15 Ekim 2012 Pazartesi

Suriye'de Oluşan Yeni Politik Dengelerin Faktörleri

Suriye savaşı beklendiği gibi gitmeyince yeni uzlaşmalar gündeme geldi. Dünün karşıt güçler yan yana gelirken, kullanılanlar da ihanete uğruyor. AKP El Kaide’yi pazarlamıştı. İlk başta teşvik edilen El Kaide-El Nusra, Libya saldırılarının ardından CIA-Türkiye ortak operasyonlarına maruz kaldı. ABD ve İsrail de Güney’i kullanarak Kürtleri pazarlamak istiyor, toplantılar organize ediyor…

Suriye’deki politik gelişmeler küresel kapitalist güçlerin bölgesel stratejileri bakımından bize önemli bir fikir veriyor. Suriye’nin önemi öylesine arttı ki, dün çatışma ve rekabet halinde olanların yarın yeni ittifak güçleri haline gelmeleri sürpriz sayılmamalıdır. Bütün politik veriler, Suriye’nin bir Libya ve bir Mısır olmadığını ortaya koymuş bulunuyor. Çünkü Suriye politikası, esasen küresel-emperyalist güçlerin stratejik çatışması haline geldi. Bu bakımdan hem uluslararası, hem de bölge ilişkilerinde politik denklem yeniden şekilleniyor. Gelinen aşamada Suriye’de olası gelişmeleri birkaç yönden yeniden analize ihtiyaç olduğu anlaşılıyor.


Küresel güçlerin Suriye politikasının uzlaşma eğilimi


Uluslararası güçlerin Suriye üzerinde devam eden bölgesel politikaları giderek bir dengeye oturmuş bulunuyor. ABD ve Rusya arka planda yürüttükleri diplomatik görüşmelerde giderek bir anlaşmaya doğru evirildikleri anlaşılıyor. Özellikle ABD ve AB’nin muhaliflere olan desteğinin giderek minimum düzeye düşmesinin önemli bir faktörü de, Rusya-Çin ittifakı ile ABD-AB ittifakı arasında yapılan pazarlıkların giderek sonuç vermeye başlamasıdır. Bu noktada ABD’nin Rusya ile kaçınılmaz olarak uzlaşmaya doğru gittiğini gösteren önemli veriler bulunuyor. Bunun en somut örneği olarak Suriye toplarının Aşkale’ye düşmesi sırasında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, “siyasal çözümün ön plana çıkartılması gerektiği”ne yönelik açıklaması, politik hamlelerin ipuçlarını verdi. Ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin de “Suriye’ye yönelik uluslararası bir askeri müdahaleye karşı olduğunu” açıklamış olması, küresel güçlerin Suriye konusunda izledikleri politikaların giderek benzeşmeye başladığını gösteriyor.

Biliniyor ki, Rusya’nın Akdeniz’i kontrol eden tek askeri üssü Suriye’dedir. Bundan vazgeçmeyecektir. Esad sonrası politik denklemde bu askeri üssün hiçbir güvencesinin olmayacağını biliyor. Bu bakımdan Suriye eksenli Rusya’nın bölgesel politikasının başarısız olması, bölgesel denklemi önemli oranda etkiler. Suriye politikasındaki başarısı, onu Ortadoğu’da çok daha ciddi bir güç yapacağı gibi İran ve Suriye’den sonra Şii Irak yönetimiyle geliştirdiği askeri ilişkiler son derece dikkat çekici bir konuma geldi. Ayrıca, Rusya’nın çok belirgin olmasa da Türkiye ile olan ilişkilerine giderek bir mesafe koymaya başlaması, Putin’in Ekim ayı içerisinde yapacağı Türkiye ziyaretini iptal etmiş olması, politik ilişkilerin giderek gerginleşmeye başladığını gösteriyor.


ABD’nin ise özellikle karşı karşıya olduğu ekonomik krizin ektikleri nedeniyle uluslararası ilişkilerde askeri müdahalelerin içerisinde doğrudan yer almak istemediği anlaşılıyor. Ayrıca ABD seçimleri de bu sürecin ek bir faktörü olarak değerlendirilse de ABD’nin dış politikası, geçmişte olduğu gibi büyük askeri müdahalelere pek sıcak bakmıyor. ABD ekonomik gücündeki gerileme ve 15 trilyonluk dış borcu nedeniyle, askeri müdahalelere dolaylı katılım sağlamayı, daha çok müttefik ve eksen ülkeler üzerinde bir müdahaleyi esas almaya başladı.


Suriyeli Hıristiyanların tutumu etkili oldu


AB’nin Suriye politikası bir bütünlük oluşturmuyor. Savaş yanlısı bir politika izleyen Fransa’nın eski mandalarına sahip olma arzusu pek etkili olmadı ve aktif savaş politikasından geri adım attı. Aynı şekilde İngiltere de askeri müdahalenin sonuç vermeyeceğini gördü ve Suriye politikasında belirli değişikliklere yöneldi. Avrupa’nın ekonomik gücü olan Almanya ise başından beri askeri müdahaleye sıcak bakmıyor. Ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya olan AB’nin Suriye politikası, uluslararası bölgesel ilişkilere göre yeniden dizayn edildi. Ayrıca ABD ve AB’nin Suriye politikasını etkileyen ama basında çok fazla yer edinmeyen bir başka faktör de, Suriye’de nüfusun yüzde 12’sini oluşturan Hıristiyan toplumunun kanaat önderlerinin tutumları oldu. Suriye Hıristiyanlarının çok önemli bir kesimi Esad’dan yana tutum aldılar. Vatikan üzerinde AB ve ABD’nin Suriye politikasını etkilemeyi başardılar.

Bütün bu veriler, küresel sermaye güçlerinin, Suriye politikası nedeniyle bütünlüklü olarak karşı karşıya gelemeyecekleri ve savaş içerikli çatışmalı bir durum yaratmayacaklarını ortaya koyuyor. Bu bakımdan Rusya’nın askeri üssünün bulunduğu bir ülkeye, NATO müdahalesini beklemek politik bir saflık olur. Türkiye’nin NATO’nun 5. maddesinin işletilmesi talebi hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir.


Buna karşılık Esad rejiminin geçiş sürecini hızlandırması için Rusya çok daha fazla bir baskı oluşturacaktır. BM Güvenlik Konseyi içerisinde yer alan bütün küresel-emperyalist güçler yeni bir Suriye politikası üzerinde uzlaşıya varacaklardır. Bu kaçınılmaz bir durumdur, aksi takdirde, Suriye’de derinleşecek bir iç savaşın bütün bölge ülkelerini kapsayacak olması, küresel sistemin stratejik çıkarları bakımından önemli riskler oluşturacaktır. Özellikle enerji kaynaklarının kontrolü, işletilmesi ve taşınmasında ortaya çıkacak önemli risklerin, dünya ekonomisini çok ciddi oranda etkileyeceği biliniyor. Bu durumu hiçbir güç ve uluslararası tekel göze alamaz. Bu bakımdan şu veya bu ölçüde bir denge politikasıyla sürecin aşılmasını sağlayacaklardır.


Bölge ülkelerinin Suriye politikalarında olası değişiklikler


Bölge ülkelerinin oluşturduğu politikalar, küresel güçlerin belirlediği stratejiye paralel olarak gelişiyor. Ancak her ülkenin kendine özgü bir kısım bölgesel çıkarları da sürecin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu ülkelerde ilk sırayı İran alıyor. İran, Suriye iç savaşının aktif bir taraftarıdır. Suriye ordusu ile birlikte binlerce devrim muhafızı, muhaliflere karşı savaşıyor. Devrim muhafızları Irak üzerinden çok yoğun bir şekilde Suriye’ye aktarıldı. Muhalifler bakımından önemli bir geçiş sahası olan Lübnan bölgesi de Hizbullah tarafından denetlenmeye başladı. Binlerce Hizbullah militanı, Esad rejimini desteklemek için Suriye’de savaşa dâhil olmuş bulunuyorlar. İran ve Hizbullah aynı ideolojik kökene sahip olmaları bir yana, Suriye’de politik denklemin değişmesi iki güç için de çok önemli askeri ve politik sorunlara yol açacaktır. Hizbullah’ın güçlenmesi ve bölgesel ilişkilerde aktör olmasını sağlayan en önemli faktör, Suriye’nin vermiş olduğu aktif destektir. Bu damarın kesilmesi, bir bakıma Hizbullah’ın kuşatılması anlamına gelecektir. İran için durum çok daha stratejiktir. Esad’ın yenilgisinin politik sonuçları İran için çok daha sarsıcı olacaktır. Molla rejimi bu gerçeğin farkındadır. Bu bakımdan Suriye sorununu Türkiye gibi kendi iç politikası olarak görmekte ve savaşan gücüyle doğrudan taraf olmaktadır. Son iki aydır, Esad askeri güçlerinin başarılı bir noktaya gelip inisiyatifi ele almasındaki önemli bir faktör de binlerce devrim muhafızının savaşın aktif gücü olmasıdır.

İkinci ülke
Irak’tır. Şiilerin denetiminde olan Irak yönetiminin Suriye politikası çok belirgin olmasa da esasen İran’a yakın olduğu biliniyor. Bu bakımdan Esad rejimine vermiş olduğu lojistik destek, askeri destek kadar çok önemli bir etkiye sahiptir. Hem askeri, hem de gıda maddelerinin geçişi bakımından önemli bir işlev gören Irak’ın Suriye desteğiyle ABD’den çok Rusya’ya yakın durduğu anlaşılıyor. Maliki rejiminin Rusya ile 5 milyar dolarlık silah anlaşması yapması, Rusya’nın bölgesel gücünün artması bakımından bir veri olarak algılanabileceği gibi bunun arka planında Suriye politikasının önemli bir rol oynadığı biliniyor. Şii İran ve Irak ile Sünni Suriye denklemi ciddi sorunlara yol açacaktır. Bu bakımdan Irak’ın Suriye politikası İran’ın bir benzeri olup Rusya ile ittifakın çok daha güçlenmesine yol açmaktadır.

Üçüncü ülke
Mısır’dır. Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler, aynı şekilde Suriye’de de kendi ikizleri olan ‘Suriyeli Müslüman Kardeşleri’nin iktidarda olmasını oldukça arzulamaktadırlar. Ancak Mısır’ın yeni yönetimi, ülkesindeki iç politik dengelerin yerli yerine oturmaması nedeniyle aktif bir müdahil güç olmak istemiyor. İran ile ilişkilerin yeniden kurulması, İsrail ile geleceğin belirsizliği ve Libya’daki politik istikrarsızlık gibi faktörler nedeniyle Mısır yönetimi, Suriye’ye askeri bir müdahaleye karşıdır. Ancak Esad rejiminin de gitmesinden yana bir politika izliyor. Bunun bugünkü politik koşullar içerisinde hemen gerçekleşmeyeceğinin farkındadır. Bu bakımdan daha reel bir politika izliyor. Değişimin zaman alacağının farkında olup barışçıl geçiş sürecinden yana görünüyor. Böylelikle bölge ülkeleri arasında daha dengeli bir politika izleyerek politik etkinliğini arttırmaya çalışıyor. Mısır, Arap dünyasının gelecek lideridir.

Dördüncü ülke ise
Suudi Arabistan’dır. Suudi rejimi, Suriye’deki rejimin değişmesini en çok isteyen devletlerden biridir. Çünkü bütün çabası, Şii hareketinin yayılmasını durdurmaktır. Bölgesel ilişkilerde Şiilerin toplumsal ve politik güçleri çok daha aktiftir. Özellikle Bahreyn, Katar gibi ülkelerde Şiilerin etkin güç olmaları, Arabistan’da nüfusun yüzde 25’ini oluşturmaları Krallığı tedirgin eden önemli bir faktördür. Bu bakımdan Esad rejiminin değiştirilerek Sünni bir gücün gelmesi, bir bakıma Şii yayılmacılığını engellemeye ve kendi iktidarını korumaya yönelik bir politik hamle olarak görüldü. S.Arabistan gibi Katar, Bahreyn de, Esad rejimine karşı savaşan İslamcı grupları destekleme kararı aldılar. Farklı ülkelerden gelip savaşan Selefiler başta olmak üzere İslamcı militanların Suriye’ye girişini örgütlediler, askeri ve ekonomik destek sundular. Suudi Krallığının bu politikası özellikle ABD, İngiltere ve İsrail’i ciddi oranda rahatsız etti. CIA şefleri, Kral’ın kulağını çekerek uyardılar. Arabistan rejimi, özellikle ağır silahlar vermek gibi taleplerini geri çekti. Ekonomik yardımı da belirli bir düzeyde tuttu. Bu durum özellikle El Kaide gruplarını çok ciddi oranda hayal kırıklığına uğrattı. İslamcı gruplarda, bir bakıma S.Arabistan tarafından kandırıldıkları ve satıldıkları duygusu oluşmuş bulunuyor. ABD’nin uyarısıyla, Suudi Krallığı, ilk dönemlerde olduğu gibi Suriye’de çok aktif bir rol oynamayacaktır.

Esad’ın iktidarda kalması, Şiilerin politik zaferi olarak Ortadoğu’da güçlerin yeniden dizayn edilmesi olarak karşımıza çıkacaktır. Bu bakımdan kabile devletleri özelliğine sahip olan Körfez devletleri, Suudi Arabistan eksenli federatif bir tek devlete yöneleceklerdir. Şiilerin politik etkinliği karşısında bu oluşum, kaçınılmazdır. Bu bakımdan Suudi Krallığı için Suriye’deki politik gelişmenin sonuçları oldukça önemlidir.


Beşinci ülke
İsrail’dir. Ortadoğu’da hiçbir dostu bulunmayan tek ülke olarak bölgedeki gelişmelerden en çok etkilenecek ülke İsrail’dir. Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi, İsrail’in bölgesel politikalarına önemli bir darbe vurdu. 1976’dan beri Suriye ile fiilen savaş halinde olan İsrail, özellikle Hamas ve Hizbullah’a aktif destek veren Esad rejiminin gitmesini istiyordu. Ancak Ortadoğu’da ortaya çıkan bugünkü politik hamlelerin İsrail’in de yararına olmadığını anlaşılıyor. Bölgesel denklem içerisinde birbirinin karşıtı olan ülkeler arasında dolaylı ittifaklar oluştu. Örneğin Esad’ın gitmesi konusunda İsrail, Türkiye ve Arabistan politikaları birbirine benzeşmeye başladı. Eski müttefiki Mısır ise İran ile yıllar sonra en üst düzeyde diplomatik ilişki kurarak, İsrail’e açık bir mesaj yolladı.

İsrail, son bir yıldır, sessizliğe bürünmüş bulunuyor. Ortadoğu’daki gelişmeler konusunda sadece İran eksenli açıklama yapıyor. Düne kadar Esad’ın gitmesini isteyen İsrail yönetimi, bu konuda da artık fikir beyan etmiyor. Çünkü yerine kimin geleceği konusundaki belirsizlik, İsrail’in güvenliği bakımından ciddi bir sorun oluşturacaktır. İsrail yönetimi, mevcut gelişmelerin İsrail’in stratejik güvenliği bakımından ciddi sorunlara yol açtığını görmeye başladı. Bu nedenle, zayıf bir Esad yönetiminin kendi çıkarlarına daha uygun olacağı politikası tartışmaya açıldı. İlle de Esad gitmeli politikası, yüksek bir sesle dillendirilmiyor. Ayrıca İsrail’in stratejik uzmanları bölgesel değişimin İsrail için de kaçınılmaz olduğunu sıklıkla vurgulamaya başladılar. Ancak bu değişikliğin sınırları nereye kadar olacaktır. Bu henüz netleşmiş değil? Amerikan seçimlerinin sonuçları bu bakımdan önemseniyor.


Altıncı ülke ise
Türkiye’dir. Suriye konusunda başını belaya sokan, sıfırlanan bir dış politika izleyen ve bütün dengeleri kendi aleyhine çeviren AKP devleti de, ne yapacağını bilmiyor. Sivil yolcu uçaklarına müdahale edecek kadar zıvanadan çıkmış bulunuyor. Türkiye’yi sürecin hamisi yapan ABD, İngiltere ve Fransa geri adım atarak AKP’yi ve Erdoğan’ı çıplak bıraktılar. Türkiye, Suriye rejiminin değişeceğinden çok emin olduğu için de kartlarını çok açık oynadı ve kaybetti. AKP’nin dış politikasının ana unsuru, olası bir Kürt oluşumunu engellemekti. Bunun en kestirme yolu da askeri bir operasyonda aktif görev almaktan geçtiğini hesapladı. Bu kez evdeki hesap çarşıya uymadı. Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik en basit bir operasyona dahi izin vermediler. Suriye’nin iç politik denkleminde Kürtler, özerkliklerini fiili olarak ilan ettiler. Türkiye’ye sadece izlemek kaldı.

AKP hükümeti, olası bir iktidar değişikliğinde Sünni kartına oynadı. Alevi-Sünni çatışmasını körükledi. Bu da ters tepti. Attığı her adımda başarısız olan Türk devleti, bu kez Suriye’yi uluslararası İslamcı hareketin çatışma alanı haline getirdi. Bunu da çok belirgin bir biçimde uyguladı. El Kaide güçleriyle ittifak yaptı. Binlerle ifade edilen İslamcı militanlar, MİT ve Dışişleri Bakanlığının ortak organizasyonuyla, sınırdan Suriye’ye geçirildi. Bu gelişme özellikle ABD’yi kaygılandırdı. Obama, hem beysbol sopasını Başbakanın kafasını indirme tehdidinde bulundu, hem de CIA ve Genelkurmay Başkanlarını Türkiye’ye göndererek, bizzat Erdoğan’ın kulağını çektirdi. AKP devleti, El Kaide militanlarına yönelik belirli kısıtlamalara gitmek zorunda kaldı. Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) silah desteğini azalttı. ÖSO’nun yönetim merkezinin de, zorla Halep yakınlarına taşınması sağlandı. Bir bakıma Esad askeri güçlerinin önüne bir yem olarak sundu. Hatta Türkiye’nin bölgedeki ele geçen MİT elemanlarına karşılık önemli bazı subayları Suriye’ye teslim etti.


AKP devletinin hem Kürt hem de Suriye politikası toptan iflas etti. Bunun çaresizliği içinde daha çok saldırganlaştı. Yenilgi psikolojisiyle çıkartılan ‘Tezkere’nin politik ve askeri bir değeri olmayıp, güçsüzlüğünü gizleme taktiğidir. Bu sürecin ortaya çıkarttığı temel olgu, Türk devletinin politik ve askeri olarak ne kadar güçsüz ve çapsız olduğunun toplum tarafından anlaşılması oldu. Öyle ki, gerillanın denetiminde bulunan ‘Gedik Tepe’ye 7 taburla saldırıp eli boş dönen Genelkurmay Başkanı, Urfa sokaklarında çocuklar gibi bağırıyor: “Yıkılmadık ayaktayız.”


Türkiye bundan sonra, Ortadoğu’da yalnızlıklara oynayacaktır. Suriye eksenli Ortadoğu politikası iflas eden Erdoğan’ın İslam dünyasının lideri olma hayali de böylelikle suya düştü. Kürtler karşısında ayacağı yenilgi de onun bütün ideallerini de söndürecektir.


Suriye’nin iç politik denkleminde gelişmeler nasıl şekilleniyor


Suriye’deki iç denklemi iki noktada ele almak mümkündür. Birincisi, Baas rejiminin bugünkü mevcut durumudur. İkincisi, bütünlüklü olarak muhaliflerin geldiği noktadır.

Esad rejimi bakımından süreç, geçmiş birkaç aya göre, nispeten daha olumlu gelişiyor. Muhaliflerin beklenen toplumsal tabanı oluşturamamaları, özellikle Sünni tabandan beklenilen toplumsal tepkinin gelmemesi, Suriye içerisinde istenilen düzeyde askeri bir gücün oluşturulamaması, ordunun esasen varlığını koruması, ÖSO’ya verilen askeri desteğin beklenilenin çok gerisinde kalması, Baas ordusundan kaçıp ÖSO’ya katılan birçok üst düzey subayın yeniden Suriye ordusuna dönmeleri, silahlı muhalif grupların oldukça dağınık olmaları, uluslararası güçlerin Suriye’ye yönelik politikalarında meydana gelen değişiklikler, doğal olarak Baas rejiminin askeri güçlerinin çok daha inisiyatifli olmasını sağlayan önemli faktörlerden birkaçıdır. Savaş gücü olarak daha etkin olmaya başlayan Esad rejimi, BM Genel Sekreterinin tek taraflı ateşkes önerisini, anında reddetti.


Muhalif denen güçler esasen dış faktörlerle sürecin içinde etkili olmanın yollarını arıyorlar. Bunlar kendi içerisinde oldukça farklı yapılara sahip olmaları bir yana aynı zamanda merkezi bir otorite tarafından yönetilmiyorlar. Her ne kadar ÖSO olarak bilinen merkezi bir oluşum girişimi olsa da, oldukça farklı silahlı lokal gruplar bulunuyor. Bunlar da kendi aralarında çok daha küçük gruplara bölünmüş durumdalar. ÖSO, uluslararası güçlerin organize ettiği ve desteklediği askeri gücün esasını oluşturuyor. Bunların başında daha çok yıllarca rejimin içinde kalmış, onların suçlarına ortak olmuş, politik dengelerin rejim aleyhine döndüğünü düşünerek erkenden gemiyi terk eden komutanlar bulunuyor. Bu durumun, hem genel olarak isyancı tabandan, hem de halktan belirgin bir güvensizliğe yol açtığı biliniyor. Askeri olarak belirli bir güçleri olmasına rağmen, önemli oranda bürokratik bir yapı oluşturmaları, politikalarını uluslararası ve bölgesel güçlerin eğilimlerine göre belirlemeleri nedeniyle, esasen Baas rejimiyle açık bir savaşa tutuşmaktan çok, bir denge oluşturarak, sorunu masada çözme eğilimini taşımaktadırlar. Dahası bu eğilime evrilmiş bulunuyorlar.


Ayrıca başka ülkelerden gelip Suriye’de aktif savaşan farklı İslami gruplar bulunuyor. Bunların militan sayısı yaklaşık olarak 5 bindir. Bugüne kadar lokal bir şekilde savaşan bu grupların tek bir merkezli bir yapıya kavuşturulmasına yönelik bir kısım pratik atımlar atıldı. ÖSO ile bunların ortak bir komutanlıktan birleştirilmesine yönelik çabaların olduğu da biliniyor. Örneğin Ahrar-ı Şam, Wel Fecr, Ketaibu’l Hak, İbn-i Teymiyye ve Livau’t Tevhid gibi gruplar ‘ortak bir çatı oluşturmak’ için bir araya gelmeye çalışıyorlar.


Sıkça adından bahsedilen Suriye Müslüman Kardeşleri Örgütü olarak bilinen ‘İhvan Grubu’nun çok ciddi bir etkisi olmadığı, Suriye genelinde 40-50 bin civarında örgütsüz bir sempatizan kitlesi olduğu belirtiliyor. Ayrıca İslamcı örgütler-ÖSO arasında oluşturulan söz konusu oluşuma El Kaide güçleri yer almadı. Suriye’de farklı El Kaide grupları da ‘Cebhetu’n Nusre’ (Nusra Cephesi) ismiyle tek bir komutanlık altında birleştiler. El Kaide militanlarının ağırlıklı olarak Ürdün kökenli olmaları da ilgi çekicidir. İkinci sırada Irak, üçüncü sırada Türkiye, daha sonra Afganistan, Libya ve Çeçenistan gibi bölgeler izliyor.


CIA’ye teslim edilen El Kaide militanları


ABD’nin Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinde kurduğu baskı sonucu, Suriye’de rejime karşı en çok savaşan güçler olarak bilinen El Kaide gruplar hızla izole edilmeye başlandı. Örneğin, Türkiye El Kaide’nin biri Ürdünlü, biri Çeçen ve biri Afgan olan çok önemli üç komutanını ile üç kuryeyi, Suriye’den Hatay’a geçiş yaparken, tutuklayıp, sessizce CIA ajanlarına teslim etti. Libya büyük elçisinin öldürülmesinde rol aldıkları iddia edilen iki El Kaide militanı Türkiye üzerinden Suriye’ye geçiş yapmak isterlerken, hava alanından yakalanıp ABD’ye verildiler. Türkiye’nin bu yönelimleri, El Kaide tarafından ‘ihanet’ olarak değerlendirildi.

28 Ağustos’ta AKP hükümetinin teşvikiyle, Adana’da bir araya gelen Türkiyeli El Kaide gruplarının önemli bir kısmı Suriye’de savaşma kararı almışlardı. Hatta Fevzi BİRIŞIK, emir olarak atanıp Suriye’ye gönderildi ve AKP Devleti askeri destek dahil olmak üzere her türlü desteği vereceğini belirtti. Ancak verilen sözlerinin önemli bir kısmının yerine getirilmemiş olması, Türk El Kaidesi gruplarında tam bir hayal kırıklığı yarattı. Bu nedenle emir olarak atanan BİRIŞIK, yakın zaman önce Türkiye’ye dönüş yaptı.


Ayrıca Suudi ve Katar rejimlerinin de verdikleri sözlerin önemli bir kısmını yerine getirmemeleri, hatta El Kaide’yi yalnız bırakmaları, örgüt tarafından ihanet olarak değerlendirildi. Bu bakımdan Türkiye ve Arabistan ile El Kaide arasındaki ittifak, ABD’nin baskısıyla bozuldu. Bunun karşılığı şudur: El Kaide, belli bir süre sonra, bu iki ülkeye yönelik bazı eylemlere yönelebilir. Bu olasılık mümkündür. Örneğin, Hac seferi sırasında S. Arabistan’da ciddi eylemlerin olması mümkündür.


El Kaide, önümüzdeki süreçte kendisine yönelik saldırıların artabileceğini hesaplamaktadır. Bu nedenle Suriye politikasını çok daha hızlı gözden geçirme eğiliminde olduğu anlaşılıyor. Daha önce Türkiye ile oluşan fiili ittifakta, Türkiye kökenli El Kaide grubunun Kürdistan bölgesine yönelik bazı saldırılar yapacağı hesaplanıyordu. Dahası devlet ile böylesi fiili bir ittifak oluşmuştu. Türkiye, ABD’nin baskısıyla bu ittifakı bozmak zorunda kaldı. Bu gelişmeleri dikkate alan Cebhetu’n Nusre grubu, Kürtlerle çatışmama, Kürt bölgesinden uzak durmak gibi yeni bir politika benimsemeye başladı. Bu ne kadar etkili olur, stratejik mi yoksa Türk devletine karşı bir şantaj taktiği mi bunu zaman gösterecektir.


Muhalifler ile Esad rejimi arasındaki çatışmalarda her iki taraf da önemli kayıplar veriyor. Özellikle Halep bölgesinde muhaliflerin çok önemli kayıplar vermeye başladığı ve birçok bölgede kontrolü elden kaçırdığı anlaşılıyor. Bu kayıpların verilmesinde Lübnan Hizbullahı askeri güçlerinin ve İran Devrim Muhafızlarının çok önemli bir etkisi olduğu biliniyor. Muhalif güçlerde ise savaşan aktif güç başka ülkelerden gelen militanların oluşturduğu El Kaide yani Cebhetu’n Nusre grubudur. Muhalif güçler arasında bu grubunun etkinliğinin artması özellikle ÖSO’yu rahatsız etmektedir.


Bu bakımdan Suriye’deki savaş, doğrudan bölgesel güçlerin çatışması olarak yürümektedir.


Üçüncü güç olarak Kürtler ve Özerk Kürdistan


Kürtler, mevcut dengeleri en iyi şekilde değerlendirerek, politik kazanımlarını hızla maddi bir güce dönüştürdüler. Suriye içerisinde savaşan farklı politik güçlerden yana olmayıp; tersine demokratik-devrimci muhalefetle birlik olmaya çalışmaktadırlar. Suriye genelinde alternatif bir güç olmaya çalışırlarken, doğal olarak dikkatlerini ‘Özerk Kürdistan’ bölgesinin inşasına veriyorlar. Bu da çok doğal ve olması gerekendir. Özerk Kürdistan’ın kurulması ve bunun somut maddi bir oluşuma dönüşmesinin, bütün Suriye halkları için stratejik bir değişim anlamına geldiği/geleceği biliniyor. Özellikle Kürtler arasında oluşan ittifak ekseninde Kürdistan Ulusal Konseyi’nin (KUK) kurulması, öz savunma güçleri olarak ordulaşma ve yönetimsel yapıların oluşturulmaya başlaması yani Kürdistan bölgesinde bulunan bütün halkların kendi kendini yönetme sürecine girilmesi, alternatif bir model olarak görülüyor. Batı Kürdistan’da oluşan yeni sürecin başarılı olmasının temel koşulu da, öncelikli olarak Kürtler arasında oluşturulacak stratejik ittifaktır. Kürtler bu süreci iyi değerlendirirlerse, bölgesel güç olmak konusunda önemli bir adımı aşmış olacaklar. Bunun nesnel zemini tahmin edilenden çok daha güçlüdür.

Ancak Kürdistan bölgesinde oluşan alternatif model, hem uluslararası, hem de bölge güçlerini rahatsız etmeye başladı. PYD’nin önderlik ettiği yeni politik yapılanmaya karşı çok yönlü saldırı hamlelerinin olacağı anlaşılıyor. KUK’nin hiçbir gücün askeri olmayacağını tersine alternatif demokratik bir modelin inşasını sağlayacaklarını açıklamasından sonra Güney Kürdistan Yönetiminin Başkenti Hewler’de bir toplantı gerçekleştirildi. 2 Eylül 2012’de yapılan toplantıya kimler katıldı: Suriye Kürtleri Birlik Partisi üyesi Abdulbaki Yusuf, Suriye Kürdistanı Birlik Partisi üyesi Abdulhakim Başar, Suriye Kürtleri Demokrat Partisi Sekreteri Nureddin Hemid Bırimo, Güney Kürdistan Doğruluk Partisi Sekreteri Selah Bedreddin, Suriye’deki Kürt Halkı Birlik Partisi eski sekreteri ve Güney Kürdistan’daki Kawa Kürt Kültür Merkezi Başkanı, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, Amerika’nın Ürdün elçisi, İsrail’in Almanya Büyükelçiliği’nden bir yetkili, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın Güney Kürdistan’daki bir yetkilisi, Güney Kürdistan Güvenlik Konseyi ve İstihbarat Servisi Başkanı Mesrur Barzani, YNK Politbüro üyesi Kosret Resul ve KDP Politbüro Sekreteri Fazıl Mirani, Bölge Başbakanı Neçirvan Barzani ile YNK Genel Başkan Yardımcısı Berham Salih.


İlginç ve stratejik bir toplantı olduğu kesin. Peki, birbirine it dalaşına tutuşan İsrail ve Türkiye, ABD, Almanya ve Güney Kürdistan Bölge Yöneticilerinin ortak toplantı yapmalarının politik arka planı nedir? Birincisi, Suriye’de bölge haklarına model olabilecek demokratik bir oluşumu engellemek, ikincisi, Kürtleri muhaliflerin yedek gücü haline getirerek kullanmak istiyoryar. Biliniyor ki, Kürtler olmaksızın Esad’ın devrilmesi son derece zordur. AKP Devleti, El Kaide’yi pazarladı. ABD ve İsrail buna karşılık Kürtleri pazarlamak istiyor. Bunu yaparken de, Güney Kürdistan güçlerini kullanarak yapmaya çalışıyorlar. Kamuoyunda İsrail ile Türkiye, birbirine saldırmış gibi görünürken, arka planda tam bir ittifak içinde hareket etmektedirler. Üçüncüsü, Türkiye, Suriye’de PYD’nin içinde olmadığı bir Kürt oluşumunu fiilen kabullenmiş gibidir. Türkiye’nin bu fiili durumu kabullenmesine verilecek ikinci ödül ise ‘PKK’nin yönetici kadrolarına yönelik saldırıların yapılmasıdır. Yani kamuoyunca bilinen belli başla yöneticilerinin fiziki tasfiyesinin sağlanması planıdır. CIA, MOSSAD, MİT ve Güney Kürdistan Güvenlik Konseyi ve İstihbarat Servisi temsilcilerinin toplantıya katılmış olmaları, söz konusu tasfiye projesinin çok yönlü olduğunu gösteriyor.


Dikkat edilirse toplantıda sadece bir parti yok: Bölgenin en büyük gücü PYD. Hedefin PYD ve onların oluşturmaya başladığı toplumsal sistem olduğu anlaşılıyor. Bölgesel ve küresel güçler, kendi politikaları dışında kalan ve alternatif bir toplumsal yaşam modeli uygulamak isteyen PYD’yi tasfiye ederek, Barzani’nin etkinlik alanını genişletmek istiyor. Bu toplantı bütünlüklü olarak Kürtlere yönelik tam olarak politik bir ihanettir. Ayrıca alınan kararlara bakıldığında, PYD’ye yönelik olarak psikolojik savaşın bütün kirli yöntemlerinin kullanılacağı anlaşılıyor. Tehlikenin en büyük yanı ise, KUK içerisinde yer alan parti ve örgütlerin bu toplantıya katılmalarıdır. Söz konusu kararların tek birinin uygulanması, Kürtler arasında yeni bir çatışmanın başlatılması anlamına geleceği biliniyor. Kürtler üzerinde oynanan bu oyunun politik sonuçları Kürtler için son derece ağır olacaktır. Mevcut politik kazanımların toptan yok olmasına yol açabilir. Bu bakımdan, Kürtler küresel ve bölgesel sömürgeci güçlerin bu oyununu mutlaka boşa çıkarmalıdırlar. Mesut Barzani, iktidar hırsıyla, Türkiye ve İsrail gibi ülkelerin oyununa gelmemeli, Kürtlerin elde ettiği kazanımlara kişisel egoları için heba etmemelidir. PYD olmadan, Suriye’de Kürtlerin başarma şansının olmadığını da başta Barzani ve Talabani kabul etmeli ve bu gerçeğe göre politik hesaplarını yapmalıdırlar.


Sonuç


Suriye’de uluslararası emperyalist güçlerin bir savaşı var. Bu savaşın politik ve sosyal sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır olacaktır. Bölgenin aktif dinamik gücü olan ve küresel emperyalist kuşatmaya karşı, kendi özgür toplumsal modelini uygulayan PYD, Suriye halklarının birleştirici gücü olma potansiyeline sahiptir.

Bize düşen görev, Suriye halklarının yanında yer almak ve desteklemektir. Küresel emperyalist işgale karşı gerekli politik tepkiyi göstermek son derece önemlidir. Yürütülen haksız savaşa karşı çıkarken, özellikle Kürtlerin özgürlük mücadelesini aktif olarak desteklemeliyiz. Biliyoruz ki, Kürtlerin özgürleşmesi, Suriye’deki diğer hakların da özgürleşmesi demektir. 


Sendika.Org