11 Haziran 2012 Pazartesi

Hatip Dicle: Kalleşçe Tarz Sahibini Vuracak

Hatip DİCLE
 
2009 yılından beri rehin tutulan ve milletvekilliği gasp edilen Kürt siyasetçi Hatip Dicle, Diyarbakır D Tipi Cezaevi’nde AKP devletinin soykırım operasyonlarını Özgür Gündem gazetesine değerlendirdi.

SİYASİ REHİNE OPERASYONLARI

“3 yıldır dalgalar halinde devam eden siyasi soykırım tutuklamaları ile demokratik siyaset alanının Kürtlere tümden kapatılması yönünde, zamana yaydırılan bir tasfiye operasyonunun sürdürüldüğü net olarak açığa çıktı. ‘Düşman hukuku’ çerçevesinde seyreden bu soykırım operasyonları, ‘siyasi bir rehine operasyonu’dur.”

ÖZGÜRLÜK İRADESİ YENİLMEZ

“Uygulanan, korsanvari bir devlet planlamasının dışavurumudur. Amacı ise Kürt Özgürlük Hareketi’ne, devlet iradesini kabul ettirmektir. Bu korsanvari ve kalleşçe tarzın, mazlum halkımızın kesinleşen özgürlük iradesine yenilmez direncine çarpıp, bumerg gibi sahiplerini vuracağından, zerre kadar  şüphe etmiyorum.”

Kalleşçe tarz bumerang gibi sahiplerini vuracaktır

Önemli Kürt siyasetçi Sayın Hatip Dicle ile Türkiye, Kürdistan ve bölge politikaları konularda bir söyleşi gerçekleştirdik. Günümüz sorunlarına önemli perspektifler sunan, sorunların çözümüne önemli düzeyde ışık tutacak bu söyleyişi siz Özgür Gündem okurlarıyla paylaşıyoruz.

Üç yıl önce “KCK operasyonları” bir proje olarak Gülen cemaatinin, polis ve yargıdaki uzantıları tarafından AKP hükümetine sunuldu. Hükümet de bunu uyguladı görüşü hâkim. Sizce “KCK operasyonları” Kürt sorununu ne düzeyde etkiledi?

- 2009 yerel seçimlerinde, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Belediye Başkanlığı ve İl Genel Meclis seçimlerindeki büyük başarısı; o dönem Başbakan Yardımcısı ve “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı” sıfatıyla Cemil Çiçek tarafından hem de seçimden birkaç gün sonra yapılan bir değerlendirmede; “Bunlar Ermenistan sınırına dayandılar. Bu durum ciddi bir güvenlik tehdididir; partiler üstü bir devlet yaklaşımı ile ele alınmalıdır” şeklindeki sözleri ile karşılandı. Bu sözleri ifade eden “devletlû” şahsın, 12 Eylül askeri diktatörlüğünden bu yana kurulan tüm hükümetlerdeki kilit rolü dikkate alındığında, yaklaşımın önemi de kendiliğinden ortaya çıkar.

 Uygulanan, korsanvari bir devlet planlamasının dışavurumudur. Amacı ise Özgürlük Hareketi’ne, bu tür rehine operasyonları ve Sayın Öcalan’ın hukuk dışı tecridi yoluyla, devlet iradesini kabul ettirmek ve kendi çıkarları doğrultusunda ‘bir çözüm planını’ zorla dikte ettirmektir. Bu korsanca ve kalleşçe tarzın, mazlum halkımızın kesinleşen özgürlük iradesine ve hareketimizin yenilmez direncine çarpıp, bumerang gibi sahiplerini vuracağından, zerrece şüphe etmiyorum

Nitekim bu değerlendirmeden 13-14 gün sonra, ilk kitlesel “KCK operasyonu”nun -hem de PKK’nin 13 Nisan 2009 günü ilan ettiği tek taraflı ateşkes kararından bir gün sonra- gerçekleştirilmesi, kararın AKP hükümetinin onayından da öte, bir devlet kararı olduğuna hükmediyor. Daha sonra dalgalar halinde devam eden bir siyasi soykırım tutuklamaları ile demokratik siyaset alanının Kürtlere tümden kapatılması yönünde, zamana yaydırılan bir tasfiye operasyonunun sürdürüldüğü net olarak açığa çıktı. Bugün itibariyle mevcudu sekiz bine yaklaşan bu tutuklama furyasının ve akabinde açılan özel davaların, hukuki bir gerekçeden tümüyle yoksun bulunduğu ve daha da önemlisi “düşman ceza hukuku” çerçevesinde seyreden siyasi bir dava niteliğinde olduğu kuşkusuzdur. Bu durumda, söz konusu operasyonları, “siyasi bir rehine operasyonu” olarak değerlendirmek, kanaatimce isabetli ve yerinde bir niteleme olacaktır.

Kürtlerin tarih boyunca derin devletleşme süreçlerini pek yaşamadığını görmekteyiz. Bugün Kürt Özgürlük Mücadelesi, “Demokratik Özerklik Projesi”nin yaşamsallaşmasını öngörüyor. Sizce Kürtlerin Demokratik Özerklik sistemini kurma şansı ne kadardır? Bu konudaki şartları tarihsel olarak nasıl değerlendirmek gerekiyor?

- Dünya ve özellikle de Avrupa tarihi, ulusal sorunların çözümü konusunda zengin bir deneyime sahiptir. Her ülke ve ulus, kendi tarihsel koşullarına göre farklı çözüm yolları bulmuş ve uygulamışlardır. Şüphesiz ki dünyadaki her deneyim, bir başkasının çözüm perspektifine ışık tutar, ama reçete olarak değerlendirilemez. Bu gerçeklikten hareket ettiğimizde, her ülkedeki ulusal sorunun çözümünde şu üç koşulun yerine getirilmesi zorunlu olmaktadır:

Birincisi; Çözüm projesi, söz konusu ulusların tarihsel ilişkilerine uygun olmalı ve kaynağını tarihsel derinlikten almalıdır.
İkincisi; Çözüm planı, dünyanın o dönemdeki siyasal konjonktürüne denk düşmeli, bir başka ifadeyle zamanın ruhuna uygun olmalıdır.

Üçüncüsü; Çözüm projesi, o ülkenin günümüzdeki somut koşullarını bilimsel anlamda analiz eden bir sosyolojik temel üzerine oturtulmasıdır.

Bu bilimsel zemin üzerinde değerlendirdiğimizde, bizim özgürlük hareketi olarak birkaç yıldır çözüm projesi olarak önerdiğimiz ve müzakere edilmesine de hazır olduğumuz “Demokratik Özerklik” projemiz, yukarıdaki her üç koşula da uygunluk arzetmektedir.
Birincisi, bin yıllık Türk-Kürt ilişkileri, Osmanlı dönemindeki üç yüz yıllık Kürdistan’daki özerklik pratiği ve 1919-1922 yılları arasındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öncesi özerklik planları ile 1921 Anayasası’nın âdem-i merkezi ruhu, “Demokratik Özerklik” projesinin kaynağını tarihsel ilişkilerden aldığını yeterince kanıtlamaktadır.

İkincisi; Günümüzde özellikle Avrupa ülkelerinden İngiltere, Fransa, İspanya ve İtalya’nın idari-siyasi yapılanmaları incelendiğinde, üniter devlet yapısı içindeki bölgesel çözümlerle sorunun halledildiğini ve projemizin özünde bunların uyum içinde bulunduğunu, bir başka ifadeyle zamanın ruhuna uygun olduğunu göstermektedir.

Üçüncüsü; Gerek ulusal ve gerekse de dinsel-mezhepsel anlamda zengin bir çeşitlilik ve ülke sathında farklı bir dağınıklık arz eden günümüz somut koşullarında, 20-25 Bölgeli bir siyasi-idari âdem-i merkezi yapı, çağdaş bir ulusal sorun çözüm yoludur.

Şüphesiz ki bunu ancak diyalog ve müzakere yöntemleriyle gerçekleştirebiliriz. Devletin bu çözümü kabul etmediği ve Kürtler olarak bizlerin de özerkliği fiilen uygulamaya çalıştığımız bir durum, çatışma sürecine yol açar ki, bu yolun adım adım kopuşa götürmesi kaçınılmazdır. Günümüzde böyle bir yol kavşağında olduğumuzu, herkes bilmek ve buna göre hazırlık yapmak durumundadır.

Siz daha önce de DEP sürecinde milletvekiliyken tutuklanarak on yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldınız. Şimdi ise kamuoyunda “KCK Davası” olarak bilinen operasyonda belediye başkanlarıyla beraber uzun bir süredir cezaevinde bulunuyorsunuz. Bu bağlamda DEP dönemindeki devlet politikalarıyla bugünkü AKP hükümetinin politikalarını nasıl görüyorsunuz? Bu konuda varsa değişiklikleri dile getirebilir misiniz?

- PKK’nin 1993 yılı Mart ayında ilan ettiği ilk tek taraflı ateşkes, Cumhurbaşkanı Özal’ın, Kürt sorununu barışçıl yolla çözme niyetine rağmen, Beyaz Türk faşizmin Çiller-Güreş kliği tarafından sabote edildi. Ve akabinde devlet, Kürtlerin yükselen özgürlük mücadelesine karşı, topyekûn bir imha konseptini yürürlüğe koydu. Sokaklarda binlerce faili malum cinayet, binlerce Kürt köyünün yakılıp, yıkılması ve deyim yerindeyse Kürdistan’ın ateşe verilmesi, özellikle de bu dönemde gerçekleşti. Kuşkusuz ki demokratik Kürt siyaseti de, bu imha konseptinden payını aldı. 2 Mart Darbesi olarak bilinen süreçte, Kürt halkının özgür oylarıyla seçilmiş milletvekilleri TBMM’den atıldı. Bir kısmı 15 yıl gibi ağır hapis cezalarıyla, on yılı aşkın bir süre cezaevinde tutuldular.
Aradan 20 yıla yakın bir süre geçtikten sonra, Yeşil Türkçü Faşizmin kurmayı olarak AKP hükümeti, yeniden bir tasfiye konseptini yürürlüğe koymuş ve pervasızca sürdürmektedir. Bir kere Kürt halkı ve özgürlük mücadelesi açısından değerlendirildiğinde, her iki dönem önemli farklılıklar göstermektedir.

1993-1994 yılları, PKK öncülüğünde 1984’te başlayan silahlı mücadelenin zirveye tırmandığı ve geniş halk kitlelerinin, Kürdistan kırsalı ve şehirlerinde özgürlük mücadelesine büyük destek verdiği ayaklanma yıllarıydı. Son dönem ise, bundan farklı olarak, 12-13 yıldır barışı ve çözümü zorladığımız, deyim yerindeyse mecbur kalmadıkça silaha el atılmayan, hatta diyalog ve müzakere denemelerinin karşılıklı sınandığı bir süreçtir.

Bu süreç, kuşkusuz ki devletin politikalarında da, özde olmamakla birlikte, taktiksel adımlarda belirli bir değişimi sağlamıştır. Ama inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının tümden terk edildiği de söylenemez. Hâlâ Kürtlerin varlığının ve haklarının yasal-anayasal güvencelere bağlanması, anadilde eğitim hakkı gibi temel taleplerinin karşılanması, Kürt ve Kürdistan adıyla özgürce örgütlenmesi ve Demokratik Özerklik gibi projelerle siyasi bir statüye kavuşturulması, halen devletin resmi katlarında kabul edilmemektedir. Nitekim başta Sayın Öcalan’ın hukuk dışı tecridi olmak üzere, tutuklu Kürt milletvekillerinin rehine tutulması ve “KCK operasyonları” adı altında sürdürülen siyasi soykırım uygulamalarının asıl amacı da, Kürt halkına ve özgürlük hareketine, bu haklı taleplerinde geri adım attırmak ve devletin dayattığı sahte çözüm planlarını, zorla kabul ettirmektedir. Ama bu konseptin de sonuç alamayacağını, herkes yaşayarak görecektir.

Sayın Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünde kilit bir noktayı oluşturduğu, tüm çevreler tarafından kabul görüyor. Bu gerçeklik söz konusuyken uzun bir süredir devlet ve hükümet kanadı, insani ve en doğal hak olarak bilinen aile ve avukat görüşmelerini “hava muhalefeti” ve “koster bozuk” gerekçeleriyle yaptırmıyor. AKP hükümetinin bu tecrit ve izolasyon politikasını neye bağlıyorsunuz?

- Aslında sorunuza şöyle de yaklaşılabilinir: AKP hükümeti ve bizzat Başbakan’ın talimatıyla, İmralı’da Sayın Öcalan ve Oslo’da PKK yetkilileriyle sürdürülen devlet onaylı müzakereler, neden kesildi ve akabinde aylardır Sayın Öcalan üzerinde sürdürülen hukuk dışı tecrit ve izolasyonun amacı nedir? Bir kere, bu soruya objektif ve doğrucu bir yanıt vermek için, zaman tünelinde biraz gerilere gitmek gerekir.

Bilindiği gibi AKP hükümeti, 2010 yılı Ekim ayındaki anayasa referandumu sonrasında, Kürt sorununun barışçıl çözümü doğrultusunda “güven artırıcı” adımlar atacağı hususunda, güçlü bir beklenti yaratmıştı. Ama bunun bir oyalama taktiği olduğu, sonraki görüşmelerle daha net olarak anlaşıldı. Tam da bu süreçte, savunmasının son cildini yazmaya başlayan Sayın Öcalan, hem AKP ve devletin Kürt sorununa yönelik yaklaşımlarının derin bir analizini yapmış, hem de sorunun çözümü doğrultusundaki taleplerin somut bir açılımını kaleme almıştı.
21 Aralık 2010 günü bitirilip devlete teslim edilen bu savunma, özünde Kürt sorununun çözümünün yol haritasını çizen “demokratik manifesto” niteliğindeydi. Ne var ki devlet katında dikkatlice incelenen bu manifesto, inkâr ve imha siyasetinden vazgeçilmediğini ilan edercesine, reddedildi. Ama kanımca, bir genel seçim arifesinde olunduğundan dolayı da, bu reddediş, ne Sayın Öcalan’a, ne de kamuoyuna açıkça deklare edilmedi. Hatta Sayın Öcalan tarafından, yol haritası taslağına devletten beklenen kesin yanıtın son tarihi olarak belirlenen Mart 2011, seçime yönelik kaygılar dolayısıyla, bizzat görüşme yapan devlet heyetince 15 Haziran 2011’e yani seçim sonrasına ertelendi.

Geri dönülüp dikkatlice analiz edildiğinde ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylem ve davranışlarının titizce takibi yapıldığında, aslında seçimden aylar önce, devletin bu manifestoyu ve yol haritasını reddedip, savaş ve imha politikalarını sürdüreceği açığa çıkmıştı. Hatta AKP’nin Kürdistan’daki seçim listeleri bile, bu savaş konseptine göre dizayn edilmişti.
12 Haziran’da seçim bitip, AKP beklediği sonucu alınca, artık aylar önce kararlaştırdığı savaş politikasının gereğini, açıktan yapabilirdi. Nitekim öyle de oldu. 21 Haziran’da vekilliğimin YSK tarafından düşürülmesi, tutuklu Kürt milletvekillerinin serbest bırakılmaması ve temmuz ayında askerlerin “bile bile lades” dercesine gerilla sahasına sürülmesi vs. gelişmeler, hep bu politikanın sonucuydu. Nitekim o tarihten hemen sonra da, Sayın Öcalan’ın ağır tecrit ve izolasyon süreci başlatıldı. Çatışmalar ve askeri-siyasi operasyonlar yeniden yoğunlaştırıldı. Amaç çok açık: Manifestoda ve yol haritasında yer alan Kürt talepleri, devlet katında reddedildiğinden dolayı, artık güç kullanarak bu taleplere geri adım attırmak ve devletin zorla dayattığı, sözüm ona “çözüm paketi”ni Kürt halkına, Sayın Öcalan’a ve özgürlük hareketine güç kullanarak kabul ettirmekti. Ve bu süreç, hâlâ tüm pervasızlığı ve hukuksuzluğuyla sürdürülmektedir.
Ramazan Debe / Diyarbakır D Tipi Cezaevi

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Çözümsüzlükte Israr Ancak Mücadeleyle Kırılır

AKP ve devleti, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı çok yönlü bir savaş içine girmiştir. Askeri, siyasi, psikolojik saldırılarını tırmandırarak sürdürüyor. Hukuk artık Kürtler üzerinde faşist terör estiren bir araç haline getirilmiştir. Bu nedenle 2012 ve 2013 yıllarının şiddetli bir çatışma ve siyasal mücadele içinde geçeceği kesinleşmiştir. Amiyane deyimle her alanda kıran kırana bir mücadele yaşanacaktır. 

AKP savaşı her alanda tırmandırırken, Kürtleri ise direnişsiz ve tepkisiz bırakmayı hedefliyor. Aldığı dış destek ve devlet imkânlarıyla bunu sağlayacağını düşünüyor. Zaten basını kontrol ederek toplumu kara propagandayla istediği gibi bilgilendirerek yürüttüğü özel savaş doğrultusunda yönlendiriyor.

CHP'nin son girişimi bir devlet yönlendirmesi mi, yoksa kendileri mi düşündü bilemiyorum; ancak mevcut durumda AKP politikalarının yedek lastiği haline geldiği görülmektedir. Zaten bu öneri öncesine kadar CHP'ye, BDP'ye her türlü hakaretler yağdıran AKP'nin Kılıçdaroğlu görüşmesini büyük bir hevesle kabul etmesi kuşku yaratıyordu. Görüşme ve görüşmeden sonraki günler AKP'nin oyalama, beklenti yaratma ve tasfiye etme dışında bir şey düşünmediğini bir kez daha gösterdi.

CHP'nin söylemleri de Kürt sorununda bir çözüm yaklaşımı olmadığını ortaya koymaktadır. Devletçi karakteri gereği AKP'nin temsil ettiği ve uygulamaya geçirdiği devlet projesi dışında bir proje geliştirmediği anlaşılmıştır. CHP de devletin oyalama ve tasfiye etme politikalarının bir parçası olmak istiyor. Çünkü Türk devleti Kürt sorununda yeni bir politika benimsemiştir. Kürt Özgürlük Hareketi'nin yürüttüğü mücadele, Kürt halkının bilinç düzeyi, bölge ve dünya koşulları yeni bir Kürt politikasını zorunlu kılmıştır. AKP'nin şunları yaptık ve artık Kürt sorunu kalmamıştır dediği şey işte bu devlet politikasının pratikleşmesi oluyor. Bunun da çözüm değil ezme ve tasfiye etme olduğu netleşmiştir. CHP bunu aşan bir zihniyet, tutum ve politika ortaya koymuyor. Uygulanan devlet politikasının parçası olmak istiyor. Bu nedenle AKP'nin tamamlayıcısı haline gelmiştir. 

AKP beklenti yaratıp oyalayarak tasfiye politikasını yıllardır sürdürdü. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi AKP'nin bu politikasını başından beri biliyordu. Ancak devleti ve toplumu çözüme hazırlamak için bu süreçte yumuşak yaklaşım içinde oldu. Bu sürecin AKP'yi de değiştireceğini düşündü. Ama bu başarılamadı. AKP'nin bir çözüm politikası olmadığı 2011 seçimleri öncesi ve sonrası netleşti. Bu nedenle daha şiddetli bir çatışma dönemi içine girildi. 

Her seçim öncesi Kürt halkını ve demokrasi güçlerini oyalama, seçim sonrası ise saldırılarını arttırma AKP'nin tarzı haline gelmiştir. Bu nedenle AKP teşhir olmuştur. Artık oyalama ve beklenti yaratma sözlerinin bir inandırıcılığı kalmamıştır. Nitekim yakın zamana kadar AKP'yi destekleyen birçok yazar artık AKP'ye inanmıyor. Bir hayal kırıklığını yaşıyorlar. AKP Hükümetinin tüm aydınları ve yazarları tasmalı görmek istediğini anladılar.

AKP bir taraftan oyalama, diğer taraftan tasfiye etme politikasını bir daha Kürt Özgürlük Hareketi'ne dayatmak istedi. Bu kabul görmeyince saldırılarını azgınlaştırdı. Şu anda ya teslim olursun ya da kırk satır ve kırk katırdan birini tercih edersin politikası izliyor. Teslim alamayınca İmralı’da tehdit ve şantaj politikasına başvurmuş, askeri ve siyasi saldırılarını arttırmıştır. Ancak Kürtler tüm bu baskılara rağmen direnince zor durumda kalmıştır. Bu direnişin önceki iktidarlar gibi kendi sonunu da getireceğini görmüştür. Bu nedenle zulmünü arttırarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. 


Tam da çok sıkıştığı durumda CHP'nin önerisi gündeme gelmiştir. Şimdi CHP'nin ipine sarılarak ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Belki de Kürtlerin direnişini böyle kırıp zapturapt altına almayı hesaplamaktadır. AKP, Kürt sorununu çözerse Türkiye'nin demokratikleşeceğini ve bu ortamda AKP iktidarının anlamsız hale geleceğini görmektedir. Kendisine demokratik olmayan bir Türkiye'de ihtiyaç duyulacağını, demokratikleşme geliştiğinde sıradan bir siyasi güce dönüşeceğini anlamış bulunmaktadır. Bu nedenle CHP’yle birlikte demokratik olmayan yeni bir Türkiye yaratmayı planlamaktadır. Hatta Kürtler üzerinde yeni siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sistemi olan bir anayasayı da CHP ile birlikte yapmayı düşünmektedir. 

Güngör Mengi, aslında CHP ve AKP ikilisinin neyi hedeflemesi gerektiğini iyi tanımlamıştır. Eğer, ''AKP ve CHP birleşirse BDP ve Kürtlerin baskı altında tutularak kabul edilmeyecek taleplerden vazgeçirilebileceğini'' söylemektedir. Böyle bir milli mutabakatla Kürtler iradeleri kırılarak yeniden kültürel soykırım sistemi içine sokulmak istenmektedir. Yani on yılların politikası yeniden canlandırılmak istemektedir. Aslında AKP de Güngör Mengi gibi düşünmektedir. Sadece bu gerçek bile AKP'nin durduğu noktanın ne olduğunu gözler önüne sermektedir. 

Kuşkusuz bir çözüm niyeti ve politikası olsa yapılan önerilere ve görüşmelere kimse bir şey diyemez. Ancak CHP'nin önerisinin bir çözüm projesine dayanmadığı; AKP'nin de bu görüşmeyi çözüm için kabul etmediği netleşmiştir. Bu açıdan bu konuda net olmak ve bir beklenti içine girmemek gerekir. Zaten belediye başkanlarının tutuklandığı, siyasi soykırım operasyonlarının arttırılarak demokratik siyasetin ortadan kaldırıldığı yerde bir beklenti içinde olmak kafayı kuma gömmek olur. Herhalde bu yaşananlar ortamında AKP'den, bu devletten hiçbir beklenti içinde olunamayacağını en iyi demokratik siyaseti izleyenler görmüştür. Eğer görmüyorlarsa o zaman buna kafayı kuma gömmek bile denemez. 

Bu ortamda mücadeleden başka bir şey düşünmek özel savaşa, psikolojik savaşa teslim olmak anlamına gelir. Ya da Beşir Atalay gibi psikolojik savaş sorumlularının ''görüşme oluyor, silahları bırakacaklar, seçmeli Kürtçe öğretim dersi düşünüyoruz'' biçimindeki sözlerin başarısı anlamına gelir. Bilindiği gibi AKP zorlandığı her süreçte ''açılım devam edecek, bir şeyler yapacağız'' diyerek beklenti yaratıp oyalamayı bir tarz haline getirmiştir. Ancak amiyane deyimle bu tarz bayatlamıştır. 

Gelinen aşamada AKP'nin sıkışıklığını, bundan kurtulmak için yürütülen özel savaşı anlamak; AKP'nin tasfiye politikalarının ancak mücadeleyle boşa çıkarılacağını görmek ve mücadeleyi yükseltmekten başka bir seçenek yoktur. AKP'nin inkârcılığı ve kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürme politikası ancak mücadeleyle yenilgiye uğratılarak Kürtlerin varlığı güvenceye alınıp özgürlüğü sağlanabilir.
Mustafa Karasu

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info   

Talan Edilen Siyaset Alanı






Bir toplum kendisini ne kadar öz siyasal gücü ve iradesi ile yürütebiliyor ise o kadar kendi kimliğine de sahiptir. Eğer bu imkânlar sınırlandırılmışsa, toplumsal yapının tüm üyeleri farklı anlam arayışları içerisine girer. Erkek egemenliğinden beslenen, iktidar ve devlet eğiliminin kendisini sürekli kılışı ve bu sürekliliği sağlayan araçlar ve yöntemler o toplumsal yapı içerisinde tartışılmaya başlanır. Çünkü öz iradesi ve siyaseti elinden alınmış bir toplum başkaları tarafından yönlendirilmeye, algısı bozulmaya doğru yol alır. Siyasetini yürütememek toplumsal yaşamın her yerinde çarpıtılmış anlamlarla dolu bir yaşam demek olur. Tabi bu bütün toplum için geçerli olduğu gibi bireyler içinde geçerlidir. Toplumun bireyleri kendisini ne kadar bağımsız, öz iradeli gördüklerini iddia etseler de kendilerine ait değil, iktidarda yer alan gücün söylemleri doğrultusunda hareket edeceklerdir. İktidar gücünün oluşturduğu sınırlar zihin duvarları olur. O duvarlara sürekli çarpa çarpa kişiliklerinde bozulmalar yaşanır. Bu nedenle siyasal irade kimse her şey onun istemleri doğrultusunda biçimlendirilir, deforme edilir. Bu bozulma süreci ise pek de bireylere hissettirmeden yapılmaya çalışır ki derin fark edişlerle birlikte tepkiler oluşmasın. Siyaseti elinde bulunduran güçler uzun vadeye yayılmış programlar hazırlar. İnsan yaşamının her anını kuşatma altına alınır. Bunu yaparken de bireyleri sanki özgürmüş gibi hissettirmek ister. Bireyler kendilerini öyle hissettikçe sorun olmaktan çıkarlar, özgür yaşadıklarını düşünür ve öyle hareket ederler. Oysa kendileri için, ama sisteme hizmet etmektedirler. Attıkları adımlar sistemi büyütüp besler. Bu düşünüş ve yaşayış biçimi sarmal gibidir. Bireyin tüm bedenini ve ruhunu hapishaneye dönüştürür. Eğer bu sarmal hiçbir yerinde açık vermemişse kişilikler deforme olmuştur. Artık deforme olan kişilik de kendisine ait değildir. 

Kişilik bozulmaları en çok siyaset alanında cereyan eder. Her gün insanların özgürce yaşamaları adına siyaset yürüttüğünü iddia eden güçlere rastlarız. Hep de şuna dem vururlar biz insanların özgür, demokratik ve eşit yaşayabilmesi için siyaset yapıyoruz denilir. Söylemlerinin altını doldurabilmek için bir sürü progandatif cümleler kurulur gider. En çok da söylenen hukuk devleti içerisinde bireyin özgür yaşayabilmesi için her türlü imkânlarının oluşturulduğudur. Fakat bu işin iç yüzünde bireyin hakları söz konusu bile değildir. İnsanın özgür doğup, özgür büyüyeceği, yaşayacağı söylendikçe sanki bireyler özgürmüş gibi yansıtılır. Bu söylemin altında yatan temel etkenlerden birisi de bireyi siyaset dışına itmektir. Çünkü onun yerine düşünüldüğü, karar verildiği ve uygulamaya geçmek için mutlak bir temsileyetin olduğu söylenir. Böylece bireyler ve topluluklar siyasetsiz kılınır. Güçsüz kılınarak, iradesine el konulur. İktidar gücüne tabi kılınır. Bireyler ve topluluklar iktidara oynayan gücün tasarrufuna alınır.  

Bireylerin iradesinin olduğu propagandasını yapan güçlerin denetiminde yaşayan toplumsal yapılarda bireyin siyaset içindeki yeri de sorgulamalık bir durumdadır.  Toplumun tek tek özgür bireylerden oluştuğu, bireyin toplumdan üstün olduğu çokça dillendirilir. Oysa tek başına birey hiç bir şey değildir. Düşüncesi, kültürü, dili, hatta yediği yemek dahi tek başına bireyin oluşturması mümkün değildir. Dil ve kültür yapıları toplumsuz oluşması mümkün değildir. Toplum bireyin her yerine nüfuz ettiği gibi, Toplum dağınık, her yerde hazır ve nazır ve bazen de soluduğumuz hava gibi hissetmediğimiz gerçeğiyle bizi kapsar. Fakat biz ne başına bireyi ne de tek başına toplumdan bahsedebiliriz. Siyaseten de iç içe ele alınmak durumundadır. 

Toplumsal yapı günlük işlerini yürütürken bunu siyasetle yapar. Fakat toplumsal siyaset gücünü ele geçiren güçler, toplumun mutlak olarak bir üst yönetimle yürütülmesi gerekliliğini ısrarla vurgularlar. Söylemlerini, argümanlarını çok güçlü kurgulayıp, topluma böyle yutturmaya çalışırlar. Bunlar sadece söylemler doğrultusunda süreklileştirilebilecek durumlar değildir. Dolayısıyla bunun kurumlaşmalarına da ihtiyaç duyulmuştur. O kurumlaşmalar olmazsa olmazlar gibi toplumun zihninde bir algıya dönüştürülmüştür. Tabi siyasal kurumlaşmaları güçlendiren alanlardan biri de hukuktur. Hukuk sistemin meşru zeminini hazırladığı gibi onun dışına çıkılamayacağının gerekçelerini oluşturup, suç-ceza yasalarıyla kati uygulamalara dönüştürülür.

Günümüzde devletçiliğin en üst aşaması olan ulus devlet yapısında siyaset hem kurumlarıyla hem de paradigmasıyla elit bir kesimin elindedir. Toplumsal özgürlük eğilimini temsil eden güçlerin hangi toplumsal zeminde olursa olsun, toplumun öz iradesini ortaya çıkarabilmek için kendi siyaset mekanizmalarını oluşturması olmazsa olmazlardandır. Bunun için ise ulusu iktidarcı ve devletçi temelde ele alan örgütlenmelerin alt yapısını oluşturan tüm kurumların demokratikleştirilmesi önemli oluyor. Ulusun demokratikleşmesi, tüm toplumsal dokuların da demokratikleştirilmesinde önemli bir adım olacaktır. Çünkü iktidarcı güçler toplumsal tüm dokuları ulus devlet paradigması ile donanımlı kılmıştır. Ulus devlet paradigmasında yaşanacak değişim, tüm dokuları etkileyeceği gibi değişimin kolektif gelişimini de sağlayabilir. Bunun için önemli olan demokratik siyaseti tüm yaşamımızda geliştirebilmektir. Dostluk ilişkilerinden anne çocuk ilişkilerine, kadın erkek ilişkilerinden, doğa ile ilişkilenmeye kadar her düşünüş, konuşma ve uygulamalarda demokratik siyaset olmazsa olmazlardandır. 


Günlük yaşamın tüm ilişkilerini demokratik siyasetli kılmak belki epey zor bir sanat olacaktır. Çünkü ulus-devlet yapısı, kendisini örgütlemiş ve belli bir organizasyona ulaşmıştır. Bu organizasyonu görmezden gelemeyeceğimiz gibi, onu çok yüceltip süreklileştirmemek de önem kazanıyor. Dolayısıyla demokratik ulus ve ulus devletin dönem dönem uzlaşı dönem dönem ise çatışmalı halde olacağı bir gerçektir. Ulus devlet demokratik ulusu kolay kolay kabul etmeyecektir. Fakat demokratik ulus yapısı da onu kabul etmek zorunda değildir. Bu nedenledir ki toplumsal yapı kendi siyasetini yürütürken ulus-devletle de çelişki ve diyalog halinde olabilir. Burada belirginlik kazanan yön, kadının toplumun kendi kendini yürütme mekanizmaları içerisinde yer almasıdır. Kadın siyasal organizasyon içerisinde yer aldıkça, sistemini de örgütleyecektir. Genel siyasal organizasyonları örgütlemek kadar kadının içinde yaşamak istediği toplumsal yapıyı değiştirip-dönüştürme alanı olarak siyasetin içinde yer alması önem kazanıyor. Ayrıca burada siyasete ilişkin kullanılan kavramlarda da değişim ve dönüşüm yaratmakta önemlidir. Örneğin siyaset sahnesi demek korkunç bir söylem olduğu kadar siyaseti üst, elit bir alan olarak tanımlamaya götürür. Çünkü söylem, düşünceden kaynağını aldığı gibi, günlük yaşama da bu biçimiyle yansıması olur. Zihniyet oluşumlarına götürür. Kadının siyasal yaşamın temel bir öznesi olarak yer alması toplumda köklü değişim-dönüşümlere neden olacaktır. Erkek siyasetinin önünü alacağı gibi kadının yaşamak istediği toplumsallıkta irade olmasını sağlayacaktır.

Dorşin Akif

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info   

KCK: İrademiz Dışındaki Her Karar Yok Hükmündedir!

KCK Siyasi Komitesi, Başbakan Erdoğan ve Yardımcısı Beşir Atalay’ın, Federal Kürdistan Bölgesi’yle görüşmeler yapıldığına ilişkin açıklamalarına “Hareketimizin ve halkımızın iradesi dışında özgürlük mücadelesiyle ilgili yapılan her tartışma ve alınan her karar yok hükmündedir” şeklinde yanıt verdi. KCK, “ilgili taraflardan” açıklama istedi.

Yazılı bir açıklama yapan KCK Siyasi Komitesi, PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit, Türk yetkililerin son günlerde yaptığı açıklamalar, CHP’nin girişimleri ve artan baskıları değerlendirdi.

Komite, “AKP devleti, Kürt halkına karşı tam bir faşist diktatörlüğe yönelmiştir. Çok yönlü bir tasfiye, teslim alma ve soykırım politikası uygulamaktadır. Önder APO, 11 aydır avukatlarıyla ve ailesiyle görüştürülmemekte, dünyayla ilişkileri tamamen kesilmiş bulunmaktadır. İmralı’da, artan ve giderek ağırlaşan esaret koşulları sürmektedir. Bu saldırıların, Hareketimizin ve Kürt halkının iradesini kırmaya yönelik saldırılar olduğu açıktır” dedi.

ERDOĞAN’IN AKİBETİ DE ÖNCEKİLER GİBİ OLACAK

Açıklamada devamla şu ifadeler yer aldı: “AKP devleti, topyekûn Kürt halkına yönelmektedir. Kürdistan neredeyse açık bir toplama kampı haline getirilmiştir. Her gün Kürt halkının onuruyla oynanmaktadır. Erdoğan, bir taraftan sahte kardeşliği dillendirirken öbür taraftan Kürt halkına her gün tehditler savurmaktadır. Roboski katliamını meşrulaştıran ve AKP’den yana olmayan herkesin hakkı ölümdür dercesine gürlemektedir. Erdoğan’ın bu haykırışları kesinlikle, AKP devletinin içine girmiş olduğu çaresizliğin ve çözümsüzlüğün bir sonucu olarak gelişmektedir. AKP devleti ve Erdoğan, Kürt halkının onuruyla oynamanın, onu yok sayarak her gün zulüm uygulamanın ne olduğunu görecektir. Kürt halkı, mücadele tarihinde, Erdoğan gibi gürleyen ve Kürt kanına giren birçok Başbakan, Genelkurmay başkanı ve Cumhurbaşkanlarına tanık olmuştur. Bunların bugün esamesi bile okunmamaktadır. AKP devleti ve Erdoğan’ın akıbeti, onurlu Kürt halkının geliştirdiği özgürlük mücadelesi karşısında kesinlikle kendisinden öncekiler gibi olacaktır. Erdoğan çok iyi bilsin ki, zulüm ve zorbalık bu topraklarda asla galebe çalmayacaktır.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK GERÇLEŞMEDEN ÇÖZÜM VE BARIŞ OLMAZ

“Kürt sorunu yoktur” diyen sadece Devlet Bahçeli değildir. Erdoğan da 'Kürt sorunu çözülmüştür' demektedir. CHP ise sözüm ona, çözmek istediği Kürt sorununun adını dahi ağzına alamayacak kadar bir yaklaşım içerisindedir. Dolayısıyla, AKP ve CHP’nin zaten terör dedikleri sorun ile ilgili bir araya gelmeleri, kesinlikle sorunun çözümü için değildir. Kürt sorunun çözümünü değil, “PKK’yi nasıl çözeriz” ittifakı geliştirilmek istenmektedir. Sorun gerçekten çözülmek isteniyorsa, her şeyden önce adı konulmalıdır ki; bu sorun Kürt Sorunudur. Muhatap aranıyorsa, muhatap bellidir. Önder Apo’suz hiçbir çözümün gerçekleşme şansı yoktur. Çözümün yolu deniliyorsa, Kürt halkının iradesi kabul edilecektir. Halkımızın demokratik özerklik talebi gerçekleşmeden, ne çözüm ne de barış olmayacaktır.

ATALAY’IN AÇIKLAMASI YOK HÜKMÜNDEDİR

Son günlerde Beşir Atalay “KDP ile görüşmelerimiz var, ABD de işin içindedir. PKK’nin silah bırakması ve silahları teslim etmesi de dâhil, çalışmalar sürdürülmektedir” derken, Erdoğan ise “Barzani’yle görüştük, ulusal kongreyi PKK’ye silah bıraktırmak için düşündüklerini belirtmektedirler” demiştir. Hemen belirtelim ki, hareketimizin ve halkımızın iradesi dışında özgürlük mücadelesiyle ilgili yapılan her tartışma ve alınan her karar yok hükmündedir. Halkımızın doğal olarak AKP devletinin bu söylemlerine karşı, ilgili taraflardan bir açıklama bekleme hakkı doğmuştur. Beşir Atalay ve Erdoğan, hangi hak ve hukukla, kimlerin adına bu kadar açık ve net konuşabilirler?

BU KRİTİK SÜREÇTE ŞANS DA VAR, TEHLİKLE DE

Türkiye belki de tüm zamanlarının en kritik dönemini yaşamaktadır. Bu kritik süreçte şans da vardır, tehlike de vardır. Faşizme ve ırkçılığa karşı olan Kürt ve Türk halklarının tüm devrimci, emekçi, sosyalist ve rejim karşıtlarının mücadele birliğiyle, halklarımızın özlediği ve hak ettiği özgürlük, barış ve demokrasi sürecini geliştirmek mümkündür. Yoksa AKP faşist zihniyetinin geliştirdiği diktatörlük, ahlaksız ve kuralsız savaş, halklarımıza pahalıya mal olacaktır. Bu nedenle tüm devrimci, yurtsever, aydın, emekçi ve sosyalist güçleri, AKP devletine karşı yılmadan mücadelelerini yükseltmeye çağırıyoruz.”


Behdinan

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info   

Bayık: Direnişten Başka Seçenek Yok

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın açıklaması ile CHP-AKP arasındaki görüşmeyi değerlendiren KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, bunun “Kürtleri oyalama” ve “teslim alma” politikası olduğunu söyledi. Bayık, “Artık AKP’nin her saldırısına direnişle cevap vermek ve direnişi yükseltmekten başka bir şeyin düşünülmemesi gerekir. Bunun dışındaki her düşünce ve eğilim en hafif deyimle gaflettir” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, Yeni Özgür Politika gazetesinde Kürt sorununa ilişkin CHP-AKP arasındaki görüşmeyi değerlendirerek Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın ‘PKK silah bırakacak’ açıklamasına yanıt verdi.

Türk devletinin inkâr, asimilasyonun ve Kürtleri ortadan kaldırma politikasını yeni biçimlerde sürdürüldüğünü belirten Bayık, “’Kürtler üzerinde bu kadar soykırım operasyonu ve çözümsüzlükte ısrar sürerken sadece direnişin yükselmesi beklenir’’ dedi.

KÜRTLERE KARŞI YÜRÜTÜLEN SAVAŞ TIRMANDIRILDI


Cemil Bayık, “Gündem, mücadeleyi yükseltmektir” başlıklı yazısında, Türk devletinin Kürtlerin iradesini kırma ve kültürel soykırımı sürdürme dışında bir politikası olmadığını vurguladı. Bayık, “Bir taraftan Kürtleri oyalama politikası izlerken, diğer taraftan Kürt halkı üzerinde çok yönlü baskı yürütülmektedir. CHP Genel Başkanıyla Tayyip Erdoğan görüşmesinden bir gün sonra Van’ın tüm belediye başkanları gözaltına alınıyor. Birçok ilde onlarca tıp öğrencisi gözaltına alınıyor” diyerek Kürtlere karşı yürütülen savaşın tırmandırıldığını kaydetti.

BEKLENTİ VE OYALAMA

Kürt sorunu konusunda CHP ve AKP genel başkanlarının görüşmesinin ciddiyetten uzak olduğunu ve CHP’nin çözüm için ciddi bir önerisi olmadığını belirten Bayık, CHP-AKP görüşmesini ‘’beklenti ve oyalama yaratmak istiyorlar’’ sözleriyle değerlendirdi. “Kürtler bir siyasi irade olarak tanınmaz ve demokratik özyönetimleri kabul edilmezse Kürt sorunu çözülemez” diyen Cemil Bayık, AKP’nin Kürt halkına kabul ettiremediği yeni siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikalarının CHP-AKP ortaklığıyla kabul ettirilmek istendiğini kaydetti.

Türk devletinin yeni dönem politikasını “bir taraftan oyalama, bir taraftan Kürtlerin iradesini kırma, diğer taraftan kendi politikalarını Kürtlere kabul ettirme” olarak yorumlayan Bayık, “Tabii ki bu teslim alma politikasıdır” dedi.

DİRENİŞ YÜKSELTİLMELİ


Bayık şöyle dedi: “’Beşir Atalay, silah bıraktırılmasından ve kursların yeni biçimi olan seçmeli Kürtçe dersinden söz ederek asıl programlarını ortaya koymuştur. Anadilde eğitim talebini böyle savuşturacaklar. Zaten Kürtlerin özyönetim talebini ise belediyelerinin hizmet alanını kısmi olarak genişletip boşa çıkarmak istemektedirler. Özcesi inkâr da, asimilasyon da, Kürtleri ortadan kaldırma politikası da yeni biçimde sürdürülmektedir.

Beşir Atalay’ın 'silah bırakacaklar' sözü kendilerinin teslim alma politikasının dillendirilmesidir. Kürtler üzerinde bu kadar askeri ve soykırım politikası ve çözümsüzlükte ısrar sürerken sadece direnişin yükselmesi beklenir. Bunun dışındaki her söz ve değerlendirme oyalama ve tasfiye politikasının psikolojik savaş söylemleridir. Beşir Atalay’ın söyledikleri tamamen bir psikolojik harekâttır. Seçmeli Kürtçe öğretim Kürt kimliğinin tanınmasını ve asimilasyonun durdurulmasını ifade etmiyor. Olsa olsa kültürel soykırımın sürdürülmesini örtme aracı olabilir.”

KENDİ HAYALLERİDİR


Anayasal vatandaşlık ve belediyelerin hizmet alanının genişletilmesiyle Kürt meselesinin çözülmeyeceğine dikkat çeken Bayık, “Bu yaklaşım ‘alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete’den başka bir anlam ifade etmiyor. Türkiye belki bazı dış güçler ve kimi Kürtlerle bu tür yeni inkârcılık ve egemenlik karşılığında gerillaya silah bıraktırma konusunda anlaşmış olabilir. Bu kendi hayalleridir. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin ne böyle bir politikaya aldanması ne de bu tür teslimiyet teorilerine evet demesi mümkündür” dedi.

AKP FAŞİZMİ SEÇMELİ KÜRTÇE DERSLERLE ÖRTÜLÜYOR


Bu tür söylemlerin tasfiye harekâtının yoğunlaştırıldığı günlerde gündeme getirildiğine dikkat çeken Bayık şunları ifade etti: “Belediye başkanları tutuklanıyor, dışarıda demokratik siyasetçi bırakılmıyor, gençler zindanlara dolduruluyor, halk üzerinde terör estiriliyor. Tam bu sırada sanki hükümet Kürt sorununun çözümü için bir şeyler yapacak havası verilmeye çalışılıyor. Asimilasyonu örtmenin aracı haline getirilen kursların resmi biçimi olan seçmeli Kürtçe öğretim dersleriyle Kürt sorununun çözülmesi söz konusu olamaz. Buna rağmen baskıların ve tasfiye harekâtının arttırıldığı bir süreçte bu tür gündemler yaratılıyor. Böylece AKP faşizmi örtülüyor.”

DİRENİŞİ YÜKSELTMEKTEN BAŞKA SEÇENEK YOK

“Kürt halkı üzerinde bu düzeyde terör estirilirken çözümden söz etmek, hatta bu tartışmalara kulak kabartmak, kendini kandırmak ve AKP Hükümetinin tasfiye politikasına alet olmaktır” diyen Bayık, devamla şöyle dedi: “Bu anlamda çözümden, yumuşamadan söz edilemez. Bu ortamda sadece AKP politikalarına karşı mücadeleden ve mücadelenin her yerde yükseltilmesinden söz edilebilir. Artık AKP’nin her saldırısına direnişle cevap vermek ve direnişi yükseltmekten başka bir şeyin düşünülmemesi gerekir. Bunun dışındaki her düşünce ve eğilim en hafif deyimle gaflettir.”


Behdinan

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

İsyan

Kürtler, terör devletinin insan oğlu nefesini hançerlediği yerde, şeref savaşçılarının son sözü "Çi dibe bira bibê" çığlıklarıyla karşı koyuyorlar.

Yeri geldikçe, tarihin gerçeğini tekrarlıyorum:


TC, Kürtler ve Türklerin ortak savaşıyla kurulmadı. Kürtler, o dönemde de "Kürdistanı kurtarma" sevdasındaydı. Ruslar, Britanya ve Fransız işgalcilerle savaşırken de...


İttihatçıların (Kemalistler), müttefikleri Britanya ve Fransa tarafından terk edilip, yalnız bırakılan Yunanistan güçleri geri çekilirken, "maksat bir şeyler yapıldı" tertibinden, arkadan vurmanın dışında, öyle sanıldığı gibi "ulusal kurtuluş savaşı" olmadı. Bu olayda da, yakalanıp zorla cepheye sürülenlerin dışında, Türk mücadelesinde Kürtler yoktu.


TC’nin kurucusu da Britanya Sömürgeler Bakanı (daha sonra Başbakan) Wilson Churchill’dir. Churchill, 1921 yılında 40 tane adamıyla, Ortadoğu haritasını ülkesinin çıkarına uygun şekilde cetvelle parsellerken, bugünkü TC ortaya çıktı. Arabistan’dan Irak’ı, Suriye’yi, Körfez devletçiklerini çıkaran, Filistin’den Ürdün'ü üreten güç, TC’yi doğurdu. Haritayı çizerken, nereye kimin baş olacağını tesbit ve tayin eden de Churchill idi.


Kürtler, o günden beri parçalanmış ülkelerinin davasındadır.


Perşembe günkü yazımda da söyledim: Bunlar, hiç bir zaman dürüst olmadılar. 


Churchill’e verdikleri hiç bir sözün arkasında durmadılar. Hep arkadan dolandılar. Dolandırıcı kurnazlığı ve hileler dolanbacında, kan ve ateş çemberinde Kürtlerin vatanını gasp edip, özgürlüklerini boğmak için, çeteci vahşetle saldırdılar.


Onca vahşi cinayet ve soykırıma rağmen Kürtler teslim alamadılar.


 Diri diri insan yakan, atlarının terkisinde kan damlayan kesik insan başlarıyla zafer gösterisi yapanların çocukları, 1980’lerde insanları helikopterlerden atma, Kürtlerin kulağından namazdan sonra çekilecek tesbih, sevgiliye sunulan kolye üretme, köyleri uçaklarla bombalama, evleriyle birlikte sahip oldukları tüm varlıkları yakma yeni çetecilik yaratıcılılıklarıydı. 


Pusu kurup insan avlama da…


Ama başarılı olamayınca, son hamlelerinde "dindarlık” kisvesine büründüler.


Irkçı ama, dindar maskeli olmak, aslını inkar eden ve Kürtleri de kendilerine benzetmek için Hitler'in ruhunu ortalıkta dolaştıranlara yakışan duruştu.


Dindar ama yurt, yuva hırsızı, insanın kendi diliyle okuyup yazmasını yasaklama yalnız bunların dininde vardı.


 Kürtler bunların dininden olmayı insanlığa hakaret saydıkları için camilerini ayırdılar.


Rejimin seçilmiş başı Recep Tayyip, bize din satarken, insanlığa inen darbeleri protesto etmek için sokağa çıkan Kürtler için "kadın da olsa, çocuk da olsa gözünün yaşına bakmayacağız" narasıyla kırım emri veriyor, ertesi gün, çoğu çocuk 10 tane ölü kaldırılıyordu.


Bütün yer yüzü canları üstüne terörle yürüyüp, Dağlara zehir serpiliyor, adına "terörle mücadele" deniyordu.


Roboskî'de katliam yapılıyor, utancın evrensel tarihine geçen bir savunmayla adı kaçakçılıkla mücadele oluyordu. Katliamcılara oğlunu kaptırmış anne ise Recep Tayyip rejiminin insanlık boyutunu, "10 yıldır köyümüze yaptığı tek yatırım, mezarlıkta yatan parçalanmış evlatlarımızdır" diye açıklıyordu.


Tapınağı faşizm olan rejimin din, iman hikayesi buydu. Bu tapınakta çıkarlarına uygun olmak koşuluyla seçme ve seçilmeye, "demokrasi" deniyordu.


Din, tarikat, ticaret üçgenindeki demokraside 99 Kürdistan Belediyesinden 38 tanesinin seçilmiş başkanı, rejimin esiri olarak cezaevindedir. Ellerindeki imkanlar ve döndürülen iftira ile yalan makinalarına rağmen, hiç biri hırsızlık, yolsuzluk ve kalpazanlıktan sanık değildir. Ama biz hırsızlıktan, soygun, dolandırıcılık ve kalpazanlıktan, kendi mahkemelerinde ter döküp, titreme nöbeti geçiren sahte dindarları biliyoruz.


Kürtlere isnat edilen suç, hırsızlık, kalpazanlık kara leke değildir. Halkının kaderini belirleme mücadelesine katkıdır. Ki, vicdanların evrensel mücadelesinde onur madalyası yerine geçen…


 Halkının kurtuluş mücadelesini veren PKK ve KCK’ye yardım etmekle suçlanıyorlar.


Oysa yalan yok, son seçim sonuçları ortadadır. Kürdistan’ın seçim sandığına akan oyların üç milyonu onların öncülük ettiği harekete gitmişti. Her oyu, ergen yaşa gelmemiş dört kişiyle çarparsanız 12 milyon kişi eder.


Kızını, oğlunu düğün törenselliğiyle dağa göndermeyen, aile, aşiret, sosyal sınıf ve hacısı, melesi, Şeyhiyle maddi ve manevi destek sunmayan katman yoktur.


O halde, 12 milyonluk Kürt kitle PKK’li ya da KCK’lidir...


Son esirleri, depremi ganimet bilerek çalıp, çırpma, talan hamlelerini ifşa eden Van Belediye Başkanı Bekir Kaya’dır.


Haydar Işık’ın aktardığına göre, Brüksel’deki Avrupa Parlamentosunda konuşan BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, siyasetten tutuklu Kürt sayısını 40 bin olarak açıklıyordu.


Bababları, dedeleri atlarının terkisinde Kürt başı teşhir ederek, Zilan ve Dersim soykırımlarını insaniyete açılan zafer yolu sanmıştı. Bunlar, tutuklamaları öyle sanıyor.


Oysa 12 milyon kişilik toplama kampı inşa etseler bile, isyan seli, aldı başını gidiyor. 



AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com