11 Temmuz 2010 Pazar

Akıl tutulması ve korkaklar


Cevdet Bağca, geçen yıl Siirt'de verdiği konserde, kalabalığa dönerek: 'Kazım Koyuncu'yu, Ahmet Kaya'yı, Dalilla'yı, Ozan Serhat'ı hiçbir zaman unutmayın' demişti. Ne güzel şey, bir müzisyenin Anadolu coğrafyasına değer katan sanatçıları unutmayın demesi. Oysa, bunu bırakın güzel bulmayı, suç sayan savcılara sahip bir ülkede yaşıyoruz. Yazları Türkbükü'nde, kışları Etiler'de ikamet eden ve bir klan gibi yaşayan, melodiden yoksun tıkırtılar eşliğinde, pespaye sözlerden oluşan şarkılar söyleyen isimleri unutmayın deseydi Bağca, ne olurdu? Bir kere Bağca, halkına ve sınıfına ihanet etmiş olurdu. Ama öte yandan işinden olmazdı. Hiçbir savcı vatan bölünüyor diye ayağa kalkmazdı. Demek ki, bu toprakların yetiştirdiği değerlere saygısızlık, mahkemeler tarafından da yapılıyor. Bir yanda Laz Kazım Koyuncu, öbür yanda Kürt Ahmet Kaya. İkisinin aynı karede yer alması, halkların kardeş olduğunun vurgulanması, ülkenin her katmanında cinnet hali yaratıyor.

Bu irrasyonelizm hali, haberin medyada yer bulmasında da kendini gösteriyor. Kazım Koyuncu'nun bölücülerle (Siz bunu 'Kürtlerle' diye doğru okuyorsunuz zaten) bir araya gelemeyeceği yazılıp çizildi. Bu ülkede egemenlerin rüyalarını kaçırtan, dudaklarını uçuklatan şey: Kültürleri, dilleri yok sayılmış bu coğrafyada yaşayan halkların, Kürtleri örnek almasıdır. Kazım Koyuncu ve birlikte müzik yapmak için yola koyulduğu arkadaşlarının izlekselliğine bakarsak, bu etkileşimi çok net olarak görürüz. Kürtlere yaklaşana bedel ödettirme geleneğini Pınar Selek örneğinde görmüştük. Şimdi de Koyuncu'nun ölümü üzerinden bedel ödettirmeye çalışıyorlar. Kazım yaşamadığı için cevap hakkını kullanamıyor diye rahat olabilirler. Fakat Kazım Koyuncu'nun kısacık ömründe, yaşadığı pratikte bu ahlaksızlığa tokat gibi cevapları var. Gelin birlikte Koyuncu'nun duruşuna bir bakalım.

DENİZ ÇOCUKLARINDAN DAĞLARIN ÇOCUKLARINA MERHABA

Türkiye devrimci mücadelesinde, Karadeniz'den her zaman yiğit gençler çıktı. Fatsalı Fikri Sönmez, Ordulu Haki Karer, Ardeşenli Cihan Alptekin, Samsunlu Mahir Çayan, Nihat Yılmaz ve daha birçok erdemli insan. Birçoğunun öldürüldüğü Kızıldere katliamı zamanı, gözlerini açtı hayata Kazım Koyuncu. Mehmedali Barış Beşli ile beraber kurdukları Zuğaşi Berepe (Lazca: Denizin Çocukları) ile ilk kez duydum adını, küçük bir sahil kasabasında günlerce bu kaseti dinlediğimi hatırlıyorum. Asimile edilmeye çalışılan bir halkın, Lazların dilini müzikte yaşatma kaygısı ile yola çıkmışlardı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden siyasal nedenlerden dolayı ayrılmak zorunda kaldı. Unutturulan bir halkın çocuğu olan Koyuncu'nun, yine unutturulmaya çalışan bir halkın mücadelesini anlatan afişleri dağıttığı için gözaltına alındığını, işkence gördüğünü pek kimse bilmez. Bilmeyenlerin suçu değil. Bir devrimcinin bunu yapmasını, tarihsel bir sorumluluk gereği olduğuna inandığından, hiç dillendirmedi. Acılarını, umutlarını, geçmişin mirasını, barışı kendi dilinde söylediği şarkılarında söylemeye çalıştı kısacık ömründe. Denizin çocukları Lazlardan, güneşin çocukları Kürtlere hep selam söyledi. Popüler kültüre hiç taviz vermedi, bir söyleşisinde Lazlara seslenerek: 'Bunca yıldır müzik yapıyorum, bir türlü sevdiremedim kendimi size, bir TV dizisi müziği yüzünden beni benimsediniz' sözleri, karşı duruşunun en güzel örneği.

Çernobil'den kaptığı radyasyon, onu en verimli zamanında yatağa düşürdü. 2004 sonlarında akciğer kanserine yakalandı. Bu hastalığa yakalanmadan önce de, Karadeniz'de kanserden artan ölümlere dikkat çekti, sorumluların hesap vermesini istedi, geniş çaplı ve sadece bu hastalık üzerine hizmet verecek bir hastanenin kurulması için çabaladı. Bunlarla da yetinmedi, çevre yolu projesine karşı çıktı, tarihi mirasın yok olacağını söyledi. Ne yazık ki 25 Haziran 2005'te, 34 yaşında, gerçekleştirmek istediği birçok şeyi bitiremeden aramızdan ayrıldı.

ŞAİR CEKETLİ ÇOCUK

Bir söyleşide, kendine şair ceketli çocuk diyordu, son sözleri tam da şair ceketli bir çocuğun sözleri: 'Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar'a, ateş hırsızlarına, Ernesto 'CHE' Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.' Teşekkürler Kazım Koyuncu. Bıraktığın miras ve verdiğin dersler için.

Doğan DURGUN
dogandurgun68@gmail.com

Pomaklar, dil ve ötekileşememe...


Cumhuriyet tarihi, Pomakları açıklamaya yetmez, ama çok önemli bir kilometre taşı, dönüm noktası oluşturur. Pomaklar Osmanlı topraklarında yüzyıllarca varoldular ve cumhuriyetten çok önce de Cumhuriyet Türkiyesi topraklarında yaşamakta idiler. Aslen Balkanlı Slav olan ve şu anda bir kısmı Türkiye'de bulunan Pomaklar, daha Osmanlılar zamanında şimdiki Türkiye'ye geldi. Hal böyle olunca, çokuluslu, çokdinli bir toplumda göze batmadılar. Daha o zamanlarda göze battıkları asıl konu, Pomakların Türkiye'ye gelişlerinin, Osmanlı'nın o zamana kadarki en büyük yenilgilerinden biri olan Rus harbini hatırlatıyor olması, adeta o yenilgiyi temsil etmesi idi.

Tabii bu yenilgiye yol açan Batak kasabası katliamında Pomakların rolü olması -neredeyse başrolü oynaması- acıyı daha da derinleştiriyor. Bu nedenle Pomaklar aynı zamanda Bulgarlar tarafından da ve bugün bile çok büyük bir utanç, iç düşman, kardeş katili olarak anılmakta.

İşin bu kısmı, büyük çoğunluğu Bulgaristan'dan gelen Pomaklara ilişkin. Bunun üstüne bir de Yunanistan ve Adalardan gelen mübadele Pomaklarını eklersek, olay daha da renklenir. Düşünmek gerekir: Kuvayi Milliye öyle bir politika ki bir taraftan Anadolulu, Rumca konuşan Karamanlı Türkleri gönderir, Slavca konuşan Müslüman Pomakları getirir, ama öte yandan Hıristiyan ya da dinsiz olan ama Türkçe konuşan Türk Gagavuzların gelişine karşı çıkar..! O dönemde serbest göçmen vizesi verileceklerde aranacak ilk şart olarak 'Türk soyundan olmayı (özellikle Sünni olması şartını)' ararken, şu kaydıda düşmektedir.

'Pomaklar gibi Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan memleketler ahalisinden olup kendi milliyetlerine ait müstakil devletler teşkil etmemiş olan, göçebe olmayan Müslümanlar'da Türk soylu gibi muamele görürler...' Bu fıkra mucibinde vize alabilecek olan aile reisinin çocukları ve yabancı soydan olan eşi de aynı muameleye tabi tutulur.

Tabii ki aradan geçen uzun yıllar sonrasında Türkiye Cumhuriyeti bu uygulamasından vazgeçerek, 1989 göçleri döneminde ülkeye giriş yapacak olanlara Türk soylu olması şartı getirerek binlerce Pomak aileyi Edirne/Kapıkule Sınır Kapısı'ndan geri çevirmiştir.

Aslında ortaya çıkış şekli garip gibi görünen bu politikayı tek bir kelime ile açıklamak mümkün: Milliyetçilik. Epey ham, epey hamasi, Jakoben, efsane uydurmak ve asimilasyon konularında hayal gücü yüksek bir temerküz milliyetçiliği. Üstelik de dünyada milliyetçiliğin giderek söndüğü bir dönemde uygulamaya konduğu için daha da kaba kaçan milliyetçilik.

Jeo-politik bir gözle baksak, aslında Pomakları Balkanların Kürtleri olarak görmek hayli mümkün. Beş ülkeye dağılmış, farklı isimlerle anılan, bulundukları her ülkede egemen milliyetçiliğin pederşahi baskısı altında kalan ve bundan dolayı da halklaşma süreci ciddi duraksamalara uğramış, kimlik talepleri yerine İslami yönü ağır basmış bir grup görüntüsü hakim durumda.

Pomak (Türkiye), Pomaçi-Pumagaç (Bulgaristan), Goran (Kosova, Arnavutluk), Amuca, Ahriyani-Agiryani (Yunanistan), Torbeş (Makedonya)... bazı isimleri. Türkiye'nin en çok ismi olan illerden birinde (Bulgarca'da Lozengrad: Bağlışehir; Helence'de Saranda Eglisiya=Kırkkilise, cumhuriyette ise il plaka numarası 39 ama kendisi 40 olan) Kırklareli'de bolca rastlanan Pomakların bu kadar çok ismi olmasi belki de bize fazlası ile atomize olduklarını anlatmaya çalışıyor... Hani insan diyor ki o kadar efsane ve Türklük dizayn eden cumhuriyet bürokrasisi, Kocaeli ile İzmit'e yer değiştirtip Kırklareli'yi 40 yapsaymış ya.

Bulgaristan'da Slavlıklarından dolayı kabul gören ama dinlerinden dolayı hazzedilmeyen, Osmanlı işbirlikçileri gibi görülen; Yunanistan'da hem Slav özellikleri inkar edilen hem de dinlerinden dolayı yine pek de sevilmeyen, Makedonya'da keza Yunanistan'dakine benzer bakılan ama Slav ortak özelliklerinden dolayı daha çabuk şeffaflaşan... ama Arnavutluk'ta da rahatsızlık yaratan bir insan grubu.



Ya Türkiye'de? Başından beri dışarlıklı bir grup. Müslümanlıkları dışında Türklerle ilgisi sadece Balkanlardaki hakimiyeti kolaylaştırmak olan, ismi anıldığında Türklerin ağzında buruk, acımtrak bir tat bırakan bir grup.

Saf, katışıksız milliyetçilik açısından baktığımızda, vasiyetinde Nihal Atsız'ın Pomaklardan 'hiç güvenilmemesi gereken iç düşman' diye söz etmesi hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Bu tür milliyetçiliği siz isterseniz 'Irk milliyetçiliği' olarak okuyun, isterseniz bugünlerde popüler bir göz boyama olan 'üst kimlik' söylemi olarak... Sonuç aynı: Pomakların, varlıklarını ve özelliklerini saymaları bile grotesk, ofansif görülüyor.

Tabii böyle bir ortamda 'ulusalcılık' histerisine kapılmış birçok 'etnik' vatandaşımız da bir güreş panayırında yağlı vücutlu, iri kıyım, kıspetli Pomak pehlivanları görünce heyecandan hop hop hoplayan sahne sanatçıları gibi 'Türkten daha da Türk olma' yarışına giriyor. Nitekim 'üst kimliği yeni yeni keşfeden Türkiye Cumhuriyeti'nin Balkan politikasını yaymaya devam eden müftüleri, h‰l‰ Pomaklara aslında Türkten daha Türk olduklarını söylemeye devam ediyor... Zaten Balkanlarda kart kurt sesleri insanın kulağına 'Pamuk, Pomak' olarak gelir!..

Türkiye'deki genel kültürde zaten olduğu gibi görünmekten kaçınma histerisi yaygın iken, bu kadar duyarlı bir konuda -azınlık olma konusunda- bu eğilim, bu benzeşme, sürüye katılma arzusu daha da güçleniyor ve en küçük farklılığa korkunç bir tahammülsüzlük olarak ortaya çıkıyor.

Burada yeri değilmiş gibi görünen ama aslında tam da turnayı gözünden vuran bir unsur daha var: Kürt milliyetçiliği!.. Kendi ulusal haklarını ve varlık sebeplerini meşrulaştırma çabası içerisinde ne yazık ki ellerindeki tek örnekten hareketle genel anlamda Kürtler de Türk milliyetçiliğini taklit etmekte, aynı klişelere, yanılgılara düşmekte. Böyle bir sağırlar diyaloğunda bir Pomak'ın kültürel kaderini bir Kürt'e benzetmesi zaten akla ziyan gibi görünür. Bir de askerlik hizmetinde gençleri ülkenin en uzak, en zıt köşelerine atma uygulaması varken ve Pomak delikanlıları da Güneydoğu'da görev yaparak gerilim, çatışma haleti ruhiyesinden nasibini alırken, geriye hiç sulandırılmamış, aksine yoğunlaşmış, damıtılmış, katranlaşmış bir nefret kalıyor. Bu nefretten kimin nemalandığını tahmin etmek için kaç saniye istersiniz?

Dil açısından bakıldığında hâlâ Pomak yerleşim yerleri olarak bilinen tüm yerleşim birimlerinde 1920'de nerede ise kimse tek kelime Türkçe bilmezken 2000'de neredeyse hiç Pomakça konuşamıyor olmaları hazindir. Daha da ötesinde asimilasyonun, benzeştirmenin ne kadar etkin olduğuna iyi bir örnektir. Tabii burada iyi örnek derken olgun, gelişkin bir örneği kastediyoruz, yoksa içeriğinin çok makbul bir şey olduğunu değil...

'ÖTEKİLEŞEMEME'

Klasik felsefi örneği alıp uygulayalım: 'Bir somun ekmekten; fırıncının, değirmencinin, çiftçinin emeğini çıkarırsanız geriye bir avuç yabani ot tohumu kalır.' Aynı şekilde 73 milyonluk 'tek vücut olmuş' Türk'ten 80 yıllık milli marşları, demokratik toplumlara açıklayamayacağınız milli bayramları, ulusalcı sloganları, askeri törenleri, çocuklara papağan gibi ezberlettirilen 'Türk'üm, Doğruyum'ları, 'devrim'leri, bayrak sallama histerisini, çoğu cumhuriyetin başında icat edilmiş milliyetçilik efsanelerini, nüfus mübadelelerini, 6-7 Eylülleri, Trakya olaylarını, Dersim'leri çıkarabilirseniz bugün de geriye Orta Anadolu'da 5-10 milyon Türk köylüsü ve bol miktarda etnik nüfus kalır, Pomaklar da Pomakça konuşmaya devam ederdi. O zaman bütün bu nüfusu barış içinde bir arada tutmak için de demokrasi'ye benzer bir şeye ihtiyaç duyulurdu. İşte mevcut rejimin demokrasiye olan alerjisinin kökeni üzerine bir bakış açısı daha... Ama tarihte, ah keşke! demek istediğimiz o kadar çok şey oldu ki...

Tarihleri boyunca Pomaklar ulusal bir özellik gösteremedi. Nasıl gösterebilirler ki? Büyük çoğunluğunun ait olduğu Bulgaristan'da yalnızca dini inancı farklı ve nüfusu da belli bölgeler dışında çok yoğun olmayan, dağlı, hayvancılıkla geçinen dağınık bir insan grubu. Balkan Kürtleri derken, Pomakların gerçekten de çoğunlukla dağlık yörelerde yaşadığını eklemeli idik. Nitekim Pomakların isimlerinden biri de Gorani, 'Yüksek yöreli-Dağlı' olması hiç de şaşırtıcı gelmez.

Asimilasyon ile ötekileşmenin kavram olarak neredeyse tamamen zıt olduğunu aklımızın bir kenarında tutarsak, Pomakların sorununun 'ötekileşememe' olduğunu daha kolay takdir ederiz. Günümüzün 'buzzword'ü, titreşim yaratan terimi; 'Farklılıklarımızı zenginlik olarak görmek.' Ancak siz gelin de bunu 90 yıla yakındır her sabah Türk olan, hatta kendisine Türkten daha çok Türk olduğu söylenen, çalışan, övünen, 'yenilmediği ama yenik sayıldığı için' dövünen, Türklüğü dünyaya bedel olan, asker doğan bir 'Pomak Türk'üne anlatın. Tam da bu noktada şu eklentiyi de yapmak yerinde olacaktır. 1930 yılında İçişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan gizli bir genelye gözatmak gerekmektedir. İskana Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi isimli bu genelge 7 maddeden oluşmakta ve en can alıcı maddesi olan 7. maddesinde şunlar bulunmaktadır: 'Yabancı lehçeyle konuşanların kıyafetlerini, şarkılarını, oyunlarını, düğün ve diğer geleneklerini kötü göstermek, bu kişilerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, onları hiçbir zaman, Boşnak, Tatar, Çerkez, Laz, Pomak vs. diye adlandırmamak, köylerin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve evlerinde ve aralarında Türkçe konuşmaya zorlayarak onlara yürekten 'Türküm' dedirtmek.''

Diğer taraftan 'Vatandaş Türkçe konuş!' kampanyası ile farklılığının son çizgileri de ütülenen ve hatta Trakya olaylarında Yahudileri kovup mallarını yağmalamakla, Sabahattin Ali'nin kafasını ezmekle Türklüğe hizmet ettiğini sanan Pomaklar ile Batak kasabasında Bulgar kardeşlerini boğan Pomak ve başıbozuk'lara -varsa- aradaki farkı anlatın.

Pomakların dil sıkıntısı, sorunu olduğunu söylemek biraz iddiali olur. Türkiye'de yaşadıkları tüm yöreler epey gelişmiş, verimli, zengin yöreler olunca asimile olmaları çok daha kolay, nerede ise doğal dinamikleri ile oldu. Tabii gönül ister ki Yunanistan'daki ve Bulgaristan'daki Pomaklar gibi Türkiye'de yaşayan Pomakların da dil talebi olsun; eğitimini kendi dilinde edinme talebi olsun; kültürünü yaşatabilsin. Daha da ileri gidelim: sınırların ardında eski vatanlarında kalmış Pomak akrabaları ile daha yakın, daha zengin irtibatı olsun. Ama bunları istemek için öncelikle bunların ayırdında olmak gerekiyor.

Devletin, vesayetin tüm unsurları her yıl bir sürü lüzumsuz, sonradan icat ve imal edilmiş, tamamı ile Kuvayi Milliye milliyetçiliği, asker millet şuur(suzluğu)nu yaymak için dizayn edilmiş 'milli' bayramları tekrarlar iken Pomaklık şuuru nasıl olur da Rönesans yaşar ki?

Komplo teorilerine inanmam, dolayısı ile bir 'büyük proje' gereği özenle yerleştirildiklerini, dağıtıldıklarını hiç düşünmedim, ama Trakya, Marmara, Ege gibi gelişmiş yörelerde yaşıyor olmaları tabii ki asimilasyonu kolaylaştırdı, hızlandırdı. Tabii bu arada dilin felsefesi de pek yardımcı olmuyor: Hemen her dilde komşu ve potansiyel düşman milletin ismi 'düşman' sözcüğü ile eşanlamlı kullanılır. Pomaklar arasında da düşman yerine 'Balgarin-Bulgar' sözcüğünü kullanıyor olmak bize epey şey anlatsa gerek.

Kendi dili olan her etnisitenin, sosyal grubun potansiyel olarak dil talebi olabilir, ancak şu anda Türkiye'deki Pomaklar için anadilde eğitim talebi kinetik olarak yoktur, olması için çok fazla sebep de yoktur. Öncelikle Pomakça epey izole ve çok eski bir Güney Balkan Slav dilidir. Üstelik de sabit bir alfabesi, yazılı kaynaklarını büyük oranda yaratamamış bir dil... Daha da üstelik; her geldiği ülkenin dili tarafından epey etkilenmiş bir dil. Makedon Slavcası'ndan, Arnavutça'dan, Helence'den ve en çok da Türkçe'den... Bir de bunun üstüne Türkiye'de uygulanmakta olan ırk bazlı-kavim milliyetçiliğini eklerseniz, diğer bir deyişle onyıllardır omuzlarına yüklenmiş olan farklı olmanın utancını eklerseniz, Pomaklar adeta Pomak olmaktan, farklı olmaktan utanmaktadır.

1878-1886 Pomak Tamraş Cumhuriyeti'ni saymazsak, Pomaklar devlet olmak değil, sadece devletle olmakla yetindi. Ezici çoğunluğu Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi'ne yarayan çok ünlü insan, politikacı ve güreşçi yetiştirdi ama kendini yetiştiremedi. Günümüzde Pomakça'nın yaşaması için bazı ümitler olmakla birlikte, Türkiye'de Pomakçanın geleceği biraz da Titanik'in kaderini andırmaktadır. Geminin tamamen sulara gömüleceği 5 saat ile en yakın yardımın ulaşacağı 7 saat gibi...

END-NOTE

Bir tarafta Pomaklık AB bölgeler politikası yolu ile Yunanistan ve Bulgaristan'da kısmen de olsa hayat öpücüğü bulmakta iken, Türkiye'nin durumu iç karartıcıdır. Resmi milliyetçilik politikası h‰l‰ benzeştirici (asimilatif) etkisini sürdürüyor, daha da kötüsü günümüzün çatışmaları, hükümet ile statüko arasındaki gerilim, vesayeti tehdit edilenlerin kışkırtmaları ile geleneksel milliyetçi ve 'ulusalcı' söylemi çok daha politikleştirip azgınlaşıyor. Pomakların bundan payına düşen ise; enteresan bir şekilde çoğunlukla en saldırgan milliyetçilik-ulusalcılık gettoları olan Trakya, Marmara, Ege vb. yörelerde bulunmalarından ötürü milliyetçilik kakofonisi içinde kendi kimliklerini tümü ile inkar etmeleri şeklinde beliriyor.

Evet, hiç çekinmeden söylenebilir ki Pomaklara 'Ama kardeşim biz zaten Türk değiliz ki!' demek ile linç edilmeyi göze almak eşanlamlıdır. İşte yukarıda bahsettiğimiz; 'olması gereken ile gerçekte var olan' durum budur ve arasındaki fark bundan daha net görünemez. Yukarıda milliyetçilik gettoları dediğimiz yörelerde CHP ve MHP'nin giderek güçlenmekte oluşu başka nasıl açıklanabilir?

Yine de kulağa hoş gelen, yürekleri ısıtacak bir 'end-note' bir seda ile bitirelim: Bir Rus söylencesi der ki: Ozanın biri cenazeye gider, düğün türküleri çığırır, düğüne gider orada da cenaze ağıtları yakar!! ve her gittiği yerde temiz bir sopa yermiş. Sopadan kurtulmak için güzel bir haber; Trakya'da, Pomakça'nın h‰l‰ tamamen silinmediği yörelerde gençler dillerini, kültürlerini yaşatmak için hatırı sayılır bir hamle içindeler. Hemen her gün emaillerimiz, facebook adresimize yeni video kayıtları, Pomakça sözlük girişimleri, gramer çalışmaları, hatta fonetik çalışmaları akıyor. Pomak forumları, tartışma siteleri açılıyor...

AB esintisi, ülkemizin demokratikleşme çabaları ve çağdaş 'klik'noloji dozu gittikçe artan bir şekilde kültürel ortamı Pomakların dahi lehine çeviriyor. Aynı 1876'da başlayan ve daha sonra Batak katliamına yol açan Bulgar Kuprifştitsa Kültürel açılımı gibi Pomaklar da dillerine sahip çıkmaya başladı, yeter ki geçen zaman içinde Batak kurutulmuş olsun!

İbrahim KENAR - Hikmet PALA

'Kürt sorununda pek çok komünist örgütü sınıfta kaldı'

Kemalizm-Sovyetler-Sosyalizm kitabının yazarı Osman Özarslan, Türkiye devrimci hareketinin Kürt sorununa bakışında kemalizmin belirleyici bir yerde durduğunu hatırlatıyor ve komünizm adına söz söyleyen örgütlerin de “Kürt sorununu onurlu bir ulusal mücadele değil, emperyalistlerin Ortadoğu’daki bir işbirlikçilik projesi” olarak değerlendirdiklerine dikkat çekiyor. Özarslan, “Maalesef pek çok 'komünist' örgütün karnesinde ulusal sorun notu tam da bu yüzden kırıktır” diyor.

Özarslan, İbrahim Kaypakkaya ile başlayan Kemalizmden kopuşun da Kaypakkaya geleneği dışındaki devrimci örgütler tarafından değerlendirilemediğini belirtiyor.

Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji bölümünde yüksek lisans yapan Osman Özarslan, Ceylan Yayınları’nın okurla buluşturduğu Kemalizm-Sovyetler-Sosyalizm kitabının da yazarı. Özarslan, Türkiye devrimci hareketinin geçmişten günümüze Kemalizm ile ilişki, Kürt ulusal sorununun Kemalizme etkisi konularında sorularımıza yanıt verdi.

* Solun, Kemalizm konusunda bir kafa karışıklığı içinde olduğunu belirtiyorsunuz. Bu sol tanımında kimler var?

- Aslında sol derken elbette radikal sol hareketleri kast ediyorum. Tabii ki, CHP-DSP gibi partilerin solla ya da hatta sosyal demokrasi ile bile pek bir alakası yok. Solun alanını radikal siyaset alanına doğru daraltmamıza rağmen, pek çok sol grubun Kemalizm ile doğrudan ya da dolaylı ilişkisinin sürdüğünü görüyoruz. Burada sol hareketlerin Kemalizmin yörüngesinden çıkamamasının pek çok sebebi var ama en temelde, Kemalizmden kopmak ya da kopmamak siyasal ve ideolojik bir tercih. Kemalizm ile tam olarak hesaplaşmadan sistemin dışında kendi angajmanlarımızı inşa edebileceğimiz saf ideolojik alanlar yaratmak bana göre imkânsız. Bu noktadan sorumuza dönersek kafa karışıklığı içindeki solu tek tek saymak yerine, Kemalizm karşısında net tutum alabilmiş muhalif gelenekleri saymak daha kolaylaştırıcı olabilir. Bunlardan ilki İbrahim Kaypakkaya'nın örgütsel pratiği ve politik çözümlemelerinde somutlaşan Kemalizm tahlilleri ve Kaypakkaya çizgisinin sürdürücüleri; ikincisi Kürt hareketinin geliştirdiği keskin ulusal kurtuluş mücadelesi ve üçüncü olarak da bu mücadele ile filizlenen resmi ideoloji eleştirisi üzerinde siyaset yapan ahlak ve vicdan sahibi kimi entelektüeller- Ki bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve ilk aklımıza gelenler Haluk Gerger, İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya vb.. gibi isimlerdir.

KAFA KARIŞIKLIĞININ SEBEPLERİ ÇOK

* Kafa karışıklığının tanımını yapabilir misin? Bu durumun kaynakları nelerdir?

- Bunun pek çok sebebi var, yani 1920'lerde Solun ölü doğumu bunun bir sebebi olarak görülebilir, Komintern’in yanlış politikaları bunun bir sebebi olarak görülebilir, 1960'lı yıllarda Sovyetlerin dümeni sosyalist inşa yerine millici kalkınmacılığa doğru kırması ve tüm bunların hepsinin Türkiye sol siyasetinde Milli Demokratik Devrim (Mihri Belli-Doğan Avcıoğlu) ya da Sosyalist Devrim (TKP, Aybar-Aren-Boran) olarak tezahür etmesi diğer sebepler olarak görülebilir. Yani dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta, sağlıklı bir sol siyaset için, sistemden ve aynı anlama gelecek şekilde Kemalizmden ve onun resmi ideolojisinden kopma ya da kopmama noktası oluyor. (Ki radikal kopma anlarında bile, Mahir Çayan'ın Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Denizlerin de ikinci kurtuluş savaşı üzerinden Kemalizme bağlanma örneklerinde olduğu gibi, Kemalizm ayak bağı olmaya devam edebiliyor.) Saydığım bu sebeplerin çoğu dışsal sebepler, fakat Kemalizmin özellikle radikal kopma anlarında bile devrimci hareketler için bir çekim merkezi olabilmesinin sebebi, kanaatimce devrimci hareket içerisinde halen önemli bir yer tutan aşamalı devrimcilik anlayışı içinde, devrimin anti-emperyalist evresinde, anti-emperyalist bir geçmişe sahip olduğu düşünülen Kemalizme ve güncel Kemalist harekete özel bir önem atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. Ki bu bence aslında solun Stockholm sendromudur ve gelinen noktada kafa karışıklığının biçimi; anti-emperyalist mücadeleyi bu ülkenin yeminli faşist generallerinin vereceğini tahayyül edebilen; 19 Aralık operasyonunda kılı kıpırdamazken Ergenekon operasyonu başladığında generaller için Bu Ülke Sahipsiz Değil mitingleri düzenleyen kıymeti ve ismi kendinden menkul 'Komünist' partilerdir.

KOPUŞ DEĞERLENDİRİLEMEDİ

* Türkiye devrimci hareketi içerisinde İbrahim Kaypakkaya ile birlikte bir kopuş sürecinin de başladığı görülüyor. Bu süreç nasıl bir gelişim gösteriyor?

- Kaypakkaya'nın gerçekleştirdiği kopuş, devrimci harekete büyük bir nefeslenme alanı yaratmış olmasına rağmen, Kaypakkaya geleneğinden gelen devrimci örgütler hariç çok az kesim Kaypakkaya'nın görüşlerinden yararlanma gereği duymuştur. Bu durum aslında devrimci hareketin bana göre gündemine taşıması gerektiği bir başka problematiktir. Zira bu durum Kaypakkaya'nın görüşlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı kadar, 12 Eylül darbesi sonrası devrimciliğin kurgulanışı ile yakından ilgilidir. Devrimciliği mücadele alanında tanımlayan kimi radikal sol hareketleri saymazsak, ana akım sol kendisini insan hakları gibi vicdan hukukunun orta sınıf burçlarına inşa edilen bir devrimciliğe hapsetti. Burada elbette Kürt ulusal mücadelesinin ve devrimci hareketin en temel mücadele mevzilerinden birisi olan İHD'yi kast etmiyorum.

Öte yandan suçsuzluğun steril alanlarında Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya 'kriminalize' insanlar olarak daha az kabul gördü ve görüşleri daha az benimsendi. Bundan başka, Kaypakkaya, Kürt ulusal sorununu, Türk resmi ideolojisi açısından en can yakıcı şekilde ele aldı ve bu onun görüşlerini taşımayı biraz daha zorlaştırdı. Bir de tabii ki Kaypakkaya, 68'in deyim yerindeyse en 'gariban' insanlarından birisiydi ve bu durum onun 12 Eylül sonrası devrimci tipolojisi içerisinde kabul görmesini zorlaştırdı ya da onun gibi en yoksul, en gariban insanlar onun fikirlerinin peşinden gittiler - ki bu da onun görüşlerinin popülerleşmesini engelleyen bir başka faktör oldu.

* Kemalizmin Türkiye devrimci hareketi üzerindeki etkisinde "Kürt sorunu"nun payı nedir? Memlekette Kürt sorunu gibi bir olgu olmasaydı durum farklı mı gelişirdi?

- Kürt sorunu sol hareketle Kemalizmin ilişkisini hem 'olumlu' hem de olumsuz anlamda iki biçimde etkilemiştir. Öncelikle, Kaypakkaya'nın tümel kopuşu büyük oranda Kürt sorunu aracılığıyladır. Çayan'ın kopmada en fazla yol aldığı nokta da Kürt sorunudur. Aydınlık Sosyalist Dergi'ye yazdığı mektupta Kürt ulusal sorununun Misak-ı Milli sınırları içinde çözülemeyeceğini söyler, ki bu Çayan dizgesi içerisinde büyük bir adımdır. Öte yandan, Kürt meselesinin 'olumsuz' etkisine gelirsek. Diyebiliriz ki, pek çok sol-komünist hareket milliyetçi ve hatta şoven yönelimlerini, beyaz-orta sınıf aidiyetlerini anti-emperyalizme tahvil edebilmek için yurtseverlik kisvesine bürünürler ki burada Kürt sorunu onlar için maskeleyici bir rol oynar. Kürt meselesini ulusal bir sorun olarak ele alıp çözümü için cesurca mücadele etmekten kaçınmanın en iyi yolu Kürt meselesini onurlu bir ulusal mücadele olarak değil, emperyalistlerin Ortadoğu’daki bir işbirlikçilik projesi olarak değerlendirmektir ki maalesef pek çok 'komünist' örgütün karnesinde ulusal sorun notu tam da bu yüzden kırıktır.

KÜRT SORUNU, KEMALİZMİN VATANDAŞLIK TANIMINI DEĞİŞTİRDİ

* Kemalizm, devletin kurucu ideolojik unsuru. Peki, Kürt özgürlük hareketinin varlığı bugün açısından bu kurucu unsurda nasıl bir değişim yaratmış mıdır?

- Pek çok açıdan değişime uğratmıştır, bu tartışma götürmeyecek bir şeydir. Öte yandan bu değişimleri tek tek saymak da en azından şimdi burada- mümkün görünmemektedir. Fakat Kürt hareketinin verdiği mücadele öncelikle resmi ideolojinin tanımına etki etmiştir ve bence bu en önemli değişimdir. Önceleri, devletin resmi ideolojisi içerisinde vatandaş Türk olarak tanımlanırken ve Türklükte premordialist-etnosentrist bir şekilde konulurken; şimdi vatandaşlık Türk olmak değil, Türkiyeli olmak olarak tanımlanıyor ki, burada Türk’ün yanında Kürde de bir yer açıyor. Yani sorduğunuz soru bağlamında, AKP’nin yapmaya çalışıp eline yüzüne bulaştırdığı açılımı, Fichte’nin arkeolojik premordialist etnisitesinden, Ernst Renan’ın gündelik performosyanla (birlikte hatırlanan-birlikte unutulan) elde edilen bir ruh hali olan plebisiteye geçme çabası olarak görüyorum. Ki bu değişiklik asıl olarak Kürt ulusal mücadelesinin bir eseridir.

* Solda olduğunu beyan bir partinin Kürt sorunu söz konusu olduğunda ırkçı bir partiden geri kalmamasının tek nedenini Kemalizm ile açıklamak doğru mu?

- Elbette değil. Kemalizm kimi zaman neden, kimi zaman sonuç ama kimi zamanda yalnızca bahane. Clara Zetkin bir makalesinde ‘ötesine geçemeyeceğiniz sınırın nerede olduğunu size kim söyledi…’ diye soruyor. Benzer bir şekilde, İsmail Beşikçi de 90’lar boyunca bizleri Zihnimizdeki Karakolları Yıkmak’a çağırdı. Sorun biraz da bu aslında. Siz mi karakolun içindesiniz, yoksa karakol mu sizin kafanızın içinde? Ya da sizin muhayyilenizin sınırları, zihninizdeki karakolları yıkacak kadar güçlü mü? Eğer değilse, kişi yerdeki yuları boynuna geçirmek için her zaman bir mazeret bulabilir…

* Kemalizm- Sovyetler- Sosyalizm kitabınızda Lenin'in Stoplin gericiliği ile ilgili bir değerlendirmesine atıfta bulunup, Kemalizmin güncel olarak ilerici, tarihsel olarak gerici olduğunu belirtiyorsunuz. Bugün de böyle mi düşünüyorsunuz? İlericilik tanımlamasını açabilir misiniz?

- Kitapta yaptığım tahlilin bir anlamda hala doğru olduğunu düşünüyorum. Kemalizm, kısa bir süre Türkiye’nin ‘ilerlemesi’ne katkıda bulunmuştur. Ama bir anlamda da bu tespiti doğru bulmuyorum, o da benim ilerlemeye atfettiğim anlamlarla ilgili. Zira ben orada ilerleme derken, üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin önünü açan yarım yamalak da olsa bir takım düzenlemelerden bahsediyordum. Ya da daha spesifik konuşursak 1.Meclis’te (1920–1922) yapılan kimi uygulamaların kabul edilebilir olduğunu düşünüyordum. Fakat, özellikle Horkheimer ve Adorno’nun ilerleme, kalkınma, rasyonalite gibi aydınlanmanın temel kavramlarına yönelttikleri eleştirileri okuduktan sonra, tarihin doğrusal bir çizgiye oturtulup kimi noktalarına rahatlıkla ileri kimi noktalarına da gene aynı rahatlıkla geri diyebilme cesaretini artık kendimde bulamıyorum. Ki bir önceki sorunuzun yanıtlarından birisi de bu olabilir. Zira çağları ve toplumları ileri-geri ikiliğine göre sınıflandırmaya başlayınca, aydınlanma oryantalizminin, doğuyu kolonize ettiği gibi; kendisini Türkiye işçi sınıfının bilinçli temsilcisi sayanlar, aynı bilinci doğuya-Kürtlere medeniyet olarak götürme görevini kendilerinde görüyor olabilirler. Buralara ayrı ayrı bakmak gerekir.

* Bugün açısından bakıldığında burjuvazinin Türkiye'deki ideolojisi Kemalizmdir demek mümkün mü?

- Bu konuda bir hayli karışık bir konu. Öncelikle bu soruyu yanıtlamak için şunu bilmemiz gerekiyor, Kemalizmden kastımız ne? Eğer Kemalizm Misak-ı Milli ise evet bugün Kemalizm AKP’den liberallere kadar pek çok tatlı su muhalifini içine alacak şekilde hala resmi ideolojidir. Eğer Kemalizm milliyetçilik ise evet bugün resmi ideoloji AKP’yi, Taraf gazetesini ve pek çok ümmetçi olduğunu iddia eden tarikatı da içine alacak şekilde resmi ideolojidir. Eğer resmi ideoloji sekülerlik ve sekülerlik de kadınların özgürleşmesinin bir vesilesi olmak yerine; onların potansiyelinin artı-değere tahvili için, kadınların toplumsal hayatta görünürlüğünü sağlayan bir habitus ise, Kemalizm modernist İslamcıları da kapsayacak şekilde hala resmi ideolojidir.

Öte yandan, eğer Kemalizmi etnosentrik bir vatandaşlık tanımı olarak görürsek bu artık aşınmıştır, devletçilik ve onu yedekleyen halkçılık da aşınmıştır. Öte yandan resmi ideolojinin kendi iktidarını kurma biçimi de benzer bir şekilde değişikliğe uğramıştır. Erken cumhuriyetten 1980’lere kadar iktidar Agamben’in işaret ettiğine benzer bir şekilde baskıcılık üzerine inşa edilmiştir. Bunda Gramsci’nin işaret ettiği manada devlet-sivil toplum ayrımının henüz oturmamış olmasının payı büyüktür. Öte yandan Özallı yılların neo-liberal dalgası içinde sürekli bahsedilen devletin küçültülmesi aslında, Foucauldiyan tabirle iktidarın yani güç ilişkilerinin üretkenleşmesine işaret etmektedir. Artık Gramsci’nin işaret ettiği devlet-sivil toplum ayrımı netleşmiştir ve bu iki alan birbirine devletin sivil toplum alanından rıza koparacak şekilde geliştirdiği ilişkisellik sayesinde olmuştur. Ki bu bir anlamda Ayşe Buğra’nın bir makalesinde işaret ettiği üzere sosyal devletten, sadaka ekonomisine geçiştir… Ve buralarda klasik ya da romantik dönem Kemalizmi dediğimiz anlayış büyük yaralar almış, ya tamamen tedavülden kaldırılmış ya da kısmen revize edilmiştir.

RUKEN ADALI -ANF

Vedat Aydın Cinayetinden 3 Gün Sonra…





Kürdistan'da silahlı mücadelenin başlaması ardından 1985 yılında fiilen Genelkurmay'ın emri ile Tuğgeneral Veli Küçük, Binbaşı Cem Ersever, Binbaşı Aytekin Aytek ve Binbaşı Ali Kırcı'nın da aralarında bulunduğu ekip tarafından kurulan ve itirafçıları bünyesinde barındıran Jitem'in ses getiren ilk cinayeti kapatılan Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ı evinden alıp infaz etmek oldu. Ve Aydın'ın cenaze töreni sonrasında yaşanan katliam...

20. yılını dolduran cinayet ve cenaze törenindeki katliamın sanıklarından hiçbiri hakim karşısına çıkarılamadı şu ana kadar.

Kürdistan'da halk hareketinin yükseldiği 90'lı yılların başlarından itibaren buna karşı kirli savaşı harekete geçiren Jitem, ilk olarak Mardin-Kızıltepe, Cizre ve Şırnak-Şenoba'da Hilal Belediye Başkanı Hamit Kara ve 5 yakınını gündüz ortası Şenoba beldesi yakınlarında araçlarından indirip öldürmesiyle başladı.

Bunun ardından yaşanan ve etkisi yıllarca devam eden faili meçhul cinayet ise HEP İl Başkanı Vedat Aydın'ın evinden kaçırılıp öldürülmesi oldu.

5 Temmuz günü Yenişehir semtindeki evinden ellerinde silah ve telsizlerle Binbaşı Cem Ersever'in komuta ettiği ve aralarında itirafçıların da bulunduğu ekip halinde gözaltına alınan Vedat Aydın'ın cesedi, 7 Temmuz günü Elazığ'ın Maden ilçesi yakınlarında işkence edilmiş ve kurşunlanarak öldürülmüş halde bulundu.

Aydın'ın ölü bulunduğu haberinin alınması ardından Diyarbakır'da halk arasında bir hareketlenme oldu. Yediden yetmişe herkes cenazeye sahip çıkmak ve bunu yapanlardan hesap sormak istiyordu.

HEP yöneticilerinin kararı doğrultusunda cenaze 10 Temmuz günü Maden'de hastane morgundan alındı. Cenazeyi almak için binlerce araç Diyarbakır-Elazığ karayolunu kapatırken, cenazeye yetişmek için Kürt illerinin tamamından insanlar Diyarbakır'a akın etmişti bile. İlk kez böyle pervasızca jitem ve itirafçılar evden insan alıp açıkça katlediyorlardı.

Kürtlerin tepkisi bunaydı. Sonraki yıllarda ise buna benzer yüzlerce, binlerce faili meçhul Kürt illerinde ve batıda yaşandı.

10 Temmuz günü cenazenin alınması için tahsis edilen HEP parti otobüsün içindeydik. Yaklaşık 5 bin araçlık konvoy halinde Ergani oradan da Maden ilçesine geçtik. Maden'e ulaşmadan Aydın'ın naşı cenaze aracına yüklenmişti. Ve cenaze, ailesi ile partililer tarafından alınıp tekrar Diyarbakır'a doğru yola çıkarıldı.

Konvoy olarak yol boyunca önünden geçtiğimiz asker ve polis karakolları, kente girdiğimizde ise askeri birlikler ve karakoldakiler köşelerine çekilmişlerdi. Kentte büyük bir sessizlik hakim iken cenaze konvoyu Gevran Caddesi'nden Diyarbakır'a giriş yaptı.

Hazırlanan programa göre cenaze Sümer Camii'nde yıkanıp cenaze namazı kılınacak ve kortej halinde Mardin Kapı Mezarlığı'nda toprağa verilecekti.

Cenaze konvoyunun kente girmesiyle birlikte özellikle Bağlar ve Ofis bölgelerinden konvoya katılmak isteyen onbinlerce kişi polis tarafından engelleniyordu. Ancak bir yolunu bularak ara sokaklardan aşan binlerce kişi yürüyerek konvoya katıldı. Artık araçlar onbinlerce kişinin konvoya katılması sonrasında hareket edemez hale gelince halk yürüyerek Sümer Camii'ne doğru yola koyuldu.

Burada kılınan cenaze namazı sonrasında ve yapılan konuşmaların ardından yine kortej halinde ve yüz binleri aşan bir kitle yürüyerek Mardin Kapı Mezarlığı'na doğru yöneldi.

O ana kadar kitleye herhangi bir saldırı yoktu, ancak Çift Kapı'ya gelindiğinde surların üzerinde pusuya yatan özel harekât timleri kitleyi tahrik etmek için yoğun bir şekilde halkın üzerine taş atınca bir süre gerginlik yaşandı. Ardından konvoy Turistik Cadde'yi kullanarak mezarlığa doğru yürüyüşe geçti.

Mezarlık ile yüz binlerin bulunduğu konvoy arasındaki tek engel Mardin Kapı Karakolu idi.

Cenaze aracı önde, parti otobüsü arkada ve yüzbinlerce kişi yürüyüş halinde karakola yaklaşınca bazı gençler karakola taş atmaya başladı.

Konvoyda yer alan Leyla Zana ve bazı HEP'liler karakolun önüne giderek kol kola girip zincir oluşturdular. Amaçları kitlenin karakola saldırmasını önlemekti. Ancak başarılı olamadılar. Ardından karakoldan ve karakolun hemen yanındaki Keçi Burcu ve sağdaki surlar üzerinden kitlenin üzerine ateş açmaya başladılar.

Aynı şekilde Balıkçılarbaşı bölgesine açılan yolu trafiğe kapatan sivil polisler de Kervansaray Oteli karşısındaki türbeyi kendilerine siper edip ellerindeki tabanca ve otomatik tüfeklerle kitlenin üzerine ateş yağdırmaya başladı.

Parti otobüsü üzerinde olduğumuz için bunları rahatlıkla görebiliyorduk. Bir ara parti otobüsünü hedef alarak 3-5 metre yukarıya nişan alıp bizlere doğru da ateş etmeye başladılar.

Araçtan inip yere düşenlerin fotoğraflarını çektik. En az 3 ölü ve 15'ten fazla yaralı vardı.

Cenaze konvoyu bir süre orada beklemek zorunda kaldı. Ölen ve yaralananlar gelen ambulanslarla hastanelere kaldırıldıktan sonra yüzbinler tekrar yürüyüşe doğru geçti ve Mardin Kapı Mezarlığı'na ulaştı.

Cenaze töreni yapıldı. Buradaki konuşmalardan sonra kitle yavaş yavaş mezarlıktan çıkmaya başladı. Amaçları cenazelerini gömdükten sonra sessizce dağılmaktı. Ancak kitlenin geliş yönünde bulunan Mardin Kapı Karakolu önüne panzerleri dizerek kitlenin geçişi durduruldu. Eski Mardin yoluna yada Ben u Sen Mahallesi tarafındaki yoldan gitmek isteyenler de burada özel timler tarafından durduruldu. Yaklaşık bir saatlik bir bekleyişin ardından, HEP Genel Başkanı Fehmi Işıklar'ın İçişleri ve OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu ile Mardin Kapı Karakolu'na giderek telefonla görüşmeleri ardından kitlenin geçişine izin verildi.

Ancak polisin tek şartı vardı, kitle belli aralıklarla sadece Mardin Kapı Karakolu önünden alanı terk edebilecek.

Ve yaklaşık 2 saat boyuncu beş bin, on bin, yirmi bin halinde grup olarak kitlenin geçişine izin verildi. Geçişler olaysız bir şekilde sürüyordu.

Biz gazeteciler konvoyun en arkasında parti otobüsünün içerisindeydik. Tek derdimiz çektiğimiz fotoğrafları çalıştığımız gazetelere yetiştirmekti.

Öğleden sonra 15:00-16:00 gibi onbinlerce kişi alanı terk ettikten sonra geriye aralarında HEP'lilerin, yerli-yabanca gazetecilerin de içlerinde bulunduğu yaklaşık 10-15 bin kişi kaldı.

Ancak bunların geçişine izin verilmedi. Fehmi Işıklar'ın Mardin Kapı Karakolu'na giderek buradan devlet ve hükümet yetkilileriyle konuşması da bir fayda vermedi. Grubun geçişine izin verilmiyordu.

Biz gazeteciler konvoyun en sonunda, yani mezarlığın giriş kapısında parti otobüsünün içerisindeydik. O sırada Ben u Sen Mahallesi tarafından ve mezarlığın sağındaki belediye makina ikmal binası yönünden yüzlerce özel harekât timi de grubu çembere aldı.

O an bir şeyler bekliyorduk. Ve fazla beklemeden bir anda Mardin Kapı Karakolu yönünden 3 el silah sesi geldi.

Sonradan anladık ki bu silah işaretmiş ve ardından kitleye saldırı başladı.

Mardin Kapı Karakolu tarafından kitlenin ön kısmı saldırıya uğrarken, kitlenin gerisi ise özel harekât timlerinin saldırısına maruz kaldı. Parti otobüsü içerisinde olduğumuz için her şeyi net görüyorduk.

Direkt halkın üzerine MP-5 ve M-16 tüfeklerle, pompalı tüfeklerle rastgele ateş ediliyordu.

Kurşunlanıp yere düşenler gözlerimizin önünde oluyordu.

Polis ve özel harekât timleri yakaladıkları kadınları çırılçıplak soyuyor ve akla hayale gelmeyecek hakaretlerde bulunuyordu.

Ardından da Hevsel Bahçeleri üzerinden gelen bir helikopter iki koldan saldırıya uğrayan ve birbirine yaslanan binlerce kişinin üzerine gaz bombası atmaya başladı.

Yüzlerce kişi saldırılardan korunmak için Hevsel Bahçeleri'ne doğru kendilerini yaklaşık 10-15 metrelik uçurumlardan aşağı atarak kurtulmaya çalışıyordu.

Yaklaşık yarım saat boyunca silah sesleri dinmedi. Kitleye havadan ve üç koldan birden saldırı yapılıyordu.

Aralarında Leyla Zana, Ahmet Türk, Orhan Doğan, İbrahim Aksoy, Fehmi Işıklar, Hatip Dicle ve HEP'liler özellikle hedef seçiliyor ve kalaslarla dövülüyordu.

Otobüsün içinde bunları gördüğümüz için fotoğraf makinelerimizi çıkarıp çekince dışarıdaki özel timler bunu gördü. Ve bu kez saldırı otobüsün içindekilere yönelik yapıldı.

Saldırıya uğrayanların bir kısmı da korunmak için otobüse doluşunca otobüsün kapıları kapatıldı. Çevik Kuvvet Şube Müdürü Mehmet Koçlardan megafonla anons ederek otobüstekilerin dışarı çıkmasını istedi.

Otobüsün perdelerini kapattık. Ardından otobüsün yanına gelen özel harekât timleri otobüsün tekerlerine ateş ederek patlattılar ve üst camlara bir kaç şarjör boşalttıktan sonra kırılan camlardan otobüsün içine gaz bombası attılar dışarı çıkmamız için.

Tek çare dışarı çıkmaktı. Ve sık sık anons yapılıyordu. "İçeridekiler üzerinizdeki tüm eşyaları bırakıp dışarı çıkın"…

Mecburen tüm eşyalarımızı, fotoğraf makinelerimizi, teypleri, çantaları, objektifleri bırakıp dışarı çıktık ve dışarı çıkınca da bu kez yeni bir saldırı daha başladı.

Araç boşaldıktan sonra, aracın içine giren siviller gazetecilere ait, çanta, fotoğraf makinesi, objektif, kamera ne varsa çıkarıp bir panzerin önüne yığdılar. Yerde ellerimiz başımızın arkasında bunları görüyorduk. Ve polisler tek tek tüm fotoğraf makinelerini, objektifleri, kameraları panzerin göğüs kısmına vurarak parçaladılar. Hiçbir gazeteci katliamı görüntüleyecek fotoğraf yada kaset kurtaramadı.

Siviller ve özel harekât timleri dipçiklerle, kalaslarla önüne gelene öldüresiye saldırıyordu. Yere düşenler, inleyenler, bağıranlar, onlara küfür edenlerin sesleri silah seslerine, barut kokusuna karışıyordu.

Yaralıların bir kısmı Ben u Sen tarafından gelen ambulanslarla hastanelere kaldırılırken, yüzlerce kişi de getirilen otobüslere minibüslere balık istifi doldurulup polis merkezlerine götürülüyordu.

Saldırıdan kurtulmak için kendilerini Hevsel Bahçeleri'ne açılan uçurumdan atan yüzlerce kişi o geceyi yakın evlerde yada Dicle Nehri'ni geçerek diğer köylere ulaştı. Burada kendi imkanları ile çarşaf ve perdeler kesilerek yaraları pansuman edildi. Hastanelere kaldırılan yüzlerce kişi yaralı halde gözaltına alınıp tutuklandı.

Canlarını zor kurtaranlar ise sonraki gün kendi imkanları ile yaralı halde evlerine gidip hastaneye gitmeden burada tedavilerini yaptırdı.

Sonraki gün İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu tarafından yapılan resmi açıklamada 8 kişinin öldüğü, 30 kişinin de yaralandığı öne sürüldü. Gözaltına alınıp tutuklananlar ise bu kişileri öldürdüğü yada yaraladığı iddiasıyla aylarda Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nde yargılandı.

Oysa yaşanan bu katliamda ölen ve yaralananlar resmi açıklamaların kat be kat üzerindeydi. Sadece biz gazetecilerin olay yerinde ve hastane morglarında gördüğümüz ölü sayısı 22'den fazlaydı.

Aynı şekilde ölenlerin birçoğu aynı gece polis tarafından ailesi çağrılarak gizlice gömüldü ve bu aileler yıllarca korkularından bir yakınlarını kaybettiklerini anlatamadılar.

Sonraki günlerde ise işin başka boyutunu öğrendik. Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi 38. koğuşta bulunan bir grup itirafçı o gün dışarı çıkarılmıştı Diyarbakır Alay Komutanı Albay İsmet Yediyıldız ve Emniyet Müdürü Ramazan Er'in bilgisi dahilinde. Ve bunlara silah verilmişti.

Diyarbakır ve Kürtlerin tarihinde bir dönem noktası olan Vedat Aydın'ın cenaze töreni sonrasında yaşanan katliamın sırrı halen çözülmedi.

Dönemin Olağan Üstü Hal Bölge Valisi Diyarbakır'ın genelev patronu Sarı Hülya (Mecbure İpekişleyen) ile eşi ile birlikte partilere katılan Hayri Kozakçıoğlu idi.

İtirafçıları bu olayda kullanan ve Jitem'i himaye eden Il Jandarma Alay Komutanı Albay İsmet Yediyıldız ise rütbe alıp Diyarbakır'dan ayrıldıktan sonra Trabzon'da kuşkulu bir şekilde öldü.

Dönemin İçişleri Bakanı ve katliamdan sonra "Nümayişçiler polise saldırmış. Ölenler nümayişçilerin silahından çıkan kurşunlarla ölmüş" diyen ise Arnavut göçmeni Diyarbakır'lı olan şimdi AKP ileri gelenlerinden Abdülkadir Aksu idi.

Diyarbakır'da bir döneme damgasını vuran ve halen çözülemeyen Vedat Aydın cinayeti ve ardından yaşanan katliama ilişkin şu ana kadar herhangi bir dava açılmadı. Gelecek yıl 5 Temmuz tarihine kadar cinayetin soruşturulduğu Diyarbakır Özel Yetkili Mahkemesi tarafından dava açılmaması halinde 20 yıllık zaman aşımı göz önüne alınarak Vedat Aydın cinayeti kapatılacak.
TAYLAN ESMER -ANF

1 milyon Katalon bağımsızlık için yürüdü

BARCELONA - Katalonya bölgesinin özerkliğinin genişletilmesini isteyen bir milyonu aşkın kişi Anayasa Mahkemesi’nin özerklik haklarında kısıtlama yapan kararını protesto etti.

Barcelona’da yapılan protesto gösterisinin son yılların en görkemli eylemlerinden biri olarak gerçekleşti.

İspanya'nın 17 özerk yönetiminden biri olan Katalonya özerk yönetiminin yaklaşık dört yıldır yürürlükte olan yeni özerlik statüsündeki bazı maddeleri Anayasa'ya aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırılmasına karşı düzenlenen gösteriye Katalonya'da faaliyet gösteren tüm siyasi partilerin liderleri katıldı.

''Bir ulusuz. Geleceğimize biz karar veririz'' yazılı pankartın Katalonya'daki siyasi partilerin liderleri tarafından taşındığı ve 250 metre uzunluğundaki Katalan bayrağının açıldığı eylemde, Katalonya'nın İspanya'dan ayrılmasını ve bağımsızlığı savunan sloganlar atıldı.

BAĞIMSIZLIKTAN BAŞKA YOL KALMADI

Gösteriye katılan partilerin temsilcileri, Anayasa Mahkemesinin kararından sonra birçok kişinin ''bağımsızlıktan başka bir yolun kalmadığına inandığını'' belirtti.

Katalonya'nın en önemli partilerinden biri olan Convergencia i Unio’nun Başkanı Artur Mas, mevcut stratejinin değişmesi gerektiğini söyleyerek, “Yüzümüze resmen bir kapı kapandı. Şimdide esnek olması gereken anayasanın katı olduğu söyleniyor. Hal böyle olunca bence, Katalunya strateji değiştirmeli ve geleceğine ilişkin karar verme hakkına sahip olmalı” dedi.

'GERİ ADIM ATMIYORUZ'

Katalan Sosyalist Parti Başkanı Manuela de Madre ise bağımsız bir ülke istediklerini belirterek, “Anayasa Mahkemesi’nin kararını protesto etmek için burdayız. Biz geri adım atmak istemiyoruz, özerklik Şartı‘nın 2006’da kabul edildiği gibi kalmasını istiyoruz. Protesto gösterileri düzenleyerek haysiyet sahibi olduğumuzu ve bağımsız bir ülke istediğimiz gösteriyoruz” ifadelerini kullandı.

Ülkenin bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğini savunan Muhafazakâr Halk Partisi (PP), 2006’da referandumla kabul edilen Katalunya Özerklik Şartı’nın bazı maddelerinin iptali için başvuruda bulunmuştu.

Başvuruyu dört yıl boyunca inceleyen mahkeme, geçen hafta ‘ulus’ kelimesinin sadece İspanya için kullanılabileceğine ve İspanya’da resmi dilin İspanyolca kalması gerektiği konusunda görüş birliğine varmıştı.

'İSPANYOLLARDAN BAŞKA ULUS YOK' TANIMI

Anayasa Mahkemesi kararının gerekçelerini cuma günü açıklarken en çok tartışılan konulardan biri olan, yeni statüde geçen Katalonya'nın ''ulus'' olarak tanınmasının ''hiçbir hukuki etkisi olmadığına'' kanaat getirdi ve ''İspanyol ulusundan başka bir ulus tanımadığı'' ifade edildi.

Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği maddeler arasında, Katalonya'da Katalanca dilinin öncelikli olarak gösterilmesi, Katalonya özerk yönetiminin maliye konusunda İspanya'daki diğer özerk yönetimlere nazaran daha öncelikli olması, Katalonya özerk yönetimiyle İspanyol hükümeti arasındaki bağın karşılıklı ikili ilişkiler düzeyinde tanımlanması gibi konular bulunuyor.

ANF NEWS AGENCY