6 Ekim 2011 Perşembe

Bir Zavallılık Portresi; Mehmet Metiner


Zavallılık Portresi M.Metiner–Erdoğan AlparslanToplumları, insanları yaratan değer yargılarıdır. İnsanı toplum nezdinde değerli kılan yaptığı pratikler ve yarattığı değerdir. İlkel toplumlardan gönümüzün modern toplumlarına bu hep böyle gelmiştir. Aksi bir durum söz konusu bile olamaz.

Gel gelelim asıl konumuza, şahsına münhasır bir insan olan Mehmet Metiner’e. Malum, geçenlerde başbakana sallayıp durduğu bir ses kaydı ortaya çıktı. İlk önce bunlar komplo dese de sonra kabullenmek zorunda kaldı ve böylece başladı Metiner’in af hicreti. Önceleri tv tv dolaşıp af diledi; bu fayda etmeyince, İl il, ülke ülke başbakanın peşinde dolaşıp af diledi. En sonunda Kayseri’de bu amacına mazhar oldu. Mazhar oldu olmasına da efendisinden yüz bulmadı. Eril efendiden yüz bulmayınca kendisini dişil efendisinin eteklerine attı. Oradan sonuç almayınca cümle aleme rezil olduğuyla kaldı.

Mehmet Metiner’e bir çift sözüm var; ilahi dalet diye bir şey var, mazlum bir halkın bu kadar günahına girsen, olacağı budur. Ne demişler; alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste. Gerçi biraz çabuk oldu ama önemli olan, hakkın yerini bulmasıdır.

İnsanlığın geriye evrimidir Metiner, tüm değerleri alt üst edilmiş, ihanetin vardığı noktadır. Evrim ileriye doğrudur ama bu hainler için geçerli değil, onlar için geriye doğrudur evrim. Metiner gibilerinde İnsandan maymuna doğrudur evrim. Kendinden ne kadar taviz versen o kadar maymunlaşır ve en sonunda sülüğe dönüşürsün birilerinin eteğine yapışır kalırsın, Metiner gibi.

Hatırlarsanız bir dönem Katır Reşo diye bir katır vardı, Gerillanın yük taşıdığı bir katırdı bu. Askerlerin eline geçince gerillanın geçiş yollarını sığınaklarını, mayın döşedikleri alanları ifşa etmişti. Bu yüzden genelkurmay tarafından madalya verilmişti. Daha sonra da emekliliğe ayırarak bir ahıra kapatmışlardı. Evet, bu devlet hain katırlara önce madalya takar işi bitince de ahıra kapatır. Bu topraklar çok Katır Reşo gördü, hepsi de kendi pisliklerinde boğuldular, tarihin karanlık sayfalarında sadece katır olarak insanların bilinçlerinde kaldılar.

Rahmetli dedem olsaydı şunu derdi Ax lo memedo, ew çi hale? derdi. Evet, memedo, ew çi hale? Bir insan bu kadar mı düşer? Darwin’i bile yanıltın. O, evrim geriye doğru olmaz ileriye doğru olur, demişti. Ama sen insandan sülüğe doğru bir evrim geçirerek onu yanılttın. İnsan dediğin omurgalıdır bu yüzden dik durur, sülüğün omurgası yoktur o yüzden dikleşmez, dik durmaz, kaygan bir zemini vardır. En sonunda eteğine yapıştığı organizmanın altında kalarak ezilir. Hani şairin biri der ya; “Ve vardır her vahşi çiçekte gurur”. Vahşi çiçekte bile olan gururun neden sende esamisi okunur.

Girişte de belirttiğim gibi insanları, toplumları var eden yarattığı değerlerdir. Bu değerler nedir; şeref, haysiyet, onur, erdem, gurur vs. bunu uzatabiliriz. İnsan bu saydığımız değer yargılarıyla vardır, aksi olsaydı hayvanlardan farkı kalmazdı insanın. Aristotales: “İnsan düşünen bir hayvandır” demişti. Bense, insan gururlu bir insandır diyorum. İnsanı hayvandan ayıran en önemli yönü düşünmesi değil, değer yargılarıdır. Değer yargıları olmayan her tür rezaleti yaşar, alçak olan kimse düşmekten korkmaz. Allah bir düşmeye görsün, insan ne hallere düşer, Metiner kardeşimde olduğu gibi.

Son olarak şunu belirteyim; bu topraklar çok hain keklikler, Katır Reşo’lar gördü, hepsi de bir toz bulutu gibi yok olup gözden kayboldular. Onlar insanlığın bilincinde sadece hain olarak yer edindiler. Tarih kahramanlardan, cesurlardan, sadıklardan övgüyle bahseder, korkak ve hainlere ise sadece lanet eder. Mehmet Metiner birkaç âcizane öğüt verip bitireceğim. İsteklerini tutsak al, vicdanına tutsak ol. O zaman göreceksin ki, eğilip bükülmeden de insan yaşayabilir, hem de onurlu biri olarak etrafından saygı görerek yaşayabilir. Bu şekilde itilip kakılmazsın. Unutma, onur ve erdem sahibi insanlara düşmanları bile saygı gösterir. Umarım doğru yolu bulursun. Atalarımız ne demiş, yanlışın neresinden dönersen kârdır. Ne olursan ol gel, ‘’Mürtedi’’ de olsan yine gel.

NOT:Mürtedi; dinden dönen demek.

Erdoğan Alparslan
erdogan_alparslan@hotmail.com

Kurdistan’da Zorun Rolü


Kurdistan’da Zorun Rolü – Hejarê ŞamilKeşke YÖK’ler kararlarını hep 19 Eylül’lerde verseydi, keşke Türk yöneticileri barıştan, insanlıktan, dostluktan, insan haklarından anlasaydı. Keşke yazılarımıza “Kurdistan’da ve Türkiye’de demokrasi rüzgârı” kabilinden başlıklar atacağımız günler yakın olsaydı…

Dün tarih ve uygarlığa beşiklik etmiş, bugün gariban duruma düşürülmüş (kendini düşürmüş de denebilir) Kürdler ne istiyor?

Yer yuvarlağında neredeyse herkesin, her milletin, halkın, topluluğun sahip olduğu şeyleri. Fazlasını asla istemiyor.

Ana dilde eğitim istiyor. Ana dilde eğitim hakkı neredeyse dünyanın tüm haklarına ve topluluklarına tanınmıştır. Bu hakkın önünde engel olan devletin, hükümetin tek bir ismi olabilir: Faşist, Adam yiyen, Millet yutan, Kan sömüren. Sen de kim oluyorsun, yaratmadığının katline ferman veriyorsun? Bunu Türkiye devletinden, hükümetinden ve devlet, hükümet koruyucularından sormak her Kürd’ün hakkıdır.

Doğup büyüdüğü toprakların gerçek ismini (Kurdistan kelimesini) yalnız yatak odasında değil, sokakta da söylerken tutuklanıp zindanlara tıkılmamayı istiyor Kürdler. “Geri” Afrika’nın hiçbir ülkesinde dedesinden, atasından miras kalan isimleri telaffuz ettiği için tutuklanıp zindanlara atılan tek bir insan yoktur. Yalnız “demokratik” görünümlü Irkçı Türkiye devletinde oluyor böyle şeyler.

Deryalar mürekkep olsa, ormanlar kalem, Türkiye ırkçılığının yaşamımızın her karesine çökmüş belalarının listesini yazıp sonuçlandıramayız.

Kitaplardan cümleler cımbızlayıp “entelektüel” görünümü verme ihtiyacını 20-25 yaşlarımızda biz de hissederdik. Türk ve Türkiye faşizmini görüp yansıtabilmek için bilginlerin fikirlerine yaslanmaya hatta tek bir kitap bile okumaya gerek yoktur. Görünen köy kılavuz istemez.

Atatürk faşizminin, İsmet İnönü ırkçılığının kol gezdiği dönemlerden bahsetmiyoruz. Bu mirası milliyetçi, dinci, demokratik, çağdaşlık kisveleri altında sürdüren bugünün Türk faşizmi ve ırkçılığıdır söz konusu olan.

Bizim ne işimiz var kitaplardaki “ırkçılık” ve “faşizm” tanımlarıyla? Günlük yaşamımızda hissettiklerimiz Türk faşizmini tanımlamaya yeter de, artar da.

Bir halkın ana dilde okuma, öğrenme ve eğitim hakkını kendisinin yarattığı “terör”ün son bulmasına bağlamak, böylesi gerekçeler arkasında beyaz Kürd katliamını sürdürmeye teşebbüs etmek ırkçılık ve faşizmdir. Bu hakkımızın gasp edilmesinden dolayı her gün canımız yanıyor. Kandil’de yanıyor, Siirt’te yanıyor…

Türk ırkçılığını ve faşizmini anlamak için “derin” analitik belirlemeler, “köklü” çözümlemeler gerekmiyor asla; Filistin’e bağımsız devlet isteyip, Filistin Hizbullah’ını Ankara’larda ağırlayıp Kürdün ana dil hakkı karşısına Allah’ın tekliğine dil uzatarak “Tek millet… filan” diyenler, Allah’ın münafık bendeleridir, utanmaz ve arsızdırlar. Ahlak yoksunlarıdır, ırkçı ve faşisttirler.

Faşizmin ve ırkçılığın borazanları durmadan “Türkiye’nin özel koşulları” hikayesini anlatıyorlar. Senin özelinden ve koşullarından bana ne? Önce bir in sırtımdan! Ben bir milletim, halkım. Ben Tanrının lütfüyle dilimle, beni halk yapan her şeyimle yaşama hakkımı senin “özel koşullarına” mı peşkeş çekeceğim?

Diyorsun, anlamıyorlar, küfür ediyorsun, anlamıyorlar.

Onların tek anladığı dil şiddettir. Ankara saldırısı ve iki gün sonra YÖK'ten Kürtçe lisans bölümüne onay çıkması Türk hükümetinin yalnız şiddet dilinden anladığının açık ispatıdır. Buna değineceğiz…

Önceleri ırkçılık vardı, şimdi çok şeylerin değiştiğini iddia edenler için:

Ar etmeden sözlerine “bu terör olmasaydı” diye başlayan Kürd ve Türk sözde aydın ve siyasetçileri var ya. Tarih onları bugünden lanetlemiştir.

Elli dereden su getirerek karısının, oğlunun, kızının, komşusunun, tanıdığının, dostunun gözlerinin içine bakıp utanmadan yalan söylüyorlar: “Terör olmasaydı”.

“Terör olmasaydı” bugün ne TRT altının, ne Mardin üniversitesinde Kürd lisans bölümünün olmayacağını, insanlarımızın evinde bile Kürdçe konuştuğu için zindanlara tıkılacağını, bizi var eden her şeyin Türk askerinin postalları altında ezilip yok edilmiş olacağını Erdoğan da biliyor, Altan’lar da, Burkay’lar da. Biliyorlar ama kıvırıyorlar, yalan söylüyorlar, tarihsel Türk ırkçılığına ve faşizmine suç ortaklığı yapıyorlar.

“Terör olmasaydı” sözünün Türk algısındaki tercümesi nedir biliyor musunuz?

"Keşke ebediyen bu Kürdlerin beline binip malum yerlerini de kırbaçlayarak kıyamete kadar süründürseydik". Aynen! Algı bu, mantık bu, düşünce bu. Onlarda insaf, vicdan, adalet ancak bu kadardır.

Türkiye’nin, bugünkü hükümetinin ve hükümet şakşakçılarının anladığı tek dil var: Şiddet!

Şimdilik böyledir. Yarın bu algı değişir mi, fena tutuldukları bu psikolojik hastalık tedavi edilir mi? Bunu bilemeyiz.

20 Eylül günü, yani dört gün önce Türkiye’nin başkenti Ankara’da patlatılan bomba ile Türkiye’nin ve hükümetinin kimyası bozuldu.

Bombalamadan iki gün sonra YÖK Kürdçe lisans bölümüne onay verdi. Bu iki olay arasında bir bağlantı yok mudur dersiniz? Ben açık ve düpedüz bir bağlantı görüyorum. Yok diyenlere: Pekî, YÖK bu kararını neden 19 Eylül’de vermedi?

Böyle bir bağlantı kurmak saçmalık mı? YÖK, Kürdçe lisans bölümü açılması için aylardan beri mi çalışma yürütüyordu?

Ben de bu çalışma aylar öncesinden sonuçlandırılmıştı, desem? Evet, sonuçlandırılmış ve rafta bekletiliyordu. Demek ki, bu karar “kara gün” için saklanmış. Demek ki, TC devleti demokratik devlet gibi değil bir istihbarat örgütü gibi çalışıyor. İnsanların ve halkların hakları üzerinden ticaret ve pazarlık yapıyor. Oysa haklar pazarlık konusu yapılmamalıdır. Hakkıysa, vereceksin. “Terör olmasaydı”, “şiddete son verilseydi” gerekçelerine bağlamayacaksın. Bağladıysan, devlet olmaktan çıkar ve de ebediyete kadar şiddeti dindiremezsin.

Kürdlerin diğer makul taleplerini bir yana bırakalım, yalnız ana dil talepleri karşılanırsa, şiddet anında durur ve ortam normalleşir. Bunu bilmeyen var mı? Bunu en iyi bilen AKP’dir.

Bundan sonra akilleri başlarına gelir temennisinde bulunalım…

Keşke YÖK’ler kararlarını hep 19 Eylül’lerde verseydi, keşke Türk yöneticileri barıştan, insanlıktan, dostluktan, insan haklarından anlasaydı. Keşke yazılarımıza “Kurdistan’da ve Türkiye’de demokrasi rüzgârı” kabilinden başlıklar atacağımız günler yakın olsaydı…

Hejarê Şamil
hejare_shamil@hotmail.com

Yalanın, İnkarın ve Zorbalığın Meclisi

 
“Namusum ve şerefim üzerine yemin ederim ki, bu elma değil, armuttur” diyorsunuz.
 
Gerçeğin yanlışa çevrildiği böyle bir mekan “yüce” olamaz. Yücelik aynı zamanda doğruluk ve ahlakla ilgili bir sıfattır.
 
Blok milletvekilleri sonunda Türk olduklarına dair yemin içtiler. Buna da “Yüksek siyaset” dediler. Tabii siyaset bu ise, elmanın armut edilmesiyse, insanların bu tür bir siyasete karşı çıkmak hakkı vardır.
 
Bir Müslümanın zorla ve yeminle Hıristiyan yapılması çok çirkin bir şeydir. Fakat bir Kürdün zorla Türk edilmesi siyaset olarak algılanır.
 
Daha önceki bir çok yazımızda, “siyasete gerek yok, Kürtler doğal bir şekilde Kürt olarak davransınlar sorun çözülür” demiştik.
 
Fakat Kürt siyasetçileri, siyaset yapabilmek için öncelikle Türk olduklarına dair yemin içmek zorundalar. Bu tür durumları yaşadığımda, Türkiyenin ırkçılık ve şiddet laboratuarı cezaevleri aklıma gelir. Örneğin günlerdir “Kürt olduğuna” dair direnen bir tutsak, işkenceye dayanamayıp:
 
“Abe ben öze be öz Türküm” deseydi, siyasi tutsaklar tarafından “bağımsızlar koğuşu”na gönderilirdi. Yine solcu bir tutsak işkenceye dayanamayıp:
 
“Abe ben özbe öz sağcıyım” deseydi itirafçılar koğuşuna postalanırdı.
 
Kürt siyasetçileri dört ay meclisi boykot ediyor, dört ay sonra tıpış tıpış meclise giderek:
 
“Yemin billah biz Türküz” diyorlar.
 
Ondan sonra da Kürt sorunu niye çözülmüyor diyerek kendi kendilerine sorular soruyorlar.
 
Bir Filistinli:
 
“Ben Yahudiyim!” diye yemin etse herhalde hoş karşılanmaz.
 
Bir Türk:
 
“Ben Rum oğlu Rumum!” dese, Türklüğün ona takacağı sıfat bellidir:
 
“Vay kansız!”
 
Ama sıra Kürde geldiğinde, düşürmenin, düşürüp de üstünde tepinmenin adı yüksek siyaset oluyor.
 
Ana dili yasak Kürt aydınları:
 
“BDP milletvekillerinin meclise gidip yemini içmesini doğru bulduk” diyorlar.
 
Bu arkadaşlara sormak istiyoruz:
 
“Siz aydın mısınız yoksa siyasetçi mi?”
 
Aydınsanız, yamuk yumuk öneriler yapmayı bırakın!
 
Koşullara göre hareket etmek aydının değil, siyasetçinin işidir. Koşullara göre siyasetçilik yapanları eleştirmek de aydının işidir. Ortaçağ’da dünyanın döndüğünü söylemekten dolayı ateşe atılmaya hazırlanan aydın veya filoz, “dünya dönmüyor” derse korkak, “dünya dönüyor” diye ateşe atılırsa çağ açıp, çağ kapatan olur.
 
Kürt aydını, halkının haklarını savunurken dürüst olmak zorundadır. Başka halkların yüzlerce yıldır tepine tepine kullandığı hakları kayıtsız şartsız kendi halkı için de istemek zorundadır. Kürt aydını kıvırmak hakkına sahip değildir. Sen bu baskı, inkar ve şiddet altında böyle kıvırırsan, dünyanın en özgür ülkesi sayılan Amerikan aydını ne yapar?
 
BDP’lilerin gidip mecliste Türkçülük yemini içmesini muhafazakar Türklük ve onun yandaşı Kürtlük:
 
“İyi oldu,” diyerek karşıladı.
 
Elmaları armut olarak yutturmaya kalkan süreci çok hissiz bir şekilde izledim.
 
Kürtlerin Türk basını:
 
“Olumlu bir gelişme” dedi.
 
Başbakan Erdoğan:
 
“Tıpış tıpış geldiler!” diye alay etti.
 
Kürt halkı adına siyasetçi ve aydın olacaksanız ulusunuz adına doğru işler yapacaksınız. Aydın ve  siyasetçinin asgari standardı dünyada bin yıldır oluşturulmuş.
 
Bunu anlamak için hapsolunan Türk ufkundan beş dakikalığına kurtulmanız yeterli…

bildiricihasan@hotmail.com

Kürt Muhalefetini Ehlileştirme Aracı Olarak "Şiddet Karşıtlığı"

Malcolm X bir konuşmasında “ev zencisi” ile “tarla zencisi” arasındaki farktan bahseder. Ev zencisi, yani sahibinin evinde hizmetli olan köle, sahibi hastalanınca “hastalandık mı patron?” diye sorar, sahibinin evi yanarsa patronundan önce onu söndürmeye koşar. Beyaz adamın kendisine gösterdiği “lütuftan” memnundur; zenci olduğunu bilse de ayrıcalıklıdır. Tarla zencisi, yani beyaz adamın pamuk tarlasında çalışmaya mahkûm köleyse sahibi hastalandığında ölmesi için dua eder, sahibinin evi yandığında neredeyse zil takıp oynar. Tarla zencileri “toprakta karınca, suda balık” kadar çokturlar ve ev zencilerinden her daim daha zencidirler.

Son
zamanlarda Kürtleri tabir caizse “ev zencisi” haline getirmek, yani Kürt hareketini terbiye edip onu “makul” ve “medeni” muhalefet sınırlarına çekmek popüler bir köşe yazısı konusu haline geldi. Kürt siyasal hareketinin evcilleştirilmiş ve devlet terbiyesi edinmiş bir kalıba dökülmesi maksadıyla iştahla yazan “demokrat” kalem erbabının sayısı hayli fazla. Siyasi rasyonaliteyi ve dolayısıyla siyaseten makul olanı temsil ettiği iddiasıyla, daha doğrusu kibriyle yazanlar, Kürt hareketinin siyasal eyleminin müesses nizamın konformizmi çerçevesinde kalmasını salık veriyorlar. Savaşın müsebbibi Kürt hareketinin yarattığı siyasal seferberlikmişçesine onların standartlarına uygun, makul, aklı başında ve terbiyeli bir muhalefetin gerekliliğinden dem vuruyorlar. Kürt muhalefetini düzen içinde kabul edilebilir sınırlar dahiline alıp pasifize etme, “haddini aşan” ahaliyi müesses siyasetin etrafı çitlenmiş oyun alanına yeniden çekme telaşından başka bir şey değil bu.

Bu bağlamda, “şiddetin doğrudan siyasetin 'antitezi'
olduğunu, siyaseti olanaklı olmaktan çıkardığını, dolayısıyla şiddete kimin niçin yaptığından bağımsız olarak karşı çıkmak gerektiği” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımdan yola çıkarak Kürt hareketine şiddetle ilişkisini gözden geçirme, tek taraflı ve koşulsuz olarak silahlı mücadeleden vazgeçme çağrıları yapılıyor. Hızını alamayan kimi çevreler içinse Kürt hareketinin nasıl da şiddetperver, otoriter ve hatta faşizan olduğu, neredeyse “bağımsız” ve put kırıcı aydın olmanın bir gereği haline geldi. Anti-totaliter liberalizm, mevcut siyasi kurumsallaşmayı zorlayan her siyasal mücadeleyi Aucshwitz ya da Gulag’lara giden bir yol olarak mahkûm etme heves ve arzusunda. Özellikle AKP döneminin “devrimci” gücüne iman eden kimi yazarlar açısından Kürt siyasal hareketi Kürt sorununun çözümü karşısında neredeyse en büyük engeli teşkil ediyor. Onlara göre, Kürtlere her türlü zulmü yaşatan “ceberut devlet” tarihin çöplüğüne gönderildiğine göre Kürt hareketinin bu kerameti kendinden menkul demokrasi atmosferinin hakkını vererek uysallaşması, haddini bilmesi gerekiyor. Örneğin devlet televizyonunda sabah akşam anadillerinde din dersi dinleyebilme hürriyeti bahşedilen Kürtlere bununla yetinmeleri ve baskın üzerine baskın yiyen “sakıncalı” yayınlarından vazgeçmeleri buyruluyor.

Kürt
meselesinde eksiğiyle gediğiyle de olsa aslında bir “normalleşme” sürecinde bulunulduğu ve bu anlamda bir “dış zorlama”, yani mesela “derin Kandil”in ya da “Kürt Ergenekonu”nun provokasyonları olmadığı takdirde meselenin hallinden çok uzak olunmadığı öne sürülebiliyor. Öyle ya aslında her şey “iyi” giderken Kürtlerin mesela “demokratik özerklik” gibi “kışkırtıcı” söylemler kullanarak milliyetçiliği kışkırtmalarına ne gerek var? Kürtler fazla patırtı gürültü çıkarmasalar Kürt sorunu da sessiz sedasız çözülmeyecek mi?  Kürtlerin gıyabında, Kürt hareketine rağmen Kürt meselesini “çözme” anlayışı, üstelik demokratikleşme etiketiyle pazarlanabiliyor yani. Bilhassa liberal, kısmen de sol liberal mahfillerde yaygın bu görüş, AKP’nin “açılım” siyasetini olumlayan, olsa olsa AKP’yi açılımdan sapmakla, mesela seçim sürecinde milliyetçi bir dil kullanıp özüne ihanet etmekle eleştirebiliyor. Kürt hareketini “makul” siyasetin konformizmine saplamaya dönük bu söylemin bunca popülerlik kazanmasında, AKP’ye bir tür demokratik dönüşümün öznesi olarak bol keseden kredi verenlerin payı olduğu da aşikâr elbette.

Siyasetin
ve muhalefet etmenin ne olduğuna ve nasıl yapılması gerektiğine dair bol miktarda hizaya çekme girişimleriyle dolu bu tip söylemler, liberal-müzakereci siyasetin çok tipik körlüklerini yeniden üretiyor aslında. Söz konusu liberal müzakere zihniyeti, fikirlerin dolaşımını siyasetin temeli kabul ederken dolaşıma giren bu fikirlerden türeyecek pratiklerin düzenin işleyişini sarsmayan, örselemeyen karakterde olmasını şart koşar. Radikalizmin kişiler ve topluluklar arası fikir alış-verişi, bir fikir teatisi düzeyinde kalmasını ister. Mesela bir siyasal partinin, hem de ciddi oy desteği almış bir partinin meclis çalışmalarını boykot etmesini içine bir türlü sindiremez, meclis denen mabedine yapılmış bu “hakareti” sineye çekemez ve böyle bir boykotu apolitizm olarak adlandırmakta beis görmez. Onun belirlediği sınırlar içerisinde “radikal” olmak mümkündür elbette, yani her türlü radikal düşünce kendisini ifade etmekte serbesttir belki ama radikalliğin tecessüm etmesine “şiddetle” karşı çıkılır. Mevcut kurumsal çerçeveyi, hâkim siyasetin adabını zorlayan her mücadele biçimi apolitizm ya da siyasi körlük/kısırlık damgasını daha baştan hak etmiştir. Üstelik liberal tolerans ve demokrasi anlayışının bu renksiz-kokusuz doğası öylesine “tarafsız” hale gelmiştir ki, örneğin devletin şiddet tekelini pratiğe geçiren polis-asker şiddeti ile ona karşı çıkanların şiddeti eş tutulur, hatta ikincisi şiddet ve çatışmanın müsebbibi haline getirilir. Muktedirlere karşı yumurtalı bir protesto dahi demokrasi karşıtı bir eylem olarak değerlendirilip, potansiyel bir totalitarizmin ayak sesleri olarak sunulabilir.

Şiddet ve siyaset

Şiddetin kötü olduğuna dair pedagojik formül, şiddetin insanlar arası ilişkilerin yürütülmesinin iyi bir yolu olmadığını hatırlattığı ölçüde anlamlı elbette. Fakat başına “nereden gelirse gelsin” vurgusu getirilerek siyasi düzleme kolayca izdüşürülen bu formül bir toplumsal olgu olarak şiddet hususunda çok az şeyi anlamamıza yardımcı olur. Örneğin farklı şiddet biçimlerine maruz kalanların ve bunları uygulayanların o biçimleri değerlendirme kıstasları hakkında bize hiçbir şey söylemez. Daha da önemlisi, şiddet uygulayan ve şiddete maruz kalan arasındaki ilişki hakkında da hiçbir şey anlatmaz. Şiddetin kategorik kötülüğüne dair ahlaki mutlakçılık, bize şu ya da bu şiddet eyleminin toplumsal bağlam ve içeriğini göz ardı etmeyi salık verir. Böylece şiddetin ortaya çıktığı tarihselliği ve sosyal bağlamı (yani hangi somut güç ilişkileri içerisinde şekillendiğini) anlama kapasitemiz, ahlâkî bir mutlakçılığın saydam basitliğine feda edilir.

İnsan toplumları yapısal, süreklileşmiş
ve kurumsallaşmış hâkimiyet ve sömürü ilişkilerince bölümlenmiştir. Hâkim olan gruplar, bu yapısal pozisyonları, yani toplumsal ilişkilerin yapılanışındaki konumları dolayısıyla hâkimiyet altında olan grupları şiddete tabi tutarlar yahut sürekli şiddet tehdidi altında bulundururlar. Dahası şiddet kullanımında tekel olma tasarrufunun sınırları, son olarak Erzurum’daki HES protestosunda gördüğümüz üzere oldukça geniştir. Bu anlamda liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine siyaset şiddeti dışarıda bırakan ya da onu dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Toplumsal ilişkilerin hiyerarşik yapısı ancak kurumsallaşmış şiddet ya da şiddet tehdidi aracılığıyla inşa edilir ve yeniden üretilir. Mevcut düzenin muhafazası hususunda şiddetin rolü ve kurumsal şiddetin yapısal karakteri hususundaki körlük ise şiddet kullanımını şu ya da bu politik grubun tercihine indirgeyerek tartışmayı onların şiddetinin ya da bizim şiddetimizin “iyiliği” ya da “kötülüğü”ne sıkıştırır.

Tam da bu bağlamda hâkim grupların sürekli
ve kurumsallaşmış olan ve mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerini ebedi kılmak için uyguladıkları bu şiddet ile tabi olan grupların buna bir tepki olarak gelişen şiddeti arasında ayrım çizgisini (bunun ince bir çizgi olduğunu bilerek) muhafaza etmek gerekir. Çünkü hâkim olanın şiddetiyle tabi olanın şiddeti arasında bir eşitlik kurmak, hâkimiyet ilişkilerini görünmez kılma riskini içerir. “Nereden ve kimden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” tümcesi ile özetlenen tutum, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasında yapılabilecek ayrımların üzerini örter ve dolayısıyla toplumsal çatışmaların tarafları arasında (ezen-ezilen) bir eşdeğerlik varsayar. Örneğin Filistin meselesinde sık sık kullanılan "şiddet sarmalı" ifadesi bu tavrın tipik bir örneğidir. Bu yaklaşıma göre çatışmanın iki tarafı da kendi şiddetinin esiridir ve iki taraftan her şiddet eylemi çözümsüzlüğü daha da pekiştirmektedir. Tarafların şiddet eylemleri karşısında eşit mesafede durmayı vaaz eden bu yaklaşımın zayıflığı, meselenin kökeninde İsrail'in işgali ve Filistin’in sömürgeleştirilmesinin yattığına dair körlüğüdür. Böylece "şiddet sarmalı" ya da "nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak" türü tutumla fail ile mağdur arasındaki ayrım tamamen ortadan kaldırılmış ve daha da vahimi taraflar arasında bir eşitlik durumu varsayılmış olur. Oysa ancak önce İsrail'in işgali ve kendine has sömürgeciliği kınanarak Filistinlilerin politik ve askeri yöntemlerinden bazıları eleştiriye tabi tutulabilir.

Hasılı, her türlü şiddeti kınayıp, hepsine eşit mesafede durmanın
ve şiddete “sıfır tolerans” göstermenin kazandırdığı biçimsel “ahlakiliğin” arka planda son derece derin bir gayriahlakiliği barındırması kuvvetle muhtemeldir. Ezilenlere ahlâk dersi vermeye soyunmak, muktedirleri arkasına almış olmanın verdiği ahlâksızlık ve had bilmezlikle izah edilebilir ancak. Bütün toplumsal bağlamından soyutlanmış bir siyasal –dolayısıyla bal gibi toplumsal- şiddet tasviri mutlak ahlakçı entelektüelin zihniyet dünyasında üretilmiş bir surettir. Gerçeklikle bağını bu soyutlamada yitiren bir şiddet tanımını sorgulamakla “akan kanı kutsamak” arasındaki eşitliği açıklamayı son günlerde köşelerinde bu yanlış denklem üzerine kalem oynatmaktan bıkmayan yazarlara bırakıyoruz.

Şiddetin psikopatolojisi mi?

Kapitalist sistemde iktisadi alan ile siyasal alanın ayrışması ile iktisadi/toplumsal sömürü ve bağımlılık, şiddet ve şiddet tehdidini doğrudan devreye sokmaksızın gerçekleşir. Politik kerte, çıkar çatışmaları alanının dışında, bağımsız ve tarafsız olarak görünür. Bu çerçevede, örneğin pür-i pak bir demokrasi mücadelesi salt siyasete içkindir ve iktisadi sömürü mekanizmalarını, düzenin siyaset dışı kabul edilen kurumlarını konu edin-e-mez. Bu görüntüyle yetinildiğinde şiddet meselesi elbette bir “tercih” meselesi olarak kavranabilir. Çünkü bu durumda zor-baskı-şiddet boyutu sanki kapitalizmin işleyişine dışsal, arızi bir olgu gibi görünür. Şiddet tercihten ibaretse eğer, rahatlıkla psiko-patolojik bir vaka, bir sapma olarak da ele alınabilir. Hatta bu sapma Kürt hareketi örneğinde legal siyaset ile birlikte yürütüldüğü için politik bir şizofreninin tezahürü de olabilir pekâlâ!

Zencisini ehlileştirmeye çalışan
beyaz adamın kadim yanılgısı (körlüğü mü demeliyiz?) burada başlar. Tumturaklı cümlelere gerek yok; KCK operasyonları kapsamında tutuklananların “silahlarına” bakmak yeterli: sandıkta halkoyu, bilgisayarda müzik dosyası, başta puşi… Kürt sorununu çözmeye meftun olduğunu her fırsatta söyleyen Erdoğan döneminde devletin güvenlik güçlerinin “yasal mermileriyle” 129 Kürt çocuğu öldürüldü, yüzlercesi elindeki taş “şiddet” unsuru, kendisi de terörist sayıldığı için hapishanelere tıkıldı. Yani Kürt hareketinin şımarık bir çocuk edasıyla kendisine lütfedileni reddedip huzursuzluk çıkarmakta patolojik bir şekilde ısrar etmesi yalan; şiddet dışı yöntemlerle yürüttüğü mücadelesine karşı bile “rekor” düzeyde şiddetle karşılık görmesi gerçek.

Gerçekliği ters yüz etmekte mahir
kalem erbabının duyduğu sorumluluk, Kürtlere buyruk yağdırmanın ötesinde anlamlı bir mesaiye meyledecekse eğer, onurlu bir barış için yapılan çağrılara ısrarla –ve şiddetle- kulak tıkayanlara bir karşı duruşla, direnişle yola çıkmalıdır. Baskı ve inkâr altında onca yitip giden insanına rağmen intikam hissiyle hareket etmediğini her fırsatta dile getiren bir halk ve onun meşru temsilcileri “ehlileştirmeyi” değil, “eşitliği” hak etmektedir. Bu yönde bir mücadeleye destek olacak her samimi adım dökülen kanın durması için yegâne yoldur. Yoksa zihinlerde üretilen ve vicdan rahatlatmaktan öteye gidemeyen tarih/toplum dışı bir şiddet karşıtlığının politik düzlemde yankı bulması, en iyi durumda naif bir söylemin ötesinde bir anlam taşımıyor.

Selin Pelek, Foti Benlisoy/sdyeniyol.org

Rezalette Son Perde!

Nuri FIRAT
Kürt siyasetine yönelik operasyonlar devam ediyor. Son olarak 150’ye yakın Kürt siyasetçi gözaltına alındı.

Elbette, bu durum yeni değil. Sadece eylül ayında 800’e yakın kişi gözaltına alınmış, bunların büyük çoğunluğu tutuklanmıştı.


***


Her şeyden önce Kürt siyaseti böyle bir durumla yeni karşılaşmıyor. BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın da dikkat çektiği gibi, geçmişte Çiller’in listesi ne anlam ifade ediyorsa bugün de Erdoğan’ın listesi aynı anlamı taşıyor. Çiller döneminde siyasetçiler öldürülüyordu, bugün de tutuklanıyor. Aslında fiziki bir fark dışında hiçbir fark bulunmuyor. İkisinin ismi de faşizmdir.


***


BDP’ye Meclis’e gelmesi ve siyaset yoluyla Kürt sorununun çözümünde rol üstlenmesi gerektiğini telkin edenler de bu operasyonla görüldü ki, yürütülen siyasi katliama ortak olmuşlardır. Hükümet yandaşı basının dünkü manşetlerine ve haberleri veriş biçimine bakıldığında, alçakça bir komplonun tezgahlandığı rahatlıkla görülüyor. BDP Meclis’e çağrılıyor, gidince arkadan, hiç zaman kaybetmeden hançer saplanıyor, güçten düşürülmeye çalışılıyor. Kolu kanadı kırık bir BDP üzerinden Kürt siyaseti etkisiz hale getirilmek isteniyor.


***


PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin, Erdoğan’ın açıklamasıyla birlikte, hükümet kararı olduğu kesinleşti. Kürtler bu duruma karşı tepkilerini dile getirmeye çalışırken, yapılan operasyonla bu tepkiler cılız hale getirilmek amaçlanıyor.


***


Kürtler Meclis’te anayasa için çabalarken, tecride karşı tepki gösterirken, anadillerini isterken, kimliklerini savunurken, çocuklarının ölmemesini haykırırken, operasyonlara karşı canlı kalkan olurken; yani neresinden bakılırsa bakılsın siyaseti tercih ederken, karşılaştıkları manzara siyasi katliam oluyor. Hakikaten siyaset nasıl yapılır, siyasetin koşulları, anlamı mı kaldı?


***


BDP çalışmaları Türkiye hukukuna göredir. İmralı’da Öcalan ile avukatlarının görüşmesi de hukukidir. Doğrusu Türkiye’de hukukun nasıl işlediğini biliyoruz ama şunun için bu iki hususa dikkat çekiyorum: Kendi hukuklarını bile ayaklar altına alıyorlar! Bu kadar açıktan rezalete imza atılıyor. Her şeyin yalan, iftira, komployla yürütüldüğü bir ortamda demokrasiden söz edilebilir mi?


Başbakan BDP ve CHP’li belediyelerin Almanlardan kredi aldıklarını ve böylece PKK’ye para aktardıklarını söylüyor, ama kendi belediyelerinin de söz konusu krediden aldıklarını görmek istemiyor. Söyledikleri doğruysa kendisi de PKK’ye yardım ediyor, değilse ortada kocaman bir yalan var ve işte bugün Kürt siyasetçilerine yönelik operasyonların esasında bu tür yalan ve komplolara dayandığı da rahatlıkla görülebilir.


Gerçekten sorunların demokratik ve siyasi çözümü isteniyorsa, bu tür rezaletlere son verilmeli!

Kürt Ulusal Birliğinin Güvencesi Özgürlük Hareketi’dir!

Ömer AĞIN
Ulus kavramı üzerine bugüne dek çok şey duyduk, çok şey okuduk. Teorisyenlerin ve bilim insanlarının bu konu üzerinde anlaştıkları tespit, “uluslar; kapitalist üretim tarzının bir ürünüdür” olmuştur.

Günümüzdeki tarihi döneme kadar ulusların ortak davranışlarını biçimleyen ve “birliklerinin” perçinleyici ana aracını etnik kimlikler “oluşturdu.” Bu özellik, doğası gereği farklı etnik kimliklere dayanan uluslar ve halklar arasında bir çatışmayı da beraberinde getirdi. Sözünü ettiğimiz tarihsel koşullarda kurulan ulus devletler toplumsal sorunları çözme yerine, sermaye birikimi sağlama adına başka halkları sömürgeleştirmeye çalıştılar. En önemlisi de toplumun demokratikleşmesinin önünde en büyük baraj oldular.


Kısaca yaptığım bu belirlemelere bir nokta koyarak konumuza döneyim: Otuz yılı aşkındır kesintisiz savaş konusu olan Kürt sorununa yönelik yapacağımız en önemli tahlil; Günümüzde Kürt Özgürlük Hareketi’nin “Ulus tanımı ve Kürtlerin demokratik kurtuluşu için geliştirdiği yeni devrimci yol” olmuştur.


Kürtlerin ulusal demokratik birliği kafamızı kurcalayan temel argümandır: Hem Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın bütün parçalarında, hem de özgürlük ve demokrasi isteyen tüm Kürtler, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve meslek kuruluşları Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncülüğünde ulusal birliklerini sağlamak için çok önemli adımlar attılar demek abartı olmayacaktır. Özellikle ideolojik olarak herkesi sarsan bir konuma gelinmiş durum var. AKP’ye oy veren Kürtler, “tarafsız kalalım” diyen Kürtlerin de ulusal demokratik birliğe ilgileri artmaktadır. Başka bir değişle Kürtlerde “yeni bir ulusal öz bilinç gelişiyor.


Bu türden bir ulusal birlik oluşturmak tarihte ilk kez Kürtlere nasip oldu ve bu varoluş Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncülüğünde oluştu. Son Kandil bombalanmasında görüldüğü gibi Güneyli Kürtler ve gençlik, farklı partilere üye olmalarına ve değişik politik düşünceler taşımalarına rağmen bombardımanlara birlikte karşı çıktılar ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin saflarında yer tutular.


Kürt coğrafyasının değişik parçalarında yaşayan Kürtlerin ulusal demokratik birliğinin önündeki engellerin farklılığı ve de bu parçalarda yaşayan Kürtlerin bilinç düzeylerinin henüz eşit düzeyde olmayışı birliğin istenen düzeye yükselmesini engelleyen önemli bir etmeni oluşturuyor. Güney Kürdistan’da “Soran” bölgesinin kendine özgü politik özelliği, psikolojik durumu, yönetim anlayışı ve tarihi konumu ile bizdeki Alevi Kürtlerin sosyo-politik durumları, asimilasyonun etki düzeyi, geçmişte yapılan katliamların yarattığı ruh hali yeni tip ulusal demokratik birliğimizin önünde duran zorluklardan birkaçıdır. (Bu konuların her birini ayrı ayrı ele almamız gerekir.)


Kürt Özgürlük Hareketi bu eksikleri çoktan tespit etmiştir. Çözüm isteyen tüm Kürtler bu eksiklikleri gidermek için adeta bir seferberlik ruhuyla çalışmaktadır. Özellikle geleceğimiz olan gençlerimiz bu yolda da en önde yürümekteler. Artık gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz ki; “farklı” düşünen partilerin ve grupların engelleyici politikaları, Kürtleri ulusal demokratik birlik mücadelesinden koparamaz. Kürt halkının özgürlük savaşımına engel olan her Kürt partisi ve grubunun er ya da geç Kürt halkı tarafından tasfiye edileceği görülmektedir. Gerek Güney’de olsun, gerek Kuzey’de ya da Doğu’da, dahası Kürtlerin yaşadığı her yerde kim ki Kürtlerin “yeni tipte ulusal demokratik” birliğini engellemeye çalışırsa, en büyük kötülüğü kendisine yapmış olacaktır. Öncelikle kendi konumlarını ve yönetici oldukları örgütler üzerindeki etkinliklerini kaybederler.


Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürtlerin “yeni ulusal birlik” için yaptığı en büyük katkılardan birisi de Kürt lehçe ve şiveleri arasında “yeni bir birlik” oluşturmaya yaptığı ardıcıl katkıdır. Dört ayrı parçada yaşayan Kürtlerin, dört ayrı alfabeyi kullanmak zorunda kaldığı biliniyor. Bu durumun Kürt dili üzerinde olumsuz bir etki yarattığını söylemeliyim. Bu olumsuzluğu gidermek için Türkiye, Suriye, Irak, İran ve Avrupa’dan çok sayıda dil uzmanı, siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcisi, Kürt dili üzerinde ortak çalışma yapmakta ve “Kürt Dil Konferansları” düzenlemektedir.


Demokratik değerler üzerine yükselen “yeni tip ulusal birlik” için gerekli olan, “özerk ve katılımcı bir üretimin” yerleşmesine yönelik olarak Kürt Özgürlük Hareketi tüm gücüyle çalışmakta. Yol haritamız doğru, partimiz kararlı. “Yeni ulusal birlik biçimi” yoğun bir emekle örülüyor.

AKP'nin Sinsi Kürt Planı

Baki GÜL
Tarihte görülmemiş tutuklama furyası, baskılar, bombardımanlarla Kürtler üzerindeki zulüm tırmandırılıyor. Kürtlere bu zulmü uygulayanlar ise Fethullah Gülen Cemaati ve AKP iktidarı.

Türk devletine egemen olan bu iktidar bloku, Kürtler üzerindeki zulüm politikalarını iki zemin üzerinden sürdürüyor. Birinci zemin; askeri ve siyasi alanda gerçekleştiriliyor. Askeri alanda gerillayı imha operasyonu kara harekatı ve hava bombardımanı ile devam ettiriliyor.


Siyasi alanda ise Kürt siyasetinin temsilcileri, gazeteciler, milletvekilleri, belediye başkanları, il meclis üyeleri, parti yöneticileri ve üyeleri polis operasyonları ile tutuklanıyor. Hem de binlecesi...


AKP ve Gülen Cemaati’nin Kürtlere karşı uyguladığı zulmün ikinci zemini ise medya alanı oluşturuyor.


AKP ve cemaat medyayı anlık ve günlük olarak psikolojik savaşın aracı olarak kullanıyor.


Medyada hergün Kürtlerin değerlerine, siyasetçilerine hakaretler yapılıyor.


Yalan haberlerle Kürt siyaseti üzerine kuşkular oluşturulmaya çalışılıyor.


Kürtler Türk ırkçılarına hedef olarak gösteriliyor.


Bütün bunlar yapılırken AKP polisinin ve askerinin yaptığı sivil katliamlar gizlenmeye çalışılıyor.


Türk medyası hiçbir dönem olmadığı kadar Kürt düşmanlığını derinleştiren haberler yapıyor.


Tabloya böyle baktığımızda AKP faşizmi ya da yeni baskı rejimlerinin analiz ve yorumlarını yapabiliriz.


Tarihteki Nazi Almanyası’nın Yahudileri toplama sürecine de benzetebiliriz.


Ancak bu iki yaklaşım dar kalır.


Çünkü bu konsept tanıdık bir konsept.


Hatırlarsak AKP iktidarı devlete yerleşme operasyonu olarak Ergenekon operasyonunu yaptı.


Devletin bütün kurumlarına yerleşmek için PKK karşısında başarısız olan asker ve devlet bürokrasisini tasfiye edip kendi kurumlarını oluşturdu.


AKP bu operasyonlarla kendi Ergenekon’unu yapılandırdı.


Devlet artık bütün özellikleri ile AKP’lileşti.


Şimdi Tayyip Erdoğan kendisine göre başarılı olduğu bu operasyonun benzerini şimdi Kürtlere karşı yapıyor.


Çünkü AKP kendi dışındaki Kürtleri tutuklayarak, sindirerek baskı altına alıp tasfiye ederek kendi Kürtlerine yer açmak istiyor.


Yani AKP nasıl ki 2007 yılından sonra devlet içindeki Ergenekon’u tasfiye edip kendi ergenekonunu örgütlediyse şimdi de kendi dışındaki Kürtleri yani PKK, KCK, BDP, Blok’taki Kürtleri tasfiye edip kendi Kürt örgütlenmesini yaratmak istiyor.


AKP kendisine göre Ergenekon’u başarısızlığa itti.


Bunu “siyaset üzerindeki askeri vesayetin sonu”, “JİTEM’in tasfiyesi” ya da “Demokratikleşme adımları” olarak formüle edip sunmaya çalıştı.


Dikkat ederseniz AKP’nin bu söylemi Taraf, Zaman, Sabah, Star ve Yeni Şafak gibi gazetelerde böyle yansıtıldı.


İşte şimdi bu ekip kendilerine göre Ergenekon’u bitirdi; şimdi de Kürtleri benzer yöntemlerle bitirecek.


Tasfiye edilen Kürt yapılar yerine kendi Kürtlerini yerleştirecekler, AKP’ye sorun çıkaracak yapılar da ortadan kalkmış olur.


Sözkonusu gazetelerde çıkan yazı ve yorumlarda “2 yıla kalmaz PKK diye bir şey kalmaz. Kürtler de siyaset alanında parçalanır” tezi dillendiriliyor.


Hatta ileri gidip “İdam cezası geri gelsin, PKK’den Öcalan’dan kurtulalım” diyenler de var.


Erdoğan’ın da düşüncesi böyle. Şimdi bu düşünceyi plan haline getirip uyguluyorlar.


KCK operasyonu adı altından yürütülen tutuklama furyası, hava bombardımanı, kara harekatı da bu planın önemli birer ayağını oluşturuyor.


Peki bu plan tutar mı?


Tabii ki tutmaz.


Çünkü Kürtleri Ergenekon örgütlenmesine benzetmek ve böylelikle tasfiye etmek ise tam bir cahillik ve öngörüsüzlük örneği.


9 Ekim 1998’de de benzer bir plan vardı.


“Baş ve gövde teorisi” ile yola çıkıldı.


O zaman da Tayyip Erdoğan gibileri vardı.


“Bıçak kemiğe dayandı” deyip ülkelere savaş ilanında bulunuyorlardı.


Garip bir tesadüf o dönemin siyasetçileri, askeri yetkilileri, gazeteleri ve diğer ittifakları şimdilerde pek ortada yoklar.


PKK ise her yönü ile gücünü katlayıp her yere yayıldı.


Öcalan ise çözüm için gösterilen temel aktör konumunda.


Şimdi Tayyip Erdoğan ve ekibi Kürtler üzerinden daha önce sahnelenmiş oyunun ikinci perdesini kendi yönetmenliğinde sahneye koyuyor.


Ancak koşullar değişti.


Zaman değişti.


Kürtler çoook değişti.

Zaman Gazetesi Hakimden Önce Tutukladı!

İstanbul'da "KCK" adı altında yapılan operasyonda gözaltına alınan BDP'lilerin adliyedeki ifade işlemleri devam ederken, Zaman Gazetesi mahkeme sonucunu internet sayfasında "KCK'ya büyük darbe: 41 kişi tutuklandı" başlığıyla manşetten servis etti.

Son dönemde Kürtleri hedef alan manipülatif ve asparagas haberler ile adını sık sık duyuran Zaman gazetesi, bir ilke daha imza attı. "KCK" adı altında BDP'ye dönük gerçekleştirilen siyasi operasyonda gözaltına alınanlardan 43'ünün sevk edildiği Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde yapılan savcılık sorgularından 2 BDP'li serbest bırakılırken, 41 kişi ise tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkemeye sevk edilen BDP'lilerin henüz yargılamaları devam ederken, ne hikmetse Zaman gazetesi internet sitesinde "çıkacak sonucu biliyormuş" gibi, 41 BDP'linin tutuklandığını duyurdu. Öyle ki karar o derece kesin bir bilgiye dayanıyordu ki, haber "KCK'ya büyük darbe: 41 kişi tutuklandı" şeklinde manşetten servis edildi.

Kürt Gençleri Zaman Gazetesini İşgal Etti

Kürt halk önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecridi protesto eden bir grup Kürt genci bu akşam saatlerinde Zaman gazetesinin Paris bürosunu işgal etti.

Alınan bilgilere göre 30 kadar Kürt genci bu akşam saatlerinde Paris'teki Zaman bürosunu işgal etti. Büro içinde Öcalan posterleri ve KCK bayraklarını açan eylemciler sık sık Öcalan ve PKK lehine sloganlar atıyor.

Öcalan üzerindeki tecridin bir an önce sona ermesini isteyen gençlerin eylemleri devam ediyor.

Demirtaş: Aynı Suçu Gece-Gündüz İşleyeceğiz



BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, son yaşanan gözaltı operasyonundan AKP'yi sorumlu tutarak, "Tayyip Erdoğan dizlerinin titrediği her saniye BDP'ye saldırdı. Gözaltındaki arkadaşlarımız ne suç işlemişse biz de aynı suçu gece gündüz demeden işleyeceğiz" dedi.

‘’Biz müzakereye hazırız. Buyurun gelin cezaevinde müzakereleri sürdürelim. Başbakan bizimle müzakere etmek istiyorsa bunun iki yolu var. Ya kendisi de tutuklanacak cezaevine gelecek ya da arkadaşlarımız serbest kalacak’’ diyen Demirtaş, "Bizi kırdırmaya ne gücünüz ne polisiniz ne de medyanız yeter" dedi. Demirtaş, Türk halkına da seslenerek, "Barışı herkes için istiyoruz. Bu ülkeye barış gelecek. AKP'ye, ABD'ye rağmen gelecek" diye konuştu.

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, KCK adıyla yapılan son operasyonun merkezi konumundaki İstanbul'a geldi. BDP Bağcılar ilçe binasında halkla buluşan Demirtaş'a, milletvekilleri Sabahat Tuncel, Pervin Buldan, Ertuğrul Kürkçe, Sırrı Süreyya Önder, Erol Dora, Demir Çelik ve Nazmi Gür de eşlik etti. Eylemde halk sık sık, "PKK halktır, halk burada", "Hepimiz KCK'lıyız" sloganlarını attı.

Eyleme BDP'lilerin yanı sıra Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek, ESP Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs, Tekstil-Sen Başkanı Engin Gül ile SDP ve EMEP üyeleri katıldı.

BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, "Gözaltındaki arkadaşlarımız ne suç işlemişse biz de aynı suçu gece gündüz demeden işlediğimizi işlemeye devam ettiğimizi belirtiyorum" diyerek konuşmasına başladı.

'DİZLERİ TİTREDİĞİ HER AN BİZE SALDIRDILAR’

Gözaltı operasyonundan AKP hükümetini sorumlu tutan Demirtaş, Başbakan Erdoğan'ın, "Bedelini ödeyecekler" sözünü anımsatarak, şunları söyledi: "Dizlerinin titrediği her an bize saldırdılar. Tayyip Erdoğan dizlerinin titrediği her saniye BDP'ye saldırdı. Zaten Başbakan, açık açık her yerde ifade ediyor; 'siyasi operasyonlar olacak. BDP bedelini ödeyecek. BDP'ye oy verenler gereğini ödeyecek' diyerek zaten yargıya talimat verdiğini, gereğinin yapılacağını söylüyor. AKP bu uygulamalarıyla 80 yıldır değişmeyen statükonun devamı olduğunu göstermiştir. Yeni CHP, Kılıçdaroğlu ile başlayan CHP değildir, yeni CHP Tayyip Erdoğan'ın AKP'sidir. Statükocu parti artık AKP'dir."

Demirtaş, medyaya da eleştiride bulunarak, "Psikolojik savaşın merkezi konumundalar. Arkadaşlarımız gözaltında kendilerinin ne ile suçlandığını bilmiyor. Avukatlar dosyayı bilmiyor. Ama Başbakan'ın emri altındaki gazeteler soruşturmayla ilgili manşetler atıyor. Altında kaldıkları operasyonu meşrulaştırmaya çalışıyorlar" dedi.

‘CEZAEVİNDE MÜZAKERELERİ SÜRDÜRELİM’

"Haklı ve meşru talepleri olan bir halk hareketiyiz. Bizi kırdırmaya ne gücünüz ne polisiniz ne de medyanız yeter" diyen Demirtaş, konuşmasını şöyle sürdürdü: "İstediğiniz kadar tutuklayın size boyun eğmeyeceğiz. Ne kadar savcın, polisin varsa sür üstümüze. Senin karşında değil diz çöken, kaşlarını kıpırdatan alçak olsun, namert olsun. Bu soruşturmayı yürütenlere sesleniyorum. Başta Başbakan olmak üzere, hepimizi cezaevine doldursanız bu mücadele cezaevinde devam edecek. Hepimizi mezarlara doldursanız bu mücadele yine devam edecek. Bu ülkede gerçek bir demokrasi, gerçek bir barış, gerçek bir kardeşlik istiyorsanız biz müzakereye hazırız. Buyurun gelin cezaevinde müzakereleri sürdürelim. Başbakan bizimle müzakere etmek istiyorsa bunun iki yolu var. Ya kendisi de tutuklanacak cezaevine gelecek ya da arkadaşlarımız serbest kalacak."

Türkiye kamuoyuna da seslenen BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, barışı bu ülkedeki herkes için istediklerini belirtti. Demirtaş şunları söyledi: "Türk halkına çağrı: Kürtlere özgürlük gelmedikçe kimse özgür olamaz. Hepinize zulüm ediyorlar. İstanbul'da etin kilosunu 30-35 liraya yiyorsanız, bunun nedeni de Kürt sorunudur. Boşaltılan köylerde yaylalarda ortadan kaldırılan hayvancılıktır. Eğer öğretmenler atanamıyorsa bunun nedeni Kandil'e yağdırılan bombalardır. Sizin paralarınız ülkenin dağlarında heba ediliyor. Hep birlikte barış istersek, barış gerçekleşir. Yitirdiğimiz her can bizim ortak acımızdır. Bütün bu ölümleri durdurmak hepimizin boynunun borcudur. Bu yüzden sizi kışkırtanların provokasyonlarına gelmeyin. Kürtleri şeytan gösterip size taşlatmak istiyorlar, bu provokasyona gelmeyin. Yandaş medyanın ırkçı kışkırtmalarına kanmayın. Bu ülkeye barış gelecek. Biz istiyoruz ki barış bugün gelsin. AKP'ye rağmen gelecek. ABD'ye rağmen gelecek. O barış günlerinde özgürlük halaylarını bu meydanda hep birlikte tutacağız. Bundan kuşkumuz yok. Ama daha fazla birlikte beraber mücadele etmeye ihtiyacımız var. Bize yapılan operasyon Türkiye’deki demokrasi ve barış mücadelesine yapılmıştır"

Demirtaş, "Biz barış dilencisi değiliz, barış direnişçisiyiz. Barışın peşinde koşmak zorunda olan artık AKP'nin kendisidir. Bundan sonra barışı kovalamak zorunda olan Başbakan'ın kendisidir. Bakalım ne kadar barış istiyormuş hep birlikte göreceğiz, çünkü biz direnişteyiz, alanlardayız. Tutuklamakla, gözaltına almakla bitmez. İstediğin kadar tutuklayabilirsin. Sana yalvarmayacağız, önünde diz çökmeyeceğiz, boyun eğmeyeceğiz" diye konuştu.