17 Haziran 2012 Pazar

Bir Düşünün!

Delil KARAKOÇAN
Bir düşünün: Diyelim ki, tenhada yürürken kıstırıldınız. Ortalıkta bir tek Allah’ın kulu yok. Adam gırtlağınıza bindi, canınızı aldı alacak...

Ya da dört bir yandan kurşun yağıyor. Önünüz tutulmuş, arkanız uçurum, çemberdesiniz; çıkış/kaçış yok...


Veya şöyle bir şey: Adamın dediği dedik; totaliter iştahı fevkalade. Her şey iki dudağı arasında... Bir hareketiyle yanınızdakiler, yakınınızdakiler bir bir alınıyor. Konuşan, muhalefet eden “hoop kodese!”


Tam da böyle bir anda;


“Sen büyüksün, sen kadirsin. Seni tanıyorum sana güveniyorum. Hâlâ umut ediyorum. Çözersen sen çözersin” deyiveriyorsunuz...


Üstelik ha bire kan akıyor...


Öbek öbek insanlar alınıyor...


Cezaevleri, Kürt sorununun barışçıl demokratik yoldan çözümünü isteyen, buna inanan, bunun mücadelesini veren paradigmasal “dönüşüme uğramış” insanlarla hınca hınç dolu...


12 Eylül koşullarında bile görülmeyen bir zalimlik var. Küfür, aşağılama, hakaret cabası...


Ama siz hâlâ “Sen teksin, yanındayım, çözersen sen çözersin” diyorsunuz...


Böyle bir tablo karşısında akla ne gelir?


Gören, izleyen ne düşünür?


Ankara’dan değil; Cizre’den, Diyarbakır’dan, Van’dan, Hakkari’den, Roboski’den bakan ne görür?


Ne hisseder?


Halleri nice olur?


***


Siyaset biliminde şöyle bir hakikat vardır.  Aynı noktaya bakanlar her zaman aynı şeyleri görmezler. Doğru görmek ve gördüğünü doğru adlandırmak, iki şeyle mümkündür.


Birincisi, nerede durduğunuzdur; ikincisi ise, nasıl baktığınızdır.


Doğru görmek ve gördüğünü doğru adlandırmak doğru yerde durmakla mümkündür.


Durduğun yer sana bakmayı ve baktığını tanımlamayı öğretir. Fonksiyonel kılar. Aidiyet de böyle oluşur ve bu da “doğru yerde ortaklaşanların hukukunu” yaratır...


Popülizm ve “rol çalmalarla” doğan “siyaset üstü” konumlanışlar ise, “aidiyet hukukunu” bozar; doğru bakış ve tanımlamaları çarpıtır.


Cizre’den, Van’dan, Hakkari’den, Roboski’den bakanların gördüğünü görmez, hissettiğini hissetmez, yaşadığını yaşamaz. Yaptığı tanımlamayı yapmaz, koyduğu adı koymaz. Daha tepeden, daha seçkin bakar. Büyük acılarla omuzladıkları “canlarının” arkasına bir de hayal kırıklığını ekler...


***


AKP iktidarının bir biçimde “açmaza aldığı, sıkıştırdığı” her Kürt’e, her muhalife, her ilerici aydına söyletmek istediği şey; özellikle toplumu saran böylesi istibdat koşullarında bir tür irade teslimi, itaat anlamına da gelen “size tabiyiz, size inanıyoruz, çözerseniz siz çözersiniz”dir.


Geri dönüşleri olmayan irade ve inisiyatif göçü yaşatmaktır.


Tüm çözüm kanallarını tıkamaya, çözüm isteyenleri etkisizleştirmeye çalışmasının nedeni de budur.


AKP’yi, farklı toplumsal kesimlerin yaşamakta olduğu sorunları ve aktüel gereksinimleri konusunda “tek parti, tek aktör, tek doğru, tek muhatap” konumunda algılatacak bu yaklaşım siyaset bilimine de terstir. Problemleri çözmeyecek, aksine AKP’nin oluşturmaya çalıştığı “tekçiliği, siyasal totalitarizmi” güçlendirecektir.


***


Sorunu acılı yürekleri ve zorlu hayatlarıyla doğrudan yaşayanların durduğu yer; siyaset üstü seçkinlerden ve yaşadıkları yanılgılardan her zaman uzaktır.


Aidiyeti, kimliği, duruşu, isteği açık yerlerdir. Oradan bakanlar, hakikati görür ve doğru adlandırır. Hayatın, çekilen acıların verilen bedellerin anlamını bilir. Çözümü de hakikatlerde arar.


Ve kan akıyor; sıra sıra insanlar tutuklanıyorken, hele bir de birinci ağızdan Roboskiler savunulurken (İçişleri Bakanı’nın Roboski açıklamasına ve tepkiler karşısında onu sahiplenen Başbakan Erdoğan’ın söylediklerine bakın).


“Size tabiyiz, size inanıyoruz, sorunu çözerseniz siz çözersiniz!” demek ne kadar doğru?


Bir düşünün...

Çandar 'Türkiye, Kürtlerin Tost Halinde Sıkıştırılmasını İstedi'

Gazeteci Çandar 'Türkiye-Irak-Kürdistan ilişkisini' değerlendirdi.
 
DİYARBAKIR - DİSA'nın düzenlediği "Irak Türkiye ilişkileri ve Kürdistan" konulu söyleşide konuşan Gazeteci Cengiz Çandar, Türkiye'nin bölgede yaşanan değişimler sonucu Kürtlere haklarını tanıması gerektiğinin farkında olduğunu bundan dolayı PKK'yi devre dışı bırakmaya çalıştığını söyledi.

Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) Sümerpark Cep Sineması'nda "Irak Türkiye ilişkileri ve Kürdistan" konulu söyleşi düzenledi. Söyleşide konuşan Gazeteci Cengiz Çandar, Irak'ın kuruluş sürecini tarihsel olarak değerlendirerek, Irak sınırlarının 1. Dünya savaşı döneminde İngiltere ve Fransa müdahaleleriyle şekillendiğini ve aynı süreçte İran, Suriye gibi Ortadoğu'da bulunan ülkelerinde şekillendiğini ve "sakat" bir süreç olduğunu ifade etti. Irak'ta yaşayan Kürtlerin başından bu yana Özerklik istediklerini ifade eden Çandar, "Kürtlerin bu talepleri Irak'ın Milletler Cemiyeti bünyesine katıldığı 1938 yılında tamamen unutuldu. Ancak buna karşılık oradaki Kürtler sürekli olarak mücadele etti. Bu süreçte müzakereler sonucu anlaşmaya varılmak üzere iken Türkiye müdahale ederek süreci durdurdu. 1991 yılında gerçekleşen savaş sonucunda ise fiili olarak Kürtlerin talepleri uygulanmaya başlandı" dedi.

'Türkiye, Kürtlerin tost halinde sıkıştırılmasını istedi'

2003 yılında gerçekleşen savaş sonucunda Irak'ın yeni bir şekillenmeye gittiğini belirten Çandar, 1991 yılında fiili olan Federasyon durumun resmi hale geldiğini ve "Bağımsız Kürdistan" ihtimalini engellemek adına Irak'ın merkezi yönetiminde de Kürtlerin yer aldığını söyledi. Kürtlerin bu durumundan Türkiye'nin sürekli olarak rahatsız olduğunu belirten Çandar, "Türkiye hep merkezin güçlü olmasını ve Kürtleri tost halinde sıkıştırmasını istedi. Çünkü oradaki Kürtlerin hak elde etmesi bu topraklardaki durumu da etkileyecekti. O yüzden Türkiye'nin Erbil yönetimine karşı tavrı hep farklı oldu ta ki geçen yıla kadar. Geçen yıl Başbakan Erdoğan Erbil'e ziyarette bulundu" şeklinde konuştu.

'Bağımsızlık ile enerji takası söz konusu'

Bu ziyaretin sıradan bir ziyaret olmadığını dile getiren Çandar, "Federal Kürdistan başından bu yana bağımsızlık istiyor ancak komşu ülkelerden birinin desteklemediği koşulda bu imkansız olduğunu biliyor. Kürtlerin elinde büyük bir petrol ve doğalgaz rezervi var Türkiye'nin ise büyük bir enerji talebi var. Bağımsızlık ile enerji takası söz konusu. Tabi Türkiye bu koşulda Türkiye içinde bulunan Kürtlerin de Özerklik benzeri hakları kazanması gerektiğini biliyor ama bu durumda PKK'yi devre dışı bırakmak istiyor. Özerklik benzeri bir hak tanımı yapabilir ama bunu Demokratik Özerklik isteyenlerin taleplerini göz ardı ederek yapmaya çalışacak. Bu sebeple bu gerginlik devam ediyor" dedi.

DİHA

Zana’ya Rağmen Erdoğan Bu Sorunu Çözemez

Bu yazıda aslında bilim dünyasında Sicim Kuramı olarak adlandırılan fizik teorisinin toplum bilimlere katkısı ele alınacaktı. Fakat Leyla Zana konuşunca iş değişti.

Bel bağlanan Erdoğan ve AKP hakkında kısa bir öykü anlatmak icap etti.

Tabi meramımız Zana'dan öte Erdoğan'nın neden köklü sorunları, hele Kürt meselesi gibi çetrefil ve uluslar arası içeriği olan muammayı çözemeyeceğini anlamaya çalışmak.
 
Öykü, AKP'yi iktidara taşıyan 3 Kasım 2002 seçimlerinden önce Recep Tayyip Erdoğan'ın ABD ziyaretiyle başlıyor.

Ocak 2002'de gerçekleşen bu ziyarette Erdoğan, ABD'nin o dönemdeki savunma bakan yardımcılarından ve yeni muhafazakâr hareketin önderlerinden "Karanlıklar Prensi" Richard Perle ile gizli bir görüşme yapıyor.

Erdoğan, gayri resmi nitelikteki bu gizli buluşmada, başta Irak konusu olmak üzere, ABD'nin küresel siyasetlerini destekleyecekleri yönünde güvence veriyor.

Erdoğan'ın daha başbakan olmadan Washinton'un etkin kişileriyle ilişki kurmasını sağlayan ise Cüneyd Zapsu aracılığıyla 'Çizmeli Adam' lakabıyla tanınan Grenville Byford.

Zapsu'nun Byford'la dostluğu ise Davos toplantılarına dayanıyor.

Boston'da "Birahaneler Kralı" olarak ün yapan ve daha sonra "şirket stratejileri" danışmanlığıyla tanınan Byford ve eşi Orit Gadiesh, bu gizli ilişkilerde anahtar rol oynuyor.

Orit Gadiesh, İsrailli bir generalin kızı ve ayrıca hem İsrail'in eski başbakanlarından Simon Peres'in baldızı hem de onun en yakın danışmanlarından biri.

Daha 3 Kasım 2002 seçimlerinin tarihi belli değilken ve AKP liderliği dışında herhangi bir resmi sıfatı yokken Erdoğan ve ekibinin ABD'de yaptığı görüşmelerin seyri şöyle gelişiyor:

Önce stratejik araştırmalar merkezi CSIS'te bir konuşma yaparak Washington bürokrasisinin karşısına çıkıyor. Daha sonra Washington'da oturan ve yönetim üzerinde Türkiye uzmanları olarak söz sahibi olan eski CIA yetkilisi Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, ve Refahyol hükümetinin kurulmasında rol alan Henri Barkey gibi uzmanlarla baş başa yemek yiyor.

CIA'nın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation ve Lehman Brothers Aracılık Kurumu yetkilileri ile görüşüyor.

Ve son olarak da American Jewish Congrees (Amerikan Yahudi Kongresi) yetkilileri ile tanışarak Ortadoğu, Türk-İsrail ilişkileri konusunda görüş alışverişinde bulunuyor.

Kuşkusuz bu görüşmeler içinde en önemlisi Richard Perle ile yaptığı gizli görüşme.

Irak savaşının mimarlarından Perle, Erdoğan'a ABD'nin Ortadoğu'ya bakışını anlatıyor, Irak'ta Saddam rejimine son verileceğinin altını çiziyor.

Perle, AKP'nin iktidara geldiği durumda, Ortadoğu'da Washington'un sorunlu olduğu bir çok ülkeye Ilımlı İslam modeli ile 'örnek' teşkil edeceğini ve Bush yönetiminin bu konuya çok önem verdiğini anlatıyor.

Ve Erdoğan'dan güvence alıyor.

Erdoğan, ABD'nin desteğini alarak kazandığı 2002 deki seçimlerinden kısa bir süre sonra yine resmi bir sıfat taşımadan bu kez ABD Başkanı George W. Bush'la görüşüyor.

Görüşmeyi sağlayanlar ise aynı aktörler.

Erdoğan, görüşmeden bir önceki akşam kaldığı otelde ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve yeni muhafazakâr hareketin önde gelen isimlerinden Paul Wolfowitz (daha sonra Dünya Bankası Başkanı oldu) ile ABD'nin eski Ankara büyükelçilerinden Mark Grossman tarafından ziyaret ediliyor.

Wolfowitz ve Grossman, Erdoğan'a görüşmeler sırasında nasıl bir tavır takınılacağı konusunda bir takım bilgiler veriyor.

Bush'un neler duymak istediğini, Erdoğan'ın da neler anlatması gerektiğini söylüyorlar.

Görüşme aynen planlandığı gibi gerçekleşerek ABD politikalarının her alanda destekleneceği yönünde güvence veriliyor.

Evet bu kısa öyküden de anlaşılacağı üzere AKP çıkışından bugüne çok uluslu şirketlerin güdümlü politikalarının dışına çıkamayacağının garantisini varlık gerekçesi yapmıştır.

AB'ye giriş konusunu bile iç dinamikleri kendi alanına çekme, iktidarını güçlendirme aracı olarak kullanmıştır.

Adeta bütün ana direniş damarlarını melezleştirip, anlamsız hale getirerek ülkeyi özellikle Amerikan sermayesine peşkeş çekmiştir.

ABD ile başından beri yapılan ittifakın mantığı budur.

Şimdi bu planlar, anlaşmalar vesaireler içinde Kürt sorunu ve demokratikleşme hikayesi nereye konmaktadır?

Elbette hiçbir yere...

Çünkü ne AKP ne de ABD'nin Türkiye'yi gerçek anlamda demokratikleştirme derdi yoktur, aksine yeni yüzyılda gelişebilecek demokratikleşme araçlarına saldırı vardır.

Yapılan double yollar toplumun bütün örgütsel araçlarının yok edilmek istenmesine seyirci kalınmasını sağlayabilir mi?

PKK'yi teslim almaktan, çirkef sermaye oyunlarına iç etmekten başka çözüm yolu düşünmeyen bir zihniyet silsilesi, hangi Kürt meselesini çözecek?

Kaç yıldır yapılan takkiyeleri, sahtekârlıkları, halen her gün ortalama 30 kişinin alındığı gözaltıları vs bir kenara koyun...

Açık ki son günlerde estirilen sahte barış rüzgârlarının arkası kirlidir.

Roboski katliamı çıkmazı ile iç politikada, yaz mevsimi dolaysıyla artacak gerilla eylemleri nedeniyle askeri anlamda ve Suriye'ye yapılacak müdahalede etkin rol oynama hevesinden dolayı bölgesel politikada sıkışıklığı aşma çabası söz konusudur.

PKK ve Kürt kamuoyunu oyalayarak, oyuna getirerek, Avni Özgürel gibi kerameti kendinden menkul kişileri de kullanarak sözüm ona zaman kazanmak istiyor.

Bu arada Leyla Zana'ya ne olmuştur?

Yazık olmuştur.

Zana, sahte barış rüzgarlarının Kürt kamuoyunda esmesinin sağlanmasına alet olmak gibi bir yazıklığa konu olmuştur.

Uzun süredir Barzani sermayesi ve Avrupa'daki tuhaf anti-PKK siyasal hattıyla dirsek temasında bulunan Zana, goygoycuların "büyük insansın velhasıl" türünden lakırdı tuzağını fark etmelidir.

Cengiz Taş
cengiztas@hotmail.fr

Yeni Kültürel Soykırım Stratejisi

Yıllardır gündemde olan Kürtçe seçmeli ders konusunu Başbakan açıkladı. 4+4+4’ün ikinci dördünde seçmeli Kürtçe ders olacakmış! Böylece isteyenler Kürtçe öğrenecekmiş. Hem yeterince öğrenci bulunacak, hem de seçmeli olacak. İngilizce, Fransızca ya da başka bir dil zorunlu öğretilirken Kürtçe seçmeli ders olacakmış.

Seçmeli ders konusunun gündeme getirilmesinde hangi niyetin olduğu ortaya konulan veriliş tarzında görülmektedir. Neden ilkokulda değil de ortaokul denilen kademede verilecek? Amaç, çocuklar Türkçe eğitimle iyice asimile olsun, böylece esas dili Türkçe haline gelsin, sonra isterse Kürtçe öğrensin. Çünkü seçmeli olduğu için herkes istemeyebilir. Öte yandan en iyi bildiği dil ve bütün yaşamı Türkçe haline getirildikten sonra öğrenilen dil bir toplumun dilini ayakta tutacak düzeyde olamaz. Türkçenin hangi zorunlu eğitimlerle ve devlet baskısıyla öğretildiği çok iyi bilinmektedir. 


Biz seçmeli Kürtçe derslerin dillendirildiği birkaç yıl öncesinden bugüne kadar bunun kursların resmi biçimi olmaktan öteye bir anlam taşımayacağını söyledik. Bu adımın esas olarak anadilde eğitim ve kamusal alanda Kürtçenin kullanılması taleplerini savuşturmak ve bu talepleri ortadan kaldırmak için atıldığı açıktır. Bazılarının söylediği gibi anadilde eğitimin ve kamusal alanda Kürtçenin kullanılmasının bir adımı olarak düşünülmüyor. Tam tersine bu taleplerin önünü almak için gündeme getiriliyor. Bu tür adımlar atılırsa Kürt Özgürlük Hareketi’nin meşruiyeti zayıflatılır, toplumsal tabanı daraltılır ve diğer saldırılarla Kürt Özgürlük Hareketi bitirilir. Bunun sonucu da Kürtlerin kendi kendini yönetme, anadilde eğitim ve diğer demokratik talepleri ortadan kaldırılır. Türk devletinin hedeflediği budur.


Günümüz dünyasında Türk devletinin dil ve kültür inkarcılığı çok teşhir olmasına yol açıyordu. Bu durum Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşta pozisyonunu zayıflatıyordu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin askeri yöntemlerle ezilemeyeceğinin anlaşılmasından sonra bu tür adımlar atarsak askeri yöntemlerle daha iyi sonuç alırız gibi bir yaklaşım benimsediler. Bunun sonucu en fazla teşhir oldukları dil ve kültür alanında esas olarak fiili bazı yumuşamalara gittiler. Bu yumuşamalara dayanak olan anayasal ve yasal düzenlemeler Ecevit-Bahçeli-Yılmaz döneminde yapılmıştı. Bunların da çerçevesi çok dar ve sınırlıydı. Dolayısıyla mevcut kimi yumuşamaların anayasal ve yasal çerçevesi yoktur ya da bu psikolojik savaş adımlarının bile gerektiğinde geri alınacağı kadar dar bir hukuki çerçevesi vardır. Eğer Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesi ezilirse mevcut özel savaş argümanı olarak kullanılan bu adımlar bile ortadan kaldırılabilir.


Bu adımları Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen savaşın psikolojik savaş argümanı olarak görmek gerekir. Kuşkusuz mücadele karşısında zorlandıklarından bu adımları atıyorlar. Ama bu adımları atarken de kendilerini zorlayan Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etmeyi hedefliyor. Yani Kürtlerin anadilde eğitim ve diğer demokratik talepleri için bir ön adım atılmıyor, bu talepleri ortadan kaldırmak için bu yola başvuruluyor.


Bu tür adımların çerçevesi Milli Güvenlik Kurulunda çizilmiştir. Eski Genelkurmay Başkanlarıyla bu konuda bir anlaşma yapılmıştır. İlker Başbuğ, kültürel soykırımı, yani tek millet olmamızı engellemeyecek adımlar atılabilir demiştir. TRT 6 ve bazı üniversitelerde Kürtçe öğretim bölümlerinin açılması bu strateji çerçevesinde gündeme gelmiştir. Tek millet olmayı önlemeyecek, aksine kültürel soykırımın mevcut koşullarda sürdürülmesini kolaylaştıracak adımlar bu yeni stratejinin gereğidir. Türk devletinin yeni inkar ve asimilasyon politikası bu çerçevede yürütülecektir. 


Kürt sorunu söz konusu olduğunda hem nalına hem mığına vuran Vahap Coşkun A Habere çıkarıldı. “Seçmeli Kürtçe dersin olmasına olumsuz bakmıyorum ama başka taleplerin önünü almak için yapılıyorsa; sorunu çözmek için değil bir sadaka gibi veriliyorsa bunu doğru bulmam” deyince telefon ve ekran yüzüne kapatıldı. AKP’nin gerçek niyetini doğrudan olmayan cümlelerle biraz eleştiren konumuna düşünce susturuldu. Yapılan konuşma, yürütülen psikolojik savaşa gölge düşürür kaygısıyla telefon kesildi.


AKP çok sıkıştığı süreçte bu yola başvurdu. Bu adımı çözümün değil, saldırıların arttırılmasının sıçrama tahtası olarak kullanacağı anlaşılıyor. Belki de bazı çevrelerle “biz bu tür şeyleri yapalım, sizler de bizimle birlikte PKK’nin üzerine gidin” konusunda anlaşmıştır. Beşir Atalay bu konuyu gündeme getirdiği gün ABD ve Barzani üzerinden PKK’yle silah bıraktırma görüşmeleri yapılıyor biçiminde açıklamada bulunmuştu.


Herkes de biliyor ki AKP Kürt Özgürlük Hareketi karşısında çok sıkışmıştır. Eğer bu çatışmalı ortam ve hükümetin sürdürdüğü baskılar devam ederse sonunun geleceğini çok iyi biliyor. Zaten son dönemdeki saldırganlığı bu nedenledir. Yüksekten atıp tutma ve saldırılarla Kürt halkının mücadele azmini kıracağını sanmaktadır. Kürtlere karşı havuç-sopa politikası yürütmektedir. Ancak Kürtler; AKP ve T. Erdoğan’dan daha fazla bir mücadele geçmişine ve siyasi tecrübeye sahiptir. Bu tür psikolojik savaş yöntemleriyle Kürtleri aldatması ve mücadeleden alıkoyması zordur.


AKP seçmeli Kürtçe ders hakkında ne düşünürse düşünsün, Kürtler bu psikolojik savaş argümanına tav olacak değillerdir. Türkiye’nin diğer halkları ve Türkler için Kürtçenin seçmeli ders olması gerekir. Nasıl ki Kürtler Türkçe öğreniyorsa onlar da Kürtçe öğrenmelidir. Ancak Kürtler için anadilde eğitim olmazsa olmaz kabilindedir. Anadilde eğitim ve Kürtçenin kamusal alanda kullanılması hakkından vazgeçmezler. Hiç kimse Kürtlere size bu kadar yeter diyemez. Çünkü Kürtler çok iyi biliyor ki anadilde eğitim olmaz ve kamusal alanda kullanılmazsa kültürel soykırım ortadan kaldırılamaz. Hele hele bilişim ve iletişim çağında seçmeli ders gibi girişimler kültürel soykırımın üstünü örtmekten başka bir işlev göremez.


HÜSEYİN ALİ

Zaman Gazetesi, Fethullah Gülen'i Sansürledi

Mehdi Atay
 
 
Türk Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, Fetullah Gülen Cemaati tarafından düzenlenen 'Türkçe Olimpiyatı'nın kapanışında halen ABD'de yaşayan Fethullah Gülen'e Türkiye'ye dönmesi yönünde yaptığı çağrı, Cemaat ile AKP arasındaki çatışmayı açık bir biçimde ortaya çıkardı.

Erdoğan'ın ”davetine” bir video kayıt ile cevap veren Gülen, konuşmasının başında Erdoğan'ın ”davetinin” ilk olmadığını vurgulayarak söz konusu çağrının kendisi açısından çok da ehemmiyetli olmadığını vurguluyor.

Bu konuda, Erdoğan'ı kast ederek, ”O, kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil; Sayın Cumhurbaşkanı da, o da, açıktan açığa dedikleri de oldu; bir vasıta ile bana söyledikleri de oldu. Ricâl-i devletten daha başkaları da kendilerine yakışan o civanmertliği sergilediler. Bugüne kadar ben defaatle duydum. O arkadaşlardan yanıma gelenler de aynı şeyleri teklif ettiler; 'Artık Türkiye'ye gelme zamanı değil mi?' dediler.” sözleri ile son davetin ehemmiyetli olmadığını izah ediyor.

Erdoğan'ın son çağrısını katıldığı törende tribünlerden yükselen alkışlarla, ”gaza gelerek” yaptığını ima eden Gülen şunları söylüyor:

"Ve nitekim zannediyorum orada alkışın ritmi, dozu biraz yükselince de herhalde öyle bir talep şeyi imajı aldı sanırım sayın başbakan ondan da anlıyorum da dedi yani oradaki anlayışını da ortaya koydu.”

AKP'nin, Gülen'in, Erdoğan'ın ”gaza” gelerek kendisini davet ettiği imasından duyulan rahatsızlık Cemaat'in en büyük yayın organı Zaman Gazetesi'nede yer alan konuya ilişkin habere de aynen yansıdı. Zaman Gazetesi'nin 17.06.2012 tarihli manşetinden verdiği Sezai Kalaycı imzalı New York mahreçli haberde, Gülen'in bu ifadeleri cımbızlandı. Gülen'in yaklaşık on bir dakikalık video kaydından yapılan uzun haberde Gülen'in Erdoğan'ın ”alkışların ritmi ve dozundan etkilenerek” davette bulunduğu yönündeki ifadeleri yer almadı.

İnternette yer alan video kayıtta var olan ifadeler Zaman Gazetesi tarafından sansürlendi.

AKP çevrelerinden edinilen bilgiye göre yakın çevresi, Erdoğan'ın bu ifadelerden duyduğu rahatsızlığı Cemaat'in önde gelenlerine iletmesi Zaman Gazetesi yönetiminde etkisini gösterdi.

Erdoğan, on yıllık iktidarı süresince yaptığı tüm ”reformlarına” karşın Gülen'in ABD'den dönmeyerek AKP iktidarının da gereken güveni vermediği imajı yaratıyor olmasından ciddi biçimde rahatsız oluyor.

Öte yandan Cemat'in de, AKP çevreleri tarafından dillendirilen, ”Gülen kendi yaşamından korktuğu için gelmiyor oysa Türkiye eski Türküye değil. İstese gelebilir ama hala korkuyor” propagandasından duyduğu rahatsızlık Gülen'in Erdoğan'a verdiği cevap ile en üst seviyede dile getirilmiş oldu.

Fethullah Gülen'in, ”Şimdi onlar davet edereler gel derler normal. Millet de onlar davet etmeleri lazım geliyor gibi onlara bakabilirler. Halk da öyle diyebilir; onlar çağırdığı zaman, (çağırmasalar ben gidemem, Türkiye emin, böyle güvenli bir yer değil, dolayısıyla başıma gâile açarım, dert açarım başıma) diye gitmiyorum zannediliyor olabilir. Arz edeceğim şeyler böyle yakışıksız şeyler olabilir de ben hiçbir zaman böyle başıma dert açacağım mülahazası yaşamadım...” sözleri Cemaat'in Erdoğan ve AKP'ye bu konudaki cevabı olarak yorumlanabilir.

Gülen'in, Erdoğan'a cevabı içerinde Demirel'i kast ederek aktardığı, "Daha sonra 28 Şubat, 27 Nisan meseleleri oldu. O dönemde de tehditler oldu, hatta ben yine Amerika'daydım 1997'de. Devletin başındaki insan bir yerde önemli bir değişiklik olunca bana telefon etti 'gel' dedi. 'Durum değişti, burası emniyet ve güven içinde.' dedi. Gittim. Yine hastane için Mayo kliniğe geldim, tedaviye geldim. İşte o gelişimde kaldı öylece.” sözleri de Gülen açısından, AKP döneminin kendisinden öncekilerden pek de farklı olmadığı mesajı olarak okunabilir.

Türkiye'nin Neo-Asimilasyonist Politikaları

Asimilasyon ve ''ötekiler'' meselesi kurulduğundan bugüne bu devletin kanayan bir yarası olmaya devam ediyor. Bir süre öncesinde ''topyekun yasak ve inkar''dan bugün ''varlığını kabul''; ama ''yasak''a geldik. Dünden bugüne değişen pek bir şey yok. Toplu mezarların yerini ''münferit cinayetler'', gözaltında kayıpların yeriniyse nihayeti belirsiz tutukluluklar aldı. Devleti şahane Kürtlerin ''gayb eylenmesi''ni de bir ''kayıp'' olarak düşünmüş olmalı ki ''hükümlü'' yoluyla kayıt altında tutulmalarını evla buluyor. Roboski'yse bir ''yol kazası'' gibi durmakta. Durum o kadar vahim ki öfkeleri bundan. Tek tek öldürülselerdi mesele yoktu oysa. Devletin Kürde biçtiği lanetli kader dünden bugüne değişmedi. Önceden seçim meydanlarında ara ara başlarını okşarlardı; artık bundan da vazgeçmiş görünmekteler.
Bu meseleyi burada kapatıp asıl derdimize gelelim: Asimilasyon. Başbakan 12 Haziran tarihli grup toplantısında Kürde taş devrinde neler olduğunu anımsatıp önce CHP'ye çattı. Ardından da bir kısım me'murlara ''ek ders ücreti'' ile öğrenciye ''boş ders kazandırma'' kabilinden bir öneriyle dil ve eğitim hususunda ne kadar demokrat olduğunu anlattı. Oysa zat-ı alilerinin ne 100 yıllık gelenekten vazgeçme ne de sorunun esasına dair bir söz söyleme hevesi görünüyor...


Siyaset ve sosyolojide asimilasyon ekseri iki türlü tanımlanır. İlki gönüllü ve iradi biçimde bireylerin başka kültürleri özümseme/benimsemesi. İkincisiyse kurumsal bir iradenin farklı etnisite ve dinsel grupların kültür/dilini silmesi, tüketmesi ve unutturması. Kurumsal ''irade''(devlet) asimilasyon sorununda merkezi, kurucu ve düzenleyici bir işleve sahiptir. Çünkü ''kurumlar'' onu var eden toplum ve elitlerin amaç, hedef ve yöntemlerinden bağımsız değillerdir. Politik ide ve iradelerin tecelli ettiği kurum, özünde o ide ve iradenin yarattığı uzun tarihsel geleneklerin sonucudur. Kurumsal varlık iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Zamanla kendini yaratan toplumsal ve politik aktörlerin iradesinin de üzerinde bir güce kavuşabilir. Toplumu değiştirme ve dönüştürme aracı olan kurumlar zamanla kendini var eden aktörlere direnme ve onları değiştirme eğilimlerine sahip olur. Asimilasyon meselesine bu veriler ışığında bakmak zorunludur. Gerek yapılan/edilenin bilince çıkarılıp anlaşılması gerekse de çözüme dair ayakları yere sağlam basan öneriler sunabilmek açısından ''kurumsal gelenekleri'' iyi analiz etmek durumundayız.


Bu bağlamda bakıldığında bir devletin kurumsal amaç ve hedeflerinde tecelli olan yazılı normları o devletin asimilasyon çizgisinin beyanıdır. Örneğin Milli Eğitim Temel Kanunu madde 2'nin 2’inci fıkrası şöyledir:
'' Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek''. Bir devletin homojen ''milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerleri'' olamayacağına, bunun ne sosyolojik ne de politik açıdan imkanı bulunmadığına göre daha en başından bir ''sakatlık'' göze çarpmakta. Kurumsal iradenin içeriğe ilişkin daha ilk maddesinde ''homojenleştirme''(tekleştirme) algısı göze çarpıyorken ''Atatürk inkılap ve ilkeleri ile Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine...'' ibaresinin ne derece sorunlu olduğunu izaha gerek var mı ki? Bir devletin hiçbir suretle türdeş ahlaki/vicdani/dinsel/dilsel insanlardan oluşamayacağı; bunun sosyolojik açıdan da kültür bilimsel açıdan da mümkün olmaması göz önünde tutulduğunda demek oluyor ki ''kurumsal irade'' (AKP de bunun bir parçasıdır) daha en başından tek tipçi ve dayatmacı, dolayısıyla asimilasyonist bir geleneği sürdürmekte beis görmemekte. Devam edelim:

Madde 10 – (Değişik: 16/6/1983 - 2842/2 md.)


“Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk inkılap ve ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir. Milli birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin, eğitimin her kademesinde, özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçılmadan öğretilmesine önem verilir; çağdaş eğitim ve bilim dili halinde zenginleşmesine çalışılır ve bu maksatla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile işbirliği yapılarak Mili Eğitim Bakanlığınca gereken tedbirler alınır.''. Kurumsal ''hedef ve amaç''lar ta'yin edildikten sonra her türden materyal ve içeriğin bu iradeye göre hazırlanacağı/düzenleneceği ifade edilmekte. Yeri gelmişken değinelim; kurumsal irade kolektiflerinin temeli, anayasanın daha ''başlangıç ilkeleri'' kısmında uzunca anlatılmıştır. Şimdilik yalnızca bunu söyleyip bırakalım.

Kurumsal irade devlet ve toplumun birçok alanında tecelli ediyor. Her biri anayasal bir tanımlama ve hedef ta'yini üzerinden şekillenen kurumsal iradeler; askerlikten eğitime, sağlıktan milli savunmaya değin amaç ve hedeflerin gerçekleştirilmesine tabidir. Kimi zaman aleni kimi zaman da örtük biçimde görevlerini icra ederler. Siyasal iktidarın kurumsal irade sorununa dokunmadan, üstelik o iradeyi kısmi değişimlerle aynen sürdürerek ''asimilasyon sorununu'' çözdüğünü iddia etmek hem bilimsel değildir hem de mantık dışıdır. Hatırlarsanız benzeri bir ''sorunu'' AKP ve demokrasi tartışmalarında yaşamıştık. Siyasal iktidar demokrasiye içkin bütüncül, tutarlı ve kapsamlı bir algıya/vizyona sahip olmadığı için Batı tarzı çoğulcu bir parlamenter demokrasi seviyesini bile yakalayamamıştır. İktidar süreklik
''en ötüsünü'' göstererek ''iyi gibi gösterdiği'' minimalist (aslında eskiden bile gerici) önerilere razı gelmemiz gerektiğini buyurmuştur. O önerilerin Türkiye toplumunu bugün getirdiği yer ortada: 8 binin üstünde Kürt, 2 bin 100 öğrenci tutuklu. Her sene 4 bin öğrenci soruşturma yemekte ve uyduruk iddianameler 12 Eylül'ü aratmayacak düzeyde. Kimse ''yeni Roboski''lerin yaşanmayacağını garanti edemiyor. Bu yazı yakın geçmişe dair bir ''hatırlatma'' yazısıdır. İktidarın ''eğitim reformu'' olarak önümüze sunup ''seçmeli dersler'' paketiyle cilaladığı mevzuata aldanmamız için yazılmıştır. 12 Eylül referandumu ve öncesinde olmayan ''bütüncül ve tutarlı irade'' bugün de mevcut değildir.

Beterin beteri var


Değerli Kürt dostlarımızı, muhalifleri ve aktivistleri özellikle uyanık olmaları konusunda naçizane uyarıyoruz. Sadece Kürtler değil; Aleviler ve Gayrı Müslimler de uyanık olmalıdır. Kurumsal ontolojinin üzerinden sek sek oynarak bir geleneği sürdüren iktidar, bu tarz minimalist/kısmi önerilerle çok daha sinsi bir ''asimilasyonist'' vizyonu gündeme sokmaktadır. Hasip Kaplan'ın iktidara söyledikleri oldukça yerindedir: Kimse kültür ve anadilini ''seçmeli derslerle'' öğrenmemektedir. Anlaşılıyor ki iktidar, Kürtsüz Kürt sorunu, Alevisiz Alevi sorunu ve Gayrı Müslimsiz azınlık sorunu çözmeye çalışmakta. Milli Görüş gömleğini çıkardığını ifade edip bir yüzleşme furyası başlatan iktidar; aslında ''Türk-İslamcı'' 12 Eylül genleriyle zerre kadar hesaplaşmamıştır. Üstelik kendini sıkıntıya sokan hemen her ''ani'' vak'ada 12 Eylül ve öncesinden bağnaz/popülist ''muhafazakar'' dilini devreye sokmakta; bu tavrını bir de ''millet iradesi'' gibi ne idüğü belirsiz bir formda izaha kalkmaktadır. Oslo'da ''çözüm'' beklerken ''tasfiye ve yeni strateji'' naralarıyla irkilen Türkiye halkları yakın geçmişten gereken dersleri almıştır. 100 yıllık hegamonik kibirde dünden bugüne değişen retoriklerdir. Beterin beteri var dedik: Komşularla ''sıfır sorun''dan ‘BÖLGESEL GÜÇ TÜRKİYE'YE geldik. Neo-Osmanlı güzellemeleri eşliğinde fetihçi gazları da sıklıkla duyar olduk. Devlet aklını bu denli küçümsemeyin: Siz ''Demokratik bir Cumhuriyet'' beklerken karşınıza ''Neo-Osmanlı'' çıkması fantezi değildir... 


Özgür Babaoğulları

albatross82@hotmail.com

AKP Devletinden Kürtlere Yönelik Yeni Tuzaklar

AKP’nin bu düzeyde güçlenerek devletleşmesinde, Kürt hareketinin izlediği politikalarının ciddi bir etkisi olduğunu vurgulamak gerekir. 2002 yılından bu yana, barış eksenli çözüm konusunda ısrar eden ve her dönem AKP’ye tolerans tanıyan, sayısız kez tek taraflı ateşkesleri uzatan, direk veya dolaylı görüşmelerle AKP’ye zaman kazandıran Kürt hareketinin kendisi oldu. Kürt hareketinin niyetinin ‘demokratik-barışçıl bir çözüm’ olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Ancak politik yaşamın kendisi bize çok farklı sonuçlar ortaya çıkarttı.

Kürtleri kandırmak artık dönemsel olmuş gibi, her yaz sezonuna girildiğinde sistem veya iktidar adına, Kürt sorununun çözümü için bazı adımların atılacağı veya görüşmelerin devam ettiği izlenimi verilir. Medya da bu süreci işler. Sanki çok ciddi gelişmeler varmış gibi yazılar yazılır, TV programlarında yorumlar yapılır, böylelikle toplum buna inandırılmaya çalışılır. Özellikle Kürt kamuoyunda belirgin bir beklenti yaratılarak, eylemlerin toplumsal gücü kırılmaya çalışılır. Bu oyuna katılmaya hazır bazı Kürt aydınları, yazarları, politikacıları da sürece dâhil olur. Bunun en son örneği de Leyla Zana’nın çıkışı oldu.


Devletin tasfiye politikasının kesintisizce devam ettiğini sokaktaki herkes görüyor. Sistem bütün kurumlarıyla, ideolojik, politik ve askeri gücüyle Kürt hareketinin toplumsal gücünü kırmak için ne gerekiyorsa yapıyor. Onlar da biliyorlar ki, bir hareketin idaresi, kararlılığı, varlık nedeni üzerinde yükseldiği toplumsal güçtür. Kürt hareketini hem içte hem de uluslararası ilişkilerde meşru kılan en önemli faktör dayanmış olduğu milyonlara varan toplumsal tabanıdır. Kürt hareketiyle bu toplumsal güç arasındaki organik bağ kesilmediği sürece, Kürtlerin özgürlük mücadelesini bitirmeyeceğini bilen devlet, stratejik yönelimini bu toplumsal kuvvetin dağıtılmasına odaklamış bulunuyor. Adına KCK operasyonların denen sistemli saldırılar, tasfiyenin en derinleştirilmiş halidir.


Sistemin farklı kurumlarının eşgüdümlü attığı ve yeni oylama taktikleri olarak karşımıza çıkan senaryoların tamamı, Kürtlerin stratejik yenilgisini hazırlamak ve böylelikle sisteme muhalif olan en dinamik gücü etkisizleştirerek rahat bir nefes almak istiyorlar.


Şu anki verili durumu dikkate aldığımızda devletin eş güdümlü saldırıları, Kürt halkının toplumsal gücünü kırabilmiş değil. Tersine halktan büyük bir sahiplenme var. Bunun en somut örneği Van Belediye Başkanı’nın tutuklanmasına ilişkin halkın ortaya koyduğu irade ve kararlılıktır. Bu tür saldırılar tersten de etki yaratıyor ve halkın sahiplenme bilincini ve iradesini çok daha üst düzeye çıkartıyor. Ancak bunun her koşulda böyle olmadığı da bilinir. Sosyal hareketlerin politik arka planı güçlü olmazsa ve direngen bir duruş sergilemezse değişim bazen tahmin edilenden çok daha hızlı olur.


CHP’nin ve AKP’nin hamleleri çözümü değil, tasfiyeyi içeriyor


Savaşta kimyasal silahlar kullanılıyor, köylere kadar varan KCK operasyonları devam ediyor. Ama halkın iradesini kırmaları mümkün olmuyor. Bu nedenle devlet fiilen tıkanmış bulunuyor. Elindeki her aracı deneyen sistemin başarısızlığı yeni arayışları gündeme getirdi. Arka arkaya gelmeye başlayan hamleler gerçek ve adil barışçıl bir çözüm içermiyor, tersine tasfiyeci politikaların derinleştirilmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Kılıçdaroğlu’nun atmaya çalıştığı adım, CHP’nin geleneksel politik yöneliminde küçük bir değişimi ifade ediyor. Stratejik yönelimde bir değişiklik yok. Sorunu ‘Kürt Sorunu’ yerine ‘Terör Meselesi’ olarak tanımlaması, işi en başında yanlış ele almaktır.


AKP’nin savaş ve tasfiye eksenli Kürt politikası iflas sürecine girdi. CHP’de bu gerçeği görüyor. Kürt sorununda kim başarılı olursa o genel olarak kamuoyunda ve basında destek görecek. Attığı ilk adımda da kamuoyunun belirli bir desteği oluştu. Böylelikle Kürt sorunun çözümünde inisiyatifli bir noktaya gelerek politik dengelerde kendisine yeni bir alan açmaya çalışıyor. Bu bakımdan sanki çok ciddi bir değişiklik varmış gibi yansıtılan girişim, CHP’nin geleneksel politikalarını küçük bir revizyondan geçirme halidir. Sistem, yeni bir arayışta ve iç denge politikası için CHP ile bir hamle yapmak istiyor.


Bu gelişmelerin hemen arkasındann tasfiye mimarı Atalay’ın ortaya attığı yeni iddialar geldi. “Talepler, görüşmeler var. Silah bırakmaya, teslim almaya kadar giden görüşmeler var. Yani bütün bunlar çalışmaların görüşmelerin içinde. Bizim en önemli şeyimiz bu silahın bırakılması. Orada, Kuzey Irak’ta terör örgütünün silah bırakması, o daha önce de açıklandı. Başbakan da Mesud Barzani ile görüşmesinden sonra açıkladı. Silah bırakılması ve o bölgenin terörden arındırılması. Bizim talebimiz o.” Tasfiye mimarı, ‘Kürt sorununun çözümünü’ değil, tasfiyenin esas alındığını özellikle vurguladı. Bu açıklama yapıldığında, Belediye Başkanlarına yönelik operasyonda, Van Belediye Başkanı ve iki ilçe belediye başkanının da içinde yer aldığı birçok insan tutuklandı.


KCK Siyasi Komitesi, Başbakan Erdoğan ve Yardımcısı Beşir Atalay’ın, söylemlerine dair yapılan değerlendirmede “Hareketimizin ve halkımızın iradesi dışında özgürlük mücadelesiyle ilgili yapılan her tartışma ve alınan her karar yok hükmündedir” biçimdeki açıklamasıyla, politik duruşunu ortaya koydu.


Atalay’ın Kürt sorununun çözümünde ''önemli açıklamalar yapacak'' dediği Erdoğan, beklenen ‘büyük’ açıklamayı yaptı: “Kürtçe seçmeli ders olacak. Ailelerden yeterli imza toplanırsa, çocuklar kendi dillerini öğrenecekler.” Anayasanın çocuk hakları bölümünde ''her çocuk anadilde eğitim hakkına sahiptir'' önerisini getiren BDP’ye karşı çıkan MHP’ye destek de AKP’den geldi. Böylelikle Erdoğan, Kürt çocuklarına ana dilde eğitimi hakkı verilmeyeceğini çok açık olarak deklare etti ve anayasanın çerçevesini çizmiş oldu.


Cemil Bayık, bu durumu değerlendirirken şöyle konuştu: “Beşir Atalay, silah bıraktırılmasından ve kursların yeni biçimi olan seçmeli Kürtçe dersinden söz ederek asıl programlarını ortaya koymuştur. Anadilde eğitim talebini böyle savuşturacaklar. Zaten Kürtlerin Özyönetim(Demokratik Özerklik) talebini ise belediyelerinin hizmet alanını kısmi olarak genişletip boşa çıkarmak istemektedirler. Özcesi inkâr da, asimilasyon da, Kürtleri ortadan kaldırma politikası da yeni biçimde sürdürülmektedir.” Kürt hareketi gelişmelerin farkındadır. Ancak sorun sadece bununla bitmiyor.


Birkaç temel noktayı vurgulamak gerek: Hem CHP’nin hem de AKP’nin, Kürt sorunun çözümünü esas almaya hiçbir niyeti yok. Tersine tasfiye politikasına nefes aldırma ve saldırıları derinleştirme ve politikasının kesintisizce devam ettirme stratejisindeler. Özellikle AKP devleti, sistemin geleneksel savaş ve tasfiye çizgisinde ilerleyerek başarılı olmanın yollarını arıyor. Ancak izlediği savaş politikasında başarılı olma şansı son derece düşüktür. Bunun birçok temel-stratejik nedeni var. Birincisi Kürtler binlerce yıldır yerleşik sosyal kategorik bir grup olarak aynı bölgede yaşıyorlar. İkincisi, nüfus yoğunluğu olan önemli bir sosyal katmandır. Üçüncüsü, bölgenin stratejik devletleri içerisinde birbirini tamamlayan toplumsal bir kuvvettir. Dördüncüsü bunlara paralel olarak, gerillanın toplumsal tabanı güçlüdür, bundan dolayı da hem politik hem de sosyolojik zemini tahmin edilenden sağlamdır.


Ayrıca PKK’nin varlık nedeni, Kürtlerin sosyal, politik, kültürel ve ekonomik sorunlarıdır. Bunlar var oldukça PKK politik bir güç olarak var olacaktır. Bu durum insanların iradesi dışında var olan bir gerçekliktir. Bütün bu nedenlerden dolayı, PKK, kurumsallaşmış toplumsal gücü olan sosyo-politik bir harekettir.


Kürt toplumsal hareketinin tutumu geleceği belirler


Peki devletin bütün bunları yok sayarak, bu noktadan ilerlemesi mümkün mü? Bunun yanıtı bir bakıma Kürt hareketinin politik stratejisinde ve eylem gücünde yatıyor. AKP’nin bu düzeyde güçlenerek devletleşmesinde, Kürt hareketinin izlediği politikalarının ciddi bir etkisi olduğunu vurgulamak gerekir. 2002 yılından bu yana, barış eksenli çözüm konusunda ısrar eden ve her dönem AKP’ye tolerans tanıyan, sayısız kez tek taraflı ateşkesleri uzatan, direk veya dolaylı görüşmelerle AKP’ye zaman kazandıran Kürt hareketinin kendisi oldu. Kürt hareketinin niyetinin ‘demokratik-barışçıl bir çözüm’ olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Ancak politik yaşamın kendisi bize çok farklı sonuçlar ortaya çıkarttı. Devletin Kürt sorunun çözümünde samimi olmadığını, politikalarında stratejik değişikliklere gitmeyeceğini, esas amaçları tasfiye olduğu birçok kez vurgulandı. Türk devletinin politik yapısının sorunun ‘demokratik çözümüne’ pek uygun olmadığı sıklıkla belirtildi. Bunun en somut örneği Oslo görüşmelerinin ardından projenin tasfiye eksenli olduğunun çok açık olarak deklare edilmesidir.

Ayrıca PKK, bu zaman sürecinde belirlediği stratejileri ve politikaları uygulamada çok belirgin kararsızlıklar gösterdi. İki önemli örnek çarpıcıdır. Birincisi, Demokratik Özerkliğin ilan edilip sonra sahip çıkılmamasıdır. Sorun söylem olarak Demokratik Özerkliğin ilanı değildir. Onun yaşama geçirilmesi için güçlü ve kararlı adımların atılmasıdır. Bu olmadı. İkincisi ise Devrimci Halk Savaşının başlatılması kararıdır. Öyle ki, bir hafta esas, bir başka hafta tali veya ikincildir denildi, niyetten bağımsız olarak etki gücü zayıflatıldı. Devrimci Halk Savaşı bir stratejidir ve toplumsal değişimin belki de üst halkasıdır. Bunu ilan edip, sonra buna uygun davranılmamasının toplumsal motivasyon bakımından ciddi sorunlar oluşturacağını hemen herkes bilir. PKK, Demokratik Özerklik ve Devrimci Halk Savaşı gibi iki temel stratejide, toplumsal kuvvetlerin beklediği başarıyı yeterince yakalayamadı. Ayrıca parçalar halinde KCK iddianamelerde yer alan ‘Devlet-PKK görüşmeleri’nin boyutlarının kamuoyuna açıklanmaması, görüşmelerin devamı beklentisine girme eğilimini yansıtıyor. Toplumun gelişmeleri doğru analiz etmesi için PKK’nin görüşmelerin içeriğini ve boyutunu kamuoyuna açıklaması gerekiyor.


PKK ile devletin askeri güçleri arasındaki çatışma düşük yoğunluklu savaş değil, orta düzeyde yoğunluğu olan bir savaştır ve bunun çok daha gelişme eğilimi içinde olduğunu görüyoruz. Devlet, kendi içerisinde oluşturduğu konsept gereği kayıplarını gizliyor. Devlet, Türkiye toplumunun psikolojik yıkımını engellemeye çalışıyor. Örneğin CHP Milletvekili Gürsel Tekin’in bir TV programında, ‘son iki ayda 150 askerin yaşamını yetirdiğine’ dair yaptığı açıklamanın yalanlanmaması bir gerçeği doğruyor. Devlet, sadece yüksek rütbeli subaylar öldüğü zaman açıklama yapmak zorunda kalıyor.


Adil-onurlu ve Kürtlerin taleplerini karşılayan bir barışın olması, bu temelde Kürt politik kurumlarının müzakere yürütmesi, görüşmeler yapması çok doğal ve olması gereken bir politikadır. Ancak verili koşullar dikkate alındığında böylesi bir durum henüz söz konusu değildir.


Özür Politika gazetesinde uzun bir değerlendirme yapan Cemil Bayık, şöyle demiş: “Türkiye belki bazı dış güçler ve kimi Kürtlerle bu tür yeni inkarcılık ve egemenlik karşılığında gerillaya silah bıraktırma konusunda anlaşmış olabilir. Bu kendi hayalleridir. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin ne böyle bir politikaya aldanması ne de bu tür teslimiyet teorilerine evet demesi mümkündür… Kürt halkı üzerinde bu düzeyde terör estirilirken çözümden söz etmek, hatta bu tartışmalara kulak kabartmak, kendini kandırmak ve AKP hükümetinin tasfiye politikasına alet olmaktır… Bu anlamda çözümden, yumuşamadan söz edilemez. Bu ortamda sadece AKP politikalarına karşı mücadeleden ve mücadelenin her yerde yükseltilmesinden söz edilebilir. Artık AKP’nin her saldırısına direnişle cevap vermek ve direnişi yükseltmekten başka bir şeyin düşünülmemesi gerekir. Bunun dışındaki her düşünce ve eğilim en hafif deyimle gaflettir.” Kürt politik güçlerinin, geçmişte, sorunun çözümü için çok iyi niyetle uygulamak istedikleri politikalarının bir karşılığı olmadığını görmeleri önemlidir.


Çok somut adımlar atılmadan, Kürtlerin taleplerine ilişkin net çözümler masaya konulmadan, görüşme hayallerine kapılmak Kürtlere kaybettirir. Bu bakımdan politik irade ve kararlılık son derece önemlidir. Çözümsüzlüğe karşı, çözümü geliştirmek çok yönlü direnişin geliştirilmesiyle olur. Unutulmaması gereken nokta; devletten beklentiler yerine, toplumsal dinamikleri güçlendirmek her şeyden önemlidir. 


Dr. Mustafa Peköz

Fetullah Gülen Cemaati Üyeleri Neden FBI Kurslarına Katılıyor?

Soru Yılmaz Polat’ın. Başlık da…

Yurt Gazetesi’ndeki “Washington’dan” köşesinde Polat, Fethullah Gülen Cemaati’nin ABD’deki ilginç bir “başarısı”nı yazdı. (25 Mayıs 2012)


Belki bilen vardır ama ben yeni öğrendim. Eksik kalanlar da haberdar olsun istedim.


Yılmaz Polat, Cemaat’in ABD’deki “charter” okullarının son zamanlarda yaşadığı sıkıntıyı, İndiana’da verilen bir “red” kararı üzerinden anlatıyor. FBI’ın denetim markajındaki Cemaat okullarının geleceğinin belirsizliğini ima ediyor.


Ve sözü Cemat-FBI flörtüne getiriyor.


Polat’ın yazdığına göre, Cemaat, kıskacında hissettiği FBI ile ilişkileri sıcak tutmaya çalışıyor.


Nasıl mı?


FBI’ın açığı kurslara katılarak…
!!!

Ne kursu?


Özetleyim:


Meğer FBI, ABD’nin ulusal çıkarlarını tehdit eden tehlikelere karşı önlem amacıyla 2 aylık kurslar düzenliyormuş.


25 konuda eğitim veriyormuş:
Terörle mücadele, yabancı istihbarata karşı koyma, öğrenciler arasındaki faaliyetler, teknoloji sırlarının elde edilmesi, özel bilgi sistemleriyle siber faaliyetler…

Başvurularda sınır yok(muş). Her meslek ve inançtan isteyen başvurabiliyor ve istediği alanda kurs görüyor(muş).


Adı da fiyakalı:


“Cıtızenz’s Academies” (Vatandaş Akademileri).


Muhbir vatandaş akademisi… (Bizdeki adı bu olur mu, acep?)


İşte
Cemaat üyeleri bu FBI kurslarına çok rağbet gösteriyor(muş).

Yılmaz Polat’dan öğreniyoruz ki, çok da beceriklilermiş.


Öyle ki, FBI’ın en başarılı kursiyerleri arasında Cemaat üyeleri de varmış.


Mesela, Prof. Satılmış Budak.


Bu Prof.’umuz, Alabama Eyaleti’nin bir bölgesindeki “Peace Valley Foundation” (Barış Vadisi) vakfının başkanıymış.


Muhterem, barış vakfı başkanı ama nedense pek barışçıl olmayan mevzulara fena sardırmış.


Muvaffak da olmuş. Genellikle istihbarat konularında kurs görmüş Prof. Budak, mükâfatını da almış. Hem de FBI Başkanı Robert Muellar’ın elinden ödül olarak…


Durum budur. Ama yine de benim kafama takılan bir iki soru var.


Buraya kadar okuduysanız, cevabı da siz verirsiniz belki:


- FBI, bu kursları ABD çıkarlarını korumak amacıyla verdiğine göre, Cemaat üyeleri hangi hissiyatla katıldı acaba bu eğitimlere? 

Dahası aldıkları dersi kimin menfaatine uygulayacaklar? 

- Çalışma sahaları ABD ile mi sınırlı? Aramızda kaç FBI sertifikalı Cemaatçi var acep? 


Erol Aral

Kışanak: Urfa Cezaevinde İsyan Pervaneler Söküldüğü İçin Başladı

BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak, Urfa E Tipi Cezaevi’nde 13 kişinin yaşamını yitirmesine neden olan isyanın, cezaevi idaresinin hava sıcaklığının 46 derece olmasına karşın koğuşta asılı pervanelerin sökülmesi ardından meydana geldiğini söyledi.

Urfa E Tipi Cezaevi'nde C-15 koğuşunda isyan ardından yaşanan 13 tutuklunun ölümüyle sonuçlanan olayla ilgili incelemede bulunmak üzere Ura’ya gelen BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak, BDP Urfa İl binasında basın toplantısı düzenledi.

Kışanak, olayda yaralanan iki tutuklunun, tutuklu milletvekilleri İbrahim Ayhan'a olayı anlattığını, Ayhan'ın da durumu avukatları aracılığı ile kendilerine ilettiğini söyledi. Kışanak, isyanın yaşandığı C15 koğuşunun 6 kişilik kapasiteye sahip olmasına rağmen 18 kişinin kaldığını hatırlattı. Gardiyanların gelip pervaneleri sökmesinden isyan çıktığını belirten Kışanak, hava sıcaklığının 46 derece olduğuna dikkat çekti.

BDP Eş Başkanı Kışanak, açıklamadan sonra BDP milletvekilleri Özdal Üçer ve İbrahim Binici ile birlikte Urfa Cezaevi'ne doğru hareket etti.

PYD 5. Olağanüstü Kongresini Gerçekleştirdi

Suriye’de olağanüstü gelişmelerin yaşandığı bir dönemde toplanan Batı Kürdistan’ın en büyük Kürt partisi Demokratik Birlik Partisi (PYD) 5. Olağanüstü kongresini gerçekleştirdi. PYD, binlerce kişinin katıldığı kongrede parti yapısında önemli değişikliklere giderek, eş başkanlık sistemine geçiş yaptı. Ayrıca parti yönetim kurulu üye sayısı 13’ten 25’e çıkarıldı.

‘Suriye’ye demokrasi ve özgürlük, Batı Kürdistan’a demokratik özerklik’ şiarıyla yapılan kongre, Qamislo’da gerçekleştirildi. Kongreye, Batı Kürdistan, Güney Kürdistan, Lübnan, Suudi Arabistan ve Avrupa’dan delege ve siyasi parti ile sivil toplum örgütü temsilcileri yanı sıra Ezidi, Asuri, Süryani ve Ermeni halk ve dini azınlık temsilcilerinin de aralarında bulunduğu 2 bin kişi katıldı.

Kongre dün Ey Reqib Marşı eşliğinde gerçekleştirilen saygı duruşuyla başladı. Ardından kongre hazırlık komitesi adına Emine Ose bir konuşma yaptı. Katılımcıları selamlayan Ose, “Bu kongrenin Batı Kürdistan ve Suriye’de yaşayan Kürt halkına özgürlük getirecek bir başlangıç olmasını diliyoruz” dedi.

Ose’nin açılış konuşması ardından 5 kişilik bir divan seçildi. Ardından delegelerin onayı ile hazırlık komitesi tarafından sunulan kongre gündemine geçildi.

Kongrede KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, TEVDEM, Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Qamislo Halk Meclisi’nin öneri ve başarı dileklerinin yer aldığı mesajları okundu. Aralarında Suriye Ulusal Kürt Konseyi (ENKS), Demokratik Sol Parti, PDK-Suriye, El Tensiq Demokratik Değişim Partisi’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda parti de kongreye katılarak mesajlarını sundu.

Kongreye Batı Kürdistan, Suriye ve Ortadoğu’daki Kürtlerin konumu ile yaşanan gelişmeler damgasını vurdu. Birçok konuşmacı, Suriye’deki gelişmeleri Batı Kürdistan ve Suriye’deki Kürtler başta olmak üzere diğer tüm halk ve azınlıkların özgürleşmesi için önemli fırsatlar sunduğunu vurguladı.

Kongrede PYD’nin parti yapılanmasında önemli değişikliklere gidildi. Buna göre PYD bundan böyle yola Eşbaşkanlık Sistemiyle devam edecek. Eşbaşkanlık sistemine ilişkin önerge, kongre katılımcılarının büyük çoğunluğunun onayıyla kabul edilerek, Salih Muslim ile Rihan Mihemed ilk eşbaşkanlar olarak seçildi.

Kongrede konuşan eşbaşkan Salih Muslim, hasas bir dönemde gerçekleştirdikleri kongre ile PYD olarak Parti Sisteminde önemli değişikliklere gittiklerine dikkat çekti. Muslim, “Biz partinin yapılanma ve örgütsel boyutunda önemli değişiklikler yaptı. Bundan dolayı PYD Yönetim Kurulu üye sayısını 13’ten 25’e çıkardık” dedi.

Kongreye katılan ENKS başta olmak üzere tüm parti, Kürt, Arap ve Ezidi aşiret ve dini azınlık lider ve temsilcilerini selamlayan Muslim, katılımlarının ‘PYD’nin diğer partilerle ilişkileri kötüdür’ söyleminin ne kadar yersiz olduğunu gösterdiğini söyledi. Muslim, “Katılımınız, bizler ile diğer Kürt kesimleri arasında, yine dış kesimlerle ilişkilerimizin güçlü olduğunu göstermektedir” dedi. Batı Kürdistan halkını bu tarihi dönemeçte daha fazla birlik ve örgütlemeye çağıran Muslim, bu konuda parti olarak üzerlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmeye devam edeceklerini, bunun için daha üstün bir çaba sarf edeceklerini söyledi.

BDP: Olay Açık Bir Vahşettir

BDP Urfa Cezaevi'nde 13 tutuklunun yaşamını yitirdiği olayın açık bir vahşet olduğunu kaydetti. Partinin Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak'ın BDP'li milletvekilleriyle birlikte cezaevinde incelemede bulunmak amacıyla Urfa'ya hareket ettiği bildirildi.

BDP Genel Merkezi, Urfa Cezaevi'nde 13 tutuklunun cezaevi idaresini protesto etmek amacıyla yataklarını ateşe verdikten sonra yanarak yaşamlarını yitirmelerine ilişkin başsağlığı mesajı yayımladı. Olayın açık bir vahşet olduğuna işaret edilen mesajda, "Bu olay, uzun tutukluluk, tecrit ve sağlık sorunları başta olmak üzere yaşanan insanlık dışı ağır sorunlar nedeniyle adeta patlama noktasına gelen cezaevleri gerçeğini bir kez daha gündeme taşımış bulunmaktadır" denildi.


Hükümetin vakit kaybetmeden, yeni can kayıpları yaşanmadan cezaevlerinde yaşanan sorunları bir an önce gündemine alması gerektiğine vurgu yapılan mesajda şöyle denildi: "En kısa zamanda adil bir çözüme kavuşturulmalıdır. Başta tutuklu ve hükümlü aileleri olmak üzere tüm demokratik kamuoyunun beklentisi bu yöndedir. Urfa'da gerçekleşen bu vahşet de bütün boyutlarıyla araştırılıp aydınlatılmalı ve yaşam koşullarını ağırlaştırarak cezaevinin vahşet evine dönüşmesine neden olan yetkililer ve sorumlular kimse biran önce açığa çıkarılmalıdır. Bir kez daha acılı ailelere başsağlığı ve sabırlar diliyoruz. BDP olarak bu olayın takipçisi olacağımızı belirtiyoruz."

KIŞANAK URFA’YA HAREKET ETTİ

Ayrıca mesajda, BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak'ın beraberinde BDP'li milletvekilleriyle birlikte cezaevinde incelemede bulunmak amacıyla Urfa'ya hareket ettiği bildirildi. Kışanak ve beraberindekilerin hastaneye kaldırılan yaralı tutukluları ve yaşamanı yitiren tutukluların ailelerini ziyaret edeceği de belirtildi.

Bakan Ergin: Tadilat vardı, o yüzden..

Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile AKP Urfa Milletvekili ve Çalışma Bakanı Faruk Çelik, 13 kişinin yanarak can verdiği Urfa E Tipi Cezaevi'nde incelemelerde bulundu. Bakan Ergin, olayı, “Cezaevinde geçtiğimiz aylarda bir tadilat başlatıldığını ve tadilat yapılan bölümdeki tutuklu ve hükümlülerin diğer bölümlere aktarılması nedeniyle sıkışlık yaşandı” şeklinde yorumladı.

Adalet Bakanı S Ergin ile Çalışma Bakanı Çelik, 13 kişinin yanarak can verdiği Urfa E Tipi Cezaevi’nde yaptıkları inceleme ardından basın toplantısı düzenledi. Adalet Bakanı Ergin, kimlik tespiti çalışmaları sonrasında cenazelerin ailelere teslim edileceğini belirterek, yaşamını yitirenlerin isimlerini açıkladı: Şükrü Uldes, Fuat Yıldız, Sinan Özalp, Mehmet Satış, Süphi Köksal, Yunus Eskili, Mehmet Emin Gerçek, Hüseyin Kıskaç, Mehmet Kemal Kılıç, Taner Şimşek, Bakır Tek, Mehmet Aslantay, İbrahim Halil Kaya.

Ergin, 5 tutuklunun da yaralandığını, 4'ünün taburcu edildiğini, yaralı bir tutuklunun tedavisinin devam ettiğini ekledi. Ergin, tutuklu ve hükümlülerin aileleriyle telefonda görüştürüldüğünü ve açık görüş yaptırılacağını duyurdu.

Olayla ilgili adli ve idari soruşturma başlatıldığını söyleyen Bakan Ergin, "Hiçbir husus gözardı edilmeksizin bu tahkikatlar sonuçlandırılacak ve kamuoyu ile paylaşılacaktır" dedi.

Bakan Ergin olayla ilgili olarak, C-15 koğuşundan duman sızdığı tespit edilmesiyle derhal müdahale edildiğini ileri sürerek, mahkumların kapının önüne yatak süngerlerinden barikat oluşturarak bunları ateşe verdiklerini belirtti. Koğuşta bulunan 18 mahkumdan sağ kurtulan beşinin bu ilk müdahale sırasında kurtarıldığını aktaran Adalet Bakanı, üst kattaki mahkumlara ise ranzalardan barikat kurulması nedeniyle ulaşılamadığını söyledi.

Bir gazetecinin, cezaevinin kapasitesinin çok üzerinde olduğunu hatırlatması üzerine Bakan Ergin, Türkiye'deki cezaevlerinin kapasitesi konusunda bir problem olduğunu söyledi. Ergin, bölgeler arasında da farklar bulunduğunu, batıda daha rahat, Doğu ve Güneydoğu'da dolululuk oranlarının daha fazla olduğunu kaydetti. Bu ‘problemi’ aşmak için daha önce bir eylem planı açıkladıklarını hatırlatan Bakanı Ergin, sorunun çözümünü "yeni cezaevleri" olarak göstererek 1196 yeni cezaevi yapacaklarını kaydetti.

Bazı cezaevlerinde açık, bazı yerlerde ise kapasite fazlası olduğunu kaydeden Ergin, yeni cezaevinin yanı sıra bir diğer "çözüm" önerisini "bunları dengelemek" olarak açıkladı. Ergin, nakiller konusunda bu sefer de ailelerin itirazları olduğunu söyledi, sürgün sevklerin yoğunlukla yaşandığı bilinmesine rağmen, gönüllülük esasına göre nakiller yapıldığını ileri sürdü.

Urfa Cezaevi'ne ilişkin özel bir durum olduğunu, buranın kapasitesinin 600 kişi olduğunu söyleyen Ergin, cezaevinde geçtiğimiz aylarda bir tadilat başlatıldığını ve tadilat yapılan bölümdeki tutuklu ve hükümlülerin diğer bölümlere aktarılması nedeniyle sıkışlık yaşandığını söyledi. Ergin, 10 Temmuz'dan sonra kısmen rahatlık yaşanacağını savundu.

600 kişilik Urfa E Tipi Cezaevi'nde 1200 tutuklu ve hükümlü kalıyor. Tutuklu ve hükümlülerin, koşullara isyan ederek yatakları ateşe verdiği belirtilmişti.

Urfa Cezaevinde Slogan Sesleri Yükseliyor

Urfa E Tipi Kapalı Cezaevi'ndeki 13 tutsağın yanarak feci şekilde yaşamını yitirmesini, aynı cezaevindeki tutsaklar protesto ediyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in bulunduğu cezaevinde protestolar devam ederken, ailelerin de cezaevi önünde bekleyişi sürüyor.

Urfa E Tipi Kapalı Cezaevi C-15 koğuşunda çıkan yangın sonucu 13 tutsağın yanarak feci şekilde yaşamını yitirmesi, aynı cezaevinde kalan diğer tutuklular tarafından protesto ediliyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in cezaevinde incelemeleri halen devam ederken başlayan protestolarda slogan sesleri hiç dinmiyor. BDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan'ın da bulunduğu cezaevinde kimi tutsaklar kapılara ve pencerelere vururken, kimi tutsaklar ise slogan atıyor. Protestolar bakanların cezaevine girmesiyle başlarken siyasi tutsakların da protesto eylemine destek verdiği bildirildi.

Cezaevi önünde bekleyen aileler, protesto seslerinin duyulmasıyla cezaevinin arka kısmına geçmek istedi. Polislerin engeliyle karşılaşan aileler ile polisler arasında gerginlikler çıktı. Yaşanan duruma tepki gösteren aileler, ağıt ve feryatlar yaktı. Ailelerin ısrarcı duruşu nedeniyle polisler geri çekilmek zorunda kaldı. Basın mensuplarının çekim yapmasına da izin verilmezken, cezaevinden protesto seslerinin yükselmesi devam ediyor.

‘YANGINA YARIM SAAT MÜDAHALE EDİLMEDİ’

Bu arada, cezaevi önünde bulunan İHD Urfa Şube Başkanı Cemal Babaoğlu, Etkin Haber Ajansı’na (ETHA) yaptığı açıklamada, Urfa Valisi'nin C-15 koğuşunda meydana gelen olayla ilgili "kendi aralarında kavga ederken yangın çıkardılar" açıklamasının gerçek dışı olduğunu belirterek isyanın cezaevi koşullarını protesto etmek için başlatıldığını öğrendiklerini aktardı. Babaoğlu, "Cezaevi kapasitesinin 4 kat fazlası mahkum var. İnsanlar pamuk çuvalı gibi istiflenince, aşırı kalabalığın getirdiği bir protestodur" dedi.

Babaoğlu, 225 kişilik olan cezaevi kapasitesinin 3 yıl önce ortak kullanım alanlarının da koğuşa çevrilmesiyle, kapasitenin 400'e çıktığı bilgisini verdi. Şu anda cezaevinde 1200 kişinin kaldığını belirten Babaoğlu, fiziki koşullar nedeniyle mahkumlardan derneğe yoğun başvuru geldiğini, cezaevi ile görüşme taleplerinin ise hep reddedildiğini anlattı.

İsyanın da bu koşulları protesto etmek için çıktığını anlatan Babaoğlu, 13 kişinin ölümünden cezaevi idaresini sorumlu tuttu. Cemal Babaoğlu, cezaevi idaresinin yangına en az yarım saat müdahale etmediğini, seyirci kalması sonucu bu kadar ölümün yaşandığını söyledi. Babaoğlu, aynı cezaevinde geçen yıl Erkan Gümüştaş adlı tutuklunun, cezaevi koşullarını protesto etmek kendisini yaktığını hatırlattı.

Urfa Cezaevinde Katliam!

İnsan hakları kuruluşlarının sık sık kapasitesinin üstünde mahkumun tutulduğuna ilişkin uyarılarda bulunduğu Urfa Cezaevinde dün gece göz göre göre bir katliam yaşandı. Cezaevinin adli mahkumların kaldığı C15 koğuşundaki bir isyan sonucunda çıkan yangında 13 mahkum yanarak can verdi, 2’si ağır 5 mahkum da yaralandı.

Türk kaynaklarının geçtiği göre cezaevinin C15 koğuşunda Cumartesi gecesi saat 22:45 sıralarında mahkumların isyan başlatarak yatak ve yorganları ateşe vermesi sonucunda yangın çıktı. Gardiyanların ve askerlerin uzun süre müdahale etmedikleri yangın sonucunda koğuşta bulunan 13 mahkum yanarak öldü, 2’si ağır 5 mahkum da yaralandı.
Olayda ölen ve yaralananların tümünün adli mahkumlar olduğu bildirilirken Urfa Valiliği tarafından yapılan açıklamaya göre ölenlerin kimlikleri şöyle: Şükrü Uldes, Fuat Yıldız, Sinan Özalp, Mehmet Satış, Süphi Köksal, Yunus Eskili, Mehmet Emin Gerçek, Hüseyin Kıskaç, Mehmet Kemal Kılıç, Taner Şimşek, Bakır Tek, Mehmet Aslantay, İbrahim Halil Kaya.

Hayatını kaybeden mahkumların cenazelerin tamamen yanmış olmaları nedeniyle ailelerinden kan ve doku örneği alınacağı ve yapılacak DNA testlerinin ardından ailelere teslim edileceği bildirildi.

Yaralıların da tümünün C15 koğuşunda kalanlar olduğu bildirildi.

Konuyla ilgili olarak açıklama yapan Urfa Valisi Celalettin Güvenç, koğuşta kalan adli tutukluların aralarında çıkan tartışma üzerine kavganın meydana geldiğini ve daha sonra yatakların ateşe verildiğini belirtti. Bunun üzerine büyüyen yangında 13 adli tutuklunun yaşamını yitirdiğini 5'inin de yaralandığını savunan Vali Güvenç, durumu hafif olan 2 tutuklunun cezaevi revirinde tedavi edildiğini 3'ünün ise hastaneye kaldırıldığını kaydetti.

Valinin kavga açıklamasına karşılık olarak aynı cezaevinde tutulan BDP Urfa milletvekili İbrahim Ayhan avukatı İbrahim Benek’e koğuştaki mahkumların cezaevi koşullarını protesto etmek için eşyaları ateşe vererek isyan çıkardığını söyledi. Ayhan olayı katliam olarak nitelendirerek olaydan cezaevi idaresi ve Adalet Bakanlığını sorumlu tuttu.

Cezaevindeki koşullar konusunda kendisinin de defalarca yetkililere başvuruda bulunduğunu ifade eden Ayhan, 5-6 kişilik odalarda onlarca kişinin kaldığını belirtti.

300 kapasiteli Urfa E Tipi Kapalı Cezaevinde 1070 tutuklu ve hükümlü kalıyor. Katliamın yaşandığı C15 koğuşunda da kapasitenin üstünde mahkumun kaldığı bildirildi.

Meksika ziyareti öncesinde bir açıklama yapan Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da koğuşun kapasitesi konusunun araştırılacağını söylemesi dikkat çekti.

Olayın duyulmasının ardından çok sayıda mahkum yakını cezaevi önünde toplanırken asker ve polis kitleye biber gazı ve tazyikli suyla saldırdı. Olaylarda yaralananlar ve gözaltına alınanlar olduğu bildirildi.