5 Temmuz 2010 Pazartesi

Açılımın vardığı nokta

Açılım’ın birinci yılını "kutlarken (!)" , hakkında bir kaç satır yazmak gereğini duydum.
Açılım’ın içi boş olduğunu yeniden yazmak, binlerce kez yazılmış bir cümlenin "kes-yapıştır"’ını yapmaktır. Bu hareketin zahmeti olmadığı için, bende bir "kes-yapıştır" yaptım. Bunu yaptıktan sonra, içerikliğinden öte, biz niyetine bakalım. AKP’nin "Ilımlı İslam" felsefesinde niyet temel bir kavramdır. Onun için biz de açılıma aynı açıdan bakalım.
Bu adımın kaynağında iki sebep vardır, kanımca. Birincisi (belki de en etkilisi) Erdoğan’ın kişiliğidir, ikicisi ise ulus-devlet’in evriminde bir gerektir.
Erdoğan, hiçbir şeyi, ne uzun vadeli düşünür, ne de toplumun çıkarları için çalışır.  Onun ilk derdi, "Erdoğan" ismini bir şekilde tarihe yazmaktır. Bir nevi Özal olmaktır (Özal tarihe adını yazmamış ama belleklerde iyi yer edinmiş). Bütün gayreti bir gün tarih kitaplarında "Erdoğan dönemi" sayfasını açmaktır. Öyle olmasa, aynı anda o kadar konuya el atar mıydı? Dış politikada iki uyuşmaz yönde, AB üyeliği ve Orta-doğu liderliği, gitmezdi. İç politikada, aynı anda Ergenekon davasını açtı, açılım  sürecini başlattı ve beraberinde Kürtler üzerindeki baskıyı artırdı.  Öyle olmasa, o kadar duygusal davranır mıydı? Filmleri izlerken ağlamak (oysa iktidardaki ağlamaz, bir meselenin vahimliğini görür ve hareket eder), bütün diplomatik gelenekleri yok sayarak Davos’ta bağırıp çağırmak, İsrail’in sert davranacağını bile bile, gemilere izin vermek ve sonrada bu ölümleri politik malzeme yapmak (tabi ilişkileri koparma cesareti göstermeden, sonra gizli görüşmeler düzenlemek).  Yani, uzun lafın kısası, başbakan egosantrik bir insandır, Kürtlerinde etrafında dönmelerini istedi, samimi değildir. Açılım sürecini birde bu bağlamda anlamak gerekir.
Bunun yanı sıra, açılım gibi bir adım, ulus-devlet’in zorunlu bir tedavisidir. Türkiye’de ulus-devlet, erken doğmuş ve daha tedavisi bitmemiş bebek gibidir.  Çünkü ulus-devlet, bir kavmin ile bir toprağın örtüşmesi değildir. Ulus-devlet, bir toprakta bulunan kavimlerin, en güçlüsünün etkisi altına girip (bazen mecburen, bazen çıkarları gereği) yeni bir yapıda yaşama şansı bulmaktır. Ve bu yeni yapının meşruyet kazanması için, bir "açılım" hemen hemen şart sayılacak bir aşamadır. Kurulduktan bir süre sonra (süre vadesi şartlara göre değişir), bu ulus-devlet bir açılım süreci, bir kaynaşma süreci ile bütün çeşitliklerini, değişik kültürlerini görür, hiç birisine karşı düşmanlık beslemez ve onları ülke renkleri haline getirir. Böylece ulusal kimlik yerine oturmuş olur ve yerel/bölgesel kimlikler birer gelenek olup politik önemlerini yitirirler (yani kendilerinden asimile olacaklar).  Bu kadar gerekli olan, bu adım, zamanlaması ile birliğin bozulmaması için, çok önemlidir. Tabi,  asimile olacak kesimlerin sayısı da çok önemli bir etkendir. On milyonları aşmış ve kimliğinin bütün boyutlarıyla farklı bir halkın asimile olması çok zordur. Böylesi durumlarda, bir halklar birleşmesi söz konusu olmuştur tarihte. Çekoslovakya veya Yugoslavya gibi ülkeler, bu anlamada birer örnektir, ama bilindiği gibi, bu yapılar da kimlik talepleri karşısında dayanamamışlardır.
AKP, TC devleti inşası sürecinde, « açılım » eksikliğini fark etti, fırsatçı davranarak bu adımı atı. Başta dediğimiz gibi, Erdoğan hiç bir şeyi uzun vadeli düşünmediği gibi, meseleleri tarihi perspektiflerine koymaktan yoksundur. Kürtleri, zaten böylesi bir "açılım" adımı asimilasyona götürmez, hele hele bunca katliam ve isyanlardan sonra. Böyle bir adımın ne anlamı nede herhangi bir yararı var artık.
Ama bu hamle iki ahmaklığı göz önüne serdi. Biri Türk tarafında, öteki ise Kürt tarafındadır. Türklerin açılıma karşı çıkanları ahmaklıklarını, Kürtlerde ise, destek verenleri ahmaklıklarını gösterdiler. Çünkü hiç birisi hesabına gelen duruşu sergileyemediler.
Bu açılım süreci, yukarıda söylediğimiz gibi, farklı kimlikleri politik isteklerinden arındıracak ve böylece dayatılan Türk kimliği bütün ülkede kabul görecekti.  Başarı sağlaması imkânsız gibi zordu, ama en azında denenecekti. Onun, için Türkler ve en milliyetçileri, bunu sonuna kadar desteklemeliydiler. Kürtler ise, politik kimliğini savunanlar, böyle bir adıma karşı çıkar ve "açılım"  yerine "halklar birleşmesi" projesini geliştirmeliydiler (eksikte olsa, BDP ve PKK kendilerine göre bu duruşu gösterdiler).  Türk televizyonlarında boy gösteren "şehir Kürtleri" bu "açılıma" ahmakça destek vererek, Türk ahmaklarını korkuttu ve böylece bizde bu zamansız girişimden kurtulduk.
Açılımın karşısında durmak, savaşı desteklemek anlamına gelmez, sadece uymayan bir çözümü red etmektir. Keşke, devlet cephesinde, daha gerçekçi insanlar bu konuya el atsa da genç insanlar ölmese.

Madımak Katliamı'nın tarihi arka plani


'Madımak Katliamı'nda devletin parmağı var mıydı?' Bu soru sıkça sorulur!

Cevap, hayır parmağı yoktu.

Eli, ayağı, gözü, kulağı... Yani kendisi vardı!

'Her şeye muktedir olan, güçlü ve adil olan devletimizin' gücü 'Kendi içinde örgütlenen ve herhangi bir kalkışmada güçlerinin ne olduğu merak edilen!' (Bu cümleyi bir istihbarat yetkilisi dönemin bakanlarından birine söylemiştir.) gerici, faşist güruha yetmedi!

Pir Sultan Abdal'ı anmak için yapılan programı aslında dönemin Kültür Bakanlığı'nın düzenlediğini daha önceki yazımda yazmıştım. Bu katliamın ilginç, gizemli ve karanlık yanlarından biri de dönemin Kültür Bakanı Sayın Fikri Sağlar'ın 17 yıldır konu hakkında konuşmuyor olmasıdır!

Madımak Katliamı sonrasında 'Bir hukuk süreci işlemiştir.' Ama bu 'hukuk süreci' katliamcıları, tesadüfen bir araya gelmiş 'göstericiler olarak' yorumlamış ve yargılamayı bu zihniyetle yapmıştır.

Devletin bütün kurumları Madımak Katliamı'nın yapıldığı anda ve yargılama sürecinde dolaylı veya direkt olarak taraf olmuştur.

Örneğin, Canlarımızın Madımak Oteli'ne kıstırıldığı ve katiller tarafından yakma hazırlığı yapıldığı anda küçük bir askeri birlik otelin önüne gelmiştir. Katil sürüsü hep bir ağızdan 'Asker Bosna'ya' ve arkasından 'En büyük asker bizim asker!' sloganını atmış ve askeri birlik gerisin geriye otelin önünden ayrılmıştır.

Katliamdan sağ kurtulan bir dostum şu çarpıcı gerçeği anlatmıştı: 'Otelin içine kıstırıldık. Dışarıda biriken katiller azgınca bağırıyor, sloganlar atıyor, habire camlardan taş yağdırıyorlar. Biz kurtulmak için ne yapabiliriz diye çaresizce düşünürken, elektrikler kesildi. Ve içeriye birinin girdiğini gördük. Ama içeriye gireni ortam karanlık olduğundan ancak bir karartı olarak görüyorduk. İçeriye giren kişi çakmağını yaktı ve onun rütbeli bir asker olduğunu gördük. İçinizde asker var mı? diye sordu, biz yok deyince çıkıp gitti! Birkaç dakika sonra yine içeride bir karartı gördük. Ve o da elindeki çakmağı yakıp, içinizde polis var mı? dediğinde çakmağın ışığından onun bir polis olduğunu gördük! Hayır. Cevabını alınca o da çıkıp gitti! Ve bir dakika sonra oteli ateşe verdiler.'

Yani asker ve polis oteli ateşe vermeden önce 'Bir ortam yoklaması yapmış ve temiz olduğunu görünce' yakarak katletme girişimine bir 'engel kalmamıştır!'

Bütün bu gerçeklere karşın Genelkurmay Başkanlığı katliamdan sonra 'Garnizon Komutanlığı'nın katliamda bir güvenlik zaafı var mı?' araştırması yapmış ve 'Yoktur!' sonucuna varmıştır!

Yine bir devlet kurumu olan belediye, katliama ortam hazırlamıştır! Katliamdan önce saldırganlara kolaylık olsun diye Madımak Oteli'nin önüne 'Yol onarma' bahanesi ile parke taşı dökülmüş ve katliamcılar bu taşlarla hiç zorlanmadan otelin camını, çerçevesini aşağıya indirmiştir.



Ve güya katliamcı saldırganları 'sakinleştirip dağılmalarını sağlasın' diye otelin önüne çağrılan dönemin Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu katil sürüsünü 'Gazaya çıkan mücahitler' gibi gördüğünden 'Gazanız mübarek olsun!' diye kutlamış, dağılmalarını isteyeceğine adeta kışkırtmış, teşvik etmiştir!

Bir hafta önce 'Atletizm yarışçıları' görüntüsü ile kentteki otellere yerleştirilen 'meçhul kişiler' katliamda ne rol üslenmişlerdir? Bunu ne polis ne de yargı ortaya çıkarmış değildir! (Aynı tezgahın bir benzeri Maraş Katliamı'nda uygulanmıştır. Maraş Katliamı 19 - 24 Aralık tarihleri arasında yapılmış ve katliamcıların bir bölümü 'Milli piyango satıcısı' görüntüsünde önceden Maraş'a gelmiştir.)

Madımak Katliamı'nın aktörlerinden birisi de kentte dini söylemler içeren bildiriler dağıtan ve Sivas'a Pir Sultan Abdal'ı anmak için gelen Canlarımızı hedef gösteren yerel basındır.

Sivas Müftülüğü dini bir dil kullanan bildiriler dağıtan 'Din kardeşleri' ve yine dini zihniyetle manşetler atıp hedef gösteren yerel basının kışkırtmaları karşısında sessiz kalmıştır.

Yani katliama seyirci kalan yalnızca merkezi iktidar değildir. Yerel iktidar da katliama seyirci kalmıştır. Ve bu tavrın hukuk içindeki yorumu 'Katliama zemin hazırlamaktır.' Tabii hukuk bağımsız ve objektif olursa!

Oysa Sivas kenti diğer birçok ilimiz gibi çok kültürlü bir kentti. Önce Sivas'taki Ermeniler 'Tehcir Kanunu' ile sürgüne gönderildi. Sonra, Topal Osman marifeti ile Koçgiri'de Aleviler ve Kürtler katledildi, kalanlardan etkili olan aile ve bireyler sürgüne gönderildi. Akabinde özellikle Alevi köyleri yoksulluğa mahkum edilerek göçe zorlandı. Büyük bir Alevi nüfus Sivas'tan Avrupa ülkelerine işçi olarak gitmek, batıdaki metropol kentlerine göç etmek zorunda kaldılar.

Görüldüğü gibi resmi ideolojinin 'Tek tipleştirme projesi' sadece katliamdan ibaret değil. Asimilasyon, korkutma ve sindirme, yoksulluğa mahkum ederek göçe zorlama... Bütün bunlara rağmen 'Sonuç alamadıysan' katliam!...

Peki neden Sivas, neden Pir Sultan Abdal anma programı?...

Sivas yüzyılların çok kültürlü bir kenti, bir halklar ve inançlar gülistanıdır. Bu topraklarda özellikle Emlek ve Çamşıxı (Divriği yöresi) bölgesinde Alevi Kültürünün Yol Uluları ve halk ozanları yetişmiştir. Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Hüseyin Abdal, Ademi Baba, Agahi, Aşık Veysel, Feyzullah Çınar, Ali İzzet Özkan, Mahmut Erdal ve daha birçok halk ozanı Sivaslı'dır. Pir Sultan Abdal resmi tarihe göre h‰l‰ suçludur. Çünkü 'Osmanlı'ya baş kaldırmıştır!'

Sivas doğu ile batı arasında kültürel, inançsal ve sosyolojik olarak bir geçiş noktasıdır. Hem doğulu, hem de batılı bir kenttir. Aleviler, Sünniler, Kürtler, Türkler, Ermeniler için köklü aidiyet duygusunun olduğu kadim bir kenttir. Doğu-batı kültürleri arasında bir katalizör rolü vardır Sivas'ın. Tarihi İpek Yolu'nun Karadeniz'e uzanan ayağı Sivas'tan geçmektedir. Sivas'a başka diyarlardan gelen insanlar bu kentte yabancılık çekmemekte, kentte kendilerine ait kültürel, inançsal özellikler gördüklerinden, kendilerini buraya ait görmektedirler. Bu 'Tek tipleştirme amacı taşıyan' zihniyet açısından 'Halli cihetine gidilmesi lüzum eden bir tehlikedir!'

Ayrıca, Pir Sultan Abdal'ı 'İsyancı, başıbozuk' olarak gösteren resmi tarih, O'nun yolundan gidenlere de aynı gözle bakarak Alevileri suçluluk psikolojisine mahkum etmek istemiştir.

Şöyle ki; resmi tarihte hep katliama uğrayanlar 'suçludur!' 'Katliamı hak etmişlerdir!' çünkü 'Devlete başkaldırmanın cezası ölümden başka ne olabilir ki?'

Resmi tarih katliamlarını 'Haklı ve meşru, devletin bekası için!' göstermek amacıyla Alevi toplumunun tarihini 'İsyanlar tarihi olarak' göstermiştir.

Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve cumhuriyet döneminde Sivas'takine benzer bir resmi uygulama Yukarı Mezopotamya'dan başlayıp Anadolu'nun batı ucuna kadar uzanan hat üzerinde bulunan Hatay, Antep, Maraş, Adıyaman, Malatya, Sivas, Yozgat (Bozok Yaylası), Tokat (Kazova), Amasya, Çorum, Kırşehir kentleri için de yapılmıştır ve güzergahın hep 'Islah edilmesi lüzum etmiştir!'

Zira resmi tarihi yapanların hafızası 'Nisyan ile malül' değildir. 1239'da Hak için yola çıkan Baba İshak ve yarenleri Dede Kargın'dan el aldıklarında bu hat üzerinde yürüdüler. Hacı Bektaş, Mevlana Celaleddini Rumi, Pir Sultan Abdal, Musa (Süklün Koca) Baba Zünnun, Kalender Çelebi bu hat üzerine yürüdüler. Ve bu Ulu Kişiler resmi tarih için hep 'Tehlike arz etti.' Katliam, baskı, sindirme ve asimilasyon ile yapabildiklerini yaptılar. 'Nihai netice' alamayınca bu sefer bu Ulu Kişilerden bazılarına sahip çıkıp kendilerine benzetmeye çalıştılar. (Ne yazık ki, bu çabalarında da önemli başarılar sağladılar!) Bozok Yaylası'ında (Yozgat), Kazova'da (Tokat) yapılan katliamlarda adeta kan gövdeyi götürdü!...

Madımak Katliamı 'Sekiz saatte yapılmış' bir katliam değildir. Tıpkı Malatya, Maraş, 1. Sivas Katliamı, Çorum, Gazi katliamları gibi bir hazırlık ve provokasyon evresi vardır. Bu evrede 'Tüm güçler durumdan vazife çıkarıp gerekeni yaparlar!' katliam olur biter, devlet ortada yoktur! 'Tüm müdahalelere, yurttaşın can ve mal güvenliği için alınan tedbirlere rağmen acı olaylar yaşanmıştır. Suçlular bulunup yargılanacaktır!'

Saydığım bütün bu katliamları inkarcı, tek tipleştirici resmi tarihin koruyup kolladığı zihniyet yapmıştır.

Kenan Evren (Annem, ışıklar içinde olsun, ona Kenan Mervan derdi.) 12 Eylül'de devrimci, demokratlar için 'Asmayalım da besleyelim mi?' dedi ve 17 yaşındaki Erdal Eren dahil birçok değerler abidesi insanı astı. Ama bazılarını besledi. Bu beslemeler Madımak'ta Canlarımızı yakanlardır. Beslemelerine örtülü ödeneklerden inanılmaz miktarlarda paralar, kırmızı pasaportlar verdi.

Ve yine bu dönemde 'zorunlu' hale getirilen 'Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi', yanında başta Sosyal Bilgiler ve Tarih dersi olmak üzere müfredata ve ders kitaplarına enjekte edilen ırkçı tarih anlayışının yetiştirdiği beslemeler h‰l‰ katliama devam ediyorlar!...

Bugün 2 Temmuz... Madımak Katliamı'nın 17. yılı. On binlerce Pir Sultan Abdal Dostu ile Madımak Oteli'nin önünde olacağız. Katliamın 17. yılında bir kere daha 'Madımak Müze Olsun' diye haykırıp 35 Canımızı anacağız.

Madımak Katliamı'nda 11 yaşındaki Koray Kaya şahsında çocukça duygularımız ve gelecek umudumuz, 70 yaşındaki Asım Bezirci şahsında kültürel belleğimiz, Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin şahsında sazımız, sözümüz, deyişlerimiz, halklar arasındaki dayanışma ve kardeşlik bilincimiz, 17 kızımız ve kadın yarenimiz şahsında semahımız, özgürleşme yolunda ilerleyen kadınlığımız, Hollanda yurttaşı Carina Cuanna şahsında kültür ve inancımızın enternasyonal dayanışma ruhu katledilmek istendi...

Ama 'Biz vardık, varız, var olacağız!'

Eşit yurttaşlık hakkı ve çok kimlikli, çok kültürlü Laik Demokratik Türkiye için mücadeleye devam edeceğiz...

Kemal BÜLBÜL

Sayın General

Hasan BildiriciSon demecinizde, gidip, arayıp, bulup, Kürt çocuklarını öldüreceğinizi söylemişsiniz.
Tetikçi bir başçavuş gibi düzeysiz konuşmuşsunuz.
Devlet tetikçisi İbrahim Şahin, cezaevinden verdiği ilk ifadede talimatları sizden aldığını, işlediği suçların tertibi için doğrudan Genelkurmay hattıyla size bağlı olduğunu söylemişti. Türk medya soytarılığı, devlet tetikçisi İbrahim Şahin’in size ilişkin verdiği ifadeleri “bir karalama kampanyası, bir delilik, bir akıl yemek” olarak adlandırdı.
Öyle de oldu. Zihnini yıkattığınız İbrahim Şahin, daha sonra ne dediğini hatırlamadığını söyleyerek, aklını yedi.
Sayın General; Türkiyeli değil, Makedonyalısınız. Türk değil, Makedonsunuz. Bir insan, herhangi bir kimliğe ve inanca sahip olabilir, bunun bir kusuru yok. Fakat göçmenler, göç ettikleri toprakların insanlarına ve düzenine saygılı olmak zorundadırlar.
Ben, sürgünde olduğum ülkede sahibin yanında gezen köpekleri rahatsız etmemek için hep kenar yürürüm. Bilirim ki; yürüdükleri yollar, soluk aldıkları orman, köpeklerini koşturdukları çimenlikler onlarındır ve ben onların misafiriyim.
Bir misafir edepli olmak zorundadır Sayın General.
Bütün hayatım boyunca iki tür göçmen tanıdım. Birincisi sıradan olanlar; emekçiler, hayatı dişle tırnakla var edenler, herkesten fazla çabalayıp insani meslek edinerek o ülkenin yurttaşı olanlar... Onlara hep saygı duydum General. Ama bir de göç ettiği ülkenin baskı ve zülüm mekanizmasına ilişerek; onlardan daha zalim ve gaddar olarak yükselenler var...
Siz ikinci guruba dahilsiniz. Konuşmalarınız, edanız, fiziğiniz zaten bizim toprakların insanına benzemiyor General.
Sayın General, sizi Genelkurmayın başına kadar taşıyan yolun, Kürtlere karşı sürdürdüğünüz acımasız savaş olduğunu bilmeyecek kadar aptal ve belleksiz değiliz. 1995 yılında PKK’ye karşı sürdürülen 37 günlük Çelik 1 Operasyonun planlayıcısı sizdiniz. 1993 yılında Lice’yi yerle bir eden ve yeri gelmişken Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ı ortadan kaldıran ekibin içinde bulunuyordunuz. Lice saldırısını Korgeneral Hasan Kundakçı ile birlikte zırhlı helikopter içinden yönetiniz.
Devlet tetikçisi İbrahim Şahin, başından beri sizinle çalıştığını söylediğinde, Batı tarafından defteri dürülmüş birkaç general eskisinin marifetlerini “Ergenekon” diye manşetlere taşıyan ilkesiz Türk basını bu ifadeleri yuttu... Çünkü zavallı Anadolu Türklüğü ve dilsiz Kürt halkı üzerine kurmuş olduğunuz ve adına devlet süsü verilmiş çeteci ilişkiler bunu gerektiriyordu...
Sayın General, siz Makedonyalısınız, ben Kürdistanlıyım. Siz göçmen olarak devlet mekanizmasının sahibi, ben yerli olarak sürgündeyim.
Demek, gidip, bulup, öldüreceksiniz! Sizi böyle tetikçi bir başçavuş seviyesinde konuşturan nedir Sayın General?
Rahat ve huzurlu değilsiniz. Önde ve arkada beş-on eskortla yolculuk yapmak da sizin güvenlik içinde bir duyguyla yaşamanıza yetmiyor.
Gittiğiniz her yerde, her toplantıda, her basın açıklamasında içinden çıkılmaz hale getirdiğiniz Kürt sorunu karşınıza çıkıyor.
Siz vurdukça onlar çoğaldı. Siz emekli oldukça başka Kürt nesilleri devreye girdi. Kürdistan yetimi çocukların taş menziline girdiniz General! Bundan kaçış yoktur.
Demek son PKK’li kalmayana kadar savaşınız sürecek. En az bunlar kadar kanlı bastırılan 29 isyanda PKK yoktu. Bastırma peşinde olduğunuzun PKK bahaneli Kürt direnişi olduğunu çocuklarımız da biliyor artık...
Fakat General, zaman eski zaman değil. Bu saatten sonra PKK’yi yenip yenmemeniz Kürt direnişinin bastırılmasında hiçbir role sahip olmayacak. Kaldı ki, bir kez dürüst davranıp, PKK’yi yenemediğinizi itiraf bile edemediniz...
Sayın General, siz bir askersiniz, size bugünkü röportajında Kürt komutanı Murat Karayılan karşılık vermiş. Bir askere en isabetli cevabı herhalde bir asker verir. Fakat savaş, hele ulusal savaşların kaderi generallere bırakılmayacak kadar ciddidir.
Sayın General, ben bir sivil olarak konuşuyorum. Kürt halkının bir yazarı, gazetecisi olarak yazıyorum. Sitemizin devletiniz tarafından iyi takip edildiğini de biliyorum. Yoksa peş peşe yasaklar konmazdı. Kürdistan-Post’a giriş yapanların bir kısmının Genelkurmay siteleri üzerinden geldiğini istatistikler gösteriyor. Bir Kürt aydını ve yazarı olarak benim işim, milyonlarca çocuğun anadiliyle okula gitmesine engel olduğunuz Kürt halkını kendisinin olmayan, ancak ısrarla hükümranlık sürdürmek isteyen devletinize karşı sivil direnişe davet etmektir. Sizin Kürt halkının kafasına geçirdiğiniz aşağılık yaşam biçimini dişle tırnakla dağıtmaktır...
Sayın general, demek sizin işiniz bulmak ve öldürmektir. Eninde sonunda öldürme araçlarınızı da elinizden alacağız. Kürt askerlerini yenilgiye uğrattığınızda, dalgalar gibi üstünüze gelecek Kürt sivil direnişine hazır mısınız Sayın General?
Bir sabah kalktığınızda, Kürdistan’da bütün iş yerlerinin levhalarının şöyle yazıldığını görürseniz, tanklarınızın ve zırhlı helikopterlerinizin tavrı ne olur?
“Kürdistan bakkaliyesi!”
“Kürdistan kahvehanesi”
“Kürdistan kitapçısı”
“Kürdistan dondurmacısı”
“Kürdistan bülbülseverler derneği”
“Kürdistan nargileciler birliği”
“Kürdistan nakliye..”
“Kürdistan döşeme”
“Kürdistan hamam”
“Kürdistan sanat galeri”
“Kürdistan taksi durağı”
“Kürdistan bar”
“Kürdistan oyun salonu...”
***
Demek arayıp, bulup, öldüreceksiniz...
Sayın General, siz veya ardıllarınız eninde sonunda şunu anlayacaksınız. Göçmen olarak geldiğiniz bu topraklarda yasaklayarak yönettiğinizi sandığınız Kürt halkı için adalet yoksa, hiç kimse için olmayacak. İşkence ve ölüm mağduru ellerimiz yakanızdan düşmeyecek. Kürdistan yetimlerinin tuzlu gözyaşları çelikten sanılan sömürgeci sisteminizi çürütecek...
Ölüm tarlasına çevirdiğiniz Kürdistan’nın babanızın çiftliği olmadığını öğreneceksiniz...
***
Not: "Yazarlığıma dair" yazdığım yazıdan sonra, ismini daha sonra anacağım Fransa'dan bir arkadaş bin euro; Amerika'dan bir arkadaşta  bin dolar bir destekte bulundular... İngiltere'den bir arkadaşımız 180 sterlin gönderdi. Dört arkadaşımız da aldıkları kitap parasına ek olarak 100 euro gönderdiler... Bu tür parasal desteklerde açıklık önemlidir. Yoksa bir gün birileri kalkar çok para toplandığını yazar. Paranın geldiği kaynakları özellikle belirtiyorum ki, bir arkadaş yaptığı desteği bu not içinde göremezse itiraz etsin diye. Kitap basımı için toplanan para 2.500 euro civarındadır.  Arkadaşlarımın sunduğu bu destek benim için çok önemlidir. Paranın dışında önemli dayanışma örenekleri de oldu. Bazı arkadaşlar benden istedikleri kitaplarımı satarak katkıda bulunmaya çalışıyorlar...
Sonuç olarak Kürt halkı ve dostlarımız beni sağa sola muhtaç etmediler. En önemlisi, beni artık yazarları olarak kabul ettiler. Çıkacak olan kitaplarımı merak eder ve bekler hale geldiler. Bir yazar için bu çok önemli. Heyecan verici. Bu desteğin karşılığını verebilmek için de günde 18 saate varan bir tempoyla çalışıyorum. Kısıtlı ömrümü iyi kullanmak istiyorum. Zihnimin açık olacağını düşündüğüm 5-10 yıl içinde yazabileceğim konuları tamamlamak istiyorum. Bu yolda ulusumun insanlarından ve dostlardan tek beklentim var. Tıkandığım noktada, yazdığım kitapların basımına yardımcı olmaları... Kitaplarım basılsın yeterli... Çünkü yazılıp basılmamış bir kitap, doğurma vakti gelen hamile bir kadınının doğuramaması gibi bir şeydir. Çıldırtıcıdır... Kitaplarımı alarak ve doğrudan para göndererek beni destekleyen herkese teşekkürler...

  
Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Mazda-Mercedes

Hasan BildiriciTürkiye demokratikleşemez dediğimizde, bazı arkadaşlar, güvercin altına kuluçkaya konan tavuk civcivlerine bakar gibi garip bakıyorlar bize. Cezaevinde güvercinin altına zaten iki de tavuk yumurtası koymuş, bir tavuk ve bir horoz elde etmiştik. Tavuk yumurtasından çıkan civcivlerle anaç güvercinin ilişkileri bir garipti. Anaç güvercin altından çıkan iki yabancı yavruyla kafayı yemişti. Yukarıdan bakıyor olmuyor, eğilip alttan bakıyor olmuyor, uçup yukarıdan kuş bakışı izliyor yine olmuyor. Takla atarak bakıyor yine olmuyor. Anaç güvercin civcivleri ağızdan beslemeye çalışıyor yine olmuyor. En sonunda güvercin sorumlusu Urfalı Abdullah Paydaş'a, tavuk civcivlerini anaç güvercinden ayır da bu işkence bitsin dedik... Öyle yaptı arkadaş. İki civcivi ayırmakla, anaç güvercin öteki yavrularıyla doğru ilişkiler kurmaya başladı...
Türk devlet hakimiyeti altında yabancı civcivler gibiyiz. Ayrılmadıkça, iki ulusun yavrularına çektirilen bu işkence bitmeyecek.
Türk devletinin Kürt sorununu çözme çabaları benim Mazda marka otomobilden mercedes çıkarmama benziyor. Oğlum yedi yaşındayken mercedes arabası olan tanıdıklar tarafından kızdırılıyordu:
"Bizim mercedesimiz, var sizin yok!"
Ailesi güçlükle geçinen bir çocuğa bu söylenir mi allah aşkına. Bu takılmalar üzerine oğlum çamura yattı. Bizim kilometresi beş yüzbine dayanmış mazda marka arabaya binmez oldu. O sırada aklıma cin gibi bir fikir geldi:
"Gel biz bu mazdayı mercedes yapalım," dedim.
Kuşkuyla yüzüme baktı çocuk:
"Olur mu?".
"Bal gibi olur!"
Tanıdık bir arkadaşın garajından bir mercedes amblemi bulup, kuvvetli bir zamkla Mazdanın önüne yapıştırdık.
"Bizim mersedesimiz var sizin yok!" diyenlere:
"Bizim de Mazda mersedesimiz var," diyordu çocuk.
Türk devletinin Kürt sorununu çözme işi bizim çocuk kandırmak için mazdadan mercedes çıkarmamıza benziyor. Beş on tane kravatlı ve etekli Kürdün kolalı giysilerini Türk iktidar olanaklarının sağına soluna iliştirmekle Kürt sorununu çözdük diyorlar.
Sağlıklarına dikkat etmeleri ve can güvenliklerini korumaları dışında hiçbir beklentimin olmadığı DTP milletvekilleri de diyor ki:
"Bölge halkının seçtiği bölge milletvekilleriyiz!"
Ben bunu eleştirince bazı arkadaşlar, ülkelerinin adını anmamakla bir bildiklerinin olduğunu söylüyorlar. Ben de diyorum ki, hiç bir bildikleri yok. Ülkeleri Kürdistan'ın adını korktukları için söyleyemiyorlar. Ülkesinin adını söyleyemeyenler doğal olarak Kürt sorununu çözemiyor. Soruna isim koyamıyor. Ülkesinin adını söylemeye cesaret edemeyenlerin ülke sorunlarını çözdüğünü siz nerede gördünüz? Var mı böyle bir örnek?
Bütün yazılarımda işlediğim temel bir husus var. O da şu: Türk devleti Kürt sorununu çözemez. Türk devleti demokratikleşemez. Hitler rejimi demokratikleşebildi mi? İtalya'daki Musolini rejimi demokratikleşti mi? Rejim ve düzen korunarak Irak demokratikleşebildi mi? Sovyetler Birliği dağılmadan yeni rejimler inşa edilebildi mi?
1800'lü yıllarda Osmanlı bir Batı bildirisi olan Tanzimat Fermanı'nı okumuştu. Türkiye 300 senedir demokratikleşecek. Osmanlı dağıldı, Osmanlı'dan bir çok bağımsız devlet çıktı. Kürtler ağzını açmış hala bekliyor. Türk yönetimi insafa gelecekte Kürtler korkmadan Kürtçe konuşabilecek.
Önceki gün Ahmet Türk devlete çağrı yaparak diyor ki, elimizi tutun. Türk devleti zaten sürekli elimizi tutuyor. En son Hakkari de çocuklarımızın elini tutmuş, şöyle hafif arkaya doğru kıvırmış; görevliler, Kürt kolu kırmanın çat-tık diyen o eşsiz melodisini dinlemişlerdi. Yapma Ahmet Ağabey, gözünü seveyim, coplu, kalaslı, elektrik manyetolu, tüfekli, tanklı-toplu ellere vermeyin mağdur ellerimizi... Türkler zaten Kürt kardeşin el ve ayağını kırmakta ustalar. Biz elimizi kurtarmaya çalışıyoruz, siz kolumuzu verelim diyorsunuz.
Tekrar belirtelim.
Türk devletinin Kürt çözümü yoktur. Yapısı, yasaları, konumlanış biçimi çözüme uygun değildir. Yalan, dolan ve hileden de ancak yıllık oyalamalar çıkıyor.
Kürt sorunun çözüldüğü yerde bu devletin bir çok yanına ihtiyaç kalmadığını herkes görecek.
Mazdanın önüne arma takmakla mercedes otomobil elde edilmiyor.
Ülkesinin adını söylemekten korkan beş-on Kürdü memur yapmak ve 'yakında iyi şeyler olacak' demekle de Kürt sorunu çözülmüyor.

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

AKP Faşizmi

Hasan Bildirici12 yıllık tutsaklık hayatımda, poliste ve cezaevlerinde en çok işkenceyi Türkçü ve İslamcı memurlardan gördüm. Toplu saldırırken, “Allah Allah!..” veya “Allahuekber” demeyi ihmal etmezlerdi. Solcuların, kendi hatalarını, sol ideolojiden uzak tutmaları gibi, İslamcı-Türkçüler de kendi katliamlarını, cinayet ve işkencelerini birer provokasyon olarak nitelerler. Onlara sorarsanız Sivas, Çorum, Maraş katliamlarında hiçbir rolleri yoktur. Birileri onları kışkırtmış, onlar da vurup öldürmüşlerdir… Türk basını ve iktidarları şöyle namuslu bir soruyu kendilerine hiçbir zaman sormazlar:
“Neden bir kişi, ‘bu dinsize, kitapsıza, Allahsıza, Kürde vurun!’ Dediğinde bütün şehir ve kasaba vurmak için harekete geçiyor? Bunları böyle toplu harekete geçiren sinerji nereden geliyor?”
Onlar böyle bir soruyu sormaz, cevabını da doğru vermezler. Ama biz hem sormasını, hem de cevabını biliyoruz. Türk devleti, ona bağlı Türkçü ve İslamcı partiler, 86 yıl boyunca, farklılıklara yönelik cinayete ve katliamlara eğilimli nesiller yetiştirmişlerdir. Provokasyon diyerek kendisinden kaçtıkları gerçek budur. İktidara gelmesi için ABD destekli 12 Eylül darbesiyle önü açılan İslamcı ve Türkçü kadrolar şu anda iktidardırlar. Siyasal Kürtlükten ve solculardan arındırılmış Türk üniversitelerinde yetiştirildiler. Belki gençler bilmez, 12 Eylül’den önce iki polis derneği vardı: Pol-Der ve Pol-Bir… Pol-Der, solcu polislerin derneğiydi. Pol-Bir ise Türkçü ve İslamcı polislerin derneği idi. 12 Eylül’de Pol-Der üyesi bütün polislerin işine son verdiler. Türkiye’deki polis teşkilatı tamamen Türkçü ve İslamcı militanlara bırakıldı… Sanırım geçen yıldı; on bin kişilik polis kadrosu olan Ankara’da, Ramazan’da, sadece onbeş polis oruç tutmayacağını mutfağa bildirmişti.
Bu, Türkiye’nin sistemidir. Saddam sisteminden daha katı, daha faşist bir sistemdir. Türkiye nüfusunun üçte biri olan Alevilerin Ramazan’da değil de, başka bir ayda oruç tuttuğu bilinir. Nüfus oranlamasına göre hesaplarsak, bir kaç bin polisin Alevi kökenli olması ve oruç ayım değil diye de başvurması gerekirdi. Oruç tutmayacak olan komünistleri, ateistleri, hastaları saymıyorum… Bu ne biçim bir sistem ki, 10 bin polisten ancak 15 kişi cesaret edip oruç tutmayacağını bildirmiş.
Bundan iki sonuç çıkar. Ya polis teşkilatı tamamen Türkçü-ve İslamcılardan oluşuyor, ya da diğerleri korkusundan oruç tutmuş gibi görünüyor…
Her iki durum da faşizmdir.
Siz, solcu veya Kürtlüğünü açıkça savunan bir emniyet müdürü, bir bürokrat, bir vali, bir kaymakam ve bir albay tanıyor musunuz? Ama 12 Eylül öncesi vardı; örneğin Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul solcuydu ve faşistler tarafından öldürüldü. Ankara Baş Savcı Yardımcısı Doğan Öz solcuydu, şu anda MHP milletvekili olan İbrahim Çiftçi tarafından öldürüldü.
Türkiye’nin AKP ile ileri gittiğini söyleyenler, alttan alta AKP faşizminden beslenen çıkarcılardır. AKP’ye en çok oy veren Konya, Yozgat, Trabzon, Sakarya, Bursa, Rize… Hangi şehri içine katarsanız katın, bu şehirlerde yaşayan kitlelerin hangi özelliği ilericidir? Manisa’da Romanlara saldıran güruha gidin sorun, yüzde doksanı AKP’li çıkmazsa biz bu ülkeyi tanımıyoruz demektir.
AKP, faşist bir partidir. Faşizm, bütün ülkelerde yalan ve hile ile iktidara gelir. Musolini’nin partisinin adı, Sosyalistti; Hitler’in partisini adı da, sosyalistti.. Faşistler, toplumda çözüm bekleyen en önemli değerlere el atarak iktidara gelirler…
AKP ve kitlesinin ne kadar demokrat olduğunu sınamak mı istiyorsunuz; AKP’nin en çok oy aldığı bir ile gider, çarşı ortasında iki Kürtçe şarkı söyler veya solcu bir pankart açarsınız… O zaman da “gör başıma neler geldi” türküsünü söylersiniz.
Humeyni, İran’daki liberallerin ve komünistlerin desteğini alarak iktidara geldi. Şah zulmünden bıkan liberaller ve Komünistler Humeyni hareketini gönüllü desteklediler. Humeyni iktidara gelir gelmez, öncelikle İran komünist Partisi TUDEH’in ele geçirdiği bütün üyelerini öldürdü. Ardından liberal temsilcileri tek tek ortadan kaldırdı. Siyasal İslam, iktidar tutkunu liberallerin umduğu gibi yerinde duracak bir güç değildir. Siyasal İslam, iktidarını sağlamlaştırdığında, on bin Ankara polisine oruç tutturacak, Rize şehrinin tümüne de türban taktıracak, Kürdistan’nın bütün siyasilerinin kollarına kelepçe takacak kadar acımasız bir içeriğe sahiptir. Acımasızlık, Hıristiyanlık, Yahudilik veya Müslümanlık, bütün dinsel iktidarların genel karakteridir.
Bugün Kurdistan Posta da yazısı yer alan Milliyet yazarı Serpil Yılmaz’ı iyi okuyun. Patronlar, Kürt işçilere çıkış veriyor diye yazmış. Bu patronların yüzde doksanı AKP’lidir. Kürtlerin ve solcuların linç edildiği bütün şehirlerde aşağı yukarı en güçlü parti AKP’dir. AKP Kürdistan’da Kürt siyasetçilere vururken, Türk şehirlerinde de içlerine karışmış MHP’li unsurlarla Kürtlere linç ve ölüm korkusu tattırmaktadır. AKP iktidarında, Kürtleri linç etmekten dolayı işeri alınmış tek Türk milliyetçisi yoktur. Fethullah Gülen ve AKP ile ilgili en isabetli tespiti Fransa’nın Le Monde gazetesi yapmıştı:
“Fethullah Cemaati, ABD dış politikasının Orta Asya ve Orta Doğu'da sıradan bir piyonudur”
Saddam’ı, Bin Ladin’i Ortadoğu’nun başına bela eden ABD, Türk Kontrgerilla birimini kuran ABD, çürümüş ve değerleri aşınmış Kemalizm yerine, Siyasal İslam’ı oturtuyor. Kemalist iktidarın biçimlendirdiği İslamcı-Türkçü kadrolar köy, kasaba ve şehirleri ele geçirdi. ABD, İsrail hariç tümü Müslüman olan Ortadoğu’da, Kemalist devletin çürüdüğü yerde, ucundan kıyısından batı değerlerine bulaşmış Türk siyasal İslam’ıyla ittifak yapıyor. İlericilik dedikleri bu. Tıpkı tahta çıkan Osmanlı Padişahlarının yaptığı gibi, iktidara gelen Siyasal İslam da çevre halkalara akçe dağıtıyor. Çürümüş rejimin en mağdur iki kesimi Kürtlerin ve Alevilerin en oynak kesimlerine iktidar olanaklarından rüşvet verilerek, İslam’a dayalı yeni Osmanlıcılığın temeli ve çatısı çakılmak isteniyor. Siyasal İslam projesinin tümüyle iktidar yapılmasının önünde iki engel bulunuyor. Biri, 86 yıl boyunca her türlü iktidar pisliğine bulaşmış ordu… Gözden çıkarılmış organlar hariç, orduyla uzlaşarak, anlaşarak işi götürüyorlar. Kürdistan’daki engel ise PKK’dir. AKP ve Siyasal İslam’ın gözden çıkarılmış ordu birimleriyle ile PKK’ye aynı anda vurması ve ikisini Fethullahçı basın aracılığıyla aynılaştırmak, bundandır. “Kozmik oda” ya girilirken, belediye başkanlarının plastik kelepçe ile tek sıraya geçirilmesi de bundandır. Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’lerden de okuyacağınız gibi, TC Sovyetleri çöküyormuş. Rus Sovyetleri çökerken, Rusya çevresindeki halklar bağımsızlıklarını kazandılar. Kendileri oldular. Kendi yönetimlerini kurdular. Bağımsızlık kazanan ondört cumhuriyetin hiç biri, çökmekte olan Rus Sovyetlerini kurtarmaya koşmadı.
Fakat her dönem çağ kaçıran Kürtler, Malazgirt’te Anadolu’yu ve kendi topraklarını Türklere açması gibi, 600 yıl Osmanlı sınırlarının bekçiliğini yapması gibi, dağılan Osmanlı’dan bir Türk devleti kurup kendisini yasaklayacak Türklere armağan etmesi gibi; şimdi de, biraz zorlasalar dağılmanın eşiğine gelmiş Kemalist diktatörlük yerine hazırlanan Türk –İslam devletinin yardımına koşuyorlar. Böyle ucuz ve hesapsız davranmakla yeni Kürt nesillerinin geleceğine ipotek koyduklarının farkında değiller mi? Kürtlere vurmaktan çürümüş ve çökmenin eşiğine gelmiş bir devlet yeniden restore edilirken, Kürt siyasetçilerinin ve aydınların pozisyonu devletle PKK arasında hakemlik mi olmalıydı? AKP, çürümüş rejimin Kürdistan’ı elde tutmada kullanacağı son projedir. Dinsel bir projedir. Türklüğü ve İslam’ı yayma projesidir. AKP, ve Siyasal İslam Türkiye’de bütün yönetimi ele geçirdiğinde, Kürt siyasetlerinin ve Kürt özgürlük hareketlerinin yaşayacağı trajedi, kelepçeyle tek sıraya geçmiş belediye başkanlarının akıbetinden çok daha ağır olacaktır. AKP trenine binmiş Cengiz Çandar, Ahmet Altan ve Hasan Cemal gibi liberal gazeteciler, çağdaşlaşmak isteyen Kürt ve Türk toplumu adına bize AKP’yi desteklemeyi önermekle ahmaklık yapmaktadırlar. İnsan bu kadar günlük çıkar peşinde koşmaz. Sokakları ve devleti tümüyle ele geçirecek Siyasal İslam’ın çağdaş insanlarla paylaşacağı bir iktidar hiçbir zaman olmayacaktır. Ortalama 4-5 milyonluk bir kitle gücüne sahip olduğu halde, tek sıra halinde kelepçe altına girmeyi kıyamet derecesinde sorunu yapmayanlarla, hala PKK’nin ilk kuruluş yıllarındaki Pilot Necati’yi tartışanların Kürt toplumunu taşıyabileceği ileri mevzi neresi olabilir?
Bomba, silah ve ölüm çığlıkları altında doğup büyümüş Kürdistan gençliği yenileştirilmiş çift dikişli sokak ve devlet faşizmine teslim olmayacaktır bu kez. İnsanların etnik kimlikleri ve dini inançlarını iktidar aracı olarak kullanan sahtekarlar aracılığıyla yönetilmeyi kabul etmeyecektir. Kürt sorunu, Kürdistan davasından bıkmış yüz veya iki yüz Kürdün devlete ait çeşitli kurumlarda memur veya yönetici olarak istihdam edilmesi sorunu değil; Botan, Garazan, Amed, Serhat ve Dersim Kürtlüğünün, iktidar olma ve vatanları Kürdistan’ı yeniden inşa etme sorunudur… Bu kez hayat böyle akacaktır…

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Kürt Güvenliği

Hasan BildiriciÖnceki günlerde yazdığım, “PKK ve intihar” başlıklı yazıda, Kürtler açısından dağ savaşının artık bitmesi gerektiğini söylemiştim. Bir arkadaş Afganistan’ı örnek vererek, dağ savaşının hala sürdüğünü ve Amerika’ya kök söktürdüğünü yazmıştı. Kürtler Afganlılar değildir. Afganları yenmek olanaksızdır. Yönetim biçimi ne olursa olsun, bağımsız yaşamak bir Afgan karakteridir. Sovyetler Birliğini yenip çökertmişlerdi, büyük ihtimalle Amerika’yı da yenecekler.
Şu anda Afganistan’daki yönetim de Afgan’dır. Yani en geri Afgan işbirlikçisinin ulusal davranışı,  en ileri Kürdün ulusal davranışından daha ileri bir özelliğe sahiptir. Onlar dillerini, kültürlerini, çocuklarını, köylerini, yaşamlarını işgalciye teslim etmezler.
Ama Kürtler eder. Etmeseydi, bu kanlı çıkmazda yüzlerce yıldır hala canhıraş boğuşuyor olmazdık. Kürtlerin dağ savaşını bitirmesini istemek, Kürtlerin öldürücü Türk namlularına karşı savunmasız kalmalarını istemek anlamına gelmez. Ben de İsmail Beşikçi gibi, PKK gerillalarının Kürdistan’ın yerel güvenlik gücüne dönüştürülmesini isteyenlerdenim. Bu kabul görmüyorsa, yerel yönetime bağlı başka güvenlik birimleri kurulur. Kürtler bu saatten sonra, kendisini her defasında katlettiği kanıtlanmış ırkçı namlulara enselerini teslim etmezler.
Kürtler Türklere namuslarını teslim etti, namusları kirlendi.
Çocuklarını teslim etti, çocukları öldürüldü.
Onurunu teslim etti, onuru çiğnendi.
Dilini teslim etti, dili yasaklandı.
Canlarını teslim etti, canları alındı.
Köy ve şehirlerini teslim etti, isimleri değiştirildi.
Bugün hala dillerden düşürülmeyen Kürt-Türk işbirliği veya kardeşliği, aşağılık bir kardeşlik ve işbirliğidir. Ortada kardeşlik yoktur; Kürtlerin, Türk devlet hizmetine sokulduğu kölelik ilişkisi vardır.
Kürtler, Türk devletine karşı elbette savunmasız kalmamalılar… Eğer ortada sürekli bir saldırı varsa, iki türlü savunma olur; ya uluslar arası güvencelerle ya da silahla… Fakat dağ savaşı diken üstünde garip bir çizgi izliyor. Kürtlerin ulusal kongreleri olmadığı için bu tür sorunları tartışamıyorsunuz.
Fakat bırakalım dağ savaşını, halkın en az yüzde altmışının desteğini almış PKK isterse Kürdistan’da devlet açısından hayat durur.
Fakat Kürdistan’da durmadığı gibi, çocukların ve belediye başkanlarının içeride olduğu şu sıralar hayat devlet açısından Kürdistan’da şimdilik sorunsuz bir şekilde akıp gidiyor.
Bizler, iki mermi ve iki pusuyla heyecanlanacak insanlar değiliz. İki görkemli miting veya bir askeri eylemle de görüşlerimiz değişmez. Kürt sorunu, Kürdistan sorunu bunların dışında bir şeydir. Zaman, kendi konumunda yerinde ve zamanında gerekli değişiklikleri yapmayan iktidarları ve muhalif hareketlerini çürütür, yerinden kıpırdayamaz hale getirir.
Kürt dünyasındaki çürüme ve savrulmalarla, Türk devleti içinde ortaya çıkan çürüme ve savrulmalar bunun açık işaretidir. Kendinizi sürekli çürümüş bir devletin günlük politikalarına göre ayarlarsanız, adımlarınızı ona göre atarsanız, siz de rakibinizle birlikte çürürsünüz.
Çürüyen iktidarlardır, siyasetlerdir, yoksa Kürt sorunun kendisi değildir. Kürt sorunu çürümez. Kürdistan’ın özgürlük ve yurt kavgası çürütülemez. Çürütüldüğü sanılan yerden, daha güçlü filizler boy verir.
İnsan bazen kendisiyle ve tarihiyle tartışabilmeli. Bin yıllık bağımlılığın Kürt dünyasında yarattığı travma, çürüme ve insanlık dışı ilişkilerin bir PKK hareketiyle süpürülüp atılması mümkün değildir. Tarih, neredeyse bin yıldır egemenlik altında yaşamış toplumların bir otuz yılda arındığını gösteren örnekleri barındırmaz. Bin yıl egemenlik altında yaşayan uluslar ve toplumlar genellikle bitirilmişlerdir. Onlar, tarihi eserlerde birer kalıntı gibidirler.. Fakat işte Kürtler, devletsiz oldukları halde, kayaların ve dorukların en ulaşılmaz yerlerine tutunmuş kara çalılar gibi, tarihin en alt ilişkilerine tutunarak, Farsları, Arapları ve Türkleri idare ederek bu günlere gelmişler. İyi ki de gelmişiler.
Sorun olan, hayata tutunmanın bu iki yüzlüce biçiminden Kürtlerin hala ısrarla vazgeçmemesidir.
Hangi çağda yaşıyoruz biz ve çağ neyi buyuruyor: Çağ, kayıtsız şartsız özgürlük istemeyi buyuruyor. Bunu istediğiniz zaman sizi topluca öldürme olanakları yok artık. Bunu istediğinizde, sizi topraklarınızdan tümüyle süremezler. Siz Türkçe okula gitmek istemediğiniz zaman sizi zorla okula gönderme şansları kalmamıştır. Kürdistan’ı boydan boya Kürtçe levhalarla donatmanız karşısında, egemenliğin çıldırmaktan başka elinden bir şey gelmez. Siz istemezseniz, sokaklarınıza bu kadar serbestçe girip evlerinizi basamazlar. Siz istemezseniz, belediye başkanlarının tutuklandığı yerde valilik ve kaymakamlıklar herhangi bir vatandaş işlemi yapamaz… Siz istemezseniz ordular Kürt şehirlerini rahatça geçip dağları bombalayamaz.
Peki bunlar niye olmuyor? Sadece şimdi değil, tarihten beri hem devleti hem Kürtlüğü idare eden iki yüzlü Kürt kişiliği bütün süreçlere hakimdir… Bütün isyanlar ve hareketler bu nedenle yenilmiştir. PKK’nin hızını kesip, en alt düzeyde taleplere razı eden de bu tarihsel ilişki biçimin psikolojik ağırlığıdır. Kürt aydını da iki yüzlüdür. İki yüzlü kavramını bir hakaret olarak kullanmıyorum, bir durumu tespit etmek için kullanıyorum. Kürt aydını, Kürt hareketleri güçlü olduğunda ondan yana tavır alır, zaaf ve zayıflık gösterdiğinde ise yüzünü devlete döner. Geleneksel Kürt aydının kafasında, bağımsız yaşamak, özgürlük istemek gibi bir tutku ve istek yoktur. Özgürlük talebi, Türk devletinden edindiği alt düzey ayrıcalığın çıkar duvarlarına çarpıp çoğu zaman tuz buz olur.
İsmail Hoca, “Kürtler özerklik istemiyor” başlıklı yazısında, Kürtlerin tarihsel bu zaafına değinmiş. Kürt siyasetçileri ve aydınları federasyon veya bağımsızlık istemiyor. Bağımsızlık ve federasyon isteyenler de, aile ilişkilerini, devletle olan çıkar ilişkilerini, kendi konumlarını riske etmeden istiyorlar. Bir nevi danışıklı dövüş gibi bir şey. İsteyeceğim, ama bu yolda bir şey yapmayacağım. Kürtler bu işi iyi biliyor. Fakat bu tarzın da Kürt toplumunu getirip dayadığı yer, bin metre yükseklikte aşılmaz bir duvar dibidir.
Amerika, Güney Kürdistan, AB ve Türkiye, PKK’ye silah bıraktırmak için çabalıyorlar. Daha önce yazmıştım, Birinci Dünya Savaşı dört, İkinci Dünya Savaşı beş yıl kadar sürmüştü. PKK neredeyse 30 yıldır dağlarda mücadele ediyor. İnsan ömrünün yarısı. PKK silah bıraksa da bırakmasa da Kürtlerin Türk devletine karşı kendi can güvenliklerini koruma sorunu, birinci sorun olarak önümüzde duracaktır. Türk valiler, Türk subaylar, Türk emniyet müdürleri, Türk istihbaratçılar, Türk kışlalarının tehdidinde  yaşamak istemeyen  bir halk var… Kürt sorunu tamamıyla budur… Kürtlerin eninde sonunda kendi topraklarında çürüteceği kurumlar da, yukarıda saydığım kurumlar olacaktır.
Bu nedenle PKK’nin silah bırakıp bırakmaması, Türk devletinin Kürdistan’a hakimiyet derecesini pek etkilemez. Türk devleti, dağları değil; Şırnak’ı, Cizre’yi, Diyarbakır’ı ve Van’ı yönetemiyor. Sorun dağlarda değil, köy, kasaba ve şehirlerdedir. Dağlarda silahlı kişiler olmazsa, Türk devleti şehirleri teslim alır demek, Kürt sorunun karakterinden bir şey anlamamak demektir.
Onun için bu saatten sonra Kürtlerin düşüneceği şey şu olmalıdır: Dağlarda, vadilerde, mağaralarda, sığınakların zor koşullarında silahlı güçlerin varlığını savunma yerine, köy şehir ve kasabalarda Kürt halkının can güvenliğini koruyacak; onun malına, namusuna, onuruna sahip çıkacak öz güvenlik birimlerini savunmak…  
Şimdi ve gelecekte, Kürtlerle bu konuda anlaşmayan Türk devletinin Kürdistan’da kurum ve kuruluşlarıyla devletlik yapma şansı yoktur.
Özgürleşen Kürt hayatı, kendisine, devletlik adı altında çetecilik yapan tetikçi kurum ilişkilerinin tümünü omuzlarından yere atacaktır…
Kürtlerin fiili özgürleşmesi, Türk yasa ve kanunlarının on yıl önünde gidiyor çünkü


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Öcalan ve Ölüm

Hasan BildiriciMilliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli:
"Hodri meydan! Dosyasını meclise getirin Öcalanı asalım," dedi. Dedi ama, Devlet Bahçeli cinayete teşebbüs suçu işledi. Çünkü ceza hukukunda bir ilke var. Cezası kesinleşmiş biri aynı suçtan yeniden yargılanıp daha üst bir ceza çarptırılamaz. Cezası düşürülebilir, ancak yükseltilemez. Bu bir hukuk ilkesidir. Hapishanelerde 12 sene Türk hukukuyla boğuştuğumuz için bu tür konularda, uzun süre hapis yatan diğer arkadaşlar gibi, biz de uzmanlaşmışız. Bizim durumumuz uzmanlığın ötesindedir. Her mahkemede boyunlarımıza birer idam ve müebbet takarak hapishaneye dönerdik. Boynuna müebbet hapis cezasını bir kez takan, idamdan yırtmış oluyordu. Ondan sonra istedikleri kadar yargılasınlar, yeni deliller uydursunlar, mahkeme idam cezasını veriyor, fakat daha önce bir kez müebbet ceza alınmış olduğu için cezayı oraya indiriyordu. Yani Devlet Bahçeli’nin söylediği boştur, imkansızdır, yalandır. Öcalan’ın dosyasının meclise gelmesi için idam cezası alması lazım. İdam cezası alması önünde ise şu anda kesinleşmiş olan "ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası" engeldir. Ancak Türk ırkçılığı çaresiz konuşacaktır. Yalan yanlış şeyler söyleyerek bunu bize yutturduğunu sanacaktır.
 Bir işkence sırasında, işkenceden bitkin bir şekilde düştüğümüz yerde, bir binbaşı yüzümüze işemiş ve bizleri köpekleştireceğini söylemişti. Biz zulüm ve işkence karşısında köpekleşmedik. İnsan soyunun bir onuru ve şerefi vardır. Bir an gelir ki, ölüm tatlı bir şerbet gibi gelir insana. Esir aldığı insanların suratına işeyen soysuzlara sahip bir ordu savaşı asla kazanamaz.
Taraf Gazetesinin faşist yazarı Önder Aytaç ise Öcalanı öldürmeyi önermişti. Devlet Bahçeli ile fikirleri örtüşüyor. Bunlar zır manyak. Kendi korumaları altında, kendi mahkemelerinde yargılanıp ceza almış, kendi güvenlik elemanları tarafından korunan birini öldürmeyi öneriyorlar. Biri Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin genel başkanı, ötekisi çok demokrat geçinen Taraf gazetesinin yazarı Cahil ırkçılarla tartışmak ne zor. Irkçılığın zaten cahillik olduğunu söyleyeceksiniz biliyorum, fakat bu kadar cahiline de hiçbir yerde rastlamak mümkün değil. Haydi diyelim bir şekilde Öcalanın hayatına son verdiler. Bunun ilk sonuçları şöyle olur. Türkiye ve Kürdistan sivil siyasetçi mezarlığına döner. BDP’lilerden canını kurtaranlar en yakın sınırdan ya Kandil’e ya da Avrupa’ya çıkarlar. Türk siyasetçileri Uludağmı çıkar yoksa Erciyes’e mi bilmiyorum… Çünkü Türkiye ve Kürdistan, Öcalan’ın öldürülmesini kaldıramaz. Barbarlık dönemi başlar. Tabii ortada MHP ve Bahçeli diye bir şey de kalmaz.
Çünkü Kürtler artık, 17 bin 500 sivilini JİTEMin önüne attığı eski Kürtler değil. O zamanın PKK’si kendi halkına yönelik sivil cinayetleri dağdan öylesine izliyordu. Üstelik tutuk ve ne yapacağını bilmez bir halde izliyordu. Şimdi PKKye korku ve ürküntü tanımayan yeni nesil hakim. Bu yeni nesil eskiler kadar tahammüllü değil. Halk da eskisi gibi tahammüllü değil. Bir Kürt siyasetçisi burnundan faşist yumruk aldığında halk ve gençlik "PKK İntikam!" diye yürüyor… Onun için mücadeleyi belirli çerçevelerde sürdürmek Kürtlerin ve Türklerin ortak lehinedir. Bunu, çıkacak olan felaket olayları açısından söylüyorum. Öcalan sivil bir Kürt siyasetçisidir, esirdir. Hiç nedeni ve hukuku yok iken Öcalan’ın canına yönelmek her alanda sivil siyasetçileri ortadan kaldırma dönemi başlatır ki, dişlerini ve yumruklarını sıkıp duran bir-kaç milyon Kürt gencinin de işin içine gireceği cehennemi bir durum çıkarır ortaya… Türk devleti ve PKK de bu cehennemi duruma eşlik eder ki, Türkiye ve Kürdistan toprakları katliam tarlasına döner
Ardından karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş yeni iki ülke çıkar ortaya Yani Devlet Bahçeli ve Taraf Gazetesinin faşist yazarı ne yaparlarsa yapsınlar, işleri kesat olarak kalacak. Çok övündükleri iç savaş tarifleri doğrultusunda ben de kendilerine varacağımız noktayı tarif edeyim. Kuzey Kürdistan’da yirmi milyon Kürt olduğu söyleniyor. Türk ırkçıları bir milyon Kürdü öldürseler kalır 19 milyon. Öldürülen bir milyondan 5 milyonluk bir yetim ordusu geriye kalacağı için Kürtlerin sayısı 24 milyona çıkar Bu rakamları verirken bile utanıyorum, sırtım terliyor Geri zekalı önermelerin sahiplerine kıvırtacak alanları kalmadığını, tek seçeneklerinin Kürtlerle iyi geçinmek olduğunu anlatmak istiyorum.
Devlet olmak, uygarlığa erişmek ve kendi vatandaşlarına korkusuz gün ve geceler yaşatmak istiyorlarsa, ölüm diliyle konuşmayacaklar. Devlet olana, bütün iktidar olanaklarını elinde bulunduranlara ölüm dili yakışmaz. Ölüm diliyle konuşmayı sürdürürlerse, uzak sandıkları ölümün bir gün kendi kapılarına geldiğini şaşırarak görecekler ve hayıflanacak vakitleri de olmayacak… Biz ölüm tiryakisi edilmiş bir halkız. Şaşırmayız. Bir şekilde onu da savarız. Fakat öldürmeye alışmışlar, yaratacaklar kendi felaketlerinin altından kakamayabilirler.
 Onun için önce ölüm dilini terk edecekler!


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com