktır. Benim şahsi önerim, ‘yaratılış anı’nı toplumsal olaylarda konu edinen sosyolojiye ‘özgürlük sosyolojisi’ demenin yerinde olacağıdır. Daha da önemlisi, toplumsallık tarafından eşsiz bir kabiliyete erişen insan zihniyetindeki müthiş esneklik ve yol açtığı yaratılıcılık nedeniyle bir nevi zihniyet sosyolojisi de diyebileceğimiz özgürlük sosyolojisinin son derece gerekli bir dal olduğu kanısındayım. Özgürlük düşüncesini ve iradesini incelemek en başta gelen konu olsa gerekir. Kaldı ki, yaratılış anındaki gelişme özgürlük yanı olan gelişme olduğuna göre, bir nevi Yaratılış Sosyolojisi de diyebileceğimiz bu kısalar kısası ‘kuantum anı’ ve ‘kaos aralığı’ en çok toplumsal alanı kapsadığından, dolayısıyla ilgilendirdiğinden ötürü, özgürlük sosyolojisi en çok geliştirilecek sosyoloji konularının başında gelmektedir.



Ayrıca konumuzu ilgilendirmeyen, genel fikir babında bir de ‘astronomik süre’den bahsetmek gerekir. Henüz bu sürenin konuları belirlenememiştir. Fakat ana hatlarıyla ‘güneş’ ve ‘gök adaları’nın oluşumları, çöküşleri, evrenin muhtemel ‘genişleme’ ve ‘daralma’ karakteri ve buna bağlı olarak temel ‘çekim’ ve ‘itim’ kuvvetlerini ‘astronomik süre’ kavram ve konularına dahil edebiliriz. Evrenin ömrü de tartışılacak konuların başında gelmektedir.



Sosyolojik inceleme yöntemi hakkındaki bu düşüncelerimizi yeri geldikçe ilgili konulara ilişkin hem açacağız, hem de uygulamaya çalışacağız. Deneme niteliğinde çalıştığım unutulmamalıdır. Düşüncelerimizin tasarısal değer arz etmeleri doğaldır.



Verimli Hilal’deki toplumsal gelişmeleri bir kez de bu sosyolojik bakış açılarıyla araştırdığımızda; özgürlük sosyolojisinin bölgede neolitik devrim sürecinde toplum tarihi açısından en verimli bir kaos aralığına tanıklık ettiğini görürüz. Gezginci avcı ve toplayıcılıkla geçinen gruplar, buzulların hızla dağların doruk noktalarına çekilmesiyle daha önceki dönem tecrübelerinden kaynaklı toplum yapılanmalarını çözerek yerleşik yaşama, tarımla geçinmeye dayalı bir arayışa girdiler. Yüz binlerce yıllık klan toplulukları yerini daha geniş yapılara bırakmayla karşı karşıyalar. Tam bir zihniyet dönüşümü, patlaması yapılan bir aşamadayız. Eski klan zihniyeti ve işaret dilinden tam kopmamış dil yapısı yerine, daha geniş köy halkı ve etnisitesi zihniyetine geçiş söz konusudur. Simgesel dil düzeni hızla gelişmektedir. Sayısız besin maddeleri, ulaşım, dokuma, çömlek, öğütme, mimari, dinsel ve sanatsal konular ortaya çıkmış olup, hepsi yeni bir adlandırma düzeni ve zihin kalıpları gerektirmektedir.



