22 Eylül 2011 Perşembe

Ölüm Kapımızı Çaldığında...

Delil KARAKOÇAN
Türkiye istikrarlı bir ülke değil, sürekli yön değiştiriyor. Yapısal sorunlarına eğilim gösterme yerine ABD için rol devşiren bölgesel aktör olmayı tercih etmiş gözüküyor. Müzakere gibi tarihi bir aşamadan savaşa/çatışmaya dönmüş olmasının asıl nedeni de bu.

İçeride vurarak ezerek dışarıda güçleneceğini düşünüyor. Merkezi devlet partisine dönüşmüş olan AKP de, Türkiye toplumuna (halklarına) yatırım yapmıyor; dış getirilerle başta Kürtler, toplumsal muhalefeti ezerek talepsiz ve tepkisiz bırakmaya çalışıyor. Her gün bir ölüm, bir başka baskın, bir başka saldırı yaşanıyor. Kürtlere karşı bir “süpürme” harekatıdır sürüp gidiyor.


* * *


70’li yıllardan beridir bu devam ediyor...


O yılları Aşık İhsani “Mektup” adlı muhteşem şiirinde şöyle ifade etmişti. Bir bölüm aktarıyorum: “Demem şu ki sevdiğim, Ortaçağ’dan bu yana bana öyle bir ters geldi ki, 1971 Mart, Nisan, Mayıs ve sonrası. Yıkılası mahpushaneler tıklım tıklım evde, yolda, işte, sokakta, on on, yüz yüz, bin bin adam toplanmakta. Anlayacağın ne kadar ‘ben çağımdan ve üzerinde büyüyüp suyunu içtiğim toprağımdan yanayım’ diyen aklı işleyen, genç, yazar, öğretmen, sanatçı, işçi-köylü varsa ve hatta kim ki okur-yazarsa şimdi bunlar küme küme, her yerde bahtı kara Türkiye’mde içeride. Yani budandıkça artan ve Türkiye’min o silinmez gibi yüz karasını yeryüzünde çıra çıra ağartan bu her biri bir yurtseverin yeri şimdi küfürden yapılı ve işkence kapılı birer zindan ipleri. İşte böyle iki gözüm, daha sözüm bitmedi. Eli kolu kanlı, kirli yıkılası karanlık biraz daha çark ederek geriye, ak beyazı yığın yığın içeriye aldı. Ama bu kadarla yetmedi. Tadı bal ve o kadar da kutsal bu yerin gerçek öz sahibi devrimcilerin birer hain gibi duyurarak adını ve anayla babaya evladını gammazlatıp duran ve kardeşi kardeşe kahpecene vurduran, bu karanın da karası zehrini var gücüyle kusmakta. Ve de işin en kötüsü sözüm ona demokrasi erleri, yani muhalefet liderleri mezarına girmiş birer ölü gibi susmakta...”

  * * *

O yıllarda olduğu gibi bugün de fikirlerimiz kadar, bedenlerimiz de tehdit altında... Her birimiz her zamankinden çok daha fazla tehdit altındayız. Savaş ve şiddet siyasetine karşı fikirleri ve yürekleriyle duran hiçbir ferdin güvencesi yok.


“Öl-öldür” anlayışına uygun argümanlarla siyaset yapanların; yeşil hayat ağacını taşlayıp durdukları lanetli bir zaman aralığında azalmamak, asla yaprak dökmemek ve hep yeşil kalabilmek için avuçlarımızı ısıtan ellerle kenetlenmeliyiz... Acıya ve ölüme kanat gerenlerin, “çözüm şimdi” diyenlerin elleriyle...


Büyük risk altındayız...


Her yanımız ölüm sağanağı...


Ve “öldür” kipine, öldürme isteğine karşı özgür ve onurlu bir yaşam arayışıdır bizimkisi. 70’lerde de, 80’lerde de buydu 90’lar da da. Dün de bugün de...


* * *


Her defasında ölüm kapıyı çalmıştı...


70’li, 80’li yıllarda içeride ve dışarıda ölüm kapıyı çaldığında alabileceği/çalabileceği bir şeylerin olmadığını anladığında geri adım atmıştı...


Ölüm, ancak sizden bir şeyler alabileceğini umut ettiği ya da bu umudu gördüğü anlarda acımasız olur. Tüm acımasızlığıyla yüklenir.


Sizden bir şeyler alamayacağını anladığı anda ise umudu kırılır, güçten düşer, zayıflar.


Dün fikirler kadar, bedenleri yaşatan, ayakta tutan (özellikle de cezaevlerinde), ölüm kapıyı çaldığında tutsakların ona, “alabileceği bir şeylerin almadığını” göstermiş olmasıdır.


Bugün de ölüm riskini ortadan kaldırabilir, hayat ağacını yeşil tutabiliriz.


Burada önemli olan yaşadığımız nefes aldığımız çevre ve coğrafyayı, birey olarak kendimizi “ölümü doyuran” alanlar olmaktan çıkarmaktır.


Ölüm kapıyı çaldığında ona verebileceğimiz bir şeylerin olmadığını/olamayacağını gösterebildiğimiz anda risk de ortadan kalkar ve ölüm, “ölmüş” olur.


Ve bugünler, birçok yönüyle 70’li, 80’li yıllara çok benziyor. O günlerin demokratik gelişimine devletin tepkisi sert olmuştu; bugün de sert. Ancak önemli bir ayrıntı var: O gün buna dur diyecek güç ya yoktu ya da çok zayıftı. Bugün ise güçlü...


Ey kapımızı aşındırıp duran ölüm, bizden alabileceğin bir şey yok!


Türkiye istikrarlı bir ülke değil, sürekli yön değiştiriyor. Yapısal sorunlarına eğilim gösterme yerine ABD için rol devşiren bölgesel aktör olmayı tercih etmiş gözüküyor. Müzakere gibi tarihi bir aşamadan savaşa/çatışmaya dönmüş olmasının asıl nedeni de bu.


İçeride vurarak ezerek dışarıda güçleneceğini düşünüyor. Merkezi devlet partisine dönüşmüş olan AKP de, Türkiye toplumuna (halklarına) yatırım yapmıyor; dış getirilerle başta Kürtler, toplumsal muhalefeti ezerek talepsiz ve tepkisiz bırakmaya çalışıyor. Her gün bir ölüm, bir başka baskın, bir başka saldırı yaşanıyor. Kürtlere karşı bir “süpürme” harekatıdır sürüp gidiyor.


* * *


70’li yıllardan beridir bu devam ediyor...


O yılları Aşık İhsani “Mektup” adlı muhteşem şiirinde şöyle ifade etmişti. Bir bölüm aktarıyorum: “Demem şu ki sevdiğim, Ortaçağ’dan bu yana bana öyle bir ters geldi ki, 1971 Mart, Nisan, Mayıs ve sonrası. Yıkılası mahpushaneler tıklım tıklım evde, yolda, işte, sokakta, on on, yüz yüz, bin bin adam toplanmakta. Anlayacağın ne kadar ‘ben çağımdan ve üzerinde büyüyüp suyunu içtiğim toprağımdan yanayım’ diyen aklı işleyen, genç, yazar, öğretmen, sanatçı, işçi-köylü varsa ve hatta kim ki okur-yazarsa şimdi bunlar küme küme, her yerde bahtı kara Türkiye’mde içeride. Yani budandıkça artan ve Türkiye’min o silinmez gibi yüz karasını yeryüzünde çıra çıra ağartan bu her biri bir yurtseverin yeri şimdi küfürden yapılı ve işkence kapılı birer zindan ipleri. İşte böyle iki gözüm, daha sözüm bitmedi. Eli kolu kanlı, kirli yıkılası karanlık biraz daha çark ederek geriye, ak beyazı yığın yığın içeriye aldı. Ama bu kadarla yetmedi. Tadı bal ve o kadar da kutsal bu yerin gerçek öz sahibi devrimcilerin birer hain gibi duyurarak adını ve anayla babaya evladını gammazlatıp duran ve kardeşi kardeşe kahpecene vurduran, bu karanın da karası zehrini var gücüyle kusmakta. Ve de işin en kötüsü sözüm ona demokrasi erleri, yani muhalefet liderleri mezarına girmiş birer ölü gibi susmakta...”

  * * *

O yıllarda olduğu gibi bugün de fikirlerimiz kadar, bedenlerimiz de tehdit altında... Her birimiz her zamankinden çok daha fazla tehdit altındayız. Savaş ve şiddet siyasetine karşı fikirleri ve yürekleriyle duran hiçbir ferdin güvencesi yok.


“Öl-öldür” anlayışına uygun argümanlarla siyaset yapanların; yeşil hayat ağacını taşlayıp durdukları lanetli bir zaman aralığında azalmamak, asla yaprak dökmemek ve hep yeşil kalabilmek için avuçlarımızı ısıtan ellerle kenetlenmeliyiz... Acıya ve ölüme kanat gerenlerin, “çözüm şimdi” diyenlerin elleriyle...


Büyük risk altındayız...


Her yanımız ölüm sağanağı...


Ve “öldür” kipine, öldürme isteğine karşı özgür ve onurlu bir yaşam arayışıdır bizimkisi. 70’lerde de, 80’lerde de buydu 90’lar da da. Dün de bugün de...


* * *


Her defasında ölüm kapıyı çalmıştı...


70’li, 80’li yıllarda içeride ve dışarıda ölüm kapıyı çaldığında alabileceği/çalabileceği bir şeylerin olmadığını anladığında geri adım atmıştı...


Ölüm, ancak sizden bir şeyler alabileceğini umut ettiği ya da bu umudu gördüğü anlarda acımasız olur. Tüm acımasızlığıyla yüklenir.


Sizden bir şeyler alamayacağını anladığı anda ise umudu kırılır, güçten düşer, zayıflar.


Dün fikirler kadar, bedenleri yaşatan, ayakta tutan (özellikle de cezaevlerinde), ölüm kapıyı çaldığında tutsakların ona, “alabileceği bir şeylerin almadığını” göstermiş olmasıdır.


Bugün de ölüm riskini ortadan kaldırabilir, hayat ağacını yeşil tutabiliriz.


Burada önemli olan yaşadığımız nefes aldığımız çevre ve coğrafyayı, birey olarak kendimizi “ölümü doyuran” alanlar olmaktan çıkarmaktır.


Ölüm kapıyı çaldığında ona verebileceğimiz bir şeylerin olmadığını/olamayacağını gösterebildiğimiz anda risk de ortadan kalkar ve ölüm, “ölmüş” olur.


Ve bugünler, birçok yönüyle 70’li, 80’li yıllara çok benziyor. O günlerin demokratik gelişimine devletin tepkisi sert olmuştu; bugün de sert. Ancak önemli bir ayrıntı var: O gün buna dur diyecek güç ya yoktu ya da çok zayıftı. Bugün ise güçlü...


Ey kapımızı aşındırıp duran ölüm, bizden alabileceğin bir şey yok!

Obama-Erdoğan Görüşmesinde Ne Oldu?

Nuri FIRAT
Erdoğan-Obama görüşmesi gerçekleşti. Her şeyden önce görüşmenin şu sonuçlarının kesin olduğunu söylemek mümkün:

1 - “Terörle mücadele ortaklığı” söylemi üzerinden Kürt sorununun çözümsüzlüğüne yönelik kararlılık tekrarlandı.


2 - Ortadoğu ve iki ülkenin yaşadığı sistemik sorunlar nedeniyle her konuda mutabakat sağlanmasa da, Kürt sorunu yine diğer bütün krizlerin ötelenmesi ve kamuoyu ilgisinin bastırılması açısından kurban seçildi.


3 - “Medyatik operasyon” ve “kamu diplomasisi” konularında görüşmede belli bir sonuç açığa çıktı. İki liderin de Ankara ve Siirt olayları, yani Kürt sorunu gibi iki ülkenin de kolayca ortaklaşacağı konu üzerinden mesajlar vermesi, gerçekte olmasa bile en azından kamuoyunda görüşmenin her yönden olumlu gittiği havasının yaratılmasında etkili oldu.


Bu üç konuda kesin ortak sonuçlar açığa çıktığını söylemekle birlikte, diğer konu başlıklarına ana hatlarıyla bakıldığında ise esas daha rahat görülebilir.


Suriye ortaklığı


Türkiye ile ABD arasındaki ortaklık, Libya, Mısır, Tunus gibi ülkelerde olduğu gibi Suriye konusunda da bir kez daha teyit edildi. Nitekim Türkiye’nin yaptırım uygulaması konusunda karara varıldığı açıklandı. ABD, bir tarafta İran’ı iyice izole etmek ve gücünü kırmak diğer yandan da Ortadoğu’daki değişimi istediği rotaya sokmak için Suriye’de Esad rejimini istemiyor. Mevcut halde değişimin kaçınılmaz olduğu Suriye’de ABD istediği çizgiyi tutturmaya çalışırken, Türkiye’nin Suriye konusunda hiçbir koşulda kayıtsız kalamayacağını da bilmek lazım. Çünkü PKK’nin etkili olduğu ciddi bir Kürt potansiyeli söz konusu ve Türkiye bundan kaygılı. Bu nedenle ABD Türkiye’ye, Türkiye de ABD’ye muhtaç ve haliyle ortaklaşmaları kolay oluyor. Ama işin trajedisi (yaptırım kararlarından anlıyoruz ki) sopacı rolü Türkiye’ye verilmiş durumda.


İran’ı karşıya almak


Türkiye, Suriye konusundaki kararlar dolayısıyla Ortadoğu’da ihtiyaç duyduğu bir müttefiki karşısına almış gibi oluyor. Bu müttefiki Kürt sorununda son yıllarda ortak hareket etmeye çalıştığı ve hatta gündemde olan kara harekatında işbirliğine gidileceği konuşulan İran’dı. Ancak Suriye’yi karşıya almak, İran’la neredeyse kopmak anlamına gelir. (Bu arada Suriye Libya değil ve Türkiye’nin Kürt sorunu nedeniyle bir tür “iç meselesi”dir.) Bir diğer gelişme ise füze radarı sistemi. Bu sistem İran’a karşı ve başta İsrail olmak üzere İran kaşıtı NATO bloğunun güvenliği içindir. Bu nedenle İran’la ilişkilerin gergin olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.


İsrail-Filistin konusu


İsrail’le gerilim konusunda Türkiye istediğini elde edemedi. Çünkü seçim yılına girmiş bir Obama, hiçbir şekilde İsrail’i Türkiye’ye feda etmez. Türkiye ise, yaşadığı birçok dış ve iç kriz içinde esasında bu soruna bir çözüm bulunmasını istiyor. Bu yüzden ABD’deki görüşmeyi önemsedi. Neredeyse “Bir özür dilesin de bitsin şu lanet şey” bıkkınlığı içinde olduğunu söylemek abartı olmaz. Ancak bu olmayacak gibi. Dolayısıyla Filistin kartını ortaya koyan Türkiye’ye karşı İsrail’in kozları daha güçlü oldu. BM’de Filistin’e onay çıkartmadı, zaten beklenmiyordu. Kaldı ki, Filistin Lideri Mahmud Abbas ABD’ye rağmen hareket etmez. Böylece Erdoğan’ın bütün “çabaları” medyatik bir şovdan öteye gidememiş oldu. Üstelik Filistin intifadasının eli kullağındayken ve İsrail yeni katliamlara hazırlanırken, Türkiye nasıl bir tavır sergileyecek, merak konusu. Mesele sanıldığı gibi “medyatik şovlarla” kullanılacak kadar basit değil.


Kıbrıs’ta sondaj


Güney Kıbrıs’ın Akdeniz’de petrol aramaya başlaması büyük bir kriz gibi görünüyor. Ancak bunu İsrail ve ABD’den, hatta AB’den bağımsız ele almamak lazım. Dolayısıyla İsrail krizinden sonra böyle bir durumun ortaya çıkması dikkat çekerken, Türkiye’nin ABD’deki görüşmelerde ciddi bir sonuç elde ettiği söylenemez.


Tavizler veriliyor


Bütün bu konu başlıklarına bakıldığında Erdoğan-Obama görüşmesinde şu sonuca varmak mümkün: Birincisi Kürt sorunu eksende duruyor ve ikincisi bunun için tavizler veriliyor.


Suriye konusunda anlaşma oldu. Çünkü buradaki Kürt sorunu nedeniyle Türkiye ABD’ye muhtaç ve yaptırım kararını uygulamayı, dolayısıyla İran’ı karşıya almayı ve Suriye’ye dönük olası bir askeri saldırının cephesi olmayı kabul ediyor. Kürt sorunu nedeniyle Suriye konusunda sergilenen muhtaç ve tavizkar tutum, içteki meseleyi de derinleştirecek ve zararı daha büyük olacak gibi görünüyor.


İnsansız hava aracı Predator’ların alımı konusunda ABD ile Türkiye arasında bir mutabakat görünmüyor. Obama sadece “Olur” demiş. Ötesini de söyleyemez. Çünkü ABD Kongresi’nin karar alması lazım. Bunun için de kapı yine Kongre’de lobisi güçlü olan İsrail’e çıkıyor. Eskiden Türkiye, Kongre kararları nedeniyle alamadığı bir ağır silahı İsrail üzerinden alıyordu. Yani ABD İsrail’e satıyordu, İsrail de Türkiye’ye. Bu yol da kapalı gibi. Ancak Türkiye, Predator’ları almak için büyük bir taviz vermişti ve anlaşılan o ki, zararlı çıktı. Neydi bu taviz? Malatya Kürecik’e füze radar sisteminin kurulmasıydı. Kürt sorununu bastırmak için, İran’ı karşıya alacak ve daha büyük krizlere davetiye çıkaracak, halkın sağlığını tehlikeye atacak, ülkeyi yeni tehditlerin hedefi haline getirecek kadar ABD’ye taviz veriliyor ve eli boş dönülüyor. Predator hesabı mevcut haliyle böyle görünüyor.


Kara harekatı


Anlaşılıyor ki, Türkiye tavizkar politikasına rağmen istediği sonuçları elde edemedi. Sadece Kürt sorunu kurbanlık seçildi. Bütün krizler AKP hükümetini hem içte hem de Ortadoğu’da büyük sıkıntılarla başbaşa getirecek gibi görünüyor. İşte bütün bu gerçeklerin üstünü örtmek amacıyla Türkiye’nin dayattığı kara harekatını önümüzdeki günlerde görmemiz mümkün. ABD “Olur” vermişe benziyor. Böylece hem Türkiye’nin gönlünü rahat tutmuş olacak hem Türkiye’nin çekildiği bataklık kamuoyundan gizlenmiş olacak hem de Türkiye daha zor bir duruma getirilerek muhtaçlık pozisyonu sürdürülmüş olacak. (Kara harekatı Kürt sorunu nedeniyle ayrıca Türkiye için felaketin büyümesi demektir.)


Sonuç itibarıyla söylenecek şey şudur: ABD istediğini elde etti, Türkiye ise daha büyük krizlere gebe halde görüşmeden ayrıldı.


Devlette Karmaşa, AKP’nin Dilenciliği ve Gidişat

Türkiye’nin fotoğrafına bir bakalım. AKP’lilere göre herşey güllük gülüstanlık! Türkiye’nin kredi notu artıyor, ekonomi tıkırında, Türkiye model, Tayyip Erdoğan da lider örneğiymiş. Devlet bütünlük içinde! Polis asker hepsi artık ortaklaşmış!... PKK bitmiş ya da bitmek üzereymiş! Peki durum öyle mi?Sadece Ankara’da yaşanan son patlama ve AKP’lilerin dış gezilerine bakarak bu durumu bir özetleyelim.

Türkiye’nin başkenti Ankara’da Başbakanlık, Meclis, Adalet Bakanlığı, Yargıtay, Genelkurmay Başkanlığı ve daha birçok devlet bürokrasisinin olduğu “Devletin mahallesinde” bir patlama meydana geliyor. Arabalar peş peşe patlıyor. Dumanlar Ankara semalarında. İnsanlar dehşet içinde olup biteni anlamaya çalışıyor. Devletin yetkilileri patlama mahalline yakın.

Ankara Valisi, “LPG patlaması” diyor, Çankaya Belediye Başkanı “piknik tüpü patladı” diyor. AKP’nin kendinden menkul bakanı Bülent Arınç “bomba patlaması” diyor. “Ölüm yok” diyor biri. Biri 5 yaralı, diğeri 10, bir diğer yetkili 20 diyor. Rakamlar belirsiz. Tamam ilk bilgiler ve olan biteni anlamak için erken denilebilir. Peki devletin bu üst düzey yetkilileri valiler, bakanlar, emniyet müdürleri niye böyle birbirlerinden habersizler! Türkiye’nin başkenti Ankara’da devlet mahallesinde bir patlama meydana geliyor. Patlamanın nedeni hala belli değil. Devlet yetkilileri kendileri ile birbirleri ile çelişkiler yaşıyor. Medya olayı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Devlet mahallesinde kafalar karışık! Birbirlerinden haberleri yok.

Ankara’daki devlet mahallesinin asıl sakinleri ise yaşanan çatışma ve savaşın daha da artırılması için Ankara dışındalar. Kapı kapı PKK’ye ve Kürtlere karşı yardım dileniyorlar. Huzursuzlar. Abdullah Gül Almanya’ya gitmiş, Tayyip Erdoğan ABD’ye. Bir grup Kürt gösteri yaptığı için TC Cumhurbaşkanı Gül’ün Berlin’de huzuru kaçmış. Almanya’dan PKK’ye karşı yardım diliyor. ROJ TV’yi suçluyor. Tayyip Erdoğan ise ABD’de onun da huzuru kaçmış. O da ABD’de BM binası içinde hangi devletin yetkilisini görse yardım diliyor. ABD’den istihbarat, teknik istihbari bilgi ve insansız keşif uçağı istiyor. İran’dan kara harekatı için lojistik destek istiyor. Komşularla “Sıfır sorun” tezinin sahibi TC Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, PKK’ye karşı yardım dileniyor. Çökmüş tezlerinin izlerini gizlemeye çalışıyor. AKP yandaşları, cemaat ulakları Ortadoğu’nun yeni Firavun Sultan’ı Tayyip Erdoğan’ı hala bir “kurtarıcı” gibi yansıtma peşindeler. Oysa yaptığı görüşmelere, söylediklerine ve istediklerine bakın orta sınıf tüccarlarının birinin malını diğerine satan, üç kağıtçıları anımsatıyor.

Bir yanı ile “kabadayı” gibi görünen diğer tarafı ile ellerini ovuşturup, boynunu büküp savaş için destek isteyen Tayyip Efendi ve ekibi Türkiye’yi nasıl bir şiddet sarmalının içine çektiklerinin farkında değiller. AKP ve cemaat medyası olanı gizlemeye çalışsa da, Türkiye büyük bir şiddet sarmalının içine hızla yol almaktadır. Gelişmeler ve yaşananlar bunu gösteriyor.

Ankara’daki devlet mahallesinin CHP ve MHP’li muhalifleri ise tam allahlık! Kemal Kılıçdaroğlu siyaset cahili olduğu kadar Kürt cahilliği ile de öne çıkan bir isim. CHP de MHP gibi meselenin müzakereler ile çözülmesi gerektiğini savunmak yerine müzakere ve görüşmelerin şiddetin sebebi sayan bir zekaya sahip.

 “Hakkari ve Şırnak kontrol altına alınacak” denilerek, Kürt kentleri hedef gösteriliyor. Kürdistan’da kar maskeli özel timler ev basıyor. Kürt avına çıkmış Kürtlerin yoksul evlerinin altını üstüne getiriyor. Hergün onlarca insan kelepçelenerek gözaltına alınıyor. Türk Savaş uçakları Libya, Irak ve Afganistan’daki resmi ilan edilen savaşlardan daha fazla sayıda Kürdistan’a sorti yapıyor. Kürtler öfkeli. Öfke giderek yayılıyor. Dipten gelen örgütlü bir dalga kendisini dışavurmak üzere. Oral Çalışlar da yazdı. Kürt gençlerinin dağa çıkış sayısında artış var. Kürtler öfkelerini kuşanıp dağlara doğru yol alıyorlar.

Sonuç şu; içerde kendi içinde çelişkili ve akıl dağınıklığı yaşayan bir devlet, müzakere yerine çatışmayı seçen muhalefet; kişiliksiz politikaları ile kapı kapı savaş için yardım dileyen hükümet; “iyi şeyler olacak” sözünün yumuşaklığı ile Kürtlere demir yumruk gösteren Milli Görüş dönmesi Abdullah Gül hepsini topladığınızda cahillikleri ile Türkiye’yi şiddet sarmalının içine çeken bir fotoğraf karesi görüyorsunuz. Ekonomideki canlılık ve istikrar mı? AKP’nin 9 yıllık iktidarı döneminde savaş hiç yaşanmadı! İstikrar savaşsız yılların toplamı ile oluşuyor. Savaş başladığında, insanlar öldüğünde tıkırında giden ekonominin de canı cehenneme!

Baki GÜL

Savaş

Kürtler, yüz seneden beri çeteciliğin dayanılmaz saldırısı altında. Çetecilik devlet.

Çetecilerin basını, Kürtleri aşağılıyor. Türk sineması, edebiyatı hayali Kürt tipolojisi yaratıp, zekasıyla alay ediyor. Kendilerini yüceltip, ırkçı doyuma ulaşmak için, Kürdün inancı, gelenekleri, yaşama adabıyla alay ediyor, küçük düşürüyor.

Atatürk’ün solcu rozetli ırkçı, açıktan ırkçı, din taciri tarikatçı, cemaatçı evlatları, Kürtlert söz konusu olunca, aralarındaki hırsızlık, talan, çapul savaşlarına ara verip, hep birlikte ve bir arada Kürtlere saldırıyor.

Filistin için, „insaniyet müsameresinde“ göz yaşı dökenlere siz sıfat bulup, isim verin. Kürdistan, son otuz yıldır, kuşatma altında. Köleci esarete başkaldıran bir halka karşı, tankı, topu, uçağı, kimyasal bombaları ile yürütülen kirli, hayasız, vicdansızca bir savaştır, bu.

Ama, kuralına uygun savaşmayı da beceremediler. Subaylar, polis şefleri kırlarda, dağ yolları, sokaklarda cinayet işleyen katiller olarak karşımıza çıktı. Uyuşturucu ticareti, haraç paylaşımında anlaşmazlığa düşünce birbirine düştüler. Yargıçlar, suçlarına şal örttü.
Köy hesabıyla söylersek, teröristler, dört bin köyün katili oldular.

„Filistine ambargo uygulanıyor, insanlar sıkıntıda” bağıtılarıyla insaniyet müsamerelerinde rol çalanlar, daha dün Kürdistan’da ekmeğe el koyan eşkıya, bebek mamasını, çay tutamını, şeker gramnını toprağa karıştıran zalim, ağza götürülen lokmanın düşmanı, götürebildiğinin hırsızıydı.
Ermeni kırımı yıllarında, Siirt’ten Kayseri’ye kaçmış adamın torunu Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, „Gazze’de nasıl yaşanır? İsrail’in zulmü var. Gazze’de büyüyen çıldırır” diyerek, korkutulan Filistinliler adına insanlığı arayan tellallığın baş rolüne çıkıyor, Türk medyası da göz yaşlarına hüzünleniyordu.

Oysa Kürdistan, otuz yıldan beri bomba altında. Kürdistan göklerinde, korkunun sesi uçak ve helikopterler hiç eksik olmadı. İnsanlar korkudan çıldırık. Kürdistan korkuyla uyuyor, rüyasında korkular görüyor, uykuya dalanlar korkudan çatlamış sesleriyle, „geldiler“ diye bağırarak doğruluyorlar.

Zulmün ürkütücü sesini değil, artık sessizliği yadırgıyorlar. Yağdırılan kazan, napalm bombaları, zehirli gazlardan kurtulabilenler, „bugün de yaşadık“ diye seviniyorlar.

Türk uçakları aylardır, Güneyi bombalıyor. Bebekleri, kadınları vuruyor, koyun sürülerini havaya uçurup, dağları mezbahaneye çeviriyor, ormanları, ekinleri yangına veriyor. Ama Gül, insanlık masalı anlatıp, „İsrail Filistinlileri korkutuyor“ diyerek, bizimle alay ediyor.

Kürdistan yollar, geçitleri askeri barikatlarla örülü. Kimsenin yarın da değil, bir solukluk zaman sonrası belli değil. Çeteler, tek yakaladığının celladı, hapishaneler dolu.

Gürcistan Orta Asya’sından kopup gelen Türk Recep Erdoğan, yüzünde „insan tiynetli maske” ile Arap kardeşlerine, „kan dökmek bize yakışmıyor” diyor. Ama Kürt kanı dökmek kendisine yakışan. Kürt, „biz“ değil, çünkü. Din, iman menzilleri, bu kadar bunların.

Kürdistanı kanıyor, ama Kürt savaşçılar, her şeye rağmen, onların yöntemlerine baş vurmadılar. Savaş yollarına, köprülere, savaşı besleyen kurumlara, sanayi ve ticaret imparatorluklarına dokunmadılar.
Kürdistan evlatlarını, köylerini, sahip oldukları varlıkları kaybederken Türkler, savaşın yıkımını hissetmediler, yaşamadılar. Televizyonlarının karşısında çekirdek çıtlatarak, „nasıl vurduk, ama“ sevinç naralı açıklamaları dinleyip, ölüm ve yıkım manzaralarını seyrettiler. Sonra çıkıp, kendi sokaklarında avlanacak Kürt aradılar.

İnsanı, insan yapan vicdan yok, topyekun savaş vardı. Başları, „artık acıma yok” diyor, onlar tüfeklileri ve sivil giyimlileriyle topyekun saldırıyorlardı. Ta ki, yanıbaşlarında bir bomba patlayana kadar…

Kim tarafından olduğunu bilmediğimiz, ama Ankara’da, savaşın ne olduğunu hissettiren bir bomba patlayınca, insaniyetini sevdiklerim, bir anda insanlığın sesi kesiliverdiler.

Savaş yıkımdır. Kürdistan, otuz yıldan beri, yıkımın altında inliyor. Savaşın yok ediciliğini tek yalnızlığıyla yaşıyor.

Bırak uzaklardaki Arabı, Filistini sen neredeydin? Savaşın bir yıkım olduğunu görmen için, bir bombanın da, Ankara’da mı patlaması gerekiyordu?

Gördün işte. O zaman Kürdistan üstündeki kirli postalını kaldır. Kaldır ki, altında insanlık olan barış yeşersin!..

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Erdoğan İman Tazeledi

Türk Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama’dan Libya ve Suriye konusundaki performansından dolayı ‘aferin’ alırken PKK’ye karşı destek takviyesiyle ödüllendirildi.

ABD Başkanı Barack Obama ile yaklaşık 1,5 saat süren görüşen Türk Başbakan Recep T. Erdoğan, ağırlıklı olarak PKK’ye karşı mücadelenin ele alındığını belirtti. Erdoğan, bu konuda 2007 yılında anlaşılan ‘ortak düşman’ anlayışının devam edeceğini; ancak, desteğin askeri teknik ve siyasi olarak artacağını anlattı.

66. Dönem BM Genel Kurulu üst düzey toplantılarına katılmak üzere New York’ta bulunan Erdoğan, Obama ile önceki gün görüştü. Waldorf Astoria Oteli’ndeki görüşmede Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hulusi Akar da hazır bulundu.

Müşterek adımlar


Erdoğan, görüşme öncesi Obama’nın yanında yaptığı açıklamada, “Terörle mücadeleyi birlikte vereceğiz, gerek teknolojik noktada gerekse planlama, projelendirme noktasında müşterek atmamız gereken adımlar var. Müşterek adımımız devam ediyor, bundan sonra da devam edecek” dedi. Erdoğan, şunları kaydetti: “Model ortaklık süreci içinde gerçekten çok önemli adımları attık, atıyoruz. Bu arada terörle mücadelede ortak mücadele platformu oluşturmamız...“

Obama’ya bakarak Ankara’daki patlama ve henüz ne olduğu bilinmeyen Siirt’teki saldırıyı anlatan Erdoğan, „Ankara’da meydana gelen patlamanın ardından Siirt’te dört tane bayanın içinde olduğu araca da teröristler tarafından bir
saldırı neticesinde dört tane bayanı, sivil vatandaşımızı kaybettik. Bu da bizim için tabii gerçekten ayrı bir üzüntü sebebi... Bu mücadeleyi birlikte vereceğiz, gerek teknolojik noktada gerekse planlama, projelendirme noktasında müşterek atmamız gereken adımlar var ki bu noktada terör örgütlerine karşı müşterek adımımız devam ediyor. Bundan sonra da devam edecek. Nitekim bugün burada bunları da geniş manada görüşeceğimize inanıyorum.”
Erdoğan, son dönemde Mısır, Tunus, Libya’yı kapsayan ziyaretleri ve Afganistan’daki birlikleri ve Irak’taki varlıklarını „bunlar bizim müşterek attığımız adımlar oluyor“ diye tanımlayarak, temennisini de „Türkiye ile ABD arasındaki bu model ortaklık neticesini vererek, bundan sonra da devam etsin” şeklinde ifade etti.

Obama ise 3 kişinin ölümüne 34 kişinin de yaralanmasına sebep olan Ankara’daki patlamadan dolayı başsağlığı diledi ve „Türkiye ve ABD’nin teröre karşı güçlü ortaklığı sürecek“ diye ekledi. Obama, Afganistan ve Libya konusunda verdiği destekten ötürü Erdoğan’a teşekkür etti. Obama ayrıca, NATO’nun yükümlülükleri çerçevesinde Türkiye’ye füze savunma radarının yerleştirilmesi aşamasında Ankara’nın göstermiş olduğu sorumluluğu takdir ettiğini belirtti. ABD Başkanı Obama, Erdoğan’a sergilediği performanstan dolayı teşekkür etti. 


Basın toplantısı yaptı

Yaklaşık 1.5 saat süren görüşmenin ardından Türk Başbakan Erdoğan, konakladığı Peninsula Otel’de basın toplantısı düzenledi.

Filistin-İsrail konusunun görüşüldüğünü belirten Erdoğan, ‘’Haklılığımızı teyit ediyorlar ve bu konuda bizim şu andaki tavrımızın aynen devam edeceği istikametindeki kararlılığımızı da... İsrail, özür dilemedikçe, tazminat ödemedikçe, Gazze’ye ambargo kalkmadıkça bu işin normalleşmesi mümkün değil’’ dedi.

Kıbrıs meselesi

Başbakan Erdoğan, Kıbrıs ile ilgili olarak da şunları kaydetti: ‘’Kıbrıs’taki bu İsrail ile Güney Kıbrıs yönetiminin petrol arama çılgınlığına girmesidir. Aramanın içerisine biz de gireceğiz, şu anda da zaten bölgede hücum botlarımız, firkateynlerimiz de orada dolaşıyorlar. Türk araştırma gemisi de süratle bölgeye gönderilecektir.’’

Bir teşekkür daha

Dini azınlıklara gayrımenkullerinin bir bölümünün iade edilmesinden dolayı Obama’nın kendilerine teşekkür ettiğini belirten Erdoğan, ‘’Memnuniyetlerini ifade ettiler ve toplantımız gayet güzel bir hava içerisinde sonuçlanmış oldu’’ diye konuştu.

ABD’nin çekilmesi

ABD’nin Güney Kürdistan’dan çekilmesine ilişkin bir soru üzerine Erdoğan, ‘’Daha şu anda çekilmediler. Onların talebinden çok bizim talebimiz olacak. Bizim talebimiz de çekilirken ellerindeki silahları ne yapacağı hususudur. Bu taleplerimizi de zaten kendilerine bildirdik.’’

Kürtlere karşı savaş

Başbakan Erdoğan, şöyle konuştu: ‘’Terörle ortak mücadele konusunda da ABD’nin her türlü desteği vermeye hazır olduğunu bize kendileri ifade etti. Konuyla ilgili olarak daha önce de insansız hava aracı konusundaki destekleri noktasında, Predator konusundaki destekleri... Yine aynı şekilde istihbarat, anlık istihbarat paylaşımı noktasındaki çalışmalar hususunda aramızda herhangi bir itilaf söz konusu değil. Aynı şekilde bunun devam etmesi ve terör örgütüne yönelik verilen mücadelede bizlerle beraber olacakları hususu... Şu anda Türkiye’deki NATO çerçevesi içerisindeki radar savunma sistemi noktasında, kendileri de bu konudaki yaklaşımımıza özellikle teşekkürlerini ifade ettiler...’’

Suriye konusu

Obama ile görüşmesinde Suriye konusunun da gündeme geldiğini bildiren Erdoğan, şunları söyledi: ‘’Suriye’deki mevcut yönetime olan güvenimiz noktasında, tabii son gelişmelerden sonra, hele hele Suriye yönetiminin Türkiye’ye yönelik bir kara propaganda başlatmış olması, bunlar tabii çok çok çirkin gelişmeler. Bizim mevcut yönetime olan güvenimiz artık kalmamıştır. Türkiye’ye dönüşte değerlendirmelerimi daha geniş çaplı olarak da yapacağız. Hatay kampını gidip ziyaret edeceğim. Suriye yönetimiyle görüşmelerimi kesmiş vaziyetteyim.’’

Predator aşkı

Bir gazetecinin predatorlere ilişkin sorusu üzerine Başbakan Erdoğan, ‘’Predatorlar noktasında öyle zannediyorum ki sıkıntı olmayacak. Predatorlar hususunu çözmeye çalışacak’’ diye konuştu. Predatorların satın alınabileceğini ya da kiralanabileceğini belirten Erdoğan, ‘’Zaten daha önce kendilerine bununla ilgili metinleri vermiştik. Yaklaşım olumlu. Anlık istihbarat paylaşımı konusunda da zaten sıkıntı yok’’ değerlendirmesinde bulundu. 

NEW YORK

İsrail-Türkiye İlişkileri; Stratejik Ortaklıktan Rekabete-2

İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen bölgesel mücadeleler ve Neoosmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.



Yeni İki devlet arasındaki ilişkilerin farklı alanlarının ve iktisadî ve jeostratejik çıkarların gözden geçirilmesi, asıl gerçekleri örten sisin aralanmasına yardımcı olabilir. Salt güncel krize ve kullanılan retoriğe bakıldığı takdirde, İsrail ve Türkiye’nin kader birliği göremeyiz.

İki ülkenin kadar birliği belirleyen iki temel neden var. Bunları Haluk Gerger bianet.org sitesinde kısa, ama öz olarak açıklamış. Gerger’e göre, ki katılıyorum, bölge gücü olma rekabetine rağmen her iki ülkenin de, ulusal devlet olarak varolma ve toprak bütünlükleri konusundaki temel çıkarları birbirleriyle örütüşüyor. Cengiz Çandar’ın deyimiyle, çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’nin “Aşil Topuğu”nu oluştururken, İsrail Filistin konusunda giderek izole oluyor. İki ülke de temel sorunları konusunda yenilgi ile karşı karşıya ve uyguladıkları politikalarla kendi sınırlarını tehlikeye sokuyorlar.

Diğer taraftan İsrail’in de, Türkiye’nin de Batı’ya olan bağımlılıkları, bu kader birliğini belirleyen ikinci bir neden. Ekonomilerinin yabancı sermaye akışı olmadan iflas edeceğini bir yana bırakırsak, iki ülke de NATO, ABD ve AB’den ayrı politika yapmamayı, emperyalizmin küresel stratejileri ve Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde hareket etmeyi devlet aklı haline getirmişlerdir.

UCU AÇIK SON GELİŞMELER

Zaten gerek Erdoğan’ın, gerekse de, “deniz kuvvetlerini gönderme” tehditini kullanan AB’den sorumlu bakan Egemen Bağış’ın, her fırsatta “bizim karşı çıkışımız İsrail hükümetinedir, yoksa İsraillilerle ve İsrail devletiyle bir sorunumuz yok” demeleri boşuna değil. Yani söz konusu olan güncel kriz, hükümetler arasındadır, devletler arasında değil. İsrail ve Türkiye, tehlikeli sularda seyreden aynı tekne içerisindedirler – hiç birisi tek başına tekneyi terk etmeyi göze alamaz.Bu, madalyonun bir yüzüdür.

Diğer taraftan krizi belirleyen, Türkiye’nin bölge gücü olma çabasının yanı sıra, ABD’nin İsrail hükümetinden duyduğu rahatsızlıklardır. ABD gerek küresel ekonomik ve malî kriz nedeniyle, gerekse de, başta Afganistan olmak üzere, ihtilaf bölgelerinde içine düştüğü bataklık nedeniyle zordadır. Obama yönetimi bu nedenle uzun zamandır küresel stratejilerin yükünü müttefikler arasında paylaşılmasının gerekliliği ve ihtilaf bölgelerinde istikrarın sağlanması için politikalar geliştirmektedir. Özellikle Arap dünyasındaki ucu açık son gelişmeler ve bununla bağlantılı olarak İsrail’in ısrar ettiği politikalar, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin giderek daha büyük bir riziko faktörü olarak görülmesine neden oluyor.

OBAMA’NIN ELİ-KOLU BAĞLI


Obama hükümetinin bu rahatsızlığı uzun zamandır biliniyor. Geçenlerde Alman basınına sızdırılan bir habere göre, eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Netanyahu’yu “nankör” ve “gerçekleri göremeyen kör adam” olarak nitelendirmişti. Görüldüğü kadarıyla Obama hükümeti İsrail hükümetinin politikalarıyla İsrail’in kendisini ve dolayısıyla ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını tehlikeye atıyor. Gates’in söylediklerinin yayınlandıktan sonra Beyaz Saray çevrelerince yalanlanmaması, gözlemcilerle “resmî doğrulama” olarak nitelendirildi.

Batı basını da ABD’nin kaygılarını dile getiriyor. Avrupa’da yayımlanan çeşitli gazetelerde (The Guardian, F.A.Z., Liberation v.b.) yer alan yorumlarda, İsrail’in “büyük bir hata yaptığı”na dikkat çekiliyor ve ABD ile AB çevrelerine “İsrail’e yönelik önkoşulsuz destek politikalarını gözden geçirme ve Filistin devletinin BM Genel Kurulu’nda tanınması konusunda bir daha düşünme” telkini yapılıyor.

Obama hükümetinin de benzer düşünceler taşıdığı olası, ancak iç politik dengeler nedeniyle eli-kolu bağlı. İşte tam bu noktada AKP devreye giriyor. İsrail hükümetine karşı aldığı pozisyonla, bölgedeki istikrarı sağlayacak tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. 

ABD’nin de desteğine sahip. Ne de olsa Erdoğan, İsrail hükümetine karşı medyatik çıkışlar yapabilen tek lider ve TSK NATO’nun ikinci büyük ordusu. Türkiye, güçlü ordusuyla bölgedeki ve uluslararası alandaki bütün askerî operasyonlara katılmaya niyetli ve katılıyorda. Ayrıca, Arap dünyasında son derece iyi ilişkileri olan bir hükümete sahip. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, ABD çıkarlarının kollanması için en uygun partner.

Emperyalist emellerini açığa çıkaran ve Ortadoğu’nun yeni dizaynında etkin rol oynamak isteyen Türkiye ile bölgesel istikrar sayesinde çıkarlarını kollamak isteyen ABD’nin çıkarları tam olarak örtüşüyor. ABD, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti üzerinde gerekli olan baskıyı artırma olanağına sahip değil. Böylece bu görevi Erdoğan üstleniyor.Güncel İsrail-Türkiye krizinin temel nedenlerinden birisi budur.

‘SEYRÜSEFER SERBESTİSİ’

Görüldüğü kadarıyla İsrail’de de hükümete karşı olan sesler güçleniyor. Basının bildirdiğine göre uzun zamandan beri çeşitli politikacılar, analistler ve bilhassa askerî gizli servis, sivil gizli servis ve MOSSAD hükümete “gerginlikleri giderecek tedbirler almasını ve politikalarını gözden geçirmesini” ısrarla öneriyorlar. Ancak İsrail hükümetinin bu, kuşkusuz akıllı önerilere kulak verip vermeyeceği pek açık değil. Netanyahu Filistinliler ve Türkiye ile yumuşama politikalarına meyilli olsa bile, hükümetinin geleceği buna bağlı olduğundan, bunu göze alamaz. Hükümetin aşırı sağcı kanadı ihtilaf politikalarından vazgeçmeyeceğini defalarca kanıtladı. Bu nedenle İsrail hükümeti hesap edilebilir politikalara sahip değil.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hesapları ise çok açık. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “seyrüsefer serbestisi” lafını ağzına alması, basit bir tehdit değil: bu çerçevede söz konusu olan, Akdeniz’de tahmin edilen müthiş doğalgaz rezervleri. Basında yer alan bilgilere göre Doğu Akdeniz’deki “Levante Havzası”nda yaklaşık 3,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olduğu ve Gazze sahillerine yakın sularda da 4 milyar Dolar değerinde rezervler olduğu tahmin ediliyor.

DOĞU AKDENİZ’DE DİDİŞME

Enerji rezervleri üzerine verilen mücadele, uluslararası hukukta net olarak tanımlanmamış Münhasır Ekonomik Bölgeler, her ülkenin kendi ekonomik bölgesinde bulunan doğal kaynakları çıkartma hakkı, İsrail-Türkiye krizinin diğer temel nedenlerini oluşturmaktadır.

Bu sorun sadece Türkiye ve İsrail arasında ihtilaf yaratmıyor, Suriye, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin Yönetimi (tanındığı takdirde Filistin Devleti) de hakları olduklarını ileri sürüyorlar. Kıbrıs’ın 2010 Aralık’ında İsrail ile ortak deniz sınırlarını belirlediği antlaşma ve 2011 Ağustos’unda birlikte arama çalışmalarına başlayacakları açıklaması, Türkiye’yi 1982 BM Deniz Hukuku Antlaşması çerçevesinde girişimlerde bulunmaya ve 13 Eylül 2011’de Egemen Bağış’ın CNN Türk’de yaptığı gibi, “her türlü arama çalışmalarını engellemek için deniz kuvvetlerimizi göndereririz” mealinde tehditler savurmasına neden oluyor. (Bu sorunun bir başka boyutu da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması dolayısıyla, olası bir ihtilafa AB’nin de muhatap olmasıdır.)

Doğu Akdeniz’de didişme ile bağlantılı olarak alınan tedbirlerden birisi “Barbaros Eylem Planı”dır. Türkiye bu planla, 2006’da Millî Güvenlik Kurulu kararıyla oluşturulan ve Ceyhan Enerji Bölgesinin güvenliğini tesis edecek olan “Akdeniz Güvenlik Kalkanı”nı, savaş gemileri, denizaltılar ve savaş uçaklarının sayısını artırarak genişletmek, Türk Deniz Kuvvetleri’nin “deniz aşırı operasyon yetisinde olduğunu” kanıtlamak istiyor.

ABD’NİN ÇIKARLARINI KORUMAK

Aslına bu planın temeli 1997’de atılmıştı. Yayını durdurlan Yeni Yüzyıl gazetesi 17 Mart 1998 tarihinde “Küreselleşen ordumuz” başlıklı bir haberle, TSK’nin Kasım 1997’de “Açık Denizlere Doğru” başlıklı bir siyaset belgesi hazırladığını bildiriyordu. Bu belgede şöye deniyordu: “Ege, Karadeniz ve Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi vardır. Hazer Denizi, İran Körfezi, Kızıl Deniz ve Atlantik’in Cebelitarık yakınlaşma suları TSK’nin ilgi alanıdır. (...) Bu tespit, vatan limanından çok uzaklarda lojistik destek sağlayabilen ve vurucu gücü olan deniz kuvvetlerini gerekli kılmaktadır”. Aynı tarihlerde eski Genelkurmay Başkan Yardımcısı Çevik Bir, Frankfurt Marriot Hotel’de yapılan bir toplantıda şöyle diyordu: “21. Yüzyılın enerji kaynakları Kafkaslar ve Ortadoğu’dadır. Bu nedenle Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninde çeşitli senaryolar hazırlanmaktadır. Ancak hangi senaryo uygulanmaya sokulursa sokulsun, Türkiye başrolü oynayacaktır”.
Bu alıntılar, bugün uygulamaya sokulan politikaların daha o günlerde ifade edildiğini göstermektedir. Siyaset belgelerinde yapılan tespitlerin sonuçlarının alınması ve konjonktürün Türkiye lehine değişmesi sonucunda güçlenen Türkiye, bugün Doğu Akdeniz’de güç gösterisi yaparak, ABD çıkarlarını en iyi koruyabilecek yegane devlet olduğunu kanıtlamak istemektedir. İsrail hükümeti ile olan kriz, bu çabanın bir parçasıdır.

SONUÇ YERİNE


İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen bölgesel mücadeleler ve Neo-Osmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.

2011 Temmuz’unda, “İsrail: Değişen Ortadoğu’nun değişmeyen ülkesi” başlığıyla yayımlanan bir USAK analizi, Türkiye ve ABD yönetimlerinin İsrail’den beklentilerine tercüme olmaktadır. Osman Bahadır Dincer’in kaleme aldığı analizde şunlar denmekte: “Türkiye-İsrail ilişkilerinde yapısal sorunların çözümü için İsrail’in, Türkiye ve Arap Dünyası’ndaki mevcut gelişmeleri doğru okuyarak paradigma değişimine gitmesi gerekmektedir. Türkiye-İsrail ilişkileri ele alınırken üzerinde durulması gereken en önemli nokta, artık ilişkilerin eski parametreler üzerinden yürütülemeyecek olduğudur.(...) Dış politikasında sağlıklı ilişkiler kurmasını engelleyen iç hastalıklarının tedavisi için İsrail’in bir an önce kolları sıvaması büyük önem arz etmektedir. Karşılıklı bağımlılığın derinleştiği günümüz dünyasında İsrail, çözüm getirmeyen politikaların tutsaklığından kendini kurtarmanın yollarını aramalıdır.(...) Türkiye ve İsrail’in birbirine ihtiyacı olduğu hemen herkesin hem fikir olduğu bir gerçektir. Ancak daha da önemlisi, Ortadoğu’nun iyi ilişkilere sahip bir Türkiye-İsrail ikilisine ihtiyacı bulunmaktadır.”

Buradan da Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin ABD ve Türkiye tarafından istenmediği okunabilir. Ancak bu sorun sadece İsrail’de ve İsrailli seçmen tarafından çözülebilecektir. Son haftaların sosyal protestolarının, bir hükümet değişikliği sürecinin başlangıcı olabileceği olasılığı var, ancak hükümet değişikliğinin otomatikman politika değişikliğine yol açacağı ise hayli şüphelidir.

Son derece şüpheli olan başka bir konu da, Türkiye’nin Arap dünyasının liderliğini alıp alamayacağıdır. Arap toplumlarında Erdoğan’a duyulan konjonktürel hayranlık, bunun bir kıstası olamaz. Her ne kadar Batı sömürgeciliğinin ve yeni sömürgeci devamının yıkımı Osmanlı döneminin esaretini hafızalarda ılımlandırsa da, Arap dünyasının tarihsel bilincinde “esir olunduğu” halen unutulmamıştır. Aynı, Türkiye’nin “Mavi Marmara” sonrasında atması gereken adımları atmaması veya güncel olarak Suriye’ye gösterdiği muamelenin de unutulmadığı gibi.

Arap ülkelerinde de AKP ve Erdoğan’ın Batı’ya ne denli bağımlı olduğu, uzun vadede gene İsrail’le aynı yatağa gireceği ifade edilmektedir. Bunun iyi bir örneğini, Dar el Hayat gazetesinde 15 Ağustos 2011’de yayınlanan ve 3 Eylül’de sendika.org tarafından çevirisi yapılan Mustafa Zeyn’in yorumudur. Zeyn şöyle yazıyor: “Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’e karşı tutumu, Gazze savaşındaki tutumu sadece kendisini ABD ve Avrupalılardan ayrı tutarak bölgede bir rol oynama çabasından ibaret. Bu onun Avrupa ve ABD’nin çıkarlarından ayrılacağı anlamına gelmez. (...) Türkiye Avrupalıların ve Amerikanların Ortadoğu’ki silahlı gücüdür, hem de geçmiş ve modern İslamî tarihinden dolayı Avrupa Birliğine kabul edilmeksizin Batı çıkarlarını korumakla vazifelendirilmiş bir polis gücüdür.” Bu güvensizliği gidermek için, sert retorikten fazlası gerekmektedir.

ORTADOĞU’NUN CEHENNEM ATEŞİ


Türkiye karar vericileri, “yeni” Türkiye’nin İslamî Dünya’nın lideri olabileceğine inanıyor olabilirler. Erdoğan’ın bugünlerde Arap ülkelerine yaptığı ziyaret bunun için bir reklam gezisi olarak değerlendirilebilir. Ve bu çerçevede İsrail karşıtı çıkışları Erdoğan’a yardımcı da oluyordur. Ancak Arap dünyasını yakından tanıyanların bildiği gibi, kendi aralarında birlik olamayan despot rejimleri ve ardıllarının, kendilerine lider olarak seçecekleri son ülke Türkiye olacaktır. Erdoğan’ın cambazlığı, hitabet yeteneği tarihsel gerçekleri değiştirmeye yeterli değildir.

Velev ki Mısır, Libya veya Tunus’daki yeni yönetimler Türkiye ile işbirliğine hazır olsunlar. Kendi “Aşil Topuğu”nun tek bir hamlede tüm uluslararası ve stratejik planlarını sıfırlayacak olan bir ülke bu “liderliği” ne kadar zaman taşıyabilecektir? Seçim başarıları, ekonomik büyüme ve üniformalı kapitalistlere karşı iktidar savaşını kazanmış olma nedeniyle artan özgüven, hali hazırda Kürt Sorunu, Sri Lanka’da olduğu gibi askerî şiddetle çözülebilir düşüncesine itiyor olabilir. Ama bu özgüvenin son derece yanıltıcı olduğu ve gerçekleri görmeyi engellediği de unutulmamalı. Çünkü ne Kürdistan Sri Lanka’ya, ne de halk hareketine dönüşmüş olan Kürt Özgürlük Hareketi, Tamil Kaplanları’na benzemektedir. AKP hükümetinin kendi Kürt yurttaşlarına karşı yapacağı her yanlış, hele hele savaşa başvurması, Neo-Osmanlı rüyalarını kabusa dönüştürebilecek, bütün planları altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir.

Kısacası, Erdoğan’ın Arap dünyasındaki arayışları ne getirirse getirsin, İsrail-Türkiye krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, değişmeyen bir gerçek var: O da Türkiye egemenlerinin girdikleri yolun, Türkiye açısından da, bölge açısından da Dante’nin Inferno’sundaki Vergil’in işaret ettiği cehenneme çıkmakta olduğudur. Dinî bütün AKP’nin bu yola girdikten sonra Matelda’nın elini tutup, bu yoldan kurtulup kurtulamayacağı bilinmez ama, bildiğim, Türkiye ve İsrail’in bugünkü politikalarını sürdürdükleri müddetçe, Ortadoğu’nun cehennem ateşiyle yanmaya devam edeceğidir.

Kim bilir, birisi günün birinde Erdoğan’ın kulağına günümüz Matelda’sının Kürtler olduğunu fısıldayabilir. 

BİTTİ

MURAT ÇAKIR

Şemdinli Raporu: 4 Sivili Askerler Öldürdü

Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nde 4 sivil vatandaşın ölümüyle sonuçlanan olaylara ilişkin ilçede incelemelerde bulunan İnsan Hakları Heyeti hazırladığı raporda, 4 sivilin ölümüyle ilgili karanlıkta kalan noktaların aydınlatılmasını istedi. Raporda, sivillerin askerler tarafından öldürüldüğü yönünde güçlü kanıtların bulunmasına rağmen olayın PKK militanları üzerine yıkılmak istenmesinin manidar olduğu vurgulandı.

Hakkari’nin Şemdinli İlçesi’nde 11 Eylül günü HPG gerillaları tarafından gerçekleştirilen eylem sonrası meydana gelen olaylarda 4 sivilin yaşamanı yitirmesi üzerine ilçede incelemelerde bulunan İnsan Hakları Heyeti, hazırladığı raporu kamuoyuna açıkladı. Aralarında İHD, MAZLUMDER, Hakkari Barosu ve Van Barosu yöneticilerin bulunduğu heyetin hazırladığı rapor, İHD Diyarbakır Şube binasında düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Basın toplantısına heyet içerisinde yer alan İHD Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölge Temsilcisi Şevket Akdemir, İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici, İHD MYK Üyesi ve Diyarbakır Şube Yöneticisi Av. Serdar Çelebi, Şube yöneticileri Av. Fatma Karaoğlan ve Av. Pınar Dalkuş katıldı.
‘DEMOKRATİK KANALLAR AÇILSIN’

Rapor açıklanmadan önce konuya ilişkin bir açıklama yapan İHD Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölge Temsilcisi Şevket Akdemir, bölgede son üç ayda yoğunlaşan çatışmaların devletin Kürt meselesine çözüm yolu olarak şiddeti seçtiği ve meseleye güvenlik eksenli yaklaştığını gösterdiğini belirterek, “Oysa tarih, devletlerin ulusal ve toplumsal sorunlara şiddet yöntemleri ile kalıcı çözüm bulamayacaklarına binlerce kez tanıktır. Devlet bu politikasında ısrar ettikçe, Türk ve Kürt halkları arasında cesetten duvarlar yükselecek ve bu durum sorunu kangren haline dönüştürecektir. Çözüm Kürtlerin ulusal varlıklarının kabulü, tüm ulusal haklarına saygı gösterilmesi ve eşitlik temelinde, barışçıl, demokratik kanalların açılmasıdır” dedi.

Son dönemlerde yapılan siyasi ve askeri operasyonların ve linç saldırılarının ciddi toplumsal gerginliklere davetiye çıkardığını ifade eden Akdemir, “Son dönemlerdeki saldırgan politikalarına karşı Türk, Kürt veya insanım diyen herkes, örgütlü, kararlı ve kitlesel tepkiler geliştirme yolunda tarihsel görevlerle yükümlüdür. Her türlü dayanışma ve destek acildir. Yarın çok geç olabilir” diye konuştu.

‘YAŞAM HAKKININ MUHATABI DEVLETTİR’


“Yaşam hakkı bir insan hakkıdır ve muhatabı da vardır. Bu muhatap genelde devletlerdir” diyen Akdemir şöyle devam etti: “Devletler hakları hem koruyacaktır, hem de ihlali halinde yaptırım uygulayacaklardır. Kamu görevlilerinin eylem ve işlemlerinden devletler sorumludur. Hak ihlalinde bulunduklarında da ve ihlali önleyecek önlemler almadıklarında da devletler sorumludur. Çözüm getirmeyen inkar ve imha politikaları yerine çağdaş,demokratik evrensel değerleri yaşamla buluşturunuz ki, bu ülkenin barışçıl ve güzel günlere giden yolu aydınlansın. Türkiye toplumu acıların yerine mutluluğu; savaş yerine barışı, milliyetçilik yerine kardeşliği, açlık ve yoksulluk yerine ekonomik ve sosyal zenginliği yaşasın. Bu ülke, demokrasinin, barışın, kardeşliğin ve gelişmişliğin öncüsü olsun.”

Hak mücadelesi veren insan hakları savunucuları olarak öncelikle yaşam hakkının kutsal olduğunu tekrarlamak istediğini belirten Akdemir, “Bu nedenle Kürt sorunun kalıcı çözümü için iki tarafın gerekli adımları biran önce atmasını bekliyoruz. Ayrıca hakkında rapor hazırladığımız Şemdinli ilçesindeki olayların açığa kavuşması için yetkili organların şüpheden uzak, tamamen gerçeklere dayalı bir şekilde olayları açığa kavuşturmasını diliyoruz” diye konuştu.

‘KAYMAKAM VE SAVCI HEYETLE GÖRÜŞMEDİ’

Akdemir’in açıklamasının ardından İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici, hazırladıkları raporu açıkladı. İHD, MAZLUMDER, Hakkari Barosu ve Van Barosu yöneticilerinden oluşturdukları heyetle Şemdinli’ye gittiklerini belirten Bilici, Şemdinli’de bazı resmi yetkililer, olayın görgü tanıkları ve yaşamını yitirenlerin yakınlarıyla görüşmeler gerçekleştirdiklerini söyledi.

Kaymakam ve Cumhuriyet Savcısı’nın randevu taleplerini kabul etmediğini ifade eden Bilici, bu nedenle resmi olarak sadece Belediye Başkanı Sedat Töre ile görüştüklerini dile getirdi. Bilici’nin açıkladığı raporda, görgü tanıkları ve yaşamını yitirenlerin aileleri ile yapılan görüşmeler ayrıntılı bir şekilde yer verilirken, heyetin yaptığı gözlem ve tespitler maddeler halinde sıralandı.

AYDINLATILMASI GEREKEN NOKTALAR

Raporda aydınlatılması gereken noktaları açıklayan Bilici şunları söyledi:

“*Görgü tanıkları ve Altınsuyu Köyü sakinlerinin anlatımları ışığında, Altınsuyu Köyüne askeri birlikten tank veya havan topu atışının yapılmış mıdır?

*Sivil vatandaşlarının yaralanmasına neden olan patlamanın kaynağı olan mühimmatın cins ve menşei tespiti ile güvenlik güçlerine ait midir?

*Sivil vatandaşlar yaralandığında sağlık kuruluşlarına haber verildikten sonra ambulansların neden anında olay yerine gitmemiştir?

*Çatışmaların bitmesine rağmen Savcılık makamı tarafından 3 sivil yurttaşın ölümüne nenden olan patlamanın yaşandığı yere gidip, olay yeri incelemesi neden yapılmamış deliler neden muhafaza altına alınmamıştır?

*Yaşam hakkı ihlal edilen yurttaşların otopsileri usulüne uygun yapılmış mıdır? Yaşamlarını yitiren yurttaşların vücutlarından şarapnel parçası çıkartılmışımıdır?

*Patlamaya neden olan mühimmatın cins ve menşeinin tespitinin bir an önce yapılıp sorumlular tespit edilecek midir?

*Çatışmalar esnasında, güvenlik güçlerinin sivillere yönelik şiddete başvurması söz konusu olmuş mudur?

*Bu ve buna benzer olaylarda meydana gelen hak ihlallerinde yetkililerde bir ön yargı var mıdır? İlçe kaymakamının ve Cumhuriyet Başsavcılığının heyetimize randevu vermemiş olması aydınlatılması gereken hiçbir hususun kalmadığı ön yargısından mı kaynaklanmaktadır?

*Daha önceki olaylarda yaşananların, yetkiler tarafından ağırdan alınarak, oyalanarak veya gerçeklerin üzeri örtülerek yapılan ihlallerin unutturulmaya çalışması gibi davranışlar bu olayda da sergilenecek mi?”

‘DEVLET GÜÇLERİ İNTİKAM ALIRCASINA YÖNELİYOR’


Bilici, daha sonra ise heyetin vardığı kanaat ve sonucu şu şekilde açıkladı:

“Böylesi bir çatışmada güvenlik güçleri kendi mevzilerine çakılıp sağa sola rastgele ateş açabilmekte sivil yurttaşların can güveliklerinin korunması konusunda özen göstermemekte bunun sonucunda da sivil vatandaşların yaralanıp yaşam haklarını ihlal edebilmektedirler.
Sivil vatandaşların yaşam hakkının kimler tarafından ihlal edildiği konusunda yetkililer tarafından etkin bir soruşturma yapılmamaktadır. Patlamaya neden olan mühimmatın askeri birlikten atıldığı iddialarına rağmen olay yeri incelemesi sağlıklı bir şekilde yapılmamış mühimmat parçaları muhafaza altına alınmamış otopsiler usulüne uygun yapılmamıştır.

Olayın sıcağı sıcağında daha ne olduğu dahi anlaşılmadan medyaya yanlış bilgi aktarımı yapılmakta, kamuoyu yanlış bilgilendirilmekte, mağdur olan insanlar böylelikle bir kez daha mağdur edilmekte, daha başlamayan soruşturma bitirilmektedir.
Çıkan çatışmalarda ve daha sonrasında Şemdinli halkına yönelik öfke ve şiddetin insan hakları ihlallerine sebep olmuştur. Can ve mal güvenliği ihlal edilmiş, toplumsal barış ciddi anlamda zedelenmiştir.

Çıkan çatışmalarda, devletin kendilerinden intikam almaya yöneldiği ve canlarına-mallarına yönelik saldırıların bu anlayış içerisinde yapıldığı, düşüncesi toplumsal bir kanaat halinde açıkça dillendirilmektedir.”

AKP Devleti, Baskı Diplomasisi İle Güneylilerden Ne Talep Etti

Bölgede Kürtlere karşı geliştirilen ikinci uluslar arası komplonun öncülüğünü yapan Türk devleti bir taraftan Güney Kürdistan’a yönelik işgal hareketinin hazırlıklarını yaparken diğer taraftan da Suriye’ye yönelik askeri bir operasyonun ön hazırlığı için Arap dünyasına diplomatik atakta bulunuyor.  Hafta sonu Irak ve Güney Kürdistan’a göndermiş oldukları Dışişleri Bakanı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu önce Bağdat’ta Irak dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari ve Irak Milli Parlamento Başkanı Usema Necufi ve Irak cumhurbaşkanı Sayın Celal Talabani ile bir görüşme gerçekleştirdi. 

Bağdat’tan sonra Kürdistan’a gelen Sinirlioğlu Selahaddin’de Kürdistan bölge başkanı Sayın Mesut Barzani ile görüştü. Bu görüşmeleri iki şekilde yorumlamak mümkündür;  Birincisi Erdoğan ve AKP hükümeti için bu kadar önemsenen işin ucunda PKK hareketinin tasfiyesi gibi önemli bir operasyonun olduğu böylesi bir göreve bu kadar alt düzeyden ve bölgede ki güçleri tanımayan bir kişinin gönderilmesi Türkiye’nin ne Irak nede Güneyli güçlerden istediği desteği koparamayacağı anlamı çıkmaktadır.  Dolaysıyla sadece alanda ki güçleri yapılacak olası bir kara operasyonu için bilgilendirmek ve Güneyli güçlerden olabilirse tehdit ve şantajla bazı şeyleri koparmaktır.  Elbette yapılan görüşmelerde destek vereceklerine inanmasalar dahi Türk tarafı hem Irak hem de Güneyli güçlerden bazı taleplerde bulunmuştur. Kimi talepler yerel basına yansıdı. Bu taleplerin ne olduğunu ileriki bölümlerde yazmaya çalışacağım.

İkincisi ise ki yerel basın tarafında çokça ön plana çıkarılan ihtimal olarak dile getireyim. Sinirlioğlu’nun Güney Kürdistan yetkililerden özelikle Sayın Celal Talabani’den PKK ile devlet arasında aracı rol oynama talebinde bulunmuş olma ihtimalidir.  Görüşmeler esnasında hiçte gündemde olmadığı halde Celal Talabani’n BDP parlamenteri Leyla Zana’yı davet etmesi yerel basın tarafından bu şekilde yorumlandı. Yine Celal Talabani’n bizzat Sinirlioğlu heyetinden Sayın Öcalan’ın yakında İmralı’dan İstanbul’a taşınacağı bilgisini aldığını basına yansıtması ise bölgede tamda böylesi bir hava yansıttı. Bu durumun tamda böyle olmadığını düşünüyorum. Her ne kadar Sayın Celal Talabani ile Sinirlioğlu arasında böylesi bir diyalog geçmiş olsa da basına yansıtılan şeylerle görüşmelerin esas içeriğini örtbas etmeye yönelik bir enformasyon kirliliği olduğunu düşünüyorum. Ben ikinci ihtimalinin ve Leyla Zana’nın çağrılmasının BDP’li parlamenterlerin meclise dönmeleri için ikna diplomasisinin yürütüldüğünü düşünüyorum. Tabi sadece ikna diplomasisinin bununla sınırlı olmadığını son dönemde Mesut Barzani, Neçirvan Barzani, YNK’li olan Güney Kürdistan Tahran Temsilcisi Nazim Ömer Debax’ın PKK ve PJAK gerilla güçleri silahları bırakarak mülteci kamplara yerleşmeli ve silahlı mücadelenin anlamsızlaştığı çağrılarının kendi başına yapmadıkları anlaşılıyor. 

İşte bu ikna diplomasisinin diğer bir ayağı ise BDP’ye Türk devletinin dediği gibi PKK ile kendi arana mesafe koy sorunları şiddetle değil parlamenter yolu ile çözmeye çalış elinize bir fırsat geçmiş bu fırsatı iyi değerlendirin görevinin Güneyli yetkililerin önüne koymuş olmalılar. Bu mesajlar Leyla Zana’ya verildi mi verilme dimi bilmiyoruz? Ama ileriki dönemlerde bu konular daha da netlik kazanacaktır. Bu ikili diplomasinin özü bir taraftan askeri operasyon için Güneyli güçlerden destek alarak direnen güçleri tasfiye iken diğer tarafı ise siyasi alanda Kürt iradesini teslim almaya yöneliktir. Bunu Erdoğan bayram öncesi yürütmüş olduğu psikolojik savaşla denedi. Tüm Kürt siyasetçileri ve şahsiyetlerini tehdit ederek taraflarını netleştirmelerini “terör” ile aralarına mesafe koymalarını yoksa kendilerinden hesap soracaklarını söylemişti. Ama anlaşılan o ki Erdoğan’ın tehditleri çokta yer bulmamış olacak ki bu sefer Güneyli güçleri devreye koymaya çalışıyor. 

Güneyli güçlerin son dönemlerde en üst düzeyde yapmış oldukları tüm açıklamalar dikkatle incelendiğinde Erdoğan ve AKP hükümetinin ısrarla BDP’ye ve Kürt Özgürlük Hareketin ısrarla dayatmak istediği politikalarla birebir örtüştüğünü göreceksiniz. Bu bir tesadüf mü? Yoksa oldukça planlı bir biçimde yürütülen bir konsept mi bilemiyoruz? Ancak dünya’da ki tecrübelere baktığımızda siyaset ve diplomasilerde tesadüflere yer olmadığını atılan her adımın, söylenen her sözün hangi güce ne mesaj verilmesi gerektiği önceden milim milim hesaplanarak söylendiği görülecektir.

Bu görüşmelerde yerel basına yansıdığı kadarıyla Güneyli güçlerden ikna diplomasisi dışında istenen daha başka şeylerde varmış; birincisi PKK’nin Güneyde ki faaliyetlerin sınırlandırılması, Medya savunma alanlarına yönelik tüm giriş-çıkışların kapatılması, PKK’ye lojistik desteğin kapatılması, PKK’nin bulunduğu alanlarda ki sivil yerleşim birimlerin boşaltılması (hava saldırılarının daha rahat yapılması için), var olan askeri ve istihbarat üslerinin daha aktif hale gelmesi için daha fazla imkân tanınması, Süleymaniye’ye bağlı Ranya ve Qeledız ilçelerinde yeni ve daha büyük askeri ve istihbarat üslerinin kurulması(bu alanlarda 2000’de kurulan istihbarat üsleri zaten var.), yine medya savunma alanlarına giden tüm yollarda ki askeri kontrol noktalarında peşmerge güçleriyle birlikte kalmak( sinirlioğlu görüşmesinden sonra medya savunma alanlarına giden son askeri kontrol noktalarında şimdiye kadar yapmadıkları bir uygulamayı yürürlüğe koymuşlar. Oda giden herkesin kimliğini ve pasaportunu gidip gelinceye kadar yanlarında tutuyorlar.) bu güçlerle istihbarat paylaşımıdır.
 
Bu taleplerin ne kadarının Güneyli güçler tarafından kabul edilip edilmediğini bilmiyoruz. Bu durum bir iki hafta içinde netlik kazanır. Bu temaslar özelikle Sayın Mesut Barzani ile yapılan görüşme oldukça sıradan ve önemsiz bir görüşme gibi basına yansıtıldı. Çok rutin bir habermiş gibi geçiştirdiler. Yine Türk devletinin bu görüşmelerde istediğini koparamadığı havası yansıtıldı. Umarız öyledir. 

Yusuf Ziyad

Davos Sarhoşluğu

Arap baharı olarak adlandırılan Ortadoğu’yu dizayn planlarına zorla ortak olmak isteyen ve kendi ülkesinde kör olmuş, sağır olmuş bir R.Tayip Erdoğan gerçeği var. Davos zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanına karşı “one minute” çıkışı ile sözde Arapların gönlünde taht kuran sahte bir kahraman…

Türkiye’deki yaşanan sorunları bir tarafa bırakarak dışarıda özellikle komşularda padişah ve en sonda Aziz olmak isteyen Erdoğan’ın bindiği bu geminin rotası belli olmayıp bir fırtınada dümeni nereye çevireceğini kestirmek zordur. 

Suriye devlet başkanı ve Mısır Cumhurbaşkanı ile samimi verdiği pozları ve birlikte verdikleri dostluk mesajlarını unutmak zordur. Hele birde “kardeş Libya halkı” diye vardı. O günler nerede kaldı.
Şu anda TC Başbakanı Tayip Erdoğan’ın yaptığı tek şey emperyalizmin Ortadoğu’daki uşaklığını yapmak… NATO ve benzeri güçler zorbalık yaparak bölge halkını kandırarak katliamdan geçirirken Erdoğan’da bu katliamlardan üstün ve başarılı çıkar ziyaretlerini yaparak desteğini esirgememektedir.

Gazze ziyaretinin son anda iptali düşündürücüdür. Hani Gazze’ye yardım gemileri Türk savaş gemileri eşliğinde gidecekti. Yemezler Erdoğan… Sende o cesaret ve yürek yok. Yahudilere açık bir şekilde cephe alma gücünüz ne geçmişinizde var ne de şimdi ve hiçbir zaman olmayacak. Çünkü senin gibi ırkçı-faşist zihniyete sahip olanları iktidara taşıyan ve ayakta kalmanızı sağlayan onlardır. Ancak bunlara hizmetkâr olursunuz.

Sadece senin gibilerin gücü masum Kürtlere yetiyor. Hani “kadında olsa çocukta olsa bunlara karşı asla müsamaha göstermeyiz” diye bir çıkışı vardı. Onun cesareti ve felsefesi budur. Bunun İslam’la, Müslümanlıkla bir alakası var mı? Yok mu? Siz değerli okuyuculara bırakıyorum. 

Davos sarhoşluğu ile kendini Ortadoğu ve Arapların kurtarıcısı yerine koymuş. Emperyalizm için şu geçerlidir. “Kim takar Yalova Kaymakamını”… Yapılan şu anda ‘kullanma’dan başka bir şey değildir. Çünkü Arap ülkelerinde batılı sömürgeci güçlerin bölgede kullandığı ve sürekli göz önünde olan şüphesiz bölge halkının tepkisine neden olacaktır. Bu nedenle İslam kimliğiyle İsrail karşıtlığı tam bir aldatmacadan ibarettir. Tam tersine İsrail karşıtıymış gibi görünerek ABD ve İsrail çıkarları için Truva atı misali Ortadoğu gibi mayınlı araziye sürülmüş eşeğe benzemektedir.

Şu an yapılan ve yürütülen budur. Esas amaç burada Türkiye’ye, Erdoğan şahsında verilen bir görevdir. Bu bir döneme mahsustur. Hiçbir zaman emperyalist ülkelerin stratejik ortaklığına dönüşmeyecek politik bir yaklaşımdır. 

Bazı AKP yardakçıları son günlerde Erdoğan’a farklı yakıştırmalarda bulunmaktadırlar. Bunlardan en fazla dikkat çekeni “İslam Azizi” vb. yakıştırmalar hem iç hem de dış güçlerin propagandasıdır. Daha önce padişahtı. Yahudi karşıtlığıyla kısa zamanda nasıl aziz oldu doğrusu düşündürücüdür.

Tayip Erdoğan’ın kendisiyle birlikte götürdüğü dalkavuklarıyla Mısır ve Libya’ya çıkartma yaptı. Gerçekte ise NATO güçlerinin Mısır ve Libya işgali ardından sofradan arta kalan kemik parçalarını kapma çıkartmasıydı. Sofra artıklarını gittiği sırada Erdoğan ‘ın paramiliter ve kontra güçleri Şemizinan’da bir düğünde bulunan halka ateş açmış ve yakın köyleri obüs ve havan toplarıyla vurarak katliam yapmıştı. Arap ülkelerindeki dikta rejimleri eleştiren Erdoğan’ın Kürdistan’da bu dikta rejimlere taş çıkartan katliamcı gerçek yüzü kendi işbirlikçi basını tarafından bile artık gizlenememektedir.

Erdoğan ve işbirlikçi tayfası şunu bilmelidir ki Libya ve Mısır’da Türk bayraklarıyla karşılayan sözde muhalif gerçekte ise ABD ve müttefiklerinin işbirlikçisi olanlar yarın arkalarındaki güçlerden aldıkları icazetle Erdoğan’a sırtını dönüverirler. ABD tarafından Erdoğan’a sözüm ona giydirilen ‘padişahlık ve azizlik’ cübbesini indiriverirler. Erdoğan’a şu an için İran ve Suriye işgali için ihtiyaç duyulmaktadır. Şayet NATO güçleri amaçlarına ulaşırlarsa Erdoğan devride kapanacaktır.

Sinan Sinegir

İran Devletinin Tek Çıkışı Yolu: Kürt-Şii İttifakı


Erdoğan’ın Libya ve Tunus ziyaretleri Mısır’da olduğu gibi Türk basını tarafında oldukça abartılarak verilmeye devam etmektedir.

Erdoğan’ın Libya ve Tunus ziyaretleri Mısır’da olduğu gibi Türk basını tarafında oldukça abartılarak verilmeye devam etmektedir. Erdoğan, Türk basını özelde de Fetullahçı basın tarafından İslam dünyasının fatihi olarak Arap alemine sunulmak isteniyor.  Bunu da üç temel argüman üzerinden yapmaktadırlar. Birincisi Erdoğan’ı diktatör rejimlere karşı mazlum halkların yanında yer alan biri,  İsrail karşıtlığı ve Filistin halkına her tür koşulda destek sunan bir lider olarak Arap alemine sunmak istemektedirler.  Erdoğan’ın şu hassas süreçte Mısır, Libya ve Tunus’a düzenlemiş olduğu gezilerinin esas amacının Suriye müdahalesinin diplomatik ayağı olarak görmek gerekir. Suriye’ye yapılacak müdahalenin Arap olmayan Türk devleti tarafında yapılması Arap ülkeleri tarafından pekte hoş karşılanmaya bilir.  Dolaysıyla Türk devletinin Suriye’ye müdahalesi Arap devletleri tarafından bir iç mesele olarak görülebilir ve bu duruma karşı tutum sahibi olabilirler. Arap ülkelerinin Türk devletinin Suriye müdahalesinden rahatsızlık duyması sadece Suriye’nin bir Arap ülkesi olmasından kaynaklanmıyor. Bu müdahale Türk devletinin Ortadoğu ve Sünni Arap ülkelerinin öncülüğüne soyunması anlamını taşıyacaktır. Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi devletler Arap olmayan bir devletin kendilerine liderlik yapmasına ve kendi rollerini çalmasına sessiz kalmayacaklardır.  Bunun için AKP devletinin soyunmuş olduğu bu rolün yerine getirmesi o kadar kolay olmayacaktır.

Erdoğan Mısır’da yapmış olduğu konuşmasında Esat rejiminin gidici olduğunun mesajını tüm Arap alemine verdi. Bu konuda Araplardan destek istedi. Aynı şekilde Erdoğan Mısır’da yapmış olduğu konuşma ile Suriye’ye yapılacak bir müdahaleye yeşil ışık yakarak Arap ülkelerinin tepkisini ölçmeye çalıştı. Mısır’da ki Müslüman kardeşler Erdoğan daha Mısır’dan çıkmadan onun cevabını verdi. Müslüman Kardeşler örgütü Ortadoğu ve Arap aleminin liderliğini Türkiye’ye kaptırma gibi niyetlerinin olmadığını açıkça dile getirdi.  Erdoğan bir taraftan Arap alemini ikna turuna çıkarken diğer taraftan da füze kalkanlarının Türkiye’ye konulması için anlaşmalar imzalamaktadır. Füze kalkanlarının özünde İsrail devletinin güvenliği ve Suriye müdahalesinin ön hazırlığı olduğunu daha önce belirtmiştik. AKP devleti füze kalkanlarının kendi ülkelerinde kalması için imza koyarak geri dönüşü olmayan bir yola girdi. Bu güne kadar Erdoğan ve AKP devleti hem İran hem de ABD’yi birlikte idare etmeye çalışıyordu.  Bu saatten sonra Türk devleti safını netleştirmiştir.  

Şunu da belirtmek gerekiyor ki bölge liderliği için sadece Türk ve Arap devletleri yarışmıyorlar. Her şeyden önce bölgesel güç olmayı kendi rejiminin bekası için varlık yokluk meselesi yapmış İran devleti vardır. Yine Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek isteyen ABD ve İsrail güçleri en son ise Libya müdahalesiyle Ortadoğu’da bende varım diyen bir Avrupa ülkesi olan Fransa devletleri bu bölge üzerinde güç mücadelesine girmiş bulunuyorlar. Tüm bu güçler bölgedeki liderlik için savaşırken Türkiye’nin lider olması ham hayal gibi görünüyor.  Türkiye’nin bu kadar ön plana sunulması ABD ve İsrail gibi ülkelerin bölge halkları tarafından kabul görülmemesinden kaynaklanıyor.  Onun için bu ülkeler Türkiye’yi bir piyon gibi ileri sürerek bölge liderliğine oynuyorlar. Türk devleti ise bu rolü kabul etme karşılığında PKK hareketini tümden tasfiye etmesi için gereken askeri ve diplomatik desteği esirgemedikleri görülüyor. Onun içindir ki Erdoğan benim için Kürt sorunu bitmiştir dedi. Onun için PKK hareketine karşı oldukça kapsamlı bir hareket başlatarak tasfiye edeceğine kamuoyun bas bas bağırarak ilan etti.

ABD ve İsrail devletleri Türkiye’nin bu piyon rolüne karşılık sadece PKK’yi tasfiye etmeyi değil aynı zamanda Türk devletini Kemalist ve ulusalcı kesimden temizleyerek tümden Erdoğan ve AKP’ye teslim etmenin garantisini vermiş olduklarını düşünüyorum. Erdoğan’ın seçimler sürecinde kendisini tutmayarak 2023 yılına kadar planlanmış projelerin kamuoyuna sunması bu anlaşmanın gereği olarak yaptığını düşünüyorum. Burada hesap edilmeyen Kürt özgürlük mücadelesinin o kadar kolay kolay tasfiye edilemeyeceğidir.  Yine hesapta olmayan ikinci bir şey ise Arap devletlerinin kolaylıkla AKP ve Erdoğan devletinin bölgesel liderliğinin sindirmeyeceğidir. 

Diğer önemli bir sorun ise onların yine hesaplayamadığı İran devletinin yapılan bu ittifaklar karşısında ki manevra gücüdür. İran devleti ideolojik olarak her ne kadar katı bir yapıya sahip olsa da politik olarak oldukça esnek bir yapıya sahiptir. Bu durum karşısında bölgedeki tüm güçleri yeniden gözden geçirerek yeni ittifaklar geliştirebilir. Hiç kimsenin tahmin etmediği yeni ittifaklar bölgede gelişebilir. Mevcut durumda İran’ı bulunduğu durumdan koruyabilecek tek ittifak gücü ise Şİİ-Kürt ittifakı olduğunu düşünüyorum. Neden birincisi Kürt ve Şii nüfusunun yaşamış olduğu Coğrafya bu kapsamlı operasyonu boşa çıkartmak için oldukça müsait olması. İkincisi ABD, İsrail ve Türkiye’nin içine girmiş olduğu ittifak İran karşıttı olduğu kadar Kürt ve Şii karşıtıdır.  Kürt-Şii ittifakın gelişmesi durumunda hangi hatta direniş odakların oluşabileceğine bakmakta yarar vardır.  Irak, Suriye, Lübnan, Güney, Doğu, Kuzey ve Batı Kürdistan, Yemen, Suudi, Katar ve diğer irili ufaklı körfez ülkelerinde ciddi anlamda bu ülkeler için sorun teşkil edebilecek Şii potansiyeli söz konusudur.  Kürt ve Şiilerin bulunduğu coğrafyaya dikkatlice bakıldığında İran için oldukça önemli bir coğrafya’dır. Bu iki güç ittifak yaparlarsa ne Türkiye ne Amerika nede İsrail hiç bir şey yapamaz.  Ve mevcut durum İran ve Kürtler zorunlu olarak bu ittifaka doğru ilerliyorlar. Bu ittifak tarihte Asur imparatorluğu karşısında Medler öncülüğünde gelişen aşiretler konfederasyonun bu günkü çağdaş versiyonu olarak tekerrür etmesi demektir. Nasıl ki Medler öncülüğünde ki ittifak güçleri zalim Asur imparatorluğunu yıkarak halklara barış ve demokrasi getirdilerse bu günde İran devleti bu ittifaka yatarsa aynı şekilde tam anlamıyla bölgede ki halklara barış ve demokrasi getirebilecek bir güç açığa çıkarabilir. İran bu ittifaka yatarsa tabi ki mevcut haliyle kabul edilme durumu söz konusu olamaz. Daha demokratik ve çağdaş değerlerle bütünleşerek ancak bu ittifaka yatabilir.  

İran kendi rejimini kurtarmanın yollarını ne Çin ve Rusya’da ne de Hindistan’da aramamalı onun tek kurtuluşu Kürt-Şii ittifakındadır. İran’ın bu durumu iyi gördüğünü bu gün biraz ayak diretse de eninde sonunda böylesi bir ittifaka geleceğini düşünüyorum.

AKP’nin Türkiye’ye Onuncu Yıl Armağanı: "Bağışmatik"

Mahinur Şahbaz

Borç yiğidin kamçısıdır diyerek, borçlanmayı başarı olarak gösterdi ve ilk defa ekonomi büyürken işsizlik arttı. Gelir dağılımındaki adaletsizlikte Türkiye dünyada Meksika’dan sonra ikinci ülke oldu. İlk defa tarımsal üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktı

Kendi içerisinden aldığı “abdestli kapitalistler” eleştirisi üzerine AKP'nin onuncu yıl kutlamaları sade geçti. Onuncu yıl 81 ilde parti belgeselinin gösterildiği, 2023 vizyonunun anlatıldığı iftar programları ile kutlandı. (14 Ağustos 2011, Radikal)

Kutlama haberinin hemen altında AKP’nin on yıllık iktidarı süresince topluma yaşattığı onlarca ilklere bir yenisi daha eklenmişti. Haberde “Ankara Kocatepe Camii'ne deneme amaçlı konulan elektronik yardım toplama makinelerinde bir günde 24 bin lira para toplandı” deniyor. Devamında yazdığına göre, altı makinede toplanan paralar Somali kampanyasına aktarılacakmış. Makinelerin internet bağlantıları bulunuyor ve içine atılan paraları sayarak bilgileri sisteme aktarıyor. Bağışmatiklerin verimli bulunmaları durumunda yaygınlaştırılması planlanıyormuş. Deniz Feneri’nde de paralar sayıldı sisteme aktarıldı. Saymada ve sisteme aktarmada sorun yok. Sorun tarzda ve sistemde. Ama iktidar benimsediği için bu makineler daha avantajlı. Aynı zamanda mahkemelik olacak bir durum da söz konusu değil. Aklama çalışmaları çok uğraştırıyor, zaman alıyor çünkü. Toplumsal yaşamı düzenleyecek olan yeni anayasada da yer alır mı acaba? İslami kültürün nişanesi olarak her yerde görecek miyiz?


Bunların benzerlerini haziranda Tahran'da insanların yoğun oldukları yerlerde çok sayıda gördüm. Kutuların üzerinde avucunu açmış ve yukarı kaldırmış iki el resmi vardı. “Dünyanın önde gelen petrol ülkesisiniz. Bu kutularla ne işiniz var” diye sorduğumda, “Yöneticiler böyle uygun gördüler. İşsiz insan çok fazla. Resmiyette yüzde on dokuz ama aslında yüzde kırklarda. Şah döneminde elli yılda harcanan para son on yılda harcanmış. Para var da bizi desteklesin diye başka ülkelere veriliyor” dediler.


Somali’ye yardımlar beş yüz milyonu aşmış. Başbakan, “Somali’de olanlar çağdaş değerlerin, uygarlığın test edilmesidir” diye dünyaya mesaj verdi. ( 21 Ağustos 2011, TRT haber) On yıllık dönemde Başbakanın topluma yaşattığı ilklerin birkaç tanesi bile “Peki ya! Türkiye'de olanlar neyin test edilmesidir?” sorusunu akla getiriyor.


İlklerin iktidarı

İlk defa bir Başbakan “Tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz” dedi. İlk defa zam isteyen memura “IMF’yi ikna edin” dendi. Borç yiğidin kamçısıdır diyerek, borçlanmayı başarı olarak gösterdi ve ilk defa ekonomi büyürken işsizlik arttı. Gelir dağılımındaki adaletsizlikte Türkiye dünyada Meksika’dan sonra ikinci ülke oldu. İlk defa tarımsal üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktı. Üretim yapamayan, ürettiğini tefeciye kaptıran, banka borcu yüzünden yaşamı ipotek altına alınan çiftçiler sorunlarını dile getirince, Başbakan “gözünüzü toprak doyursun” dedi.

İlk defa bir Başbakan; “Sağlıklarında Mercedes’e binemeyenlere öldükten sonra binsinler diye Mercedes marka cenaze arabası aldık” dedi. (2009) Geçinemiyoruz diyen emeklilere “Bütçe benim şahsımın değil, har vurup harman savuramam yüzde 1.83'lük zam emekliye yeter” dedi. Kapitalizmin birinci büyük buhranına rastlayan 1930'da çıkarılan Belediye Kanunu ile yaşlılara bakım ve yardım görevi belediyelere verilmişti. Bugün de on lira harcarken on kere düşünen emeklinin, yaşlının sorunlarını Başbakan belediyelere ve yerel idarelere havale etti; 1930'lardaki gibi. Birinci nedeni işten çıkarılma, ekonomik sorun olan boşanmalar yüzde kırk arttı. Boşanma davalarında “çocuk sende kalsın” dönemi başladı. Ama Başbakan “Bizim dinimizde aile kutsaldır. Annenizi, babanızı, ebeveyninizi yaşlanınca yalnız bırakmayın onlara bakın” dedi. Anayasada yazılı sosyal devlet sorumluluğundan vazgeçti ve bu ilke boşluğa düştü.


17 Ağustos 2011 tarihli RG'de yayınlanan 648 ve 649 sayılı KHK ile “Tarım ve benzeri alanlar tarım ve hayvancılık dışı kullanıma açıldı.” Bu tarım ve hayvancılıkla geçinen halkın var olma dayanağını yok etmektir. Hayvansal ve bitkisel gıda kaynaklarını kurutmaktır. “Serbest Sanayi Bölgeleri” ile başlayan “Kentsel Dönüşüm Yasası” ile devam eden süreçte, on bir yasa, yönetmelik ve KHK çıkarıldı. Böylece Anayasanın 44 md. “Toprağın verimli olarak kullanılmasını sağlamak korumak ve geliştirmek...” ve 45.md. “Tarım arazileri ile çayır, mera, yaylak gibi alanların amaç dışı kullanılmasını ve tahribatını önlemek…” gibi devlet sorumluluğundan vazgeçti, Anayasa fiilen ortadan kalktı. Neye yaradı? Bütün kaynakları sermayeye ranta dönüştürmeye, hükümete sıcak para kazandırmaya yaradı. Enerji Bakanı Taner Yıldız “Enerji sektörü Türk ekonomisinin büyüme ortalaması oranının daha üzerinde büyümeli” diyor.(16 Ağustos 2011, Habertürk.) Ve gereği, insanlar yok edilerek yapılıyor.


İlk defa bir Başbakan Türkiye'yi pazarladığını açıkça itiraf etti. Ve ilk defa “Toprak satılıyorsa alıp götürmüyorlar ya!” dedi.


Evet, Somali’nin topraklarını da alıp götürmediler. 1980'den beri Somali’de siyasetçiler sermaye gruplarına o kadar çok teslim oldular ki ülkelerini, insanlarını ve kendi insanlıklarını unuttular. Geriye kuraklık ve açlık kaldı.


Dünkü Somali’nin nasıl bugünkü Somali haline getirildiği tüm çıplaklığı ile ortadayken, bunları reddetmeden ve bu uygulamalara dur demeden Somali’ye yardıma gitmek ne kadar gerçekçi olur.


Kızılay bizi de tespit etsin

Kızılay Somali'de 310 bin çocukta akut beslenme bozukluğu tespit etmiş. (9 Eylül 2011, Radikal) Diyarbakır'ın Bağlar, Adana'nın Dağlıca mahallelerinde, İstanbul'un çevre semtlerinde çocuklar farklı durumda değiller. Kızılay bu çalışmayı Türkiye için yapsın ve sonuçları kamuoyuna açıklasın. Kendi ülkendeki yoksulluğa, açlığa sırtını dönerek Somali’ye yaptığın yardım ne kadar samimi olur.

Diline, kültürüne, inancına, suyuna, toprağına sahip çıkan Türkiyeli insanları terörist, düşman ilan ederek her fırsatta saldıran; savaşı, yok etmeyi, susturmayı tek yöntem olarak görenlerin Somalililere yardıma gitmesi ne kadar barışçı ve insani olabilir.


Tarihte, engizisyon mahkemelerinde cezalandırılan insanların giyotinde başları kesilirmiş. Giyotinin yanında elinde iğne iplik görevliler beklermiş. Kesilen başları gövdelerin üzerine diker insanların görüntüsünü düzeltirlermiş. Bu görevlilere kafa dikici denirmiş.


Kapitalizme karşı çıkmadan yapılan işler kafa dikicilikten öteye gidemez. Çünkü kapitalizmin sermaye biriktirme ve rant sağlama hırsı yeryüzünü Somali’ye dönüştürmeye devam ediyor.