27 Mart 2010 Cumartesi

Türkiye’de ırkçılık



27 Mart 2010
Yeni_Özgür_PolitikaTürkiye’de bir ırkçılık ve ırk ayrımcılığı sorunu var. Irkçılık Türk toplumunda türlü yollardan kendini gösteriyor. Hrant Dink’in, ya da din adamlarının, misyonerlerin öldürülmesinden etnik ya da dinsel temelde ayrımcılığa, antisemitizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
21 Mart 1960 tarihinde Güney Afrika’da ayrımcı rejimin polisi barışçıl bir şekilde ‘’eşit haklar ve ırkçılıkla mücadele“ talep eden insanlara ateş açtı. Bu kanlı olayı ve onun ardındaki insanlık dışı dünya görüşünü kınamak ve gündemde tutmak için Birleşmiş Milletler 1966 yılında 21 Mart gününü ‘’Uluslararası Irkçılıkla Mücadele Günü“ ilan etti. Yani 21 Mart Newroz, aynı zamanda BM Irkçılıkla mücadele günüdür de. Irkcılıkla mücadele günü aslında bütün Avrupa ülkelerini ilgilendirmektedir. Ortadoğu halklarının ve özelde Kürt halkının barış, kardeşlik günü olarak kutlanan Newroz, BM’nin aynı güne verdiği anlamla bütünleştiğinde uluslararası bir nitelik de kazanmaktadır. Ama gizli ya da açık ırkçı politikaların izlendiği Avrupa’da her nedense 21 Mart kutlanmamaktadır.

Aslında 21 Mart dünyada ırkçılığın durumunu ele alan, tek tek ülkeleri sorgulayan bir eylem günü olması beklenirken, beklentiler gerçekleşmemekte ve hiçbir çevre için de bu sorun olmamaktadır. Elbette bu Avrupa’da ırkçılığı olmadığı anlamına gelmemekte, aksine ırkçı politikalar izleyen Avrupa’nın kendisini sorgulamaktan kaçınması anlamına gelmektedir. Zaten AB ve BM’ye bağlı örgütler ile Uluslararası Af örgütü verileri ve açıklamaları da Avrupa’da ırkçılığın gittikçe arttığını göstermektedir. AB’nin bir yan kuruluşu niteliğindeki ve kısa adı FRA olan “Temel Haklar Ajansı” ile Avrupa Konseyi’ne bağlı bulunan ve ismine kısaltılmış olarak EKRI denilen “Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu”nun 2009’da yayımlanan raporu, Avrupa’da yaşayan her 3 Müslümandan birinin dini veya etnik kökeni nedeniyle ayrımcı bir muameleye maruz kaldığını ve yüzde 11’inin de fiziki nitelikte ırkçı saldırıya uğradığını açıklıyor. Renginden dolayı dışlanan, saldırılara uğrayan yabancıların oranı ise bundan bir hayli fazla. İsviçre minarelerin yasaklanması referandumundan sonra Avrupa’daki aşırı sağ partilerin yanı sıra diğer bazı sağ partiler de derhal benzer referandumların kendi ülkelerinde de yapılabilmesi için yasal değişiklikler önermeye başlamışlardır. Bu ortamda Avrupa Araştırma Anketleri’ne göre Avrupa genelinde ırkçı eğilim yüzde 33 oranında artmıştır.

Irkçılığa 11 Eylül gazı
11 Eylül saldırıları bahane edilerek ve her geçen gün sistemleştirilerek yabancılara yönelik ekonomik, kültürel, siyasi dayatmalar ve yasalar uygulamaya konuldu. „Uyum-entegrasyon“ adı altında yabancılara karşı her türlü baskı, ulusal ve sınıfsal aşağılama meşrulaştırıldı. 11 Eylül’le birlikte resmi ve genel söylem haline getirilen terör demagojisi ile neredeyse bütün yabancılar potansiyel terörist ve düşman ilan edildi.

Avrupa’da özellikle 11 Eylül 2001 sonrasında, „teröre karşı mücadele“ adına, doğrudan yabancıları hedef alan yasalar çıkartıldı. Almanya’daki anti-terör yasalarının kapsamı genişletilerek, boyun eğdirme yasası olarak gündeme gelen 129 b yasası yürürlüğe konuldu. Anti-terör yasaları olmayan ülkelerde yeni yasal düzenlemelere gidildi. Böylece göçmenlere yönelik polis tehditleri, tacizleri arttı. Yabancıların sorgusuz sualsiz tutuklanmalarını, aylarca tutuklu kalmalarını, evlerinin, işyerlerinin basılmalarını, işten ve okuldan atılmalarını, sınırdışı edilmeleri ni kolaylaştıran yeni yasalar çıkartıldı.

Ayrıca „mülteciliğe“ karşı da faşist önlemler alınmaya başlandı. Tüm Avrupa çapında mülteci kampları, adeta hapishanelere, hatta bazıları Nazi Toplama Kampları’na dönüştürüldü. Göçmelerin Avrupa sınırlarına gelmelerini engellemek için farklı önlemler alınmaya başlandı. Polisin yetkileri artırılırken, mültecileri taşıyan gemilerin savaş uçaklarıyla batırılması bile açıkça ve resmen tartışıldı.

Türkiye ve ırkçılık
Türkiye’de ırkçılık diğer Avrupa ülkelerini de kat be kat aşan, ve açık bir şekilde devletin resmi politikası olarak gelişmekte ve kollanmaktadır. BM “Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Komitesi”nin (CERD) 4 Mart 2009 tarihli Türkiye raporu , ülkedeki ırkçılığın boyutlarını anlatmaya yetiyor. Avrupa Konseyi’ne bağlı ”Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu”nun (ECRI) raporu ile CERD raporu birbirini tamamlar nitelikte.

Her iki rapor da “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini alenen tahrik” suçunu düzenleyen, Ceza Kanunu’nun 216. maddesi üzerinde duruyor. İki rapor da bu maddeyi yetersiz buluyor. “Alenen tahrik” yanında basın yayın yoluyla ırkçı görüşlerin, düşüncelerin yayılmasının da suç kapsamına alınmasını tavsiye ediyorlar. AİHM kararlarında da ırkçı düşüncelerin açıklanmasına getirilen sınırlamalar ifade özgürlüğünün ihlaline yol açmıyor. Her iki rapor, Türkiye’nin ırk ayrımcılığını açık bir biçimde yasalarında tanımlamasını öngörüyor. Böyle bir tanım, BM Irkçılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin 1. maddesinde yer alıyor. ECRI, Medeni Kanun ve idari yasalarda da ırk ayrımcılığını önleyen hükümlere yer verilmesini tavsiye ediyor.

Kürtler ve Romanlar
ECRI raporunda Kürtler, Romanlar ve dinsel azınlıklar kırılgan gruplar olarak nitelendiriliyor. Bu grupların karşılaştıkları sorunlara değiniliyor. Çözümler öneriliyor. BM Komitesi raporunda da benzer görüşlere yön veriliyor. BM Komitesi raporunda ayrıca, Romanlara, Kürtlere, gayrimüslim azınlık mensuplarına karşı kamuoyunda tehdit ve saldırıları da içeren düşmanca tavırlar sergilendiğine ilişkin iddialara dikkat çekiliyor. Hükümetin bunları önlemek için gereken önlemleri alması tavsiye ediliyor. ECRI raporunda, bir antisemitizm bölümü var. Bu bölümde, Türkiye’deki Yahudi cemaatinin bir güvensizlik duygusu içinde yaşadığı, cemaat mensuplarının saldırılara maruz kaldığı, basının bir bölümünde Yahudi aleyhtarlığı propagandasının yapıldığı belirtiliyor. Ancak, hükümetin bunları önlemek için gösterdiği çabalar memnunlukla karşılanıyor.

Her iki raporun da üzerinde önemle durduğu bir konu, Türkiye’ye gelen ilticacılara yapılan muamele. Türkiye, 1951 tarihli “Mültecilerin Statüsü Sözleşmesi”ne koyduğu coğrafi sınırlama nedeniyle Avrupalı olmayan yabancılara mülteci statüsü tanımıyor. Bunları sınır dışı ediyor. Her iki rapor da bu ayrımcılığa son verilmesini, Türkiye’nin coğrafi sınırlamayı kaldırmasını öneriyor.

Anadilde eğitim ve ırkçılık
Her iki raporda da etnik gruplara mensup çocukların, anadillerinde eğitim görme olanaklarının bulunmaması eleştiriliyor ve okullarda resmi dil Türkçenin yanında, kendi dillerini de öğrenmelerini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması tavsiye ediliyor.

ECRI raporunda, ders kitaplarında azınlıklara ve özellikle Ermenilere ilişkin olumsuz görüşlerin yer aldığı belirtiliyor ve ders kitaplarının bu tür görüşlerden temizlenmesi öneriliyor.

Raporlar, ırkçılıkla mücadelede uluslararası standartları göstermek bakımından önemli. BM’nin ya da Avrupa Konseyi’nin raporlarda yer alan tavsiyelerle ilgili bir yaptırım gücü yok. Ancak, hükümet ile BM Komitesi ya da ECRI arasında bir diyalog kuruluyor. Bu çerçevede, hükümet raporlardaki tavsiyelere ilişkin önlemler hakkında bilgi veriyor.

Raporların ortaya koyduğu gerçek şu: Türkiye’de bir ırkçılık ve ırk ayrımcılığı sorunu var. Birbiriyle ilgisiz iki komitenin raporlarında yer alan eleştiriler arasındaki benzerlik de bunu doğruluyor. Irkçılık Türk toplumunda türlü yollardan kendini gösteriyor. Hrant Dink’in, ya da din adamlarının, misyonerlerin öldürülmesinden etnik ya da dinsel temelde ayrımcılığa, antisemitizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Avrupa’daki ırkçılığa Türk bakışı
Avrupa ülkelerinde Türklere yönelik ırkçı saldırılar, Türkiye tarafından sürekli kullanılmış, bu saldırılar Türkiye’de Kürtler ve diğer azınlıklara yapılan ırkçı uygulamaları cilalamak ve Avrupa’nın Türk ırkçılığına yönelik eleştirilerine karşı kullanılagelmiştir.

Hatırlanacağı gibi 2000 yılında MGKnın tavsiyesiyle hükümet Kürtlerin kökenini araştırmak için harekete geçti. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Osmanlı Devletinin 15. ve 19. yüzyıldaki nüfusunu, etnik ve dini yapısını, yer ve şahıs adları ile üretim ve vergi gibi bilgilerin yer aldığı Osmanlı tarih defterlerini tercüme ederek çalışmalara başladı. Hükümetten yapılan açıklamada çalışmanın amacının 1981 yılında itibaren milli politikalarda uygulanan tedbirlerin başarıyla sonuçlandırılması olduğu belirtildi. Tapu kadastrodan sorumlu devlet bakanı, ilk çalışmayı yaptıkları Diyarbakır Amed sancağında Kürt isimlerine ve sülalelerine rastlanmadığını açıklandı. (Kürt Araştırması, Radikal 6 Ocak 2000, Kürt Yokmuş, Sabah 6 Ocak 2000)

Ancak, Avrupa’da gelişen ırkçılığı kınayan resmi ağızlar ve burjuva yazarları ve aydınlar, bizdeki belirtilen olguları görmezden geliyorlar. Onlar, bizde milliyetçilik var, ancak ırkçılık hiçbir zaman olmamıştır demeye devam ediyorlar. (Hadi Uluengin, Hürriyet 12 Ocak 2000) Devlet, PKK, liberal ve sosyalist aydınlar cephesinde ABnin Kürt sorununu çözeceği, yumuşama ve normalleşme yaşadığı yönünde yapılan propagandalara rağmen ortaya çıkan olgular ırkçılık, sorunu yeniden gündeme sokmuştur.

Irkçılığın doğuşu
Denizciliğin gelişmesi, yeni pazar ve hammadde ihtiyaçları, batılı sömürgecileri kendilerinden farklı, ilkel ya da yarı uygar topluluklar ve halklarla karşılaştırdı. Bu halklarla aralarındaki büyük fiziksel farklılık sömürgecileri şok etmiştir. Sömürgeci beyaz adam, sömürgeci halkları kendilerinden aşağı hatta insanlık dışı görmeye başladı. Sözgelimi; kilise 1512 yılında kadar yerlilerin insan olmadıklarını benimsemişti. İspanyol tarihçi Gonzalo Fermandez de Orieodo, Kızılderililer için doğuştan tembel, melankolik, korkak, yalancı, dönek diyordu. İspanya Kralı Charles’ın 1517’de topladığı danışma kurulu, Kızılderililerin insan olmakla birlikte doğalarının yozlaşmış olduğu, Tanrının onları günahtan kurtarma görevini İspanyollara verdiği sonucuna varıyordu. Böylece İspanyolların sömürgeciliği tanrısal bir hak olarak gösteriyordu. Sömürgeciler, Etiyopyalılara, Amerika yerlilerine, siyahlara, farklı renkten topluluklara vahşi topluluklar damgasını vuruyordu. Bu, onları yok etmeyi haklı göstermenin yanı sıra vahşi hayvanlarla bir tutma mantığının da göstergesiydi. Sömürge imparatorluklarının ırkçı görüş ve uygulamaları toplumların gelişimi üzerinde büyük etkiler yarattı. Aydınlanma dönemi aydınlarında bile bu etkilerin izleri görülmüştür. Siyah ve Kızılderililere; mümkün olduğu kadar çok yiyen, buna karşılık çok az çalışan bir hayvan, (Benjamin Franklin), doğuştan eksik akıllı (David Hume), düşük zekalı (Voltaire) denilmiştir.

Kart-kurt ırkçılığı
İşte tam da burada, İspanyol sömürgecilerinin Kızılderelilere bakışı ile Türkiye’nin Kürtlerin varlığını inkar ederek, „Bunlar dağlarda kalmış, gelişmemiş Türklerdir. Dağlarda kaldıkları için çıkardıkları Kart-Kurt seslerinden dolayı bunlara Kürt denmiştir“ söylemi, aynı ırkçı ve sömürgeci söylemdir. Keza „ayrımız-gayrımız yoktur, Kürtleri ayırmak bölücülüktür, hepimiz Türküz“ gibi ince yaklaşımlarda, ırkçı, inkarcı söylemlerin bir devamıdır. „Ne Mutlu Türküm Diyene“, „Türkiye Türklerindir“, „Mevcut olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur“, „Türkiye’de yaşayan herkes Türktür.“ gibi söylemler, anayasanın kendisidir. Türkiye anayasasının temelini bu Türklük ilkeleri oluşturur ve bunlar değiştirilmezdir. Yani Türkiye anayasası açıkça ırkçı bir anayasa kimliğiyle, hiç bir Avrupa ülkesine de benzememektedir. Bir Avrupa ülkesinde Örneğin „Ne Mutlu Almanım diyene“ diyemezsiniz bu suçtur, ya da „Fransa’da yaşayan herkes Fransızdır“ ya da „İsveç, İsveçlilerindir“ dediğinizde, karşınıza ulusal ve uluslararası yasalar çıkar ve açıkça ırkçılık suçu işler ve bütün bir kamuoyunu karşınıza alırsınız. Türkiye’de resmi söylemin dışına çıktığınızda bunun aksi olur, faşist, ırkçı, kafatasçı kalabalık güruhlar, polis eşliğinde ve Ne Mutlu Türküm Diyene sloganlarıyla sizi linçe eder ve bir gün sonra basında „halk hainlere dersini verdi“ haberlerini okursunuz.

‘’Türk kimliği ırkçılık üzerine kurulmuştur“
Nazan Maksutyan „Politika-ulus-Milliyetçilik“ kitabında Türk ırkçılığına dair şu tespitleri yapıyor: „Burada „ölçme“ ile kastedilen, pozitivist bilimin 20. yüzyıl başındaki prestijinden yararlanarak insan kafatasının, kemiklerinin, alın açıklığının ve benzeri beden parçalarının ölçülmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında bu bilimkurgusal antropolojinin „bilimselliğine“ dayanarak „ırkın“ bir gerçek sayılması, gerçekmişçesine kullanılmasıdır. Hiç bir insanın ayağına tam gelmeyen, masal kahramanlarına yaraşır, camdan bir ayakkabıdır bu tasarı. Ama bu debdebeli fantastik ayakkabı (ölçü) bir işe yaramıştır: Batı ile onun terimleriyle aşık atabilmek, Batı karşısında „ezeli ve ebedi bir millet“ olarak rüştünü kanıtlamak, içerde ise birilerini aşağılamak, etnik ve dilsel çeşitliliği homojen bir kalıba dökmek... Bu ölçme tutkusunun giderek kimin daha Türk, ya da kimin daha vatansever olduğu yargılarına vardığını biliyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun „vatandaşlık“ temelinde olduğu iddiasının sadece kağıt üzerinde kaldığını, çünkü ırkçılığın Türk milliyetçiliğine sonradan dahil olmuş, onu bozunduran bir sapma ya da istisna olmadığını, tersine, Türk milliyetçiliğinde daha en baştan güçlü ırkçı tonlar bulunduğunu düşünüyor. İncelemesine konu aldığı Türk Antropoloji Mecmuası’nın devlet destekli bir girişim olarak bunun özel bir örneği ve kanıtı olduğunu gösteriyor.

Türkiye’de ırkçılığı belli bir siyasi çevreyle ve ırkçı edimlerle sınırlayan, ırkçılığın hiçbir zaman „örneğin Avrupa’daki gibi“ teorik ve ideolojik bir temele sahip olmadığını varsayan yaygın bir anlayış var. Bu anlayış milli kimliğin kuruluşunda „ırk“ kavramının oynadığı temel rolü görmezden geldiği, ya da küçümsediği için Cumhuriyet tarihi boyunca ortaya çıkan çeşitli sonuçları bununla ilişkilendirmekte de güçlük çekiyor.“

Irk kuramları
Irkçılığın ilk bilimsel kuramları 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılda kapitalizmin doğuşuyla birlikte sosyal bilimlerde de hızlı gelişmeler yaşanıyordu. İsveçli botanikçi Linnaeus (1707-1778) canlıları sınıflandırdığı çalışmasında ayrıca insanları da 4 gruba ayırmıştı. Renklerin farklılığı, sınıflandırmanın başlıca hareket noktasıydı. Daha sonra Alman doğa bilgini Friederich Blumenbach (1758-1840) insanları tamamen derilerinin rengine göre ayırdı. Fransız George Luis Beffon (1707-1788) çevresel etkenlerin, iklim, diyet vs. etkenlerin belirlediği bir ırk kuramı ortaya atmıştı. Çevreci ırk kuramı daha sonra Jean Baptiste Lamarck (1774-1829) tarafından Evrim Kuramında dile getirildi.

İlk başlarda aristokrasinin kalıtıma verdiği önemi yansıtan ırk kuramları, daha sonra yükselen burjuvazinin eğitim ve çevreye verdiği önem nedeniyle çevreci bir biçime bürünmüştür. Irk kuramlarını ortaya atan bu ilk düşünürler, daha sonra ortaya çıkacak ırkçılık felaketini belki de hiç hayal etmemişlerdi.

Burjuvazinin devrimci barutunun sönmeye başlamasıyla beraber bir süre kalıtımsal ırk kuramlarında bir canlanma olur. Irkları kafa ölçülerine ve ırksal benzerlikler katsayısına göre ayıran teoriler yaygınlaşır.

İngiliz doğabilimcisi Robert Charles Darwin (1809-1882), 1871de insanın türeyişini yayınlar. Darwin bu eserinde insan hayatının da doğal ayıklanma yoluyla geliştiğini savunuyordu. Darwinin bu görüşü, daha sonra Alman faşistlerinin zayıfları, azınlıkları, hasta ve sakatları soykırımla yok etme politikası açısından kullanılmıştır.

Darwinin görüşlerini sosyal yaşama uygulayan sosyal Darwinciler, yoksulluğu kalıtımsal, başka ırkları yok edilmesi gerekenler olarak görmüşlerdir. Sosyal Darwincilerin başında gelen Alman Tarihçisi Heinrich Von Trechskey’e göre kılıç ile fetih uygarlığın barbarlığa, aklın bilgisizliğe üstünlük sağlamasının tek yolu idi. O, siyahların yazgısı beyazlara hizmet etmek, sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır diyordu. Sosyal Darwincileri izleyen Ojenikçilikler de yoksulluğun ırksal olduğu düşüncesindedir.

Burjuva ırkçı çevreler, psikolojiyi de aynı amaçlarla kullandılar. Zeka testleri böylece gündeme geldi. Her nasıl oluyorsa bu testlerin sonucunda beyazlar zeki, diğer ırklar geri zekalı çıkıyordu. Öte yandan bununla da yetinilmiyor, söz konusu testler, aynı ulusun içindeki sınıflara da uygulanarak, işçi çocuklarının kalıtımsal geriliği de keşfediliyordu.

Emperyalizm ve modern ırkçılık
Emperyalizm ve küçük bir tekel grubunun egemenliği 20. yüzyılın en belirgin karakteristiğidir. Irkçılık bu dönemde azalmıyor, tersine yaygınlaşıyor ve farklı biçimlere bürünüyordu. Irkçılık zihniyetinin yansıması, bağımlı ülkelerin Üçüncü Dünya olarak damgalanması, bu ülkelerin uygar ülkelerin destek ve yardımı olmaksızın kalkınamayacağı propagandası, doğulu halkların toplumsal hayatlarının aşağılanması, Avrupa merkezli kültür teorileri vs. siyasal olgularda açıkça görülüyordu.

İkinci Dünya Savaşında Avrupa’da yaşananlar ise dehşet vericidir. Sermaye düzeninin krizi 1930lu yıllarda faşizmi iktidara taşıdı. Alman Nazi Partisi Yahudi ve yabancı düşmanlığının başını çekiyordu. Aslında Yahudi düşmanlığı tarihsel kökleri bakımından Fransa, Rusya, İspanya ve Polonya’da daha güçlüydü. Ancak; Alman ırkçılığı başta Yahudiler olmak üzere bütün ari ırk olmayanları yok etti. Kristal Gecesi olarak anılan 1938 olayları başlangıçtı. Naziler iktidardayken 6 milyon Yahudi gaz odaları ve fırınlarda katledildi. Nazi ırkçılığı yalnızca Yahudileri de değil, bütün yabancıları yok etti. Rosenberg (1839-1946) bir ulusu birlik içinde tutmak için ortak bir düşman yaratmak gerekir diyordu. Bu ortak düşman ise; dünyadaki Alman olmayan ırklardı, ulusların tümüydü.

Bu dönemde Alman ve beyaz ırkçılığının yanısıra, Pancermenizm, Panislavizm, Panturanizm ideolojileri de ırkçı karakter taşıyordu. Diğer ülkelerde ise; Anglo-Sakson ırkçılığı, Cermen ırkçılığı siyah düşmanlığı, Akdenizli ve Alpli ırkçılıkları, Rodezyada ve Güney Afrikada da ırk ayrımcılığı (apartheid) gibi. Nazilerin sosyalist Sovyetler Birliği tarafından yok edilmesi ise faşizm ve ırkçılığa büyük bir darbe indirdi. Daha sonra ırkçılık, faşizmi ve soykırım olgusuna karşı tepkiler, uluslararası hukukta da yansımalarını buldu. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ırkçılığı yasaklayan maddelerinin yanısıra Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 20 Kasım 1963 tarihli Irk Ayrımının Bütün biçimlerinin ortadan kaldırılmasına ilişkin BM bildirgesi yayınlanmış, 21 Aralık 1965te oy birliğiyle Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme kabul edilmiştir. 10 Kasım 1973’te, 1973-83 arasındaki dönemi kapsamak üzere Irkçılığa ve Irk Ayrımına Karşı Savaşım İçin Eylem On Yılı ilan edilmiştir. BMde 10 Kasım 1975te Siyonizmin Bir Çeşit Irkçılık Olduğu kabul edilmiş, 28 Temmuz 1976da Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Kaldırılması İçin Uluslararası Örgüt kurulmuştur.

Ancak özellikle Yahudilere karşı güvensizlikler pek de ortadan kalkmadı.
Batı Almanya ve Avusturyada Naziler tam olarak temizlenmemiş, savaş suçlusu SS subayları ABDye kaçmış, CIAya sığınmıştı. Avrupanın resmi yöneticileri ırkçılık ve faşizmi kınayan açıklamalar yapsa da, el altından Nazi artıkları destekleniyordu. Avrupanın kimi yerlerinde Yahudi işyerlerine, havralarına, mezarlıklarına ırkçı saldırılar sürüyordu. Vatikan, İsanın çarmıha gerilmesinden tüm Yahudilerin suçlanamayacağını ancak 1965 yılında açıklıyordu.

ALİ ÖZŞERİK

Hey adamlarım, hayırlı savaşlar! -Çeviri


STRASBOURG - Avusturalyalı dünyaca ünlü gazeteci John Pilger, Amerika Birleşik Devletleri ve Britanya'nın Irak işgali ve öncesindeki ambargosunu 'Üçüncü Dünya Savaşı'nın başlangıcı' olarak nitelendiriyor. Pilger, 'Hey Adamlarım, Hayırlı Savaşlar' başlıklı yazısında Irak'a yapılanın 'soykırım' olduğuna dikkat çekiyor. Pilger’in yazısını arkadaşımız Enver Çiftçi Z.Net’ten çevirdi.

Hey adamlarım, hayırlı savaşlar!

İşte size Üçüncü Dünya Savaşı'nın haberi. Amerika Birleşik Devletleri orduları Afrika'ya girdiler. ABD birlikleri Somali'ye girerek, savaşı Afganistan ve Pakistan'dan Yemen'e ve şimdi de Afrika Boynuzu'na (Somali ve Etiyapya'nın yer aldığı bölge) kadar yaydılar. İran'a karşı saldırı kapsamında Amerikan misilleri Pers Körfezi'ndeki 4 ülkeye yerleştirildi. Ve nihayet, bunker-buster (mağara delen) bombalarının, Hint Okyanusu'ndaki İngiliz Diego Garcia adasında bulunan Amerikan üssüne vardıkları söyleniyor.

Gazze'de 'bu kriminal işgali daha da güçlendirmek için', çoğunluğu çocuklardan oluşan hasta ve terkedilmiş insanlar Amerikalılarca hazırlatılan duvarların altında toplanıldı. Obama yönetimi, Latin Amerika'da, Venezuela, Bolivya, Ekvador ve Paraguay halk demokrasilerini yıpratma savaşı kapsamında Kolombiya'da 7 adet üs oluşturmuş bulunuyor. Bu arada, ABD 'savunma' bakanı Robert Gates Avrupa kamuoyunun ve siyasi sınıfının savaşa karşı çıkarak 'barışa engel' olduğu şikayetinde bulundu. Size hatırlatalım, içinde bulunduğumuz ay Mart Tavşanı (zırdeli) ayı.

Bir Amerikan generaline göre, Afganistan işgali bir algı savaşı olarak 'gerçek bir savaş' sayılmaz. Üstelik, Marja kentinin Talibanların komuta ve kontrolünden kurtarılması da 'tam bir Hollywood eseri' idi. Marja bir şehir de değil ve orada Taliban komuta-kontrolü de yoktu. Kahraman özgürlük savaşçıları (Amerikalılar) orada yalnızca sıradan sivilleri, zavallının en zavallısını öldürdüler. Diğer bir deyişle, bu sahteydi. Algı Savaşı, ülkesindeki insanlar için yalan haberler yaymaktır. Başarısız bir koloniyal macera daha vatansevercedir ve getirisi olabilir. Sanki, Hurt Locker-Ölümcül Tuzak filmi gerçekleşmiş gibi olur ve Wooten Basset'in Wiltshire kasabasında bayraklarla donanmış tabutların geçişi saygısız bir propaganda deneyimi olmaktan çıkmış olur.

'Savaş eğlencelidir' diyordu en soğuk ironileri ile Vietnam'daki miğferliler. Bu şu demek oluyor: Eğer savaş silah endrüstrisi gibi kazanç çılgınlarının doymak bilmez gücünü ispatlamaktan başka bir amaç taşımıyorsa, 'gerçek tehlikededir'. Bu tehlike 1997'de 'ideolojinin tümüyle değerlere teslim olduğu bir dünya' kurmak isteyen ve bugün kamuoyu tarafından -yalancı ve savaş suçlusu- olarak tanımlanan Tony Blair'in liberal anlayışında görülebilir.

ABD ve Britanya gibi batılı 'savaş devletleri' Taliban veya uzaktaki içine dönük aşiretler nedeniyle değil, kendi vatandaşlarının savaş karşıtı güdüleri nedeniyle tehdit altındalar. Londra'da İsrail'in Gazze'ye saldırısını protesto eden düzinelerce genç insana verilen büyük cezaları düşünün. Paramiliter polisin binlerce kişiyi çevirdiği gösterilerde, ilk kez suç işlemiş olanlar 'cürüm' işlemekten iki buçuk yıl hapis cezası aldılar, -ki bunlar normalde gözetim cezası gerektirmeyen suçlardı. Atlantik'in her iki yanında da, illegal savaşı teşhir eden bu ciddi muhalefet ciddi bir suç haline geldi.

Diğer yüksek yerlerdeki sessizlik bu karikatüre imkan veriyor. Sanat, edebiyat, basın ve hukuktan haricinde, Blair'in ve şimdi de Obama'nın bıraktığı yıkımlardan kaçan liberal elitler sessizliğini koruyor. Ve tabii ki barbarlığa, Batılıların Saddam Hüseyin gibi kendilerine uygun 'kötü şeytanlarını' yaratarak işledikleri devletsel suçlara karşı da. Harold Pinter'den başlayarak, görüşleri piyasada tüketilmeyen yada şöhretleri sayesinde tarafsızlaştırılan ünlü yazar, sanatçı ve avukatların listesini yapmaya çalışın lütfen. Onlardan hangisi Irak'a uygulanan 20 yıllık 'öldürücü ambargo ve saldırılar boyunca tek bir kelime etti? Ve bunun hepsi de biliçlice yapıldı. 22 Ocak 1991'de Amerikan Savunma İstihbarat Ajansı çok etkileyici bir öngörüde bulunmuştu. Buna göre, Irak'a uygulanacak olan blokaj sistematik olarak Irak'ın temiz su şebekesini yok edecekti ve bu birçok hastalık ve salgına yol açmıştı. ABD, böylece Irak halkının temiz içme suyunu ortadan kaldırmaya koyulmuştu: UNİCEF'e göre bu, 5 yaşın altındaki yarım milyon çocuğun ölümünün de sebeplerinden biriydi. Ancak göründüğü kadarıyla bu aşırılığın bir tanımı bile yok.

Norman Mailer bir keresinde, ABD'nin sonu gelmez savaş ve hükmetme sevdası yüzünden, faşizm öncesi bir aşamaya girdiğine inandığını söylemişti. Mailer, henüz kendisinin de tam tarifini yapamadığı bir şey hakkında uyarmak isterken oldukça dikkatli davranıyor gibiydi. Faşizm, şimdiye kadar tarihi geçmişi çağrıştırdığı, Alman ve İtalyan baskıcılığının resmini çizdiği için bu tarife uygun değil. Diğer taraftan, eleştirmen Henry Giroux'un kısa zaman önce tespit ettiği şekliyle, Amerikan otoritarizmi 'daha karmaşık ama daha az tiyatrovari, daha ince elenip sık dokunmuş, rafine ve daha baskıcı kontrol metodları yerine manipülatif ikna metodları içeriyor.

Bu 'Amerikancılıktır'; bunun bir ideoloji olduğunu inkar eden yegane saldırgan ideoloji. Kendi içlerinde diktötörlükler olan yayılmacı firmalar ve ordunun yükselişi ile artık bu 'devlet ile birlikte bir devlet'. Benzersiz demokrasi görüntüsü arkasına gizlenen 35 bin Washington lobicisi rahatlıkla istediğini satın alabiliyor ve daha önce görülmemiş yanıltıcı, aptallaştırıcı bir popüler kültür yaratıldı. Çok ayrıntılandırılmış belki ama sonuçları çok karmaşık değil ve alışılageldik. Irak'a uygulanan Amerikan-İngiliz ambargosu esnasında Birleşmiş Milletler temsilcisi olan Denis Halliday ve Hans von Sponeck bir 'soykırıma' tanık olduklarından eminler. Onlar herhangi bir gaz odası görmediler. Sinsice, beyan edilmeden, hatta alaycı bir şekilde 'kurtarma' olarak tanıtılarak, Üçüncü Dünya Savaşı ve soykırımı başlamıştı; İnsandan insana karşı.

Britanya'da yaklaşan seçim kampanyasında adaylar sadece ''bizim çocuklara'' övgü dizmek için bu savaşa sarılacaklar. Adaylar neredeyse birbirinin aynı, Amerikan ve İngiliz bayraklarına büründürülmüş siyasi mumyalarlar. Blair çok aç bir hamam böceği olduğunu ispatlarken, İngiliz elit kesimi de Amerikayı sever. Çünkü Amerika onlara yerlileri aşağılama ve bombalama fırsatı veriyor ve kendini de bir partner olarak tanıtıyor. Onların bu eğlencesini bozmamız gerekiyor.

JOHN PILGER KİMDİR?

Avustralyalı gazeteci, senarist ve yönetmen John Pilger, Vietnam, Kamboçya, Mısır, Hindistan ve Bangladeş'te savaş muhabiri olarak bulundu. İki kez İngiltere Yılın Gazetecisi ödülünü alan Pilger, Kamboçya'da 1975-1979 yılları arasında hüküm süren Kızıl Khmerler'in katliamlarını konu alan Year Zero (Sıfır Yılı) adlı filmi ile tanınmıştı. Pilger, İngiltere'nin 2001 yılında PKK'yi terörist örgüt ilan etmesini ve Türkiye'ye verilen askeri desteği eleştiren yazılar da yazmıştı.

ÇEVİRİ: ENVER ÇİFTÇİ -ANF

NATO neden PKK'ye yöneliyor?

MOSKOVA - Şüphesiz, PKK ve NATO kuruluş felsefeleri gereği doğal olarak karşıt fikirler ve güçlerdir. NATO, PKK’nin kuruluşundan itibaren Türk devleti ile birlikte iç ve dış operasyonlarında aktif ama örtülü şekilde yer almıştır. Ancak son dönemlerde Kürt kurumlarına ve siyasetçilerine yönelik saldırılarda geçmişten farklı bir konsept içinde olduğu izlenimi vermektedir.

NATO’nun PKK yönelik direk bir saldırı içine girmesinin iki temel sebebi olabilir. Birincisi PKK’nin İran ile yaşadığı çatışmaların dozunda yaşanan gerileme, ikincisi ise Türkiye’nin İran ve bölgeye yönelik politikaların içine çekilme çabası.

Klasik marksist dünya görüşünün etkin olduğu bir süreçte sosyalist eğilimlerle doğan PKK sadece NATO’ya değil yanı zamanda ABD’ye de ideolojik olarak karşıt pozisyonda yer almıştır. PKK’nin antimilitarist ve antiemperyalist eğilimleri sabit ve ideolojiktir.

Aynı şekilde ABD ve NATO da PKK’ye yönelik operasyonlarda ya aktif katılım göstermiş yada yarattığı ittifak zemini üzerini üzerinden hareket etmiştir. Bu Olof Palme cinayeti ve PKK lideri Öcalan yönelik uluslararası operasyonda da görülmüştür.

Ancak şu var ki Brüksel’de Kürt kurumlarına yönelik baskında NATO ve ABD’nin direkt bir rol üstlendiği izlenimi ortaya çıkıyor. Bunun temel sebebi sadece operasyonların yapıldığı yerin Bürüksel olması değil, aynı zamanda tekabül ettiği bir dizi uluslararası yeni gelişmeyle de ilgilidir.

ODİERNO’NUN ZİYARETİNDE İPUÇLARI VERİLMİŞTİ



Öncelikle bu tezi desteleyen temel veri Raymond Odierno’nun 3 Şubat 2010 tarihinde Ankara’ya yaptığı ziyaret ve görüşmelerin içiriğinde ortaya çıkan açıklamalardır.

Odierno bu ziyarette ‘terörizmle mücadelede’ birlikte çalışma taahhütlerinin sürdüğünü PKK eylemlerini kınayıp Amerika’nın PKK’ye karşı Türkiye'nin yanında olduğuna dikkat çekmişti. Odierno konuşmasının devamında Irak, bölgesel güvenlik dinamiklerini güçlendirmek amacıyla komşularıyla diplomatik, ekonomik ve güvenlik ilişkilerini tekrar kurma ve ‘terörle mücadele’ konusunda geniş kapsamlı çözümler üzerine tartışacaklarını belirtmişti.

Oysa Irak işgalinden beri Türkiye ile ABD arasında Odierno uzak tutulmaya böylece PKK ile direkt ve pratik olarak karşı karşıya gelmemeye çalıştı. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler daha çok Avrupa veya Washington üzerinden yürütülmeye çalışıldı.

Bilindiği gibi Odierno, 2003 yılında Süleymaniye'de bulunan Türk Özel Harekât timlerinin başına çuval geçirme olayının kahramanıydı.

Odierno’nun Ankara’daki temaslarından sonra Avrupa’da Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar’ın da kafalarının örtülerek tutuklanmalarının yarattığı çağrışımları yorumlamak zor değil. Yine çeşitli kaynaklardan basına yansıyan verilerden bu tutuklamalar da Irak, Türkiye ve ABD’nin oluşturduğu üçlü mekanizmasının kararlarının etkili olduğu açığa çıkmıştır. Aynı şekilde Öcalan 17 Mart 2010 tarihli görüşmede operasyonun bir NATO kararı olduğuna dikkat çekmişti.

İRAN İLE ÇATIŞMALARIN AZALMASI ETKİLİ

ABD ve NATO’nun bu dönemde PKK’ye yönelmesinin iki sebebi olduğu görülüyor. Birincisi PKK’nin İran’la içine girdiği gerginlik ve çatışmaların azalması, ikincisi ise Türkiye’nin bölge politikalarının içine çekilme çabasıdır. PKK’nin askeri ve siyasi olarak aldığı pozisyon ile -özellikle son yıllarda- Ortadoğu’nun önemli dengeleri arasına girmesine yol açmıştır. Bu askeri pozisyon Türkiye’den sonra bölgenin ikinci süper gücü olan İran’a karşı da açtığı askeri ve siyasi cephe ile ortaya çıkmıştır.

PJAK’ın kurulması ve bunun askeri gücünün önemli oranda Doğu Kürdistan’dan sağlanmasıyla ciddi bir mevzilenmeye kavuşmuştur. Askeri gücü ile sadece Doğu Kürdistan’ı değil aynı zamanda Güney Kürdistan’ın güvenliğini sağlamıştır. PKK ve PJAK duruşu ile Güney Kürdistan’ın güvenliğine KDP ve YNK’den daha önemli bir katkı sunmuştur ve bu yönüyle Kürtlerin ulusal güvenliği garantisi haline gelmiştir. Zaten bu, Kürtlerin yeni uluslararası rolünden endişeye düşen İran’ın baskılarına karşı aldığı meşru savunma pozisyonu ile ortaya çıkmıştır.

Ancak son dönemlerde bir yandan Batının baskılarının artması diğer yandan PJAK’ın güçlenerek pozisyonunu koruması İran’ın saldırılarının dozunun düşmesine yol açtı. İran’ın saldırılarındaki azalmaya paralel olarak meşru savunmada bulunduğu için PJAK eylemlerinde de azalmaya yol açtı.

PKK ile İran arasındaki çatışmaların azalması aslında ABD ve NATO’nun çok da istediği bir gelişme değildi. Çünkü İran’a yaptırımlarda Kürdistan hattı ve Kürtlerin alacağı pozisyon önemliydi.

TÜRKİYE’Yİ OLASI UYGULAMALARA KATMAYA ÇALIŞIYOR

Diğer bir önemli nokta ise, Türkiye’nin ucuz enerji gelirlerinden dolayı İran ile ilişkilerini koruma çabasıdır. Türkiye ekonomik ilişkilerden dolayı BM’deki oylamalarda çekimser oy kullandı ve aynı zamanda önümüzdeki süreçte AGİT’te yapılması düşünülen oylamalarda da çekimser oy kullanması bekleniyor. Yine ABD’nin buraya yerleştirmeyi düşündüğü füze ve radar sistemleri için Türkiye NATO’nun yeni stratejisin bekleme koşulu gündemdeki yerini koruyor. Böylece Türkiye yerleştirilmesi düşünülen füzelerin politik hedeflerinin kendi ekonomik jeopolitiğinin hedeflerini ne kadar tehdit edeceğini anlamak istiyor. Tüm bunlara paralel olarak Türkiye’nin bölgeye yönelik uygulamalarda nasıl bir rol oynayacağı belirsizliğini koruyor.

ANF NEWS AGENCY

Türkler için Yeni Anayasa


Türk bürokrasisi ve askeriyesi, AKP aracılığıyla, çürümüş kendi devletlerini ve düzenlerini kurtaracak yeni bir anayasa peşindeler. Bunda ne kadar başarılı olurlar bilemiyorum. Fakat bir şeyi çok iyi biliyorum, Türkler kendilerine bir kez bir anayasa yaptılar mı, yamuk yumuk da olsa, o anayasa Türklerin kutsal kitabı haline gelir ve değiştirmek yılları alır.
Hasan Bildirici
Bir milyondan fazla insanı işkenceden geçiren ve onlarca kişiyi idam eden 12 Eylül ırkçı anayasasına otuz yıl kimse el atamadı. Türk hükümetleri sivillik adına utanmadan bu anayasa ile Türkiye’yi idare ettiler. Kürtler ayağa kalkmamış ve Türkler kendi aralarında iktidar kavgası yaşamamış olsalar, emin olunuz ki, değil otuz yıl, üç yüz yıl darbe anayasasıyla toplumu idare etmekten en ufak bir rahatsızlık duymazlar. Çünkü Türk İslamcılığı ve Türk milliyetçiliği reformlara kapalıdır. Türk demek, kendisi için çıkarılmış yasa ve kanun demektir. Örneğin Türk devleti, neredeyse yüz yıldır anayasasında “herkes Türk’tür” demişse, Türk halkı buna inanır. Bu maddeyi değiştirmeye kalkmak, “vatana ihanet” suçu sayılır.
İki kelimelik ulusal hukuku olmayan Kürt siyasetlerini ve siyasetçilerini ben yüreğim ağzımda izlerim. Her şeyin üstüne balıklama atlamaya hazırdırlar. BDP’nin genç Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Anayasa taslağını peşinen ret etmiyoruz” demiş. Biz bunu şimdilik politik bir açıklama sayıyoruz. Elbette netleşmemiş bir taslak peşinen reddedilmez…
Taslak netleşmemiş, ama biz nasıl netleşeceğini biliyoruz. Anayasa taslağı tepeden tırnağa Türk ırkını, Türk bürokrasisini, Türk yargısını, Türk ordusunu, Türk kültürünü, bir bütün halinde Türk hakimiyetini hakim kılma taslağı olacaktır. Göstermelik hukuk terimleri ise asli olanı, hakim olanı, yöneteni ebedi yapmak için başvurulacak kelime oyunlarından ibaret kalacaktır. Çünkü biz artık yüz yıla dayalı olay ve olgulara bakarak Türk devletini ve onun niyetini değerlendiriyoruz.
Türk devleti nasıl Kürtlerin devleti değilse, anayasası da Kürtlerin anayasası değildir. Her dönem ufak tefek iyileştirmelere fit olan ve bundan dolayı da doğurduğu çocuklarına yüz yıldır daha anadil özgürlüğü sağlayamamış işportacı kişiliklere bakılacak olursa AKP’nin anayasa taslağı hemencecik desteklenmelidir. Onlara göre fırsat bu fırsattır. Şimdi desteklenmeli, yarın yan çizilmelidir! Türk ve Kürt toplumunu asıl bu işportacı kişilikler kandırmakta ve nesillerin kırılmasına neden olmaktadırlar.
Demirtaş, “Azıcık demokrasiye mahkum olmak zorunda değiliz,” demiş. Doğrudur, Kürt hak ve özgürlüklerini içermeyen, Kürtlerin can güvenliğini, şeref ve onurunu Türk ordusu ve bürokrasisine karşı koruma altına almayan anayasalar Kürtlerin anayasası değildir. Anayasa bir toplumsal sözleşmedir. Şerefi, onuru ve can güvenliğiyle Kürdün hakları ve adı yer almayacaksa BDP, AKP’nin sunacağı uyduruk anayasa taslağını destekleyip tarihi bir vebal altına girmek zorunda değildir.
Çünkü Türkler bunu hep yaptı. Savaşta ve barışta Kürtleri kullanarak selamete çıktılar ve ardından Kürt toplumunu katlettiler. Kürdistan şehirlerindeki oylarını çıkardığınız zaman AKP tek gün iktidarda kalamaz. Demek ki bir partinin Türkiye’de iktidara gelebilmesi için üçte bir oranında Kürt oylarına ihtiyaç vardır.
Kürtler, anadillerini yasaklayan, köylerini dağıtan, çocuklarını öldüren partileri iktidara taşımakla sürekli suç ortaklığı yaptılar. Biz diyoruz ki, artık bu suçlara ortaklık yapmayın. Türkler için hazırlanmış uyduruk anayasaları desteklemeyin. Onların partilerine oy vermeyin. Ancak böyle yaptığınız sürece oyunuzun, milletvekilliğinizin, kimlik talaplerinizin bir değeri olabilir. Ancak o zaman ciddiye alınırsınız…
Aslında bu konuda sözü çok fazla uzatmaya gerek yok. Kürtlerin üç temel talebi vardır: 1-Özerk veya Federal Kürdistan, 2-Kürtçenin resmi dil olması, 3-Kürt halkının güvenliğinin yasal bir süreç dahilinde kendine iade edilmesi
Bu üç talebi kimse aklından çıkarmasın. İsterlerse yirmi anayasa taslağı hazırlasınlar. Zaman gelip anayasal bu üç noktada kilitlenecek…
Ötesi Türk devletinin kendi sistemini yenileme çabasından başka bir şey değildir…
Tekrar etmek gerekmektedir.
*Kürtçe resmi dil olmak ve okullarda okutulmak zorundadır.
*Orası Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi değil, Kürdistan’dır. Kürdistan adı, kendi öz yönetimiyle birlikte iade edilmek zorundadır.
*Kürtler bu saatten sonra Türk Ölüm Kışlaları’na güvenliklerini teslim etmezler. Kürdün can güvenliğini koruyacak öz güvenlik güçlerine ihtiyaç vardır.
BDP, bu taleplerin partisi olmayabilir. Bu talepleri öne sürmek BDP’nin boyunu aşabilir.
Fakat durum bundan ibarettir ve varılacak nokta burası olacaktır.
Çürümüş Türk sistemini, uyduruk anayasalarla bir beş-on sene daha Kürtlerin ensesinde tutacak düzenlemeleri destekleme vebalini altına BDP girmemelidir.
****


Hasan Bildirici

bildiricihasan@hotmail.com

Medya coğrafyası ve Kürdler

İlgimizi Kürdistan’ın doğusuna; Tacikler, Paştolar, Balloçlar, Farslar, Azeriler, Ermeniler ve diğerlerinin yerleşik olduğu Med coğrafyasına çevirmeliyiz. Kürdistan’ın tarih sahnesine çıkışı bu Med topluluklarını da derinden etkilemektedir.


MEDYA COĞRAFYASI VE KÜRDLER
Medya veya Aryen coğrafyası kuzeydoğusunda Tacikistan’la başlayan, Wazırileri ve Paştoları ekleyip güneydoğusunda Balloçlarla doğu sınırını bitiren, Hazaralar, Farslar, Azeriler, derken batısını biz Kürdlerin oluşturduğu ve hemen neredeyse eski Medya İmparatorluğu topraklarını içeren bir kültürel coğrafya. Amerika Ortadoğu’da değil bu bölgede faaliyet görteriyor. Geri kalan tüm coğrafi analizler dikkat dağıtmadır. Bu bölgeyi kısaca ele alıp Kürdlerin bu bölgede tarihte oynamış oldukları rolden hareketle gelecekte neler olabileceği üzerine fikir yürütelim.
TACİKLER
Bir bölümü Sovyet yönetimi altında devletleşmiş, kalanları Afgan topluluğu içinde sayılan bir millet. Kürdleri oluşturan grubun son halkası olan ve Medya İmparatorluğu’nu kuran Aryenlerin bugünkü Tacikistan’dan Medya’nın kalbine göç ettiği tarihçilerin genel fikri. Afganistan’da dominant grup olan Paştolarla şimdilik hafif de olsa etnik rahatsızlıklar yaşamaya başladıkları biliniyor. Aşağıda değineceğimiz Paşto uluslaşması durumunda Taciklerin de kendi ulusal birliklerine yön çevireceklerini öngörmek zor değil. Gelecekte Kürdlerle kendilerini çok yakın saymaları kolaylıkla sağlanabilecek bir durum.
WAZIRİLER
Coğrafi dağılımda Taciklerle Paştolar arasında, onlara komşu Wazıriler var. Henüz aşiret toplumunu aşıp etnik bir kimliğe ulaşabilmiş değiller. Ancak olası Tacik – Paşto çekişmesi durumunda bunun Wazıri aidiyetinde yeni algılara, mevcut anlayışta kırılmalara yol açması olasıdır.
KAŞMİRLER
Wazırilere ve Paştolara komşu olan Kaşmirler Pakistan’da içişlerinde tam bağımsız, Hindistan’da ise esir bir ulus. Kürdler, Basklar, Balloçlar, Uygurlar, Tibetliler veya İrlandalılarla kıyaslanabilecek uluslaşmaları ve bağımsızlık mücadeleleri vardır. Kürdlerle bugünkü veya yarınki ilgileri cılızdır.
PAŞTOLAR
Kürdler, Tacikler ve Balloçlar gibi, toprakları kendilerine danışılmadan ortadan ikiye ayrılmış büyük bir coğrafyaya sahip yaygın bir nüfus. Afganistan’da dominant grup olan (ve Afganistan’ı neredeyse kendilerine ait sayan) Paştolar Pakistan’da horlanmakta, ve ikinci sınıf topluluk muamelesi görüp ayrımcılığa uğramaktalar. Pakistan’da Afgan – Sovyet savaşında mülteci durumuna düşen epey kalabalık bir Paşto nüfus bulunmakta. Bunlar genel olarak Pakistan yönetimi altında bulunan Paştonistan bölgesine (Peşawar gibi) yerleştirilmişler. Bu bölge Pakistan’ın geri kalmış, fakir bölgelerinden. Mülteci Paştolar İslamabad yönetiminin (ayakta kalmayı becerirse) er veya geç kendilerini Afganistan’a göndereceğinden eminler. Geri dönerlerken beraberlerinde yönetimi elinde tutan Pencaplara dair düşmanca bir siyasi düşünce ve hatıralarında nasıl horlandıklarını götürecekleri kesin. Paştolar İran karşıtlığından dolayı kendilerini Türklerle aynı cephede görürler ancak Kürdler uluslararası etkinlik kazandıkça kendilerini Kürdlerle yakın görmeleri muhtemeldir.
HAZARALAR
Afganistan’ın güneyinde ve batısında, Horasan Kürdistanı’na komşu sayabileceğimiz Şii Hazaralar Farslardan tam destek görmekteler, kendilerini Farslara olanca yakın saymaktalar. Hazaraların Farslarla ittfak derecesinde işbirlikleri vardır.
BALLOÇLAR
Balloçlar hem İran’la hem de Pakistan’la bağımsızlık için savaşmaktalar. Tarihlerinde, 11. yy’da Kürdistan’ın batısından bugünkü Ballocistan topraklarına gidip yerli halkı kıyarak kendi yönetimleri kurup bölgeyi ele geçirdikleri yazılı. Hikayenin de anlattığı üzere aslen Kürdler. Çoğunluğu sünni İslam’ı takip eder, şii olanları da vardır. Pakistan ve İran’la çelişkileri antagonisttir. Eski sömürgeci İngiltere’ye ek olarak son zamanlarda ABD’nin de bu grubu perde arkasından desteklediği söylentileri ortadadır ama açık bir destek sözkonusu değildir. Balloçlar Paşto veya Taciklere göre daha somut taleplere sahiptirler (bağımsızlık). Uluslaşmaları kimbilir Kürdlere yakındır, belki de üstündür. Komşuları Hazaralar veya Paştolarla herhangi bir sorunları bulunmamakta. Kültür bakımından ünleri biz Kürdlerinkine benzer. Kürdlere yüksek sempatileri not edilmelidir.
FARSLAR
Coğrafyayı böyle hızlı hızlı geçerken Farslara nasıl değinmek gerektiğini bilemiyorum. Medya’da iktidarı saray darbesiyle ele aldıklarından beri kültür alanında dünyayı etkileyecek derecede ilerlemiş, devlet anlayışlarını dünyaya kabul ettirmede yetkin bu kuzenlerimiz Türklerle beraber en amansız düşmanlarımız. Açık bir milliyetçi söylem yerine tarihi, dini ve kültürel bir çorbadan oluşan ideolojileri Doğu Kürdistan’ın Kermaşan’ında bile kendine müşteri bulabilmekte. Ne ki 21. yy farklı bir tarih yazmayı gerektirmekte. Kürd, Azeri ve Balloç ulusalcılıkları kuşatmasındaki Tahran Fars iktidarının gelişen liberal damar karşısında daha fazla tutunabileceğini beklemek iyimserlik olur. Olayların akışına bağlı olarak hızlı gelişebilecek bir Fars milliyetçiliği bölge denklemlerinin yeniden oluşmasında biz Kürdler için mutlaka faydalı olacaktır.
AZERİLER
Azeriler aslında ne oldukları belli olmayan Türkçe konuşan bir topluluk. Komşularımız olduklarından ve gelecekte her zaman bizim için stratejik olacaklarından, dikkatle ve onları kazanacak şekilde –ama çıkarlarımızı esas alarak– ilişkiye girmekte fayda var. İran’ın Kuzeyinde bulunmaktalar. Kuzey Azerbaycan bağımsız bir devlet iken, ülkenin yaklaşık % 60’ı olan Güney Azerbaycan Tahran yönetiminin bağlı bir bölgesi. Caferiliğin etkisiyle bugün için Farslarla nispeten barış içinde yaşayabiliyor olsalar da İran’da realitede Farslarla eşit değiller, ikinci sınıflar. Azeri devletindeki milliyetçilerin G. Azerbaycan’ı da kendi bayrakları altında görmek istedikleri açık bilgi. Dolayısıyla dikkatleri aslında Azeri sessizliğine çekmeli. Bu yaranın kaşınmayışı neden? Ermenilerle anlaşıp Karabağ’ı gözden çıkaracak bir Azerbaycan gözünü ister istemez Güney Azerbaycan’a dikecektir. Bu durumda Azerilerin ittifakı mecburen Kürdlerledir.Azeri kurnazlığına karşı Kürd kurnazlığı geliştirilirse pekala sağlam bir ittfak kurulabilir.
ERMENİLER
Soykırımdan sonra takatini yitirmiş ama global örgütlülüğü olan, biz Kürdlerle binyıllar boyunca barış içinde yaşayabilmiş zanaatkar bir ulus. Kuşkusuz tarihsel ve haklı toprak talepleri vardır. Diaspora Ermenileri hiçbir zaman topraklarına dönmeyecek olsalar bile, bağımsız bir Kürdistan’ı her zaman tercih edeceklerdir. Diplomasi için soykırımın tanınmasına destek politikası beraberinde bize Ermeni desteğini getirebilir.
GÜNÜMÜZDE ARYEN COĞRAFYASI
Haritayı şöyle bir gözünüzün önüne alırsanız ABD’nin Arap Ortadoğu’da değil, Medya İmparatorluğu’nun Aryen topraklarında faaliyet yürüttüğünü görürsünüz. Medya’dan sonra bu toprakları –tek bir kültür yaratmak adına– Büyük İskender’in efsanevi seferi olmuşsa da, devleti kendisinin ölümünden sonra çok kısa ömürlü ve hedefle alakalı düşünüldüğünde başarısız bir girişim olmuştur.
Farslar tarih içerisinde bölgenin sevilmeyen yöneticileri olmuşlar. İskender’in gidermeye çalıştığı kültürel doğu – batı kamplaşması bugün tortu olarak Türkler ve Farslar arasında devam ediyor sayılsa bile Anadolu Osmanlı ile beraber kendini Avrupa’dan soyutladıktan beri durum Kürdistan açısından İskender’in fethi öncesine, Medlerin (Madaların) bölgede egemenliklerini ilan ettikleri jeopolitiğe gelmiştir.
KÜRDİSTAN
Bugün elbette Kürdlerin bu bölgeyi fethe çıkmalarından bahsedemeyiz. Ama açıktır ki Medya halkları daha önce olmayan bir kimlik bunalımı yaşamaktalar. Tarihsel jeopolitik ilişkilerin kendilerini tekrarladıklarından hareketle, Balkanlara, Kürdistan‘a ve Kuzey Afrika’ya açılması engellenecek Anadolu devletinin (Türkiye’dir bu) tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalacağını diyebiliriz. Yerini ne alacak sorusunun cevabı yine tarihte gizlidir. Eğer Balkanlardan fetih gücü gelmez ve Maveraünnehir’den bir güç peyda olmazsa durumun Kürdleri sahneye ittiğini diyebiliriz. Benzeri bir denklem sadece Medya döneminde olmuştur; Saddam’ın imparatorluğu Medlerin Asuru yıktığını hatırlatırcasına onların torunları Kürdlerin varlığında yıkılmıştır; öncülük rolü Medlerin torunlarına düşmüştür. Benzeri bir denklemi yaşadığımızı görüyoruz.
Bu hesapla yüzümüzü ve ilgimizi önce Kürdistan’ın her karış toprağına ve Kürd insanına; sonra Kürdistan’ın doğusuna, Aryen coğrafyasına çevirmeliyiz. Kürdistan, Kürdlere akraba toplulukları da bağımsızlaştıracak gelişmelere sebep olarak tarih sahnesine çıkacaktır. Bu bölgede taşlar yerlerinden oynatılmıştır bir kere, geriye dönüş yoktur.
Mehmet Husedin
mhusedin@yahoo.com