23 Mayıs 2012 Çarşamba

Erdoğan Uludere Katliamını Savundu: ''Tazminatsa Tazminat''

Daha önce ‘milli katliam’ diyen Erdoğan’ın Roboski itirafları sürüyor: ‘Yetkiyi biz verdik TSK de samimi olarak görevini yaptı. TSK Ahmet mi Mehmet mi nereden bilsin. Tazminat verdik, daha ne konuşuyorsunuz’

EMRİ BİZ VERDİK TSK VURDU

Pakistan’da gazetecilere konuşan Erdoğan, Roboski Katliamı’nın sorumlularına bir kez daha sahip çıkarken, adeta itiraflarda da bulundu. Yetkinin kendileri tarafından verildiğini söyleyen Erdoğan, “Biz yetkiyi vermişiz, TSK de bunu samimi olarak kullanmış” diyerek katliam emrinin kimin tarafından verildiğini de itiraf etti.

MAHKEMEYE ‘HATA’ TALİMATI

Siyasal sorumluğu üzerinden atıp, TSK’ye övgüler yağdıran Erdoğan, Roboski’nin hesabını soranlara da ‘para verdik niye susmuyorsunuz’ diyerek katliamı parayla kapatmaya çalıştığını ortaya koydu. Erdoğan, “Bir hatanın, hatamızın olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat. Resmi tazminatımız ötesinde yaptık” dedi.

KATLİAMI MEŞRULAŞTIRMA ÇABASI

Aylardır Roboski’nin üstünü kapatmaya çalışan, Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmayacak dedikten sonra, “hatadır” diyerek adeta mahkemeye de talimat veren Erdoğan, katliamı da şöyle meşrulaştırdı: “CD’yi bizzat izledim. Burada katırlı yürüyen 30-40 kişi var. O yüksekten TSK Ahmet midir, Mehmet midir bilemez ki!”



Para verdik ya, ne uzatıyorsunuz!


Wall Street Journal’ın haberiyle ilişkili tartışmalarda işi geçiştirmeye çalışan ve katliamın bilgi kaynağının “milli” olduğunun altını çizerek, “Bilgi aldık adım attık” demekle yetinen Başbakan Tayyip Erdoğan, Roboski Katliamı ile ilgili olarak bir kez daha insanlık dışı açıklamalarda bulundu. Pakistan’da gazetecilere açıklamalarda bulunan Erdoğan, çoğu çocuk 34 Kürdün öldürüldüğü katliamın sorumlularına sahip çıktı. Ordunun verilen yetki dairesinde görevini yaptığını dile getiren Erdoğan şunları söyledi: “Wall Street Journal’da Türkiye’yi sıkıntıya sokacak Uludere yazısı çıktı. Belli medya kuruluşları bir görüşü, belli medya kuruluşları farklı siyasi görüşü destekler. Amerika’nın da var. Wall Street Journal’ın da var. Mevcut yönetimi zora düşürmek için bu uydurma haberi yapmıştır. Bu TSK’nın birinci derecede görevidir. Biz güvenlik güçlerimize, askerimize, polisimize yetkiyi veririz. Onlar da yetkileri dairesinde kullanır. Yetkiyi vermişiz, TSK bunu kullanmış. Eğer, kuruluşlar olarak TSK’mıza, polisimize güvenmiyorsak, terörle mücadeleyi kiminle yapacağız?”


Orası ‘terör bölgesi’


Daha sonra geçmişteki Hantepe, Gediktepe olaylarında medyanın “neden vurmadınız” eleştirilerini anımsatan Erdoğan, izlediği CD’yi anlatarak, “Katırı da vardı, yürüyen insanlar da vardı. Ben izlediğim CD’de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Bir konvoy gidiyor. 30-40 kişi var. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Bizim gözcülerimizin (Heronların) vermiş olduğu CD. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımı atmıştır. Bu bölge, terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bir bölge değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet midir Mehmet midir bilemez ki” dedi.


Tazminatsa tazminat!


Katliamı sonradan duyduğunu iddia ederek siyasal sorumluluğu üzerinden atan Erdoğan, TSK’yi övgülere boğarak sürdürdüğü konuşmasında, resmi tazminatı aşarak halka “sus payı” vermek istediğini de itiraf etti. Erdoğan, “Bizim Silahlı Kuvvetlerimiz bu görevi samimi bir şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir hatanın, hatamızın olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat. Resmi tazminatımız ötesinde yaptık.”


Baştan beri geçiştiriyor


Erdoğan, katliamın başından bu yana katliamı normal göstermeye, bölgede gezmenin zaten “tehlikeli” olduğunu söylemeye çalışıyor. Bilindiği gibi Erdoğan, ilk 48 saat kamuoyuna açıklama yapmamıştı, geride kalan 5 ayda da konu ile ilgili sorumluluğu olanların hesap verdiğine dair kamuoyuna bir bilgi yansımadı. En son Amerikan Wall Street Journal gazetesinde çıkan haberde, katliam öncesinde istihbaratın ABD’ye ait insansız hava uçaklarından geldiği ve Türkiye’nin daha yakın bir görüntü almak yerine saldırmayı seçtiği yönündeki haberin ardından Erdoğan “Bu haberler seçimler öncesinde Obama’yı sıkıştırmak için yapılıyor” gibi anlamsız bir iddiada bulunmuş istihbaratın “milli” olduğunu söyleyerek katliamı savunmuştu. Şimdi ise Erdoğan, hukukta yeri olmayan “terör bölgesi” gibi bir kavram uydurarak, belli bölgelerde öldürülmenin “kader” olduğunu söylüyor. Doğal olarak, böyle bir geniş ve hukuksuz tanımın yarın Taksim Alanı ya da Mersin mahalleleri gibi yerleri de kapsayıp kapsamayacağı kamuoyunda tartışılıyor.


Buna karşın katledilenlerin aileleri ve kamuoyu, devletin resmi düzeyde sorumluluğu üstlenerek siyasi ve askeri sorumluların tümünün yargı önüne çıkarılmasını bekliyor.

Kaynak: Özgür Gündem

Asrın Tecridi-3

Öcalan üzerindeki tecridin ve İmralı’nın statüsünün hukuka aykırı olduğunu söyleyen İHD Genel Başkanı Türkdoğan, hükümeti uyardı: ‘Öcalan herhangi biri değil, tecridin sonuçları ağır olabilir’.

HUKUKU İHLAL EDİYORLAR

PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit 300 günü aşkındır devam ederken hükümet ve demokratik kurumlar ile CPT sessizliğini korumaya devam ediyor. Öcalan’a tecrit içinde tecrit uygulandığını vurgulayan Türkdoğan, “Hem Türkiye’nin hem de uluslararası kuruluşlar hukuku ihlal ediyor” diye konuştu.

ÖCALAN MİLYONLARIN İRADESİ

Öcalan’a tecridin bir halka tecrit olduğuna dikkat çeken Türkdoğan, hükümete bu kanunsuzluğa son vermesi çağrısı yaparak şu uyarıda bulundu: “3,5 milyon insan ‘Abdullah Öcalan irademdir’ diye beyan verdi. Herhangi bir kişiden bahsetmiyoruz. Bu hukuksuz durumu kimse kabullenmemeli. Sonuçları daha ağır olur.”



Türkdoğan: Tecridin sonucu ağır olabilir!


PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit 300 günü aşkındır devam ederken hükümet ve demokratik kurumlar ile CPT ise sessizliğini korumaya devam ediyor. 27 Temmuz’dan itibaren devam eden ağırlaştırılmış tecridi değelendiren İHD Genel Başkanı Öztürk Türdoğan, Öcalan’ın İmralı Cezaevi’ndeki durumunun özgün olduğunu, tecridin ne ulusal ne uluslararası hukuka uymadığını vurguladı.


‘İmralı’nın statüsü özel’


İmralı Cezaevi’nin kendine özgü bir durum yarattığını belirten Türkdoğan, “1999’dan 2009’a kadar tamamen ne olduğu belli olmayan çok özel bir statüsü vardı. Bu hiç bir hukuk kuralına uymuyordu. Anlaşılan burada uluslararası ikili veya çok taraflı bir gizli anlaşma söz konusu olabilir. Bildiğimiz tek şey varsa da Başbakanlık Kriz Yönetme Merkezi’ne bağlı olan bir hapishanedir” dedi.


‘F tipinden önce İmralı Sistemi’


Türkiye’de F tipi cezaevi uygulamasına geçmeden önce ilk uygulamanın İmralı ile başladığını kaydeden Türkdoğan, “Bu çok ağır bir durum. Normal koşullarda hiç kimsenin bu ağır koşullar altında kalma şansının olduğunu düşünmüyorum. Hatta biz ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazını en az 40 yıl boyunca sürdürülmesini ‘uzatılmış ölüm cezası’ diye yorumlamıştık” ifadesini kullandı.


‘Tecrit içinde tecrit var’


Öcalan’a tecrit içinde tecrit uygulandığını vurgulayan Türkdoğan, “Türkiye AİHM kararlarını ihlal ediyor. Ancak Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi siyasi bir karar alarak bu konuda Türkiye’nin yanında yer alıyor. Dolayısıyla bu yargılama sürecinde Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler de esasında Avrupa hukukunun gereğini yerine getirmemişlerdir. Türkiye’de yeniden bir yargılama yapılmadı, durum bu şekilde kaldı” dedi.


‘Öcalan herhangi bir kişi değildir’


Türkdoğan, tecridin tüm hızıyla devam ettiğini, kendilerinin CPT’den ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği’nden İmralı Adası’nın ziyaret edilmesi yönünde taleplerde bulunduklarını ancak daha bunun bile karşılanıp karşılanmadığını bilmediklerini söyledi. Tecridin cezalandırma yöntemi olarak kullanılamayacağını kaldı ki Öcalan’ın Kürt halkı açısından yerinin farklı olduğunu söyleyen Türkdoğan, “2003 yılında 3,5 milyon insan ‘Abdullah Öcalan irademdir’ diye beyan verdiler. Bu imzalı dilekçeler TBMM’ye sunulmuştu. Dolayısıyla herhangi bir kişi ile ilgili konuşmuyoruz. Nitekim Kürt meselesinin çözümünde, Başbakan’ın da kabul ettiği gibi müzakerelerin yürütüldüğü bir kişiden bahsediyoruz. Bu müzakerelerin tıkandığı noktada da ağır tecridin uygulandığı kişiden bahsediyoruz” şeklinde konuştu.


‘Tecridin sonuçları ağır olabilir’


Hükümetin, Öcalan’ın hakları konusunda takındığı “kanunsuz” tutumunun sona erdirilmesi gerektiğini söyleyen Türkdoğan şunları vurguladı: “Hükümet izin verirse görüşmeler oluyor. İzin vermese görüşmeler olmuyor. Nitekim Başbakan ve bakanların yaptığı açıklamalarda da 10 aydır yapılan tecridin doğrudan doğruya hükümet ile alakalı olduğu anlaşılıyor. Bu kadar keyfi ve hukuksuz durumu hiç kimse kabullenmemelidir. Çünkü bunun sonuçları daha ağır olabilir.”


‘Türkiye hiçbir hukuku kabul etmiyor’


Türkiye’nin yaşanan süreci savaş olarak değerlendirip savaş kurallarını uygulaması gerektiğini söyleyen Türkdoğan, “Türkiye ne kanunlarını uyguluyor ne de insancıl hukuk kanunları dediğimiz kanunları uyguluyor. Türkiye bir hukuku kabul etmek zorunda. Türkiye hiç bir hukuku kabul etmek istemiyor. Problemin kaynağı bu” dedi.


‘İstediğim noktaya gelmezsen...’


Türkdoğan, hükümet ile Öcalan arasında müzakerelerin yapıldığını, müzakerelerin tıkandığı noktada ise hükümetin elinde bulundurduğu iktidar gücünü kullanarak tecrit politikasını geliştirdiğini söyledi. Türkdoğan, “İstediğim noktaya gelmezsen ben sana cezanı veririm demek istiyor aslında. İşte zaten bu müzakerelerin mantığına aykırı yani şimdi siz bir konu müzakere edeceksiniz. Bu kadar dezavantajlı durumda yapılan müzakerelerin de kolaylıkla tıkanmasının sebepleri de bunlardır” dedi.


‘Öcalan’ın önü açılmalı’


Kürt sorununun büyük bir sorun olduğunu, bir çok sorunun içe içe geçtiğini belirten Türkdoğan, “Yeniden müzakere süreci başlatılmalı. Öcalan’ın rolünü oynamasının önü açılmalıdır. Öcalan üzerindeki tecrit mutlaka kaldırılmalı. Tecrit hem Öcalan’ın haklarını ihlal ediyor, hem de bu durum Kürt halkında öfkeye neden oluyor. Bunu dindirmenin birinci yolu tecridi kaldırmaktır. Tecrit kaldırıldıktan sonra bu sorun devam eden bir sorun olmamalıdır. Bir insanın 13 yıl boyunca ağır tecrit koşulları altında tutulması çok ağırdır” dedi.

 Emine Altınkaya - Mustafa Emrah Süer / Ankara - Diha

Asrın Tecridi-2

Kürt sorununun Öcalan ve PKK olmadan çözülemeyeceğine dikkat çeken Barış İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu Sözcüsü Avukat Eren Keskin hükümete, ‘Öcalan’ın önündeki engelleri kaldırın’ çağrısı yaptı

ÖCALAN’IN ÖZGÜRLÜĞÜ ÇÖZÜM GETİRİR

Türkiye’de ve Bölge’de Kürt sorununun çözümünü isteyen, her şeyden önce insanların ölmesini istemeyen, herkesin Öcalan’ın özgürlüğü’nü talep etmesi gerektiğini belirten Keskin, “Çünkü gerçek bu. Hangi görüşten olursanız olun şu çok iyi biliniyor: Sayın Öcalan ve PKK yok sayılarak Kürt sorunu çözülmeyecek” diye konuştu.

AYDINLAR, DEMOKRATLAR SUSMAMALI

Esas taleplerini dillendirmesi gerekenlerin Türkiyeli demokratlar olduğunu belirten Keskin, 300. gününü geride bırakan tecride karşı susanlara da şu çağrıyı yaptı: PKK’siz bir çözüm olamayacak. Bu gerçeği herkesin görüp dillendirmesi gerekiyor. Bu savaşa dur demesi gerekenler de sosyalistler, demokratlar ve aydınlardır.”
 
Keskin: Bu savaşa siz de dur deyin

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana ailesi ve avukatları ile görüşmesi “gemi bozuk”, “hava muhalefeti” ve “gemi onarımda” gerekçeleriyle reddedilirken, Kürt halkının da Öcalan üzerindeki tecridin kalkması için eylem ve etkinlikleri devam ediyor. Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılmadığı sürece Kürt sorununu çözülemeyeceğine inanan ve taleplerini “Barış İçin Öcalan’a Özgürlük” olarak belirleyen 8 kadının oluşturduğu Barış İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu’nun Sözcüsü Eren Keskin, 300’üncü gününe giren tecridi değerlendirerek, yapılması gerekenleri söyledi.


‘Öcalan’sız sorun çözülmez’


Öcalan’ın durumunun diğer tutuklu ve hükümlülerden çok farklı olduğunu, bunun tek başına bir hükümlünün avukatlarıyla ve ailesiyle görüştürülmemesi anlamına gelmediğine dikkat çeken Keskin, Öcalan’ın Kürtler üzerinde çok önemli etkisi olan bir siyasi lider olduğuna vurgu yaptı. Keskin, O’ndan haber alamamanın kitleleri gerginleştirdiğine dikkat çekti. Öcalan’dan haber alınamaması nedeniyle yaratılan gerginliğin zaten Türkiye’yi yönetenler tarafından amaçlandığının altını çizen Keskin, “Böyle bir gerginliğe ihtiyaçları var. Biz de bu platformu oluşturanlar olarak, KCK operasyonlarının bu kadar yoğun olarak gündeme geldiği, insanların konuşmaya bile çekindiği bir ortamda, bu şekilde ortaya çıkmak, çok da beklenen bir şey değil. Ama biraz da bu toplumda şok edici taleplerde bulunmaya gerek vardı. Türkiye’de ve Kürdistan’da Kürt sorununun çözümünü isteyen, her şeyden önce insanların ölmesini istemeyen herkesin bu talebi dile getirmesi gerekiyor. Çünkü gerçek bu. Hangi görüşten olursanız olun şu çok iyi biliniyor ki; Sayın Öcalan ve PKK yok sayılarak bu sorun çözülmeyecek. Bunu herkes biliyor. Biz de bunu dillendirmek istedik” diye konuştu.


‘Zamanı mı sorusundan bıktım’


Çalışmalarının istedikleri hızla ilerlemediğini söyleyen Keskin, bunun nedenini KCK adı altında yürütülen operasyonlara bağlayarak, “Bu operasyonlar toplumda korku yaratıyor. Çözüm konusunda aydın, yazar, gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcilerine gittik ve görüşmeler yaptık. Ancak bazıları bize “bunun henüz zamanı değil” diyor. Bize hiç kimse henüz zamanı değil diyemez. Bunun tam da zamanı olduğunu düşünüyoruz. O nedenle yola çıktık. Ben 20 yıldır ‘henüz bunun zamanı değil’ sözünü duymaktan bıktım. Siz o zamanı bekledikçe gelmeyecek. O zamanı siz yaratabilirsiniz ancak. Bu şekilde devam ederse acılar artar. İnsanlar ölür. Riskli de olsa bu talep birilerini bunu dile getirmesi gerekiyor” diye konuştu.


‘KCK korkusu yıkılmalı’


“KCK” adı altında gerçekleştirilen operasyonların yarattığı korkuyu da kırmak gerektiğine işaret eden Keskin, “O kadar fütursuzca tutuklamalar oluyor ki; insanları da anlayabiliyorsunuz. Ev geçindirmek dertleri var. İşi gücü, çocuğu var. İnsanlar çekiniyorlar. Zaten bu çalışmayı yaparken şunu çok daha iyi anladık ki, bu KCK operasyonlarının amacı zaten toplumu korkutmak” diye belirtti.


‘Kürtlerin talepleri net’


Yine Kürtlerin soruna ilişkin taleplerini her türlü baskıya rağmen net olduğunu ifade eden Keskin, ancak Türkiye’deki demokrat, sol, aydın kesimlerin örgütlü bir şekilde biraraya gelip seslerini yükseltmediklerini söyledi. Keskin, “Bu yapılabilse bugünkü hükümet de geçmişteki hükümetler de bu kadar rahat davranamazdı. Herkes konuşurken bunu söylüyor, ama örneğin ben bir sendikanın bugüne kadar açıkça sokaklara çıkıp ‘biz barış istiyoruz’ diye günlerce süren bir sokak etkinliği, ses getirecek caydırıcı nitelik taşıyan bir eylemlerine tanık olmadım. 20 yıldan fazladır insan hakları mücadelesi içindeyim tanık olmadım. Eksik buluyorum bu söylemleri. Biz o kesimi harekete geçirmeye çalışıyoruz. Kürtler zaten taleplerini her zaman dile getiriyorlar” dedi.


‘Ezilenler üzerinden götürülen bir savaş var’


Esas taleplerini dile getirmesi gereken kesimin Türkiyeli demokratlar olduğunu belirten Keskin, “Alıyorlarsa da KCK’den alırlar. 6 ay yatar çıkarsınız. Bu kadar korkuya karşı artık bir ‘dur’ demenin bence zamanı geldi. Örgütlü ve yüksek bir ses bugüne kadar çıkmadı. PKK’siz bir çözüm olamayacak. Bu gerçeği herkesin görüp dillendirmesi gerekiyor. Bu ayıp, günah değil. Gökten zembille inen yaratıklar değil. Onlar bu coğrafyanın çocukları. Bu devlete vergi veriyor, onların anneleri babaları. Neden biz bu insanlardan bu kadar korkuyoruz. Onları neden bu kadar dışlıyoruz. Hiç kimse isteyerek dağa çıkmaz. Hiç kimse isteyerek, o koşullarda yaşamaz. Gerilla ailesiyle asker ailesini yan yana getirilim. Hepsi aynı aileler. Ezilenler üzerinde götürülen bir savaş var. Bu savaşa dur demesi gerekenler de sosyalistler, demokratlar ve aydınlardır” diye konuştu.


‘Hiç kimse susmayacak’


Bu süreçