31 Ağustos 2012 Cuma

BDP Konvoyu HPG Gerillalarının Yol Kontrolüne Takıldı


Önce “ne bu muhabbet” diye şaşkınlıklarını dile getirdiler.

Sonra ağır ağır küfretmeye başladılar.


Bunun üzerine Savcı “dokunulmazlıklarının kaldırılması” arzusuyla, “arzuhalini” hazırladı.


Şemdinli savaşı, sonuçlarını tahmin edemeyeceğimiz siyasi bir krize gebe. AKP Hükümeti “görüntü” yüzünden kendi Meclisi’ni kundaklamaya hazırlanıyor. BDP’li vekillerin dokunulmazlığı ile oynamak Türkiye’de “silahı” “tek yol” yapar ve ülkeyi iç savaşa sürükler. O zaman “vekillerle gerillaların kucaklaşma” görüntülerinin yerini Türkle Kürdün “boğazlaşma görüntüleri” alır. Siz şimdiki “görüntülere” şükredin.


O halde şu “görüntüler” hakkında kısa birkaç söz söylemeliyiz. Herkes Kürkçü’ye bu “görüntülerin neyi görüntülediğini” sorup duruyor:


Eğer, “duble yolla dağın kesişme noktasında”, BDP konvoyunu TSK’ya bağlı, diyelim ki, Bolu Komando Tugayı’nın bir “timi” kesseydi. Askerler Ertuğrul Kürkçü’nün boynuna sarılarak, “şu anlamsız savaşa son verme yolunda yaptığınız hizmetlerden dolayı sizi kucaklıyoruz” deseydi. Sonra da onu yanaklarından öpseydi, bu durumda Kürkçü ne yapardı?


Askeri kucaklar, yanaklarından öperdi.


Ama işler böyle olmuyor. BDP konvoylarını karşılayan askerler BDP’li vekillere, yöneticilere ve kitleye ellerindeki silahları doğrultuyor. Zırhlılar namlularını onlara çeviriyor. En küçük bir hareketlenmede bu askerler galiz küfürlerle konvoya saldırıyor.


Bu durumda Kürkçü askere nasıl sarılsın, nasıl öpsün?


Gerillaya gelince… Gerilla BDP konvoyunun önünü kestiğinde askerin yaptığı gibi yapmıyor. Konvoyu selamlıyor. Vekillere “barış için yaptığınız çalışmalardan dolayı sizleri kutluyoruz, daha çok çalışın, daha az kan dökülsün” diyerek kucaklıyor. Onlar böyle dedikleri için, vekiller de, BDP’liler de, orada bulunan halkımız da onları kucaklıyor, yanaklarından öpüyor… Kürkçü de öyle yapıyor.
Başka ne yapsın?


Silahsız insanın “barış” demesi doğaldır. Ama silahlı bir insan “barış” diyorsa, onu iki yanağından öpmek farzdır, vaciptir, yerindedir, isabetlidir.


Özel paşa “yaşasın barış” dese Kürt milleti onu öper, bir de başına koyar…


Nereden biliyorum? Gerçek meydanda. Öcalan “barış” dediğinde, Karayılan “barış” dediğinde, Kürkçü “barış” dediğinde, Kışanak “barış” dediğinde, Demirtaş “barış” dediğinde bu Kürt milleti, silahlısı ve silahsızıyla, çocuğu ve ihtiyarı ile bağrına basıyor. Kucaklıyor. Yanaklarından öpüyor. Bu millet “Barış Annelerinin” milletidir çünkü.


Görüntülerin gösterdiği de bu değil mi?  Siz de bir denesenize. BDP konvoyunun yolunu, “mavi”, “yeşil”, “mor” her renkten berelilerle, son model tanklarla, obüs toplarıyla, kirpilerle kesip, onları “hoş geldiniz barışın savunucusu sevgili TBMM üyeleri, sizinle gurur duyuyoruz” desenize… 


Deneyin görün sizi nasıl öpecekler, kucaklayacaklar…

Ama hayır. Siz öyle yapmıyorsunuz. Yapmayınca da Kürkçü sizi öpmüyor. Öpmez. Neden öpsün. Siz onu öpüyor musunuz?


Ama gerilla öpüyor.


 Mesele bu…


Ve asıl konumuza gelelim. Medya matrak. Ortada “görüntü” olmasa, “olaylar neyi gösteriyor” diye görüntü arayan medya, ortalık görüntüden geçilmezken, “görüntü neyi görüntülüyor” diye saçmalıyor. Madem sordular biz anlatmayalım da, bunu bir Hükümet yanlısı yazar anlatsın. O yazarın adı Abdülkadır Selvi. AKP’li yazarlar içinde, tüm AKP’lilerin iç dünyasını samimiyetle yansıtan biricik yazar o. Bakın “görüntü”nün neyi “görüntülediği” hakkında neler diyor:


“Uludere tam bir kırılma noktası oldu. Psikolojik üstünlük örgütün eline geçti, Şemdinli olayından sonra ise mücadele farklı bir konsepte taşındı.


Örgütün stratejisini biliyoruz, sorun, bizim ne yaptığımız. Şu ana kadar, PKK’nın kalabalık gruplar halinde yapacağı saldırıya karşı özel eğitimli birliklerle önlem alındı.


Çok yanlış bir yöntem değil. En azından iyi eğitimli Özel Harekat Timleri ile yapılan savunma, örgüte ağır zayiatlar verdiriyor. Böylece saldırıları daha az kayıpla atlatıyoruz.


Ama bu nereye kadar devam edecek?


Örgütün bakana saldırıyı göze aldığı bir dönemde, her şey normalmiş gibi davranılması beni kaygılandırıyor. Süratle yeni bir konsepte geçmeliyiz. Ama bu yönde bir çaba gözükmüyor. Tam tersine Şemdinli’ye atandığı için istifa eden general utancını yaşıyoruz.


O zaman biz gariban çocuklarını Şemdinli’ye nasıl göndereceğiz?”


İşte böyle…AKP’deki ve ordudaki iç çöküntü sanılandan da derin. Onlar bir aya yaklaşan savaşın bilançosunu bizden çok daha iyi biliyorlar. Böyle bir savaşta “karşılıklı ölü sayılarını yarıştırarak” sonuç alınamayacağını da çok iyi biliyorlar. Otuz yıldır “biz beş bin, onlar kırk bin ölü verdi” denile denile gelinen yerde artık bu savaşı “sınırlayamadıklarını“ da görüyorlar. Yeni “konsepte geçmekten” o nedenle yana yakıla söz ediyorlar.


Selvi, “diplomat” değil. Diğerleri gibi “içte başka, dışta başka konuşanlardan” da değil. Bildiğini söylüyor. O şimdi “istifa eden” general “utancını” açığa vuruyor. Şöyle ya da böyle, bir general “savaşmak” istememiştir.


Ve ben eminim ki, BDP konvoyunun yolu, bir gün kazara, “Şemdinli’ye atandığı için istifa eden general”le kesişirse, BDP konvoyunda kim varsa o generali mutlaka öpecektir. 


Kısaca “görüntüler” işte bunu “göstermektedir.”


VEYSİ SARISÖZEN

‘Saç, Sakal, Tıraş’ ve Medyanın Keli



VEYSİ SARISÖZEN

Okuruna saygısız, kendine karşı da ahlaksız bir medya var.

Bu medya öyle çaresiz kaldı ki, artık haberleri “çarpıtarak” işin içinden çıkamıyor, “haber” uyduruyor.


Bir ara Ali Atıf Bir’in dediği gibi, “T.C. PKK’ye karşı propaganda savaşını kaybediyor.”


AKP medyası dün bir haber yayınladı. Güya BDP’li vekillerin yolunu kesenlerden biri teslim olmuşmuş, itiraflarda bulunmuşmuş ve şöyle demişmiş:


“BDP’lilerin o gün geleceğini biliyorduk. Saç tarayıp, tıraş olup onları karşıladık.”


Haberde resim kullanılmasa, “vay canına, şu gerillalar da ne kadar nazik insanlar” diye düşünmekten kendimizi alamayacağız. Öyle ya, vekilleri karşılamaya çıkarken, saç sakal traşı oluyorlar, saçlarını tarıyorlar. Bizim muhayyel “itirafçı” hızını almasa, “aramızdan bazılar pedikür, manikür yaptırdı, bayan gerillalar fön çektirdi” diyecek de, belli aklına gelmemiş…İtirafçı, mitirafçı, ne de olsa gerilla… Nerden bilecek “manikürü, pedikürü, fönü,”… 


Garibim erkek gerillalara saç-sakal traşı yaptırmış, kadın gerillalara da saç taratmış. Ötesine dili varmamış.
Her neyse…


Haber müthiş. Bu haberle BDP “kapatılabilir”. Vekillerin dokunulmazlığı kaldırılabilir. Hapse atılabilir.


İddia dehşet. Gerillalarla vekillerin karşılaşması “planlıymış”. Kanıt ne? 


Kanıt da korkunç: Sakal traşı ve saç taraması…


Savcı diyecek ki, “eğer bu gerillalar BDP’li vekillerle karşılaşacaklarını önceden bilmeseydiler, hiç sakal tıraşı olurlar mıydı, saçlarını tararlar mıydı? Gerilla dediğinin doğal hali sakallı olması ve saçının başının dağınıklıdır… Oysa bu gerillaların suratları sinek kaydı tıraşlanmış, bir de perdahlanmış gibi parlak, kadın gerillaların saçları ise inek yalamış gibi kalıplı…”


Yıkıcı bir konuşmadır bu. BDP’li vekillerin savcı karşısında ağızları muhtemelen bir karış açık kalacaktır. Ertuğrul Kürkçü sakalını sıvazlayacak, Aysel Tuğluk zırt-pırt gözüne giren saçlarını düzeltecektir. Hakimin “bu delillere ne diyorsunuz?” sorusuna her ikisi de “vallahi ne diyelim hakim bey” gibi bir yanıt vereceklerdir.


Gördüğünüz gibi AKP yanlısı medya, BDP’ye karşı savcıların eline, itirazı gayr-ı mümkün deliller vermek için işte böyle bir haber uydurmuştur.


Uydurmakla kalmamıştır. Bir de, uydurduğu “saç-sakal, tıraş, tarak” delillerini “görüntüyle” de kanıtlamak için haberin içine koskocaman bir resim eklemiştir. Bu resimde silahlı iki erkek gerilla BDP’li vekillere bir şeyler söylemekte, vekiller de onları dinlemektedir. Gerillaların saçları üç numaraya vurulmuştur.


Yani, taranacak bir durumu yoktur. Hatta öyle ki, birinin saçları üç numara tıraşa rağmen “dağınıktır”. Belli ki kendisi gibi, saçları da “inatçı” bir genç bu gerilla. Yani bu gerilla yarım santimlik saçlarını taramamıştır.


Resimde her iki gerillanın da bir haftalık sakallarıyla vekilleri “karşıladıkları” açık bir şekilde görülmektedir. Elbette eğer vekillerin geleceğini bir saat önceden bilseler, onların Şemdinli’de bir kuaföre gidip, kendilerine çeki düzen vereceklerinden şüphe etmiyoruz. Ama işte, ne yapacaksın… Vekilleri “hazırlıksız” karşıladıkları için, kusurlarına bakmamak icap eder. 

 
Buyurun bir de resme birlikte bakalım:


Medyanın bu zavallı hale yuvarlanması hiç de şaşırtıcı değil. Fırat’ın Batısında Medyada tam tekel kuruldu. Medyada tam tekel demek, işte böyle “sahte haber” üretmek demek. Rakipsiz medya, okurlarıyla, izleyicileriyle dalga geçiyor.


Bir ülkede İçişleri Bakanı, “o yazıyı ağzına tıkarım” dediğinde, bir Başbakan gazete patronuna “o köşe yazarını işten at” diye emir verdiğinde, gazeteciler birer birer işlerinden atıldığında, o atılan gazetecilerin “köşe komşuları” ahlaksız bir vurdumduymazlık içinde kendi “köşelerini” korumak için bu tasfiyelere ses çıkarmaz ve yüzden fazla gazetecinin tutuklanması karşısında dut yemiş bülbüle dönerlerse o medya “saçı başı dağınık, bir karış sakallı gerilla” resmini basar, altına da, “resimde görüldüğü gibi BDP’li vekilleri karşılamak için sakallarını tıraş etmişler, saçlarını da taramışlar” diye yazar.


Ordu Şemdinli’de askeri savaşı, medya da İstanbul’da propaganda savaşını kaybediyor. AKP Hükümeti ordusu ve medyasıyla “düşüşte”…


Ne diyelim? Hey Allah, “kesin tıraşı” deyip de kabalık yapacağımıza, Desidero arkadaşın tarzıyla medyatörlere,  “hayırlı tıraşlar” dileyelim.


YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

İngiliz Askerleri Suriye’de!

İngiliz özel kuvvetlere bağlı 200’den fazla asker, savaş bahanesi olacak kimyasal silahların yerini belirlemek için Suriye’ye gönderildiği ileri sürüldü.

Suriye’ye müdahale için bahane arayan Batılı devletler, kimyasal silahlar üzerinden baskıyı artırmaya çalışıyor. Suriyeli muhaliflere istihbarat desteği sağlayan İngiltere, Esad rejiminin elinde olduğu belirtilen kimyasal silahların peşine düştü. İngiliz gazetesi ‘Daily Star’ın iddiasına göre Özel Kuvvetlere bağlı 200’den fazla asker, Suriye’ye geçerek kimyasal silahların nerede olduğunu bulmaya çalışıyor.

İngiltere Özel Kuvvetler’i (SAS) 19. yıldan bu yana geniş çaplı operasyonlar gerçekleştirmesiyle biliniyor. İkinci Dünya Savaşı sıralarında Başbakan ‪Winston Churchill‬’ın talimatıyla “düşman hattında veya topraklarında görevini yerine getirebilecek özel eğitimli askerler“ ile kurulan SAS, şimdi Esad’ın kimyasal silahlarını arıyor. Türkiye kurulan mülteci kamplarında Suriyeli muhaliflere askeri eğitim veren SAS komandoları, Londra yönetiminin emriyle Suriye topraklarına geçti. ‘Daily Star’ın askeri kaynaklarına dayandırdığı habere göre özel seçilmiş askerlerin kimyasal silahların yerini belirlemesinden sonra İngiliz komandoları sözkonusu bölgede üslenecek.

Obama’ya baskı artıyor


Geçtiğimiz hafta da Los Angeles Times gazetesi "ABD’nin Esad rejiminin kimyasal silahları kullanmasının önüne geçmek için Pentagon’un (Savunma Bakanlığı’nın) bir plan üzerinde çalıştığını" duyurmuştu.


Kasım ayında yapılacak seçimleri düşünen ABD Başkanı Barack Obama, "Suriye’ye yönelik bir askeri operasyonu düşünmediklerini ancak ‘kimyasal silahların kullanılması’ durumunda operasyon için düğmeye basacaklarını" söylemişti. Obama, kimyasal silahların ABD için ‘kırmızı çizgi’ olduğunu dile getirmişti. ABD, 2003 yılında Irak’a müdahale ederken, kimyasal silahları bahane etmişti.


Ancak ABD’de Suriye’ye müdahale edilmesi konusunda Obama’ya baskı artıyor. Baskılar özellikle Cumhuriyet Partisi kanadından geliyor. En son Obama’yı eleştiren isim, ABD’nin bir önceki başkanı George W. Bush döneminde dışişleri bakanlığı ve ulusal güvenlik danışmanlığı görevlerini yürüten Condoleezza Rice oldu. Rice, Obama yönetimindeki Washington’un artık başta Türkiye olmak üzere Katar ve Suudi Arabistan’ı taşeron olarak kullanmaktan vazgeçmesini ve Suriye krizinde inisiyatifi ele almasını istedi. „Geriden liderlik yapılamaz“ diyen Rice ABD’nin Ortadoğu’da aktif politika yürütmesini isteyerek „iç çekişmeler ve hasmane komşuların Irak’ın genç, kırılgan demokrasisine meydan okuduğu, İran ve Suriye’deki diktatörlerin kendi halkını katlettiği ve bölgesel güvenliği tehdit ettiği, Rusya ve Çin’in buna yanıt verilmesini engellediği bir ortamda herkes, ‘Amerika nerede duruyor?’ diye soruyor. ‘’Ya hiç kimse liderlik etmeyecek ve kaos olacak ya da bizim değerlerimizi paylaşmayan birileri bu boşluğu dolduracak. Liderlik etmede isteksiz olamayız ve geriden liderlik yapamazsınız“ diyrek ABD’nin Türkiye’ye verdiği vekaleti geri alarak Suriye konusunda aktif politika yürütmesini istedi.

‘Türkiye yönetimi cahil’


Öte yandan Baas rejimi, silahlı muhaliflere aktif destek veren Türkiye’ye yönelik eleştirilerinin dozajını arttırıyor. Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Velid Muallim, Türkiye’nin ABD’nin taşeronluğunu yaptığını söylemişti. Önceki gün de Devlet Başkanı Beşar Esad, Suriye’de tampon bölge kurulmasını öneren Türkiye yönetiminin cahil olduğunu belirterek „Türkiye’nin tavrı malum. Suriye’de olanlarda doğrudan sorumluluğu var. Ayrıca dökülen Suriyeli kanlarıyla ilgili de sorumluluğu var“ şeklinde konuştu. 


YENİ ÖZGÜR POLİTİKA 

Yalanlarla Geldiler Bugüne...

AHMET KAHRAMAN

Dünya garibi, garan garabeti Türk devletinde, en usturuplu, en inandırıcı, oyalayıcı yalan söyleyen, en iyi “uyu yavrum ninni” hayal satıcıları hep birinci oldu, olmaya devam ediyorlar. Türk halkının sorunu, ama yalanlarla, dolandırmayla geldiler bu güne.
Köle niyetine Avrupa’ya ihraç edilen ve o dönemde, her birine karşılık 350-500 Mark gelir elde edilen işçilere bugün, herhangi bir tepki olduğunda, Türk medyası “ırkçılık hortladı” sloganlarıyla ortaya çıkıyor. Ama Türk sözkonusu ise dünya tırıs geliyor, dört nala gidiyor. Türk’e her şey, ırkçılık da mübah. Onlar suç işlemede istisnalı yeryüzülülerdir. Onun için Kürtleri gördükleri yerde, dişlerini sıkıp, çivili sopalarla vahşice saldırıyorlar.


Irkçılığın adı, medyada “halkımız galeyana geldi”dir. Yani akılsız, geri zekalı, ufacık esinti ile öldürmeye hazır, deli yaratık.


Öbür yanda “bir Türk dünyaya bedel”dir. Yeryüzüne iğne ucu kadar katkısı bilinmez, ama 'dünyaya medeniyeti yayan Türkler’dir. Evren’in en mutlu insanı Türk’tür ki, “ne mutlu Türküm diyene”dir.


Kompleksten hasta, bozuk ruh hali dünyasında Kürtler yok, onlar Ön Asyalı Türk’tü. Kürtler, gaspçıya var olduklarını 40 bin evladının kanıyla kanıtladılar. Şimdi de yurtlarını ve esir alınmış haysiyetlerini kurtarma savaşı veriyorlar.


Bir halkın varlığını inkar, ülkesini gasp (çalma), dilini, kültürünü, geleneklerini işkence, cinayet, toplu kırım ve yangınlarla yasaklamak “terör” değil, “insaniyetleri”dir. “Terörist” olan Kürtler, çünkü hırsız, uğursuzla mücadele ediyor, götürülmüş, üstüne oturulmuş yurtlarını geri almak, onurlarını kurtarmak istiyorlar.


Kürtler “terörist”, yalanın öbür yüzünde, Suriye’ye terör ihracatında esrarkeşler, kiralık katiller, El Kaidecilerle müttefikler. Yalanın ön yüzünde egemenlik parlamentoda, ancak, işlettikleri terör kamplarına parlamento üyeleri bile giremiyor.


Yalanın insaniyeti bu ve bugüne kadar idare edegeldiler. Ama bitti. Kürt mücadelesi artık, yalanla yaşamalarına da imkan vermiyor. Her büyük yalandan sonra, biri çıkıp, “onu, bunu bırak Kürtlere yaptığına bak” diyor çünkü…


Türk generalleri, düne kadar, “yok ettik” dedikleri savaşçılar karşısında bu gün şaşkın. Artık, “püskürtüp, sığındığımız kışlaları koruduk” demeyi kar sayıyorlar.


 Türk medyasının kimi kalemleri ise Şemdinli dağlarındaki yenilginin yasını tutuyor, “100 bin kişilik ordu, 700 gerilla ile başa çıkamıyor” diye yazıyorlar.


Oysa, tarihin yazgısı böyledir. Direnen mazlum ve masumun kaybettiği görülmemiştir. Çünkü o haklı ve davasına adanmış olarak kovmaya, kendisine ait olanı, çekip alarak, adım adım ilerlerken gaspçı, şimdilik tutunmayı kar sayıyor.


Gerilla ile başa çıkamayınca, Kürt tavuklarına savaş açıyor,  gidip Kandil dağlarının eteklerindeki tavuk kümeslerini bombalıyor, ölü tavukları zaferin övünmesi yapıyorlar.


Talancılıkla, insan doğramakla övünmeyi okullarda, “düşman kanıyla sildik palamızın pasını” övünme marşı lakin dünya, “sen Ermenilere ne yaptın bakim?” diye sorunca, kabasına iğne batmış gibi “biz soykırımcı değiliz, adalet duygumuz yücedir” diye bağırıyorlardı. Ermeni soykırımı davası nedeniyle bütün dünya ile kavgalı, ama soykırım gerçeği, sonunda Fransa okullarında ders oluyordu.


Kirletilip, kendilerine benzetilmeyen değer kalmadı. En son dini ele doladılar. İslam dininde, bireyle Allah arasında aracı, cennet yolunda rehbere ya da kişiyi cehenneme yolcu eden yoktur. Aracısızdır İslam. Fakat, onu da “götürmenin” hal yoluna koydular.  


Fethullah Gülen, bu yollarda dolanan, aşka geldi numarasından kafasını şaplatıp, yumruklayarak göz yaşı döken “rehber”dir. Bilgi fukaralarına rehberlik hizmetine karşılık topladığı paralarla, yer yüzünün en büyük taciri ve Banka sahibi, yani Banker Feto, öbür yanda iktidar ortağıdır.


İktidar, “Allah’ın izniyle, askeri vesayete son verdik” naralarıyla, generallerden korkanların oyunu topluyor, yoksul halkın vergileriyle karıları, kızlarının altına banyolu, yatak odalı uçaklar çekiyor, oğulları, damatları bir gecede dolar miyoneri oluveriyordu.


Gücü olanın istediği kadar götürdüğü düzene, “Yağma Hasan’ın böreği” deniyor.
TC, bugün Yağma Hasan’ın böreği gibi AKP-Bankacı Gülen’in çiftliğidir.


Onlar, sülaleleriyle bu dünyada cenneti yaşarken, RT Erdoğan dere, tepe dümdüz giderek, “alın lan idare edin” diyerek camii vaadlerini sıralıyor, sonra Generallerle, “Milli Güvenlik Kurulu” adı altında, çiftliğin iç ve dış gidişatını karara bağlıyordu. Yalanlar serisi içinde ise “askeri vesayeti (etkin gücünü, görünmez ikidarını) kırdık” oluyordu.


Generaller, son Milli Güvenlik Kurulu’ndan sonra, Güney Batı Kürdistan’a tehdit bildirisi yayımladılar. ''İzin''lerine bağlıymış gibi, bir zamanlar, Güney Kürdistan için kullandıkları dille “otorite boşluğuna” müsamaha edip, Kürtlerin özgürleşmesine ''izin'' vermeyeceklermiş.


Mafya düzeninde, gücü olan tetikçi, muhafız kiralıyor. Bunlar, yazar istihdam ediyorlar. Dalkavuk, yandaş ve yalaka yazarları, son günlerde yeniden Sri Lanka modelini dillendirmeye başladılar. Yani, Kürtleri bir baştan öteki başa kadar kırmayı ve kurtulanları teslim almayı çare olarak sunuyorlar.


Soykırımcılık bunlar için, yeni ve yabancısı da değildirler. Ama o günler geride kaldı. Kürdistan’da köpekler serbest, taşlar bağlı değildir, artık. Gerilla, davetiye ile yollarını bekliyor:
“Hadi hamle yap da göreyim, seni” diyerek…

Araftaki Türkiye

GÜNAY ASLAN

Geride bıraktığımız Pazar günü AKP yandaşı Star Gazetesi'nde, Türkiye'nin yeni yetme iç savaş ideologlarından Sedat Laçiner'in 'Arafta Kalmak' başlığıyla bir yazısı yayınlandı.

Çanakkale Üniversitesi'nde rektör de olan Laçiner, "Osmanlı yıkılınca Türkiye'nin en önemli sorunu yalnızlığı oldu" diyor.


Dokunaklı bir tonla ülkesinin Doğu'da olduğu gibi Batı'da da gerçek bir dostunun olmadığından yakınıyor.


İç savaş ideologu rektöre göre Batı, Türkiye'yi 'yabancı', Doğu ise 'Batı ajanı' olarak görüyor ve bu yüzden de ülkesi 'ne yaparsa yapsın' kimseye yaranamıyor.


Gerçi, halkını katliamdan geçirmiş Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir'in varlığı bu durumu vahim olmaktan çıkarıyor ama, rektör- yazar onu görmezden geliyor.


Böylece Türkiye'nin dünyadaki en yakın dostu El Beşir'e ve onunla muhabbeti ve münasebeti takdire şayan olan Erdoğan'a haksızlık ediyor!


Bu bir yana Laçiner, ülkesinin derin yalnızlığının nedenlerine de değinmiyor.


Alışıldık refleksle sadece işin kolayına kaçıyor ve Amerika'dan İran'a, İsrail'den Rusya'ya sorumluluğu başkalarına yüklüyor.


Oysa Türkiye'nin içine düştüğü derin yalnızlığının biricik nedeni başkaları değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisi; onun kuruluş felsefesidir.


'Arafta kalma'nın nedeni; çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü  yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntıları arasından etnik (Türkçü) tekele dayanan katı bir ulus devlet kurmak ve bunu da Batı vesayetine teslim etmektir.


Türkiye'nin temel meselesi tek tipçi üniter cinneti ve Batı vesayetidir.


Osmanlı sonrası kurulan 'ulus devletin' misyonu Lozan'da 'tampon ülke' yani 'ileri karakol' olarak belirlendi ve içeride de buna uygun olarak bir 'özel savaş rejimi' inşa edildi.


Lozan'la birlikte Türk ulus devletine bölgesinde Batı'nın 'bekçisi ve tetikçisi' görevi verildi. Yeni devletin dış ve iç siyaseti buna uygun olarak dizayn edildi.


Bu yüzden içeride normal bir hukuk düzeni yerine halkı baskılayan 'çete sistemi' tercih edildi. 


Türkiye Cumhuriyeti bu temelde kuruldu ve varlığını sürdürmesine bu nedenle izin verildi.


Türk devleti yaptığı 'tetikçilik ve bekçilik' karşılığında Batı'dan askeri, ekonomik ve siyasi destek sağladığı, kendini bu yolla güvenceye aldığı için de yeni devletin ihtiyaç duyduğu reformları yapmak yerine, Osmanlı'dan devraldığı kurum ve araçları bir parça rötuş yaparak halka dayattı ve yoluna öyle devam etti.


Yeni devlet kurulurken iç birikime dayanmak yerine, başkalarının çıkarlarına dayanmayı esas aldığından kurulur kurulmaz da vatandaşlarıyla çatışmaya girdi.


Kimini şapka takmadığı, kimini Kürtçe ıslık çaldığı, kimini cem yaptığı, kimini çan çaldığı için ezdi ve düzeni sağlama adına şiddeti 'tek meşru araç' haline getirdi.


Bu nedenle rejim kendisini evrimle yenileyecek iç dinamizm kazanamadı ve dolayısıyla da sorunlarını daha da ağırlaştırdı.


Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ağır yapısal sorunlarına rağmen Batı adına yaptığı 'tetikçilik' sayesinde varlığını Soğuk Savaş'ın sona erdiği 1990'lı yıllara kadar devam ettirmeyi de başardı.


Ne var ki Soğuk Savaş bitince 'ileri karakol' görevi de bitti. Böylece Türkiye, Batı nezdindeki önemini yitirdi.


Ayrıca pahalı bir 'paralı askerdi!' Bu yüzden Batı onun yükünü daha fazla çekmek istemedi.


Batı dünyası Türk devletini hem kendi halkına hem de bölge halklarına karşı yüz yıla yakın bir zaman kullandı; işi bitince de kaderine terk etti.


O gün bu gündür Türkiye derin bir yalnızlık ve ürkütücü bir beka sorunu yaşıyor.


Türkiye'de hiçbir süreç doğal mecrasında yaşanmadığı, Türk toplumu 'tasada ve kıvançta ortak şuuru olan' bir millet dahi olamadığı için, bu sorun gün geçtikçe daha bir ağırlaşıyor.


Tarikatlar, cemaatler, mezhepler, abiler, ablalar, dini önderler, hocalar, medyumlar, hacılar, türbeler, paşalar, derin yapılar, çeteler derken birbirine paralel toplumlar ile devlet içinde birbirine paralel yapılar oluştu!


Ve, şimdi bunlar birbirinin gözünü oymaya çalışıyor!


Laikçiler İslamcılarla, İslamcılar farklı etnik, dinsel, mezhepsel ve kültürel dinamiklerle, Sünniler Alevilerle, ırkçı Türkler Kürtlerle, milliyetçiler herkesle kavga halinde!


MİT polisle, polis MİT'le, asker hem polis hem MİT'le, bürokrasi bütün toplumla mücadele ediyor. 


Türkiye'nin yüz yıl sonrası geldiği yer burasıdır! Herkes bir diğerini 'öteki' saymaktadır. Buradan birkaç adım ilerisiyse Osmanlı gibi dağılmak ve tarihe karışmak olacaktır.


Türkiye, Osmanlı gibi dağılmak ve tarihe karışmak istemiyorsa şayet, geçmişine bakmak; kuruluş felsefesiyle yüzleşmek ve elbette hesaplaşmak zorundadır.


Bu sayede ancak kendi halkıyla ve coğrafyanın kadim halklarıyla barışabilir ve onlarla ortak bir gelecek inşa edebilir.


Kürt halkının özgürlük kavgası Türkiye'yi tam da buna zorluyor.


Laçiner gibi yeni yetme savaş ideologları aksini iddia etseler de, Kürtlerin mücadelesi Türkiye'ye araftan ve yüz yıllık yalnızlıktan kurtulması için önemli bir şans sunuyor...