23 Aralık 2011 Cuma

Fetullah Gülen Dosyası-1


fethullah erdogan 
Türkçülüğün etkisi altında olan Gülen ve arkadaşları zamanla Nurculuğa Türk İslam sentezini katarak örgütlenmesine devam etmesi, devletin hoşuna gidecekti. Kimilerine göre Gülen henüz 16 yaşında iken muhbir olarak Nur cemaatine sızdırılmış biridir.



F. Gülen'in anatomisi ve Said-i Kurdî'nin sızlayan kemikleri -I-


Said-i Kurdî'nin eserleri nasıl çarpıtıldı ?


Türkiye'de üç dönemlik AKP Hükümeti'yle devletin tüm kurumlarını ele geçiren Fethullah Gülen ve onun kurduğu teşkilat en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. İktidarı ve yandaşlarını eleştiren, demokratik tepki gösterenler, Nazi dönemlerini aratmayacak yöntemlerle tutuklayan, dini maskeden faşist bir teşkilat ile karşı karşıyayız. Devletin tüm olanaklarını iktidarının hizmetine sokarak bir karabasan gibi korku salan bir cemaat. Politikacı, hukukçu, gazeteci, aydın, işçi vb. kimin ne zaman hangi komployla tutuklanacağı belli olmayan, tüm demokratik taleplerin yerle bir edildiği bir süreçteyiz.


Kimilerine göre bir tarikat ya da bir cemaat, kimine göre de, siyasal İslam'ın Amerika'nın güdümünde kullanılan bir örgüt. Bu araştırmamızda deyim yerindeyse Gülen ve teşkilatının anatomisini ve Nur (Nursî) cemaatinin kuruycusu Said-i Kurdî'nin İslam öğretisini ve Naziler gibi ırk esaslarına dayalı Türk-İslam sentezine nasıl servis edildiğini inceleyeceğiz.


Said-i Kurdî, Xanî'den etkilendi


Fethullah Gülen'i ve politik teşkilatını tanımak için Nur cemaatinin oluşumunun önderi Said-i Kurdî'yi tanımakta yarar var. Kurdî diğer adıyla Bediuzaman, Bitlis'in Hizan İlçesinin Nursî Köyünden olup, medrese eğitimi yıllarında Said-i Nursî, adıyla anılmış, sonraları da sevenleri tarafından Said-i Kurdî ve Bediuzaman adları uygun görülmüştür. Bediuzaman: zamanın eşsiz güzel insanı anlamına gelir. Said-i Kurdî, Risale-i Nur adlı eserlerindeki çözümlemelerinde defalarca Ehmedê Xanî'den çok etkilendiğini ifade etmiştir. Bilindiği gibi Xanî, Kürt ulusal bilincin oluşmasının dilsel ve kültürel harcını oluşturanların en önemli adlarındandır.

Bediuzzaman'nın eserleri incelendiğinde, Xanî'nin derin etkileşimini görmek mümkündür. Ehmedê Xanî'nin felsefesi ve diğer Kürdistanlı alimlerin felsefesinden yola çıkarak çağına uygun yorumlayışı onu önemli kılmıştır. İslam'ın Arap milliyetçiliği boyutuna karşı olduğu kadar, İslamın Türkçülük ya da başka bir ırkın egemenliğinin hizmetine koyulmasına şiddetle karşıydı. İslam'ı yorumlarken, evrensel boyutta, tinsel özgürlüğü, esas almıştır. Ve ömrü Osmanlı oyunlarına karşı mücadele ile geçen Said-i Kurdî, kısa bir zamanda Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu'da geniş kitleleri etkiler, bu etkileşimde Nursî Hareketi ortaya çıkar. Etkili olduğu alanlarda Risale-i Nur ve diğer eserleri kutsal kitaplar kadar değer görmüştür. Ömrü boyunca cezaevi, kovuşturmalar ve soruşturmalar peşini bırakmaz; aldığı hapis cezaları büyük tepkilere neden olunca her seferinde serbest bırakılır. Devletin yoğun saldırıları ve baskıları devam eder, hatta İstanbul'da zorla tımarhaneye atılır. Uzun yıllar Isparta'da sürgünde tutulur. Vefatına az günler kaldığını anlayan Said-i Kurdî gizlice sürgünden Urfa'ya döner ve 23 Mart 1960 tarihinde İpek Palas Otel'inde vefat eder.


Gülen, 'Nurcu değilim' dedi


Said-i Kurdî, büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra naaşı Urfa'da Halilürrahman Dergahı'nda defnedilir. Türbeye dünyanın birçok yerinden kitlelerin büyük akınına uğrayacağından korkan devlet, Kürt önderleri Şeyh Said ve Seyid Rıza'ya yaptığı gibi onun da naaşını Urfa'da ki türbesinden çıkararak kaçırıp kaybeder. Rivayetlere göre Said-i Kurdî'nin naaşının Akdeniz'e atıldığıdır. Kürt önderleri idam edildikten sonra onlara birer mezarı bile çok gören kolonyalist sistem hala bu vahşi yöntemlerinde ısrar etmektedir. AKP'nin iktidar olduğu son yıllarda birçok toplu mezarlar açıldı, ancak failleri hakkında hiç bir soruşturma açılmış olmaması AKP'nin politik vizyonunu göstemeye yetiyor.

Nursî hareketi öyle bir gelişti ki 1950'ler ve 60'larda dönemin partileri iktidar olmak için Nursî hareketine sempatilerini ifade etmeleri oylarını artırıyordu. Adnan Menderes ve sonraları AP, MSP, MHP ve hatta Ecevit'in Nursî hareketini kullandıkları bilinir. 12 Mart muhtırası sola karşı acımasız uygulamalar geliştirirken, Nursî hareketine de yönelir. Tutuklamalar ve Risale-i Nur eserlerini okuyanlar hakkında iki binden fazla dava açılır. Cemaat, MİT'in manipülasyonu kıskacındadır ve ardendan kendi içinde dört ayrı gruba ayrılır. Önder konumunda olanlar arasında mahkemelerde Bekir Berk, Nurcu olduğunu açıkça savunurken, Fethullah Gülen, Nurcu olmadığını savunur.


Türkçülüğün etkisi altında olan Gülen ve arkadaşları zamanla Nurculuğa Türk İslam sentezini katarak örgütlenmesine devam etmesi, devletin hoşuna gidecekti. Kimilerine göre Gülen henüz 16 yaşında iken muhbir olarak Nur cemaatine sızdırılmış biridir. Zamanla örgütlenmede Gülen, Said-i Kurdî öğretisiyle Türkiye çapında güç ve otorite olmayı başarır. Cemaatin temel dayanağı Said-i Kurdî'nin Risale-i Nur eserleridir. Bu eserler milyonlarca çoğaltılır. Cemaat eğitim merkezleri kurulur ve bu merkezlerde Risale-i Nur öğretisi etrafında eğitim çalışmaları yapılır. Ev ev, sokak sokak örgütlenmeler yapılır. Hareketin yapısı çoğu büyük kentlere okumaya gelen yoksul çaresiz gençlerden oluşur. Gülen hareket içinde etkinliğini artırdıkça Said-i Kurdî'nin İslami felsefesini Türk-İslam ideolojisi doğrultusunda aşırmaya çalışması, devletin takdirini daha fazla almasına yol açıyordu. Ardından bu anlayışla dünyanın farklı ülkelerinde İslam yoluyla ırkçılığı esas alan Türklük yaydırılacaktı. Bugün kurduğu TV kanalları, gazeteler ve edindiği yüklü sermaye ile AKP'yi destekleyerek iktidara yürüdü.


Gülen suçüstü yakalandı


Sonradan birçok araştırma Fethullahçıların Said-i Kurdî eserlerinde çarpıtma ve değişiklikler yaptığını açığa çıkardı. Said-i Kurdî'nin ölümünden sonra cemaat içinde patlak veren tartışma ve görüş ayrılıklarının geri planındaki temel metinlerde tahrifatlar belgelendi. Doksanlı yıllarda İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'nın Risale-i Nur yapıtlarındaki tahrifat iddialarına ilişkin bilirkişi raporlarına yansıyan çarpıtmalara yenileri eklendi. Sözler, Lemalar, Mektubat, Tarihçe, Mesnev-i Nuriye, İşarat-ül İ'caz başta olmak üzere temel Risale-i Nur eserlerinde çok sayıda tahrifat saptanmıştı. Ancak yeni ortaya çıkan tahrifatlarda ise özellikle Risale-i Nur'larda 'Atatürk', 'Kürt' ve 'Rejim'le ilgili çoğu kelimelerin değiştirildiği öğrenildi.

Said-i Kurdî'nin Risale-i Nur eserlerinde Fethullah Gülen cemaatinin yaptığı çarpıtmalar Said-i Kurdî'nin kendini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı bölümler çıkartılmış. Nursî'nin Kürt ve Kürdistan'a ilişkin metinlerinde yer alan sosyal ve politik ifadeler ise çarpıtılarak Kürt ve Kürdistan kavramları başka kavramlarla yer değiştirilmiş.


Gülen'in Türklük gururu...


Günümüzün Nur cemaatinin lideri Fethullah Gülen'e yıllar önce bir gazeteci neden Saidê Nursî'yi cezaevinde görmeye gitmediğini sorduğunda, Gülen'in „Benim Türklük gururum Bediuzaman Hz. görmemi engelledi" demesi aslında gerçekliğini anlatmaya yetiyordu.

Bu konudaki skandal tahrifatlar, Risale-i Nurların Osmanlıca'dan tekrar Türkçe'ye çevrilmesine karar veren Kürt yayıncılar tarafından açığa çıkartıldı. Bu çevirilerde, Fethullahçıların özellikle Kürt kelimelerini, 'vatandaş' ya da 'Azeri' kavramlarıyla ikame ettikleri belirlendi. Örneğin Said-i Kurdî'nin kitabında yer alan „Ey Asuriler ve Keldaniler'in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler" ifadesi, „Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim!" şeklinde değiştirildi. Bununla da sınırlı olmayan tahrifatlar, özellikle rejimin ve sağ siyasi partilerin terminolojisine uyarlandı.