Yeni toplum ağırlıklı olarak köy yaşamına dayanırken, klan bağları etnik bağlara dönüşüyor. Maddi yapılanmanın bu yeni biçimleri daha anlamlı zihniyet çerçevesi olmadan yürüyemez, hatta başlayamaz. Zihniyet dönüşümü ve dili, eski klan toplumunun kimliği olan ‘totem’ sürmekle birlikte, neolitik toplumun simgesi ‘ana-tanrıça’ figürüdür. Totem figürleri azalırken, ana-tanrıça figürleri ortalığı kaplamaktadır. Ana kadının yükselen rolünü simgeliyor. Dinsel açıdan bu bir üst aşama olup, çok zengin bir kavramlaştırmayı beraberinde getiriyor. Dilde kadın eki öne çıkıyor. Simgesel dil eklerinde kadın öğesi başat durumunu uzun süre koruyor. Bugün bile birçok dilde bu özelliği bulmaktayız. Ana-tanrıçayla birlikte toplumsallık yoğun bir kutsallığa da bürünüyor. Yeni toplum yeni kavram ve adlandırma demektir. Zihniyet devrimi dediğimiz süreç yaratıcılığı gerektirdiğinden, özgürlük sosyolojisine dahil etmemiz gerekir. Bu sürecin yoğun yaşandığı önde gelen tarihçilerin üzerinde birleştikleri bir konudur. Binlerce olgu, binlerce zihniyet devrimi ve ad demektir. Avrupa’daki zihniyet devriminden daha kapsamlı, orijinal ve yaratıcı çaba isteyen bir patlama söz konusudur. Bugün kullandığımız tüm kavram ve buluşların büyük çoğunluğunun bu dönemde yaratıldıkları tarihen tespit edilebilen bir husustur.



Kaba bir tasnif yaparsak, yarıdan az sayılamayacak bir toplumsal yaratıcılık dönemi söz konusudur. Din, sanat, bilim, ulaşım, mimari, tahıl, meyve, sığır (büyük ve küçükbaş olarak), dokuma, çömlekçilik, öğütücülük, mutfak, bayram, aile, hiyerarşi, yönetim, savunma ve saldırı, armağan, tarımsal araçlar ve daha da sıralanabilecek bir liste, nicel ve nitel gelişmeye uğramış haliyle bugün de toplumsal yaşamın temel listesi düzeyindedir. Neolitik’ten kalma köy ve aile yapısına baktığımızda, en asil ve topluma güç veren, yaşamı anlamlı kılan toplumsal ahlak; saygı, sevgi, komşuluk, yardımlaşma başta olmak üzere, kapitalist modernitenin değer yargılarının (veya ahlaksızlığının) çok üstündedir. Hiç eskimeyecek toplumun temel zihniyet kalıpları esas olarak bu dönemin damgasını taşımaktadır.

Pozitif sosyoloji açısından bölgedeki olaysal yaşam da dönemine göre çok zengindir. Klan toplumunun yeknesak avcılık, savunma ve toplayıcılık yaşamına kıyasla Verimli Hilal’deki olaylar ve yeni olgular tam patlama halindedir. Yeni bir adlandırmaya kavuşmuş sayısız olay ve olgu insan sesini, eylemini en zengin haliyle sergilemektedir. Dönemin insan zihnine bıraktığı temel anlamın daha sonraları ‘cennet’ kavramına yol açtığını Kutsal Kitaplardaki anlatımlardan da çıkarabilmekteyiz. Belki de pozitif sosyolojinin en şanslı anlarından biriyle karşı karşıyayız. İnsanlık üzerinde yıldız yağmuru misâli bir gelişme söz konusudur. Dünyanın dört yanını birer ışık, yıldız aydınlığında olan olay ve olgularla yağmurlamakta, toplumsal gelişmenin cennet hayalini, hatta gerçekleşme anlarını ekmektedir;

KÜLTÜRLEŞTİRMEKTEDİR.

Yapısal sosyoloji açısından toplumsal gelişmeye damgasını vurmuş tüm kurumsal düzenlemelerin izini Verimli Hilal’de gözlemek mümkündür. Özellikle M.Ö. 6000-4000 dönemi tam bir kurumlaşma dönemidir. Tüm köy ve kent yapılarının temel alacağı yerleşim alanları belirlenmiş, yerleşkelere geçilmiş, hiyerarşi doğmuş, din kurumlaşmış, ilk mabetler ortaya çıkmış, etnisite varlık kazanmış, dil yapıları netleşmiş, komşuluk gelenekleri oturmuş, ahlakla yönetim en güçlü dönemini kurmuş gibidir. Diğer bir deyişle neolitik toplumun, tarım ve köy devriminin kalıcılığı, dolayısıyla kurumlaşması kesinleşmiş gibidir. Yapısal sosyolojinin temel konusunu oluşturan toplumsal yapılar ilk defa Verimli Hilal’de bu denli güçlü bir oluşum sergilemektedir. Orijinal kurumlaşmalar olarak bugün de incelenmeyi gerektiren bu yapılaşma gerçeğinden halen öğreneceğimiz çok şey vardır. Hatta insanlığın ilk kurumlaşmış değerleri olarak alandaki yapıları ne kadar incelersek, yapısal sosyolojinin kuruluşu hakkında o denli sağlam sonuçlara erişebileceğiz. Çok iyi bilmek gerekir ki, günümüz yapısal sosyolojisi ciddi bir ‘anlambilim’ yoksunluğu yaşamaktadır. Genel sosyolojinin bir parçası olarak kendini gözden geçirirse, anlambilimin yetkin bir ifadesi olabilir.



Temel kültür sosyolojisinin konusu olarak Verimli Hilal’de temeli atılan dil ve kültürün yeri orijinal kaynak değerindedir. Alanda kurulan toplum en uzun süreli olma konumundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, doğal veya toplumsal bir afetle insan yaşamı ciddi oranlarda ortadan kalkmadıkça (mesela yeniden klan çağına dönülmedikçe), Verimli Hilal’e dayalı olarak ortaya çıkan toplumsal kültür ve uygarlık kuşağı başatlığını sürdürebilecek kapsamdadır. Çin veya Semitik kültür kaynaklı bir uygarlığın hegemonik güç haline gelebilmesi, kapsam itibariyle teorik olarak imkânsız olmasa da, pratik olarak çok zordur. Nitekim hem ‘İslami saldırılar’ hem de ‘Moğolitik’ kaynaklı çok büyük saldırılar gerçekleştirilmesine rağmen, Hint-Avrupa kültürü (dolayısıyla kaynak kültür, Aryen dil ve kültürü) hegemonik karakterini hiç yitirmedi. İlerde belki Çin yeni bir saldırıya girişebilir. Fakat dünya çapında anlamlı bir yerleşikliğe sahip Hint-Avrupa kültürünü işgal ve istila etmesi, sömürgeleştirme ve kolonileştirmeye tabi tutması, dış etkenlerin mucizevî bir desteği olmadan (örneğin Çin kültür bölgesi dışında büyük doğal ve toplumsal felaketler) çok zayıf bir olasılıktır.



Temel kültür sosyolojisini genel sosyolojiyle de özdeşleştirebiliriz. Bu durumda zihniyet biçimleri, aile kurumu ve etnik-kavimsel varlıkların (başta üç büyük kültüre dayalı olmak üzere, diğer tüm kültürlere dahil olanlar) değişim ve dönüşümleri Genel Sosyoloji konusu yapılabilir. Daha da önemlisi, Özgürlük Sosyolojisiyle Yapısal Sosyolojinin karşılaştıkları, dayanakları ve sonuçları olarak yaşadıkları ‘kaos ve çürüme ortamları’ konu olarak Genel Sosyolojinin kapsamında incelenebilir.



Verimli Hilal’de yükselen toplumun ikinci büyük aşaması olan ve ‘Sümer Rahip Devleti’yle başlayan aşaması ‘uygar toplum’ aşaması olacaktır. Uygar toplum esas olarak Verimli Hilal’in kültürüne dayanan hiyerarşi-hanedan kökenli bir çıkıştır. Özü, besin bolluğu ve çeşitliliğinin üretim tarzıyla bağlantılı olan sınıfsallık olanakları kentleşmeyle birleşince, herhangi bir hanedan-hiyerarşik grubunun eskiden kalma ‘güçlü adam’ın olanaklarını harekete geçirip ‘devlet’ örgütlenmesine geçebilmesidir. Verimli Hilal’de sadece Aşağı Mezopotamya’da değil, Yukarı ve Orta Mezopotamya’da da bu yönlü çok sayıda girişime tanık olmaktayız. Bazıları kalıcılaştıkları halde, bazıları koşullar gereği tutunamıyor. Devlet Kutsal Kitapta Leviathan (denizden çıkan canavar) olarak yorumlanır. Bu canavarın toplumsal gelişme üzerindeki kanlı, istismarcı ve zaman zaman soykırımcı yürüyüşünü; maskeli ve maskesiz, örtük ve çıplak krallar yönetiminde insanı köleleştirerek sömürme biçimleri ve bunu meşrulaştırma avadanlıklarıyla birlikte incelemek bundan sonraki konularımız olacaktır.