Said-i Kurdî'nin 'Kürt ve Fikr-i Milliyet' ifadeleri, 'Vatandaş ve İslam milliyeti tabirleri ile değiştirildi. Kürt dili ile ilgili bölüm ise olduğu gibi çıkarıldı. Said-i Kurdî'nin kendisini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı bölümler de ise 'Bedevi' ve 'şarklı', 'vilayet-i şarkiye' gibi terimler ile değiştirilmiştir. 
Şeyh Said ve Dersim katliamı ile ilgili bölümlerinde değiştirilerek başka anlamlar yüklenmiş ve İdris-i Bitlisi ile ilgili kısımlar da çıkarılmıştır.

F.Gülen'in Kürtlerin inkarı için yaptığı tahrifatların Said-i Kurdî'nin eserleriyle sınırlı kalmadığı ortaya çıktı. Gülen'in, Ali Şeriati'nin kitaplarına dayandırarak yazdığı metinlerde de Kürt yerine başka kavramları yerleştirildiği ve Türklere ilişkin tenkit ifadelerinin metinlerden çıkarıldığı saptandı. Görülüyor ki, Kürtlerin uyanmasına ve özgürleşmesine karşı, salt devletin zapt-u raptı değil, İslam adına örgütlenenlerin de devletin resmi ideolojisini ve ırkçılığı esas aldıkları aşikardır.


Molla Gülen ve Türk-İslam sentezi


İlkin Said-i Nursî'den ve eserleri Risale-i Nur'dan etkilenen ve bu İslam öğretisini esas alan Nurcu kadrolardan biri gibi davranır, ancak zamanla vaizlerinde ve örgütlenmesinde Nurculuğu ve Risale-i Nur eserlerini Türk-İslam sentezine dönüştürme çabasındadır. Erzurum'dan yola çıkan gezici vaiz Fethullah Gülen faaliyetleri gereği 1960'larda İzmir'e yerleşiyor. Bu dönemde batı için Türkiye tipi ülkelerde komünizmle mücadeleye önemli yatırımlar yapılmaktaydı. Gülen'in başını çekmeye çalıştığı Nurculuk kökenli harekete de NATO bünyesinde komünizmle mücadele fonlarından destek sunulması kaçınılmazdı. Gülen'in bu mücadelesinden ötürü Vatikan - New York denkleminde sırtını tamamen CIA'ya dayadığını görüyoruz.


ABD yönetimi, NATO vasıtasıyla çok yönlü bir mücadele içindeydi. NATO'ya üye ve mütteffik ülkelerde „komünizmle mücadele" adı altında paralel örgütler kuruldu. 1991 yılında İtalya'da açığa çıkan örgüte Gladyo adı verildi. ABD ve NATO bu örgütlere 'SüperNATO' adı veriyor. Türkiye'deki SüperNATO örgütlenmesi, istihbarat örgütleri içinden doğdu. Darbelere hazırlık için MHP'den dehşet saçan militanlar devşirilip provakasyonlar yapıldı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980'deki Amerikancı askeri darbeleri Türkiye'deki 'SüperNATO' örgütü yaptı. Bilindiği gibi Amerika'ya gidip icazet almadan ne general ne de başbakan olunabilirdi ve bu yapı AKP iktidarıyla daha da güçlendi. Türkiye'deki parlamenter oluşum tamamen 'SüperNATO'nun güdümüne girdi. Bu açıdan bakıldığında bile Gülen'in Amerika serüveni bir tesadüf deği, bir stratejinin bilinçli ürünüdür.  



Gülen CIA'nın korumasında


Fethullah Gülen, „şeriatçı" adı altında bugün dört kıtada faaliyet yürütse de öz itibariyle ırkçı-Turancı örgütünün temelini, 'SüperNATO'nun ilk sivil örgütlenmelerinden olan Komünizmle Mücadele Derneği sayesinde atığı biliniyor. İlk şubesini 1954'te İzmir'de açılan bu dernek, Türkiye'de şeriatçı sağcı militanların eğitim üssü olarak faaliyet içindeydi. Gülen, 'Küçük Dünyam' isimli kitapta derneğin ikinci şubesini memleketi Erzurum'da açtırdığını övünerek açıklıyor: „Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum'da Komünizmle Mücadele Derneği'ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir'de vardı. İkincisi Erzurum'da bizim gayretlerimizle açıldı. Bir vaazdan sonra anons ettim ve gençleri Caferiye Camii önünde topladık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti." (Latif Erdoğan, Küçük Dünyam, AD Yayınları, İstanbul, 1995, s.78.)

Gülen, Nurculuk çalışmalarının yanı sıra İzmir Kestanepazarı'nda  İmam Hatip ve İlahiyat'a Öğrenci Yetiştirme Derneği'ni de kurdu. Hedef aynı, eğitim ve amaç aynı. Her iki faşist yapının finansmanı NATO'dur. Kestanepazarı'nda kurulan yurtta sıkı bir disiplin vardır, kurallara uymayanlar falaka dahil birçok cezalandırma yöntemine tabii tutulmaktadır. Aynı merkezler Türkiye'nin başka illerinde açılmaya başlanır. Gülen'in bugün hükmettiği güç, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 1998 başında hazırlanan bir raporda şöyle sıralanmaktadır:

„Yurtiçinde, 85 vakıf, 18 dernek, 89 özel okul, 207 şirket, 373 dershane, yaklaşık 500 öğrenci yurdu ve biri İngilizce yayımlanan 14 dergi, 15 ülkede yayımlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi, ulusal düzeyde yayın yapan iki radyo ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu; yurtdışında, 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kuruluşu" bulunmaktadır. (Batı Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Bilgi Notu, s.4 ve 5.)
Ancak o zamandan bu zamana bu yapı çok daha gelişti; AKP iktidarıyla bu yapı ordudan, polis teşkilatına, yargıdan MİT'te kadar ve kozmik odalardan tüm kurumlara kadar ele geçirdi. Devletin olanaklarıyla nerdeyse tüm TV kanalları ve yazılı medyayı da ele geçiren bu yapı hiç bir gazetecinin eleştirel bakışına tahamül gösteremiyor. NTV'den Can Dündar, Banu Güven, Ruşen Çakır işlerinden oldular. AKP'nin sahte Kürt açılımını eleştirdiği için Erdoğan'ın hedefi haline gelen Nuray Mert ekranlara çıkarılmazken Taraf'ta yazan Suzan Samancı'nın işine son verildi. İçeri atılan gazeteciler, hukukçular, BDP'li belediye başkanları, insan hakları savunucuları ve politikacıları saymaya kalksak listeler uzar gider.


Yok edin fetvası ve operasyonlar


AB Komisyonu, „Bugün gözaltına alınan Nedim Şener, Ahmet Şık ve diğer isimlerle birlikte geçen hafta Oda tv yöneticileri Soner Yalçın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın tutuklanmaları dahil gazetecilere yönelik son polis uygulamalarını endişeyle izlediğini" raporunda bildirdi.

Gülen'in demokratik muhalefete karşı kullanılan aşırı ırkçı militanlardan Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu ile olan ilişkileri salt Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan doğal müttefikliğinin yanı sıra Gladyo'nun Türkiye masasının istemesiydi. Gülen hareketi, İslamcılığı ve Nurculuğu esas aldığını iddia etse de, bir anda karşımıza Türk bayrağını dünyanın dört bir yanında dalgalandıran, Türkçe'nin tüm dünyada konuşulmasını sağlayan, Türkiye ve Türklük için ömrünü feda etmeye hazır, ölse bile bu topraklara gömülmek isteyen milliyetçi bir şahsiyet olduğunu söyler. Aynı şahıs „Tanrı'nın kendine hak gördüğünü başkasına da hak gör" emrine uymaz. 

Anadolu'da yaşayan farklı halkların aidiyet haklarının hiç birini kabullenemez. Aynı zat, son otuz yıldır tüm insani ve kültürel değerleri yasak olan Kürt halkına millet olma hakkını kabul etmez. Gülen'in ırkçılığa dayanan İslam kılıklı teşkilatı ilk örgütlediği tarihlerden itibaren teşkilat içinde Kürtçe'yi yasaklamaş ve ağına düşürdüğü yoksul Kürt gençlerine ana dillerini konuştuğu için cezalar verdirdiği bilinen bir gerçek. Bununla da yetinmeyen Fethullah Gülen geçen günlerde Kürt halkına karşı açıktan savaş ilan etti. NATO ve ABD'nin siyasi ve askeri desteğini alan bir milyonluk ordusuna rağmen Kürtlerin neden ezilmediğinden hayıflanıyor, „Kürtlerin evine ateş düşürün, kökünü kurutun" fetvasını veriyordu. „Değil 5 bin, 50 bin gerillası da olsa yok edin, tüm siyasi alanları Kürtlere kapatın ve savaşla bu işi bitirin" talimatını da verdi. Ve Türk Başbakan Erdoğan operasyon emirlerini verdi.


Gülen'in bu militarist katliamcı talimatı verebilmesinin önemli dayanakları vardır. Ordu, polis teşkilatı, medya, istihbarat ile  danıştayı ele geçirmesi ve en önemlisi de temel siyaset dayanağı olan AKP'nin iktidarda olmasıdır. Gülen, salt Kürt halkının asimilasyon yoluyla eritilmesi değil, başta Alevi ve diğer inançlara karşı da görülmekte. Sivas'ta yakılarak katledilen sanatçıların katilleri sıradan halk değildi, Gülen'in Sivas teşkilatının elemanlarıydı. 

DEVAM EDECEK

dere@bluewin.ch

'Çingene Mustafa' Nasıl KCK'lı Oldu

Bugün Adliye'ye sevkedilen 48 gazeteci arasında Fransız AFP'nin Foto Muhabiri Mustafa Özer de yer aldı.
 
Mustafa Özer'i 20 yıl kadar önce tanıyan Taraf yazarı Tuncer Köseoğlu, başarılı bir gazeteci olan Özer'in KCK soruşturması kapsamında gözaltına alınmasını çarpıcı bir dille anlattı: 

"90’lı yılların başında Sabah Gazetesi’nin Cağaloğlu Bürosu’na geldiğinde henüz sakalı, bıyığı çıkmamış 17 yaşında genç bir delikanlıydı" diye Özer'i anlatmaya başlayan Köseoğlu'nun yazısı şöyle devam ediyor: 

"Elinde makinesiyle çıkıp gelivermişti. Gazeteci olmak istiyordu. “Çapa Hastanesi Acil Servisi’nin önüne git ve orada bekle” dedik. Gitmekle kalmadı, 24 saat hastanenin banklarında yatarak haber yapmaya başladı. Gün içinde bir araç uğrar, çektiği filmlerle haberi alır, büroya getirirdi. İşe başladığının henüz ayı dolmadan büyük bir haber yakalamıştı. Toprağa gömülü halde bulunan bir kızın hikâyesiydi bu. Hastaneye kaldırılan kız konuşamıyordu. Mustafa elinde alfabenin yazılı olduğu bir kartonu kıza göstererek adını ve ailesini işaretlerle söyletti. Saatlerce süren bu çabanın sonunda kızın ailesi ve adresi bulunmuştu. 

Mustafa büyük bir heyecanla büroya geldi. Bulduğu telefon numarasından kızın ailesini aradı. Her polis muhabirinin hayatında en az bir kez denediği yöntemi denemiş ve telefonda konuştuğu kişiye cinayet masasından ‘başkomiser’ olarak tanıtmıştı kendini. 

Kızın bir vesikalık fotoğrafını istiyordu ailesinden. Telefonu kapatırken, fotoğrafı almaya gelecek olan genci, yani kendisini tarif ederken “Siz genç biri olduğuna bakmayın yeni mezun komiserdir o” demişti. Çapa Polis Noktası’nda buluşmak için sözleştiler. 

Fotoğrafı almak için gittiği polis noktasında bir sürpriz bekliyordu onu. Aradığı kızın ailesinden biri polisti ve bunun bir zarf olduğunu anlamıştı. Noktada kızın ailesi ve diğer polisler iyice benzetti Mustafa’yı. O gün orada meslek hayatının ilk dayağını yiyen, henüz bıyıkları terlememiş delikanlı şu anda KCK’dan gözaltına alınan; başarısı dünyaca tescillenmiş foto muhabiri Mustafa Özer’den başkası değil. 

Bu dayak yıldırmadı Mustafa’yı. Mesleğini iyi yapabilmek için gecesini gündüzüne kattı. 

Savaş Ay, Fatih Sarıbaş gibi ustalarla çalıştı. Arkadaşlarının “Şopar”, bazen de “Çingene” diye takıldığı Mustafa geçen yıllar içinde dünyaca tanınan, çok iyi bir foto muhabiri oldu. Dünyada ve Türkiye’de nerede bir çatışma varsa Mustafa oradaydı. 10 yıldan fazla süredir Fransızların yarı resmî ajansı AFP’nin Türkiye foto muhabirliğini yapan Mustafa birçok ödüllü fotoğrafa imza attı. 

Dünya üzerindeki hemen hemen her savaş bölgesine giden Mustafa’nın uzman olduğu yerlerin başında Kuzey Irak ve Güneydoğu gelir. 

Yıllarca buralara gidip fotoğraflar çekti. Onun fotoğraflarıyla haberdar olduk olaylardan. Bu bölgeye giden gazeteciler iyi bilir. Habercilik çok zordur. Ama daha zor olan, haber kaynaklarıyla güvenli ilişki kurmaktır. 
O ilişkiyi kuramazsan çalışabilmen hemen hemen imkânsızdır. Mustafa bunu başarabilen biriydi. Şimdi tam da bu nedenle, haber kaynaklarıyla ilişki kurmaktan gözaltına alınıyor. İddialardan birisi ve en önemlisi bazı fotoğraflarını bu haber kaynaklarıyla paylaşması. Eğer Mustafa KCK’lı ise o bölgeye giden, haber yapan, fotoğraf çeken, kameraya alan her gazeteci de KCK’lıdır diyesi geliyor insanın!.. 

‘Press 2011’ 

Geçen yıl vizyona giren ve 90’lı yıllarda Güneydoğu’da patır patır öldürülen Özgür Gündem muhabirlerini anlatan filmi izlemediyseniz mutlaka izleyin derim. Orada öldürülen gazetecilerin hikâyesini canlı tanıklardan dinlediğim halde filmi izlerken tüylerim diken diken olmuştu. Aradan yıllar geçti. Çok şükür gazeteciler o günlerdeki gibi sokak ortasında enselerinden vurularak peşi sıra öldürülmüyor artık. Bunun yerine gözdağı vermek için baskınlar yapılıyor, gözaltılar sürüyor. 

Mustafa ile birlikte 40’a yakın gazeteci gözaltına alındı. Bu insanların ortak özelliği, sokakta azıcık ücretlerle muhabir olarak çalışıyor olmaları. Yani haberin içindeki insanlar bunlar. Van’da Dicle Haber Ajansı’nın çadırını silahlarla gece yarısı basan polis, muhabir Evrim Kepenek’i gözaltına aldı. Evrim, Taraf’ta çok kısa bir süre stajyer muhabirlik yaptı. 

Gazeteciliği şudur budur bir şey demem. Ama eğer Rizeli Evrim KCK’lıysa ben de canınız nasıl adlandırmak istiyorsa oyum. Mesele tam da bu işte. Burada amaç bu insanları kargatulumba gözaltına alıp, merkez medyada çalışan gazetecilere de gözdağı vermek. “Bunlardan uzak durun, haber, fotoğraf paylaşmayın” demek. Aslında 90’lı yıllardan 2011’e geçen onca yılda, sadece baskı taktiği değişti. Önce haber yapanı ensesinden vuruyorlardı, şimdi gece yarısı baskınlarıyla gözaltına alıyorlar. İleri demokraside gazeteciler öldürülmediği için avuçlarımızı açıp şükür mü etmeliyiz acaba... Anlaşılan Doğu Cephesi geçen yıllara direnç göstermiş, bazı şeyler hâlâ aynı kalmış..."

Terör Arayacaksanız İddianamede Arayın

9 Aralık’ta görülen Ankara’nın Hopa davası duruşmasında mahpusları bir avukatlar ordusu savundu. Aylardır bu davaya hazırlanan avukatlardan Ayhan Erdoğan ve Kazım Erkut Güzel ile konuştuk. On üç saat süren duruşmanın ertesinde sorduğumuz sorulara, avukatlardan şaşırtıcı bir enerji ile yanıt aldık. Güzel, hukuk mücadelesinin yeni başladığını ifade ederken, Erdoğan, üstüne basa basa, bir sonraki duruşma için de salon dışındaki ilgi ve kararlılığı beklediğini söylüyordu

Av. Ayhan Erdoğan

Öncelikle Ankara’nın davasıyla ilgili genel kısa bir değerlendirme alabilir miyiz? Hukukçular gözüyle bu dava ne anlama geliyor?


Av. Kazım Erkut Güzel


Erkut Güzel:
AKP döneminin yargılama süreci denince, ilk akla gelen özel yetkili savcılık ve mahkmelerin uzun tutukluluk süreçleridir herhalde. 6 ay önce cadı avına benzeyen yöntemlerle sokaktan, evlerinden gözaltına alınan ve tutuklanıp, F tipinde tutulan müvekkillerimiz hakkında zor da olsa bir "yargılama" sürecinin içine girmek, bir yıl ve fazla tutuklu kalıp en ufak bir yargılama sürecine girmeyen diğer davaları da düşünürsek umut verici bir süreçti.

Ayhan Erdoğan:
Sol örgütlenmelerin özellikle sokakta eylem yapan ve iktidarı protesto eden, özelinde iktidarı genelinde sistemi eleştiren sol muhalefeti susturmak, sindirmek amacıyla hazırlanmış bir iddianame olduğunu söyleyebilirim. Bu iddianamenin genel hedefi bu ama özelinde öncelikle Öğrenci Kolektifleri ve Halkevleri üzerinden bir faaliyete yol açabilecek öncül bir dava olma niteliğinde.

Arkası gelir mi diyorsunuz?


A.E:
Onu hissettiriyor bana. Çünkü burada Öğrenci Kolektifleri’ni gizli örgüt sayma eğilimini hissediyorum. Öğrenci Kolektifleri’nden rahatsız olmuş iktidar belli ki. Zaten başbakan hapşırınca emniyet grip oluyor. Hopa’yla başlayan daha sonra Öğrenci Kolektifleri’nin yumurta eylemleri ve gençliğin öne çıkması başbakanı rahatsız etti. Gençliği üniversitelerde susturmak istiyorlar. Halkevleri de hedefleri. Halkevleri’nin yerine Deniz Feneri’ni ikame ettiler. Danıştay’dan bu yetki alınarak Bakanlar Kurulu kamu yararına dernek statüsünü belirlemek için yetkilendirildi. Bu yetkiyi alır almaz da ilk işleri Halkevleri’nin kamu yararına dernek statüsünü sonlandırmak oldu. Onun da gerekçesini oluşturdular. Bu statü için bir gelir, o gelirin belli bir yüzdesini harcaması şartı getirildi. Bu özellikle yapılan, stratejik bir iş. Böyle bir plan yürütüyorlar. Yerine de gelirlerinin yarısını ceplerine yarısını da nereye gönderdikleri belli olmayan Deniz Feneri’ni kamu yararına dernek olarak getiriyorlar.
Hopa halkı onları çok korkuttu

Peki neden Hopa’dan başladı?


A.E.:
Hopa halkı Türkiye’ye “uyanın” dedi. Hopa halkı “Bu ülke nereye gidiyor? Doğamız gidiyor, suyumuz gidiyor çayımız gidiyor ormanlarımız gidiyor, insanlarımız gidiyor. Bu ülkeyi nereye götürüyorsunuz? Bu ülke sahipsiz değil burada biz yaşıyoruz” deyip kendi yaşadıkları ülkeye sahip çıkmakla ilgili ne yapılması gerektiğini gösterdi. Bu onları çok korkuttu. Çünkü bunu padişahın sarayına dayanma olarak gördüler. ‘Kim ola ki bu saraya dayana’ diye baktılar ve işte bunların bir listesi yapıldı. Tahmini söylüyorum, şu an emniyet içindeki o teşkilat bir sıralama yaptı. Sendikalar içerisinde KESK’i, kitle örgütlenmelerinde Halkevleri’ni, gençlik üzerinde Öğrenci Kolektifleri’ni aldı. Bu başlangıç menüsü olarak görüldü. Çünkü iddianameye baktığınızda TKP, ÖDP, ESP, SDP Türkiye’nin sosyalist partilerinin hepsi sadece basın açıklamasına davet ettikleri için terör örgütü üyeliği ile suçlanıyor. Yani aslında yasal sosyalist partileri de sıraya dizdiklerini onların da sırada olduklarını yazıyorlar. Yani bu sol düşünce üzerine sosyalist düşünce üzerine estirilen en büyük terördür. Terör ararsanız burada arayacaksınız. Latince kökeniyle kelimenin kendi anlamıyla bir terör estirmedir. İddianamenin hukuki olarak içeriği, politik dayanakları, hukuki olarak delilleri hiçbirinin ceza normları içerisinde yeri yok. Çok kötü hazırlanmış bence.
Özel yetkili mahkemeler siyasidir

Savunmalarınız, savunma değil, eleştiri gibiydi. Neden böyle bir yol seçtiniz? Sizce mahkeme salonu siyaset yapmanın yeri midir?


E.G:
Savunmaların, savunmadan çok eleştiri olmasının temel sebebi suçun olmamasıdır. Suç isnadına yani iddiasına karşı savunma yapılır. Bir insanın ölümüne dair fikrini söylemek isteyen insanlar "terörist" olarak nitelendirilirse, savunma değil yapılan işin saçma olduğunu eleştirme hakkınızın başladığı noktaya gelmiş olursunuz. Eskiden DGM olan şimdinin özel yetkili savcılık ve mahkemeleri doğaları gereği siyasidir. Ankara-Hopa davasında olduğu gibi muhalif seslere tahammülsüzlüğün iddianamesi savcılıkça kaleme alınmış ve mahkeme de bu iddianameyi kabul etmişse salonda artık siyaset vardır. Hükümetin özgürlükleri yok eden siyaseti tartışmaya açılır ve mahkum edilen aslında özgürlükler karşıtı hükümet adımlarıdır.

A.E:
Mahkeme salonu siyasetin tam da yeridir artık. Çünkü yargılamaların hiçbirinin hukuki olduğunu düşünmüyorum. Yani Özel Yetkili Mahkemeler’in yaptığı artık ağırlıkla bir ceza yargılamasını konu eden klasik olarak bir suç tipinin kusurlu bir hareketle ihlaline dayalı bir yargılama faaliyeti değil. Bunlar, insanların düşünce hayatıyla ilgilenerek onların düşünce ve iktidara karşı olan kabullenmedikleri iktidar politikalarını benimsetme ve ona karşı çıkanları susturma aracı olarak kullanılıyor. Ben genel olarak savunmalarımın ceza hukuku normları içerisinde kalması çabasını gösteren bir avukatım. Ama idianame o kadar politik ve solu susturma, solun üzerine çökme anlayışıyla hazırlanmış ki burda ister istemez politik bir dil kullanacaksınız. Üstelik bu daha başlangıç dilimizdir. Çocukların tutuklanmasıyla ilişkili bölüm ağırlıkta olduğu için politik dili biraz daha yumuşak tuttuk. Parasız eğitim diyen iki üniversite genci için bir ceza avukatı hangi ceza hukuku normuna göre bir savunma yapacaktır? Bizim Hopa davasında çocukların suçlandığı iddianamede yazanlar şunlar; Mamak halkına yol istemişler, yok otobüsler yaşlıymış tehlikeliymiş, halk için yeni otobüs istemişler, yok otobüs biletleri pahalıymış, ucuz otobüs bileti olsun demişler. Sağlık istemişler. Harçların kaldırılmasını istemişler. Şimdi siz bunu örgüt üyeliğine bir delil olarak sunuyosunuz. Şimdi Allah aşkına, savunmayı ne üzerine inşa edeceksiniz. Artık kapitalistler, sosyalist düşünceyi mahkemelerde savunur hale getirmesinin ayıbını yaşıyor.
Sıra diğer muhaliflerin savunusunu yapmakta

Duruşma salonunu anlatabilir misiniz bize? İçeride hava nasıldı?


E.G.:
Öncelikle duruşma salonu bu dava için küçüktü. Katılıma açık bir duruşma için yetersiz izleyici ve avukat yerleri ile yargılama yapmak savunmayı kısıtlamaktadır. Mahkeme başkanı yoğun katılımdan kaynaklı olarak biraz bunaldı diyebilirim. Zaten ortada abes bir suçlamanın olduğu bir duruşma sürecinde tüm müvekkiller rahatlıkla savunmalarını dile getirdiler. Her ne kadar görevsizlik talebimiz, yani yargılamanın özel yetkili olmayan mahkemelerde yapılması talebimiz reddedilse de tüm müvekkillerin tahliye edilmesi mutluluk verici idi. Şimdi de haksız yere tutuklanıp sırf muhalif olduğu için cezalandırılan diğer yurttaşların savunusunu yapmak, tüm vicdan sahibi basına, avukatlara ve ilericilere düşmektedir.

A.E.:
Bir kere hava yoktu. Ben ilk önce kendimle ilgili birşey söyleyeyim, ceketim dahil, bütün vücudum su altında durmuş gibiydim. İçeride ailelerin tümünün gelmiş olması, CHP’li ve BDP’li milletvekillerinin gelmiş olması, demokratik kitle örgütlerinin ve sendikaların yetkililerinin olması, basının olağanüstü ilgisi... Basına müteşekkirim bu konuda. Yani bu, ‘şiddete hayır şemsiyesinin’ terör örgütü üyeliğine delil gösterebilme cesaretlerini kırdı. Orada artık işin vardığı noktayı farketmişlerdi.

Ama dava günü ana haberlerde vs. çıkmadı. Daha çok sosyal medyada yer aldı.


A.E.:
Evet ama medya bir şekilde iktidarla kapışmadan bunu hissettirdi. Bu kadar verebilirlerdi, özgürlükleri bu kadardı. Bunu kabul etmek gerekir. Aslında çünkü sonuç olarak Türkiye’de basın sermaye gruplarının elinde. Dolayısıyla buradaki basın da bu kadar özgür olabilirdi. O orantı ile iyi verildiğini düşünüyorum.

Bu da aslında dava için mücadele verenlerin çabasıyla oldu değil mi?


A.E.:
Elbette öyle. Basın zaten o gücü görmeseydi, buna kalkışmazdı. Basın kendiliğinden hiçbir şey yapmaz. Dışarıya bu kadar yansıyanı hiç görmezlik edemezdi. Ben içerideki havada ailelerin sabırsızlıklarını, telaşlarını ve gerginliklerini çok fazla hissettim. O elektrik bize kadar yansıdı. Çocukların ilk salona geldiklerinde, bizim zaten görevsizlik kararıyla ilgili konuşmamızın bir önemli tarafı vardı. Çocuklar ilk defa mahkemeye çıkıyorlardı. Hayatlarında ilk defa cezaevine girmişlerdi. Üstelik hiçbir şekilde suç sayılacak birşey yapmadıklarının inancıyla başlarına bu gelince... Çocukların o paniğini bizim ilk savunmamızın yendiğini düşünüyorum. Yani bir mahkeme karşısında haklılıklarını açık bir dille savunulması. Onlar da yaptıklarını çok doğru bir şekilde anlattılar. Yaptıkları da oydu zaten. O çocukların sosyal zekaları bunun suç olmadığını anlayacak durumda zaten. Çünkü ortada suç yoktu fakat herkeste “ne olacak” gerilimi vardı. Avukat arkadaşlarda da vardı. Bende hat safhadaydı.

Yükünüz de ağırdı?


A.E.:
Evet, çünkü savcının çok acımasız olduğunu düşünüyorum. Onu çok masum bulmuyorum. Buradan böyle bir iddianame düzenlenemez. İddianameyi hukuken de önümüzdeki günlerde işleyeceğiz.

Hava elektrikli bir havaydı yani onu söyleyeyim. Ta ki tahliye kararını duyuncaya kadar herkes yel gibiydi yani. On üç saat herkesin üzerindeki gerginliği hissediyordum. Herkesin yüz hatları gerilmiş bir vaziyetteydi.


Bu tarz davalarda bir avukatın yaptığı basit bir propaganda mıdır?


A.E.:
Yok, savunmadır. Şimdi siz iddianameyi bu kadar politik hazırlarsanız, iddianameye karşı hazırlayacağımız sözler de dolayısıyla, politik olur. Siz iddianameyi kapitalizmi savunma, sosyalizmin halktan yana olmasını suç saymak üzerine kurarsanız, avukatın da söyleceği şeyler ister istemez yoksul halkı savunmanın suç olmadığı, sosyalizmin halkın lehine bir sistem olduğu, sömürünün bir ayıp olduğu olur.

E.G.:
Bir savunman avukat meşru tüm olanak, olgu, konulara girmek özgürlüğüne sahiptir. Örneğin bu duruşma da Economist dergisinin Türkiye yargısı için kullandığı tanım ve verileri kullandık, yine kendisi de hukukçu olan Ece Temelkuran’ın yazılarına atıflar yapılarak savunmalar yaptık. Bu mahkeme başkanına göre propaganda gibi görünebilir. Ama ülkemizdeki yargılama sistemi ortadadır. Tüm dünyadaki siyasi tutukluluk oranının üçte biri ülkemizde ise bu artık propaganda değil gerçektir.

Siz bir avukatlar ordusu olarak oradaydınız. Bunun nasıl bir etkisi olmuştur sizce kararda?


E.G.:
Avukat sayısı bu tür davalarda hep önemli olmuştur. Hukukçuların yargıya olan eleştirisinin somut örneğidir. Tüm destek veren meslektaşlarımıza teşekkürü de yineleriz buradan. Duruşmaya İstanbul, Ankara ve diğer barolardan temsilciler ve baro başkanları da izleyici olarak katılmışlardır. Bugün faal avukatlar haksızlığa karşı duracaklarını bu dava ile yine göstermiş oldular
İlgiyi devam ettirmek gerekli

A.E.:
Bunun getirdiği olumlu hava davanın başında hissedildi. Ama bu davada hala tehlike geçmemiştir. Tahliye işin sonu değildir. Davada bütün sol örgütlerin basın açıklamasına çağrıları terör örgütü üyeliği olarak kabul edildiği için Halkevleri’nden sonra tüm bu tür çağrıların bir toplu dava haline getirilme ihtimali bulunmaktadır. Dolayısıyla bugün süratle bu davada bu ilgiyi devam ettirmek gerekmektedir.
Erdoğan’ın Hopa’yı işaret etmesi, Demirel’in Fatsa’yı işaret etmesi gibiydi

Dışarıdaki ilgiyi bekliyoruz dediniz, acaba bir sonraki duruşma için de aynı ortam gerçekleşir mi dersiniz?


A.E.:
Bu kadar yoğun olmasa bile gerçekleşmesini beklerim. Neden beklerim? Herkesin farketmesi gereken bir husus var. Bu bir zaman Demirel’in Fatsa’yı işaret etmesi gibi bir şeydi. Demirel Fatsa’yı işaret etti ve ondan sonra sol operasyonlar nasıl olduysa, Tayyip Erdoğan’ın Hopa’yı işaret etmesi de tarihsel olarak benzer bir sürece işaret etmektedir. Ben çok da açıktan burda şunu söyleyebilirim. İddianamede adı geçen sol, siyasi partiler ve demokratik kitle örgütleri basın açıklamalarını bir örgüte delil gösteren kişiler hakkında tazminat davası açabilirler. Bu işin peşini bırakmamalılar. Çünkü bu şu anlama gelecek. Hiç bir üye bundan sonra onların çağrıları ile basın açıklaması gibi anayasal bir hakkı, düşünce özgürlüğünün ifade edildiğini içeren bir hakkın kullanılmasının güvencesini veremeyebilir. Yani işte terör diye demeye çalıştığım şey bu. Toplumsal terör diye bahsettiğim aslında Türkiye’de toplumsal düşünce üzerinde terör estirilmektedir ve malesef devlet içinde bir yapılanmaya işaret etmektedir bu.

AKP’nin yargıyı “eline geçirdiği” bir ortamda hukuki mücadelenin anlamı nedir sizin için?


E.G.:
Asıl hukuk mücadelesi baskının en yüksek olduğu bu günlerde değerlidir. Zira hukukçuların aydın olma, halkın haklarını olabildiğince savunma ve geri kazanma mücadelesinin ihtiyaç duyulduğu bir dönemde yaşamaktayız. Hopa sürecinde tutuklanan Hopa halkından 7 kişi halen Arhavi cezaevinde ve Hopa savcılığı tutuklamayı cezalandırma yöntemi olarak sürdürmeye devam etmektedir.*2 hafta önce herhangi bir olaya dayanmadan 12 kişi tutuklandı, her gün başka bir özel yetkili savcılık emirlerine dayanan operasyonlarla uyanmaktayız. Asıl hukuk mücadelesi şimdi başlamaktadır. AKP’nin hukukunun, AKP karşıtlarını yok etme hukuku olduğunu yani zorbalığın hukuk kurumlarınca gerçekleştirilmekten başkaca bir yöntem olmadığının halka anlatılmasının en doğrudan yolu bu olcaktır.

A.E.:
Eskiden mahkemeye giderim, mahkemede hakkımı ararım, diye bir duygu vardı. Bu özel görevli mahkemelerle birlikte o duyguyu kaybetti insanlar. Yani şunu söyleyemiyorum artık “Ya mahkemeye gideriz. Berlin’de hakimler var gibi Ankara’da hakimler var.” Mahkemeye gitmek tek başına bir sonuç almak için yeterli değil. O mahkemenin kapısına dayanmadığınız sürece haklılığınızı haykırmadığınız sürece mahkemede sadece hukuki savunma yapan iki tane becerikli avukatın sonuç almasını kimse beklemesin artık Türkiye’de. Hukuk yoluyla demokratik hakların ve kağıt üzerinde yazılı hakların dahi kullanılmasının mümkün olmadığı bir süreçteyiz. Özelikle bu özel görevli mahkemlerin bulunduğu yerlerde soruşturmanın yürümesi, tutukluluk halleri, yargılama biçimleri hukuktan umudumuzun kesildiği bir süreci göstermektedir. Tehlikeli bir süreçtir.

İddianamede AKP karşıtlığı suç olarak gösteriliyor. Suç mudur AKP karşıtlığı?


E.G.:
Tabii ki değil. Örneğin HES karşıtı olmak, doğayı korumak, sahip çıkmak suç değildir. Aksine anayasal bir haktır. Ve 1980 darbe anayasası bile doğayı savunmayı devlet ve her bir vatandaşın hakkı olarak düzenlemiştir. Parsız eğitim, parasız sağlık hakkı aynen Anayasa’da yer olmaktadır. Halkevleri’nin bu konulardaki kampanyalarına baktığımızda Anayasa’ya atıf yapıldığı görürsünüz.

A.E.:
Eğer siz savcıyı ve yargıyı istediğiniz gibi şekillendirdiyseniz, suç saydıysanız, mesele değildir ama genel hukuk kavramı içerisinde AKP karşıtlığı tabii ki suç değildir. Savcı elinden gelse Marx’ı getirip yargılayacak. Kaldırılmış Ceza Kanunu’nun yasaklı yayınlarla ilgili maddesini hala uygulatmaya çalışıyor savcı. Ben orada da söyledim. “İstiklal Mahkemesi kararlarına götürün” dedim. Bu mantıkla herşeyi suç haline getirmeniz mümkün. En çıplak hali ‘parasız eğitim’, en çıplak hali bizim Hopa davasındaki çocukların hali. Ne yapmışlar? Sadece parasız eğitim, parasız sağlık, ucuz bir ulaşım istemişler. Bu mantıkla herşey olabilir ama hukuk mantığıyla baktığınızda AKP karşıtlığı suç değildir.

Karşıtlıklar zenginliklerdir. Bu lafı politikacılar da zaman zaman kullanır. Gevrek gevrek, ağızlarını yayarak kullanırlar. Bunun en güzel biçimi Marx’la Proudhon arasındaki tartışmalardır. Eğer Proudhon ‘Sefaletin felsefesi’ni yazmasaydı, Marks’ın ‘Felsefenin sefaleti’ diye bir eseri olmazdı. Karşıtlıklar zenginliklerdir sözü ancak felsefi ve bilimsel zenginliği olan insanlar açısından geçerlidir. Dikkat edin, düşünceden nasibini almamış insanların, karşıtlıklar zenginliklerdir diye ağızlarını yayarak, tebessüm ederek, zaten inanmadıklarını da belli ederek, eğlencesine söyledikleri gibi değil, gerçekten de karşıtlıklar zenginlikleri ifade eder.


Eğer atışmalar olmasaydı, Hegel ve Marx’ın ilişkisini, Marks’la Proudhon ilişkisini ya da tarihsel olarak materyalizmle metafaizik arasındaki ilişki ya da yaratılış felsefesi ile evrim teorisi içersindeki karşılıklı zenginlik olmasaydı bilimsel gelişmelerimiz, bugünün düşün hayatı bu kadar gelişkin olmazdı.


Arzu Becerik savunmasında “Herkes son Osmanlı Padişahı Tayyip Erdoğan diye pankart taşımak zorunda değildir” diyordu. Davada bu söz ne anlama geliyordu?


E.G.:
Arzu hanım açık olarak bu hükümetin kendisinden olmayana, kendisine biat etmeyene düşman olarak yaklaşımının örneğini vermiştir. Verdiği örnekteki insan ödül bile almaktadır belki ama aynı mitinde başbakanı protesto eden üniversite öğrencileri gözaltına alınmıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. AKP hukukunun bir örneğidir. Bu nedenle yer verilmiştir.

A.E.:
Tayyip Erdoğan’ı çok sevenler olabilir. Yani Hitler’in de seveni çoktu. Aynı şeydir. Bakın mesela bu da suç değil. Ama karşıtı da olabilir. Yani ben Tayyip Erdoğan’ı padişah olarak değil, bağımsız yargının, tarafsız ve bağımsız bir hakim karşısında daha evvel işlediği suçlarla ilgili yargılanırken görmek isterim. Ama bu ülkede son Osmanlı padişahı Tayyip diyenler yargılanmıyor, Tayyip’e karşı çıkanlar, padişaha karşı çıkmış gibi yargılanıyor.

Eklemek istediğiniz birşeyler var mı?


A.E.:
Türk yargısı hakkında eskisi kadar iyimser değilim. Ben 12 Eylül faşist cuntasının sıkı yönetimlerini de biliyordum ama kısaca şu tarifi yapmak istiyorum. Bunu önümüzdeki celsede mahkeme heyetine de ifade edeceğim. Her dönem o dönemin iktisadi yaşamı, demokratik hakları veya dönüşümleri ile beraber, yargısı ile birlikte anılır. Bazen yargıdaki o faaliyetler öyle öne çıkar ki sizin başarılı işleriniz bile başarılı olmaktan çıkabilir. Veya görünmez hale gelebilir. Padişahlığın kaldırılması, halifeliğin kaldırılması, meclis, kadın hakları vs. gibi çok mükemmel işleri içeriyor ama İstiklal Mahkemeleri gibi bir mahkemeniz var. İstiklal Mahkemeleri’nin faailyetinin hiç bir zaman için yargılama faaliyeti adı altında yürütmeniz mümkün değil. O bir siyasal infaz sistemidir. Dolayısıyla döneme damgasını vuran, bu iddiayı dile getiren İstiklal Mahkemeleri’dir.Yani İstiklal Mahkemeleri sizin yaptığınız işlerin üstünü örtüverir. Ya da daha ilerisinde Menderes dönemi çok partili sisteme geçiş anlamında önemlidir ama onu da bir Tahkikat Komüsyonu vardır. Tahkikat Komüsyonları’na mahkeme gibi yetki vermiştir. Temyiz yargılama ve infaz o da bütün muhaliflerin, şimdikilerin yaptığına çok benzerdir. Aslında Menderes dönemi ile şimdinin süyasal süreçleri benziyor. Araçları farklılaşmış gibi gözüküyor ama yöntemleri benziyor. Tahkikat Komüsyonları vastasıyla halkın ensesinde boza pişirerek bütün muhalefeti temizledi. 27 Mayıs dönemi geldi. O konuda farklı düşünebilirim. 27 Mayıs’ı 12 Mart 12 Eylül’le eşleştirmem. Ben 27 Mayıs’ın anlamını başka türlü değerlendiririm. Ama o 27 Mayıs, Yassıada Mahkemeleri gibi bir mahkeme uydurdu. Yani Yassıada yargılamaları rezalettir. Hukuki hiç bir yönü olmayan, hiçbir adil duyguyu içermeyen, tümüyle hasımı yok eden bir yargılama biçimdir. 12 Eylül faşist cuntasının sıkıyönetimleri var, 12 Eylül zaten berbat birşey olduğu için mahkemesi ile baktığınızda orada garip bir durum var, yönetimi mahkemesinden kötü tek sistem o. Dolayısıyla bu dönemleri bu mahkemelerle anıyorsunuz.

Bunu da ikinci 12 Eylül diye adlandırabiliriz. Ben daha evvel de böyle ifade etmiştim. Özellikle liberal ekonominin inşasının tamamlanması ve liberal iktidarın artık toplumsal düzeyde ifadesi olması nedeniyle, darbe anlamındaki anayasa değişikliği, ikinci 12 Eylül dönemi oluşmuştur. Bununla beraber de topluma dayatılan yeni yapılanma, eskiyi tasfiye ederken, muhaliflerini de tasfiye ediyor. Burada sıkıyönetim mahkemelerinden daha kötü konumda özel yetkili mahkemeleri inşa ediyor. Bizim hayatımız kısa olduğu için hayatımızı kapsayabilir ama bunlar tarih içerisinde kısa dönemlerdir. Ben bayağı dönemler gördüm. Önce peygamber ilan edilip de sonra asılırken sokakta bir kişinin olmadığı dönemleri de gördük. Onun için hiç kimse padişahlık gazına falan gelmemeli. Herkes bu toplumda kalıcı hukuk ve demokratik ilişkileri inşa edebileceği bir süreci öngörmelidir.


Bu dönem de özel yetkili mahkemeleri ile tarihte yerini alacak. Tarih sorumluların kim olduğunu daha iyi yargılar. Şimdi ben birşey söylemeyeyim. Söylersem başıma iş alırım. Bir hukukçu olarak hukuktan korkmak gibi bir şey var mı?


Sendika.Org


*
Bu söyleşi yapıldığında henüz Hopa’dan tahliye haberi gelmemişti

Katliama Çağıran Anonslar

maras2Belediye hoparlörü: Üç din kardeşimizi komünistler öldürdü
Askeri telsiz: Aleviler askeri kışlayı bastı

Maraş olaylarında en kanlı sahnelerin fitili, öldürülen iki sol görüşlü öğretmenin cenazesinin kaldırıldığı akşam saatlerinde ateşlendi. Maraş'ta üç Sünni gencin öldürülmesi kentte infiale neden oldu. Bu infiali bir katliama dönüştürecek anons ise 22 Aralık gecesi belediyenin hoparlöründen geldi: "Üç Müslüman din kardeşimiz komünistler tarafından öldürüldü. Bunların kanı yerde kalmayacak!"

Bu anons peşi sıra cami hoparlörlerinden de yapıldı. "Dünkü olaylarda komünist ve Aleviler tarafından şehit edilen üç din kardeşimizin cenazesi kalkacaktır. Bütün din kardeşlerimiz buna katılsınlar, son görevlerini yapsınlar" seklindeki anonslar, kentte artık geri alınamaz bir savaşın habercisiydi. Belediye hoparlöründen yapılan anonslar sabahın erken saatlerinden itibaren devam etti. Halk ölen Sünni vatandaşların cenazesinin kaldırılmasına çağrılıyordu. Asker, yayının yapıldığı belediyeye gittiğinde yayın odasında kimse yoktu. Kime sorulduysa, yayını kendilerinin yapmadığını söylüyordu. Tahrik olan halk, provokatörlerin liderliğinde saldırıya geçti. Trabzon Caddesi'ndeki dükkânlar tahrip edildi.

Yörükselim yerle bir

Aynı saatlerde sloganlarla yüzlerce kişi, Alevi mahallesi Yörükselim'e yürüyüşe geçti. Ellerinde Türk bayrağı, taş ve sopalar bulunan grup içerisinden bazıları, "Yörükselim'de arkadaşlarımız şehit edildi. Haydin" diyordu. Yörükselim, ellerinde uzun namlulu silahlar, tabancalar, av tüfekleri, benzin bidonları bulunan bu kalabalığın saldırısına uğradı. Birçok kişi öldü, pek çok kişi yaralandı. Onlarca ev yakıldı.

Serintepe Mahallesi'nde de kanlı çatışma başlamıştı. Tam bu sırada ikinci öldürücü anons yapıldı. Askerler, "Kışla'ya saldırı oldu. Kışla'yı Aleviler bastı" şeklinde telsiz çağrısı alınca olay yerinden ayrıldı. Bu provokasyon planı harfiyen işledi. Asker gitti, katliam başladı. 93 ev tahrip edildi, 13 kişi öldürüldü. Aradan 33 yıl geçmesine rağmen askerin oradan uzaklaşmasını sağlayan telsiz anonsunu kimin yaptığı da hâlâ meçhul.

Sıradaki mahalle ise Alevi nüfusunun az olduğu Yusuflar'dı. Ellerinde silah ve sopalar bulunan topluluk daha önceden belirlenen evlere girip, içerideki Alevileri darp ediyor, öldürüyor, sonra da evlerini ateşe veriyordu. Kaçmaya çalışan Aleviler de bu saldırılardan nasipleniyordu. Akşama doğru Yusuflar Mahallesi'ndeki kanlı bilanço şöyleydi: 16 ölü, çok sayıda yaralı.
Sakarya, Yenimahalle, Mağaralı, İsadivanlı ve Dumlupınar mahallelerinde de tam bir vahşet yaşanıyordu. Ne yazık ki, asker ve polis yine ortada yoktu. Bütün bu saldırılara rağmen Maraş'ta katliama katılmayan çok sayıda Sünni vatandaş da vardı. Hatta birçok Alevi vatandaşı evlerinde sakladılar.

maras1Ecevit'in anonsu işe yaramadı

Maraş'ta katliam devam ederken kentte Başbakan Ecevit'in sesinden halkı sakin olmaya çağıran anonslar da yapılıyordu. Şehirde sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen saldırganlar rahatlıkla eylemlerini gerçekleştiriyordu. İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, Adalet Bakanı, Sağlık Bakanı, Milli Eğitim Bakanı da şehre gelmişti. Ancak onların gayreti de katliamı önlemeye yetmedi. 2. Ordu Komutanı, Jandarma Genel Komutanı ve Vali ile olayları yatıştırmak için toplantılar yapan bakanların çözüm önerileri sonuç vermedi.
Maraş olaylarını "Solcular çıkardı" diyen dönemin CHP'li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, Kahramanmaraş'a geldiğinde durumun ciddiyetini anlamıştı; ancak iş işten geçmişti. Özaydınlı, tepkiler üzerine yerini Hasan Fehmi Güneş'e bıraktı.

MİT her şeyi önceden biliyordu

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'e gönderilen 3 Ocak 1979 tarihli rapor, olayların organize edilmesinde MİT'in rolüne işaret ediyor. Gazeteci Rıdvan Akar ve Can Dündar'ın Ecevit'in arşivinden elde ettiği raporda, "Yeni vuku bulan Kahramanmaraş olayı başta Türkeş, Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Yusuf Ö. olmak üzere, MİT'ten Şahap H. Ali K., Mehmet K., Avukat Metin E., Nart K.'nın müşterek planlamaları ile çıkarılmış" deniliyor.

marasKatliamın simgesi o fotoğraf

Esma Suna ve karnındaki bebeği (yukarıda) kurşunlanarak öldürüldü. Bu fotoğraf Günaydın gazetesinde yayımlanınca, Maraş olaylarının vahameti de daha iyi anlaşıldı. Suna ailesinin bir başka ferdinin (sağda) ise sünnetli olup olmadığına bakılmış.

Maraş'taki vahim tabloyu en çarpıcı biçimde gösteren fotoğraflar Suna ailesine ait. Esma Suna, karnında bebeğiyle beraber kurşunlanarak öldürüldü. Esma Suna'nın karnındaki 8 aylık bebeğini doktorlar ameliyatla çıkararak göstermişti. Katliamdan sonra gazetelere yansıyan haberlerde, Musa Suna'nın sözleri yaşanan trajediyi gözler önüne seriyordu:

"Kapıyı kırarak eve girdiler. 'Size bu dünyada yer yok' diye bağırıp üzerimize saldırdılar. Evimizi ateşe verdiler. Sonra silahlarını ateşlediler. Gözümü hastanede açtım." Suna ailesine yönelen saldırganların işlediği cinayetler, daha sonra Maraş Davası gerekçeli kararında şöyle anlatılacaktı: "Esma Suna'nın 'Kardeşler yapmayın bu vicdansızlığı, biz de Müslümanız, yarın pişman olursunuz, bizim ölümümüzde ne var, biz ölürüz, geri kalanlar yine beraber yaşayacak, yapmayın bunu' dedikçe saldırganların 'Neren Müslüman senin, besmele çek bakalım' dediklerini; besmele çekmesine rağmen inanmadıkları; bu şekilde saat 16.30'a kadar eve saldırdıklarını; saldırganların 'Size bir şey yapmayacağız, dışarı çıkın, teslim olun' diye bağırmaları üzerine kızı Fidan Suna ve yeğeni Aziz Tüzün'ün balkona çıktıkları sırada vuruldukları..."

Ajanslar Kışla, Kameralar Süngü, Laptoplar Mayın...

Aydın Engin *


Dicle Haber Ajansı (DİHA), Fırat Haber Ajansı (ANF), Fransız Haber Ajansı (AFP) bildiğiniz gibi terör örgütü PKK’ya bağlı birliklerin toplandığı üsler, yani bir çeşit kışla’dırlar.

Yine bildiğiniz gibi bu kışlalarda bulunan “teröristler” halk arasında fotoğraf makinası, kamera gibi adlarla anılan süngü’lere donatılmışlardır. Ayrıca ellerinde taşıdıkları ve halk arasında laptop diye bilinen yassı aygıtlar da mayın’dır.

Bu teröristler her gün süngülerini kuşanıp, mayınlarını sırtlayıp terörist eylem yapmaya çıkarlar.

Hatta eyleme çıkmadan önce bir de şiir okurlar. Aynen(!) aktarıyorum:

- Kameralar süngü / Laptoplar mayın / Ajanslar kışlamız / Bizler de gerillayız...

Polisin savcı talimatıyla (Aslında bundan emin değilim. Çünkü savcının polise talimat verdiği gibi, polislerin de savcılara talimat verdiği olaylara son bir iki yılda bir kaç kez tanık olduk. Neyse...) Evet savcı talimatıyla polis 38 gazeteciyi gözaltına aldı. Bu satırlar yazılırken polise verilen beş günlük gözaltı süresi henüz bitmemişti. Bu doğal. Çünkü bu 38 gazetecinin katıldıkları terör eylemlerinin sayısı saymakla tükenecek gibi değil. O yüzden uzun uzun ve çok ayrıntılı sorgulanmaları gerekiyor. Sorgulama sonunda savcının önüne çıkacaklar. Eğer savcı uygun görürse tutuklanmaları talebiyle mahkemeye sevkedilecekler. Mahkeme uygun görürse tutuklanacaklar. Yargılanacaklar. Yargılayan mahkeme uygun görürse Terörle Mücadele Yasası (TMK) uyarınca hapis cezalarına çaprtırılacaklar.

Yani bu genç meslektaşlarımızın önleri açık, gelecekleri parlak. Çünkü biliyorsunuz bu ülkede siyasal olarak yükselmek, mesela başbakan filan olmak için suç işleyip hapise düşmekte yarar var. Hele bu hapis cezası şiir okumaktan dolayı verilmişse kaymaklı ekmek kadayıfı gibidir.

Eh bu gazetecilerin de “Kameralar süngü / Laptoplar mayın / Ajanslar kışlamız / Bizler de gerillayız” diye şiir yazıp, sonra da okudukları gözönüne alınırsa durumları sahiden de iyi.

Adeta kıskanacağım...

Neyse...

* * *

Şimdi içinizden bazı münafıklar “Ülkede düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü ayaklar altında, sen tutmuş aklın sıra mizah yapıyorsun. Yakıştı mı” filan diyecekler.

Yakıştı tabii...

KCK tutuklamalarının ilk duruşmasını Diyarbakır’da izleyip yazdığım Tırmık’lara içinizden kimileri “Devlet ne yapsın, teröristlere teşekkür mü etsin” diye yorum yazmış; kimileri “Artık sana Kandil’den maaş bağlanır” diye mail döşenmişlerdi ya haklıymışlar...

Ben saf, hattta aymaz bir gazeteci olduğum için o Diyarbakır KCK duruşmalarında gerçeği görememiştim. Yetmedi, Büşra Ersanlı ile Ragıp Zarakol da “terör örgütü adına suç işledikleri” için tutuklandıklarında saflığım, aymazlığım geçmemişti; o tutuklanmalara karşı çıktım; protesto bildirilerine imza bile attım.

Ama o saflık ve aymazlık artık bitti. KCK operasyonları ile neredeyse BDP il binasının önünden geçeni bile yakalayıp içeri tıkan polisin bu ısrarlı çabasının sebepsiz olmadığı anlaşıldı. İz süre süre, yakalaya tutuklaya sonunda gerçek teröristlere ulaşıldı. Kamera süsü verilmiş kaleşnikoflara haber süsü verilmiş mermiler sürüp ortalığı kana bulayan 38 terörist nihayet enselendi.

Böylece Güneydoğu’daki belediye başkanlarının, yasal parti yöneticilerinin, ardından Büşra Ersanlı gibi akademisyenlerirn, Ragıp Zarakolu yazar ve yayıncılık yapanların da terörist oldukları somutlandı,. Kanıtlandı...

Büyük Türk büyüğü Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ahmet Şık’ın kitabı için “Bir kitap bazan bomba kadar tehlikeli olabilir” deyişinde derin hikmet, kıskanılası öngörü de gerçeklik ve haklılık kazandı.

Bu durumda ben yeni anayasa ile ilgili bir öneri yapıp bu Tırmık’ı noktalamak istiyordum.

Önerim pek yalın: 1982 Anayasası çöpe atılacak ve yerine yeni bir anayasa yapılacak ya; öyle ince eleyip sık dokumasınlar; uğraşıp yorulmasınlar. Terörle Mücadele Kanunu’nun sadece adını değiştirip “Anayasa” desinler, olsun bitsin...

Uygun değil mi?

* Kaynak: www.t24.com.tr

Baba Sarkozy Erdoğan'ı Yalanladı: Cezayir’e Hiç Gitmedim

Pal Sarkozy
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin babası Pal Sarkozy, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın suçlamalarına yanıt verdi. Pal Sarkozy, “Asla Cezayir’de olmadım, Marsilya’nın ötesine geçmedim” dedi.

Fransız parlamentosunda 22 Aralık günü Ermeni Soykırımı’nı inkarı suç sayan yasa tasarısı ardından Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Sarkozy’ye yönelttiği Cezayir suçlamalarına baba Sarkozy’den yanıt geldi.

BFMTV’ye konuşan Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin babası Pal Sarkozy, “Asla Cezayir’de olmadım, Marsilya’nın ötesine geçmedim” dedi.

EDOĞAN’IN İDDİALARI GÜLÜNÇ

Bunu öğrenmen için kendisinin yazdığı “Tant de vie” (Bunca Yaşam) kitabını satın almanın yeterli olacağını ifade eden Pal Sarkozy, “İçerisinde tüm belgeler var” diyerek Erdoğan’ın söylediklerinin “tamamen gülünç” olduğunu belirtti.

Erdoğan şöyle demişti: “Cezayir’de 1945 yılından itibaren tahminen nüfusun yüzde 15’i orada Fransızların katliamına uğramıştı. Bu bir soykırımdı. Cezayirliler fırınlarda topluca yakıldı. Eğer FransaCumhurbaşkanı Sayın Sarkozy bu soykrımı bilmiyorsa, gitsin babası Sarkozy’ye sorsun. Babası, 1940’larda Cezayir’deki Fransız lejyonunda askerlik yaptı. Eminim ki oğluna katliam hakkında söyleyecek çok sözü vardır.”

Resmi olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cezayir’de 1500 kişi öldü. Yine resmi olarak 8 Mayıs 1995’de Setif’te 103 kişi öldü. Ancak tarihçi Benjamin Stora, 20 bin ila 30 bin kişinin hayatını kaybettiğini söylüyor. Cezayir Halk Partisi ise bu savaşta 45 bin kişinin öldüğü tahminin de bulunuyor. O dönemde bir Fransız vilayeti olan Cezayir’in nüfusu 7 milyondu.

Eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’in cenaze törenine katılmak üzere Prag’da bulunan Cumhurbaşkanı Sarkozy, Erdoğan’a verdiği yanıtta, “Türk dostlarımızın görüşlerine saygı duyuyorum, büyük bir ülke, büyük bir uygarlıktır, bizimkilere (görüşlerimize) saygılı olmalılar” dedi.

Sarkozy, “Fransa kimseye ders vermiyor, ama kimseden de ders istemiyor” diye konuştu. Fransa’nın egemen bir şekilde kendi politikasını belirlediğini vurgulayan Sarkozy, her koşulda soğukkanlılık ve sükunetin korunması gerektiğini ifade etti. Sarkozy, "Fransa izin istemez, Fransa'nın kendi görüşleri, insan hakları, hafızaya saygısı vardır" diye ekledi.

Avrupa Konseyi: Türkiye Tek Parti Devletine Doğru Gidiyor

Stockholm - Avrupa’nın insan hakları politikasını belirleyen en yetkin diplomatı olarak bilinen Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg çarpıcı açıklamalarda bulundu:

- Araştırma yapılmadan, daha mahkemeye gönderilmeden insanlar hakkında önceden tutuklama kararları veriliyor. Davalar oldukça ağır gidiyor. Deliller çok zayıf.

- Görüştüğümüz savcılar tutukluların “herhalde” suçlu olduklarını söylüyorlar. “Herhalde” insanların cezaevinde tutulmaları için bir gerekçe olamaz.

- Suçlanan gazeteciler hakkında önce polisler araştırma yapıyor, telefonları dinliyor, rapor hazırlıyor. Bunları savcıya gönderiliyor. Savcı ise doğru dürüst incelemeden dosyayı tutuklanmaları istemiyle mahkemeye yolluyor.

- Medyanın siyasal iktidarın etkisine girmesi kaygı verici. Türkiye tek partinin egemen olduğu bir devlete doğru gidiyor

- Kürt sorunu silahla ve tutuklamalarla çözülemez. Sorunun çözümü için devletin PKK ile görüşmelere başlamalı

47 ülkedeki insan hakları ihlallerini araştırıp alınması gereken önlemleri rapor haline getirerek ilgili hükümetlere ileten Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg bu yıl 4 kez Türkiye’ye giderek araştırmalar yaptı.

Hazırladıkları “İfade Özgürlüğü Raporunu” AKP Hükümetine sunduğunu ve bu ayın sonunda raporu açıklayacaklarını söyleyen Hammarberg sorularımızı yanıtladı.

‘MAHKEMEDEN ÇIKMADAN TUTUKLANIYORLAR’
* Avrupa Konseyi’nin insan haklarından sorumlu Komiseri olarak Türkiye’deki son gelişmeleri nasıl görüyorsunuz?

- Türkiye’de en büyük sorun insanların mahkemeden önce tutuklanmaları. Ben insanların daha önce haklarında kapsamlı bir araştırma yapılmadan daha mahkemeye gönderilmeden haklarında önceden tutuklama kararları verildiğini söylemek istiyorum. Bir başka sorun da duruşmaların oldukça geç yapılması ve mahkemelerin karar vermelerinin zaman alması. Bu süre zarfında tutuklular cezaevlerinde yatmak zorunda kalıyorlar. İnsanlar aylarca cezaevlerinde yattıkları halde neyle suçlandıklarını bilmiyorlar. Son yapılan seçimlerde milletvekili seçilen kişilerin cezaevlerinde tutulmaları da önemli bir sorun.

İki büyük dava Ergenekon ve KCK davaları, Türkiye’nin durumunu önemli ölçüde etkiliyor. KCK davasından aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu pek çok politikacı tutuklu. Dava oldukça ağır gidiyor. Davanın savcısıyla Diyarbakır’da görüştüğümde sanıklar aleyhindeki delillerin zayıf olduğunu kanaatine vardım. Ama buna rağmen bu davadan yargılanan insanlar cezaevinde tutuluyorlar.

‘SAVCILAR: ‘HERHALDE’ SUÇLU OLDUKLARINI SÖYLÜYORLAR’

Tüm bu olanlara karşın Türkiye’de hukuk sisteminde bir reform süreci yaşanıyor. Adalet Bakanı oldukça aktif, çok sık olarak Strasbourg’a geliyor ve görüş alış verişinde bulunuyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Türkiye’nin aleyhinde pek çok dava var. Türkiye bu davaları ciddiye alıyor. Adalet Bakanı Ergin daha fazla davanın mahkemeye intikal etmemesi için önlemler alacaklarını bir kaç kez söyledi. Ancak Türkiye’deki hukuk sistemine uzun yıllar yürürlükte olan gelenek damgasını vuruyor. Savcılar ve Hakimler Yüksek Kurulu’ndaki, Anayasa Mahkemesi’ndeki hakim ve savcılardan sistemin yeniden yapılanmasına ilişkin çok olumlu sinyaller alıyoruz. Ama mahkemelerde karar veren savcı ve hakimlerle konuştuğumuzda farklı bir durumla karşılaşıyoruz. Tüm bunlar hukuk sisteminin yeniden yapılandırılması için aşırı bir çabanın gösterilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Evrensel Hukuk ilkeleri insanların suç işledikleri ispatlanmadığı sürece suçsuz olduklarını kabul ediyor. Ama görüştüğümüz savcılar tutukluların “herhalde” suçlu olduklarını söylüyorlar. “Herhalde” insanların cezaevinde tutulmaları için bir gerekçe olamaz. Hukuk sistemindeki bir başka sorun da mahkemelerin siyasal iktidardan etkilenmeleri.

‘SAVCILAR İNCELEMİYORLAR’
* Medyaya yönelik baskıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Bugün Türkiye’de 70 civarında gazeteci cezaevlerinde. Kriminal olaylara karıştıkları için değil, görevlerini yaptıkları, yazdıkları veya söylediklerinden dolayı cezaevindeler. Ahmet Şık, Nedim Şener ve avukatları ile görüştüm. Davayı ayrıntılı olarak inceledim. Oldukça zayıf delillerle Ergenekon üyesi olmakla suçlanıyorlar. Suçlanan gazeteciler hakkında önce polisler araştırma yapıyor ve ayrıntılı raporlar hazırlıyor. Telefon kayıtları inceleniyor ve tüm bunlar savcıya gönderiliyor. Kanaatime göre savcı bunları doğru dürüst incelemeden dosyayı tutuklanmaları istemiyle mahkemeye yolluyor.

‘TEK PARTİYE DOĞRU GİDİLİYOR’


Medyanın durumu sadece tutuklanmalarla sınırlı değil. İnternet siteleri yasaklanıyor. Çeşitli bloglar kapatılıyor. Oligarşi medyanın gündemini belirlemede ciddi bir etkinliğe sahip. Medyanın siyasal iktidarın etkisine girmesi kaygı verici. Türkiye’de eski Kemalistlerle dinci eğilimli ve gelişen AKP arasında büyük çatışmada ne yazık ki insan hakları da ihlal ediliyor. Erdoğan kendi ideolojisinin devamlılığını sağlama almaya çalışıyor. Türkiye tek partinin egemen olduğu bir devlete doğru gidiyor. Ben Ergenekon davasının uydurulmuş bir şey olduğunu sanmıyorum. Yargılananlar arasında darbe yapmaya çalışanların olması tamamıyla mümkün. Ama bunun adil duruşmalarla ortaya çıkarılması lazım. Ancak bugüne kadar bu yapılmadı. Dava kötüye kullanılarak darbeyle ilgileri olmayanlar da tutuklanmaya başlandı.

5 yıl önce öldürülen Hrant Dink davasında Dink’i öldürene ağır hapis cezası verildi. Ama önemli olan bu cinayetin kimler tarafından planlandığını ve finanse edildiğini açığa çıkarmak. Bu davanın ardındaki güçlerin açığa çıkarılması oldukça önemli. Aksi takdirde bazılarına suç işleme özgürlüğü tanınmış olur. Bizim tutumumuz Türkiye’ye karşı politik bir tavır takınmak, boykot uygulanmasını istemek değil. Biz yapıcı bir diyalog kurmaya çalışıyoruz. Demokratik sistemde olmaması gereken insan hakları ihlallerini belirleyip önlem alınmasını öneriyoruz.

* Hükümetin yayınladığınız “İfade Özgürlüğü Raporu” karşısındaki tepkisi ne oldu?

- Rapor hazırlamadan önce sorduğumuz sorulara hükümetten ayrıntılı cevaplar alıyoruz. Hazırladığımız raporları medyaya açıklamadan önce onlara okumaları şansını da veriyoruz. Son hazırladığımız ifade özgürlüğü ile ilgili raporunu çok ciddiye aldılar. Bugüne dek Türkiye’den gördüğümüz en yapıcı tutum buydu. Türkiye’de yönetim içinde en üst kademede bizim gibi düşünenler var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarından rahatsızlık duyuyorlar. Önerdiğimiz reformları hayata geçirmek istiyorlar. Ama reformlara karşı çıkan güçler de var.

‘KÜRT SORUNU TUTUKLAMALARLA ÇÖZÜLMEZ’
* AKP iktidarının Kürt sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Kürt sorunu Türkiye’nin en büyük sorunu. Hükümetin bugüne kadar uyguladığı politika başarılı olmadı. Misilleme ve askeri operasyonlar sadece geri tepiyor. Toplumun daha fazla parçalanmasına ve kutuplaşmasına yol açıyor. Kürtlerin partileri yasaklanıyor. Görünüşte yargı karar veriyor ama karar tamamen siyasal. Halkın seçtiği birçok belediye başkanı cezaevlerinde. Bugüne kadar uygulanan politikaların sürdürülmesi halinde sorun giderek daha çok büyüyecektir. KCK, PKK’nın şehir yapılanması ve gerillası olmakla suçlanıyor. Gösterilerde ve toplantılarda daha önce PKK’nin söylediğine benzer görüşler dile getirenler KCK üyesi olmakla suçlanıyorlar. Çok banal bir anlayış hakim. PKK’nın söylediklerini veya benzerlerini söylüyorsan PKK’lısın. Böyle mantık olmaz. Kürt sorunu silahla ve tutuklamalarla çözülemez. Ben İnsan Hakları Komiseri olarak siyasal konularda düşünce belirtemem. Ama kişisel görüşüm sorunun çözümü için devletin PKK ile görüşmelere başlaması.

Kürtlerin dillerine karşı alınan tutum bir felaket. Sanıkların ana dillerinde savunma yapmalarına izin verilmiyor. Bazıları gerçekten kendilerini Türkçe ifade edemiyorlar. İnsanların ana dillerinde savunmalarını yapmalarının engellenmesi anlaşılması güç bir tutum. Bu kendi ayağına ateş etme politikasıdır.

‘RAPOR BU AY SONUNDA YAYINLANIYOR’
* Son dönemde aralarında avukatlar, aydınlar ve gazetecilerin bulunduğu muhaliflerin toplu olarak tutuklanmaları endişe verici değil mi?

- Son tutuklama dalgası gökte kara bulutların oluştuğunu gösteriyor. Bu kaygı verici gelişmelerin olacağının belirtisi. Tutuklamalar hiçbir yarar sağlamaz. Tersine iktidara ve devlete karşı hoşnutsuzluğun artmasına yol açar. Tutuklamalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhinde açılan davaların artmasını beraberinde getirecektir. Tutuklamaların da ele alındığı Türkiye’deki hukuk sistemini irdeleyen raporu bu ayın sonlarına doğru yayınlayacağız.

* Rapor neleri kapsıyor?

- 70 gazeteci ve yüzlerce politikacının cezaevlerinde tutulmasına neden olan hukuk sistemini ele alıyoruz. İnsanlar suçlu oldukları ispat edilemedikleri halde uzun yıllar cezaevlerinde tutuluyor. Bu kabul edilebilecek bir durum değil. Hakimler politik nedenlerle atanıyorlar. Mahkemelerin siyasal iktidardan bağımsız olmaları gerekiyor. Mahkemeleri siyasal iktidarın etkisinden kurtarmak gerekiyor. Raporda Türkiye’nin hukuk sisteminde var olan eksiklikler ve yanlışlıklar ayrıntılı olarak ele alınıyor. Adalet Bakanı ile konuştuğumuzda iktidarın yargı üzerindeki etkisinin sınırlandırılması için reformlar yapılacağını söylüyor. Ama pratikte iktidarın mahkemelere müdahalesinin artmakta olduğunu gözlemliyoruz. Hükümetin hoşuna gitmeyen karar veren savcı ve hakimlerin görev yerleri değiştiriliyor.

* PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 4,5 aydır avukatları ile görüştürülmeyerek tecrit edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

- Öcalan’ın diğer mahkumların yararlandıkları hakların aynısına sahip olmalı. Tecrit edilmemeli. Dış dünya ile ilişki kurması engellenmemelidir. Avrupa tecrit karşısında tamamen sessiz değil. Kamuoyuna yansımayan tepkiler var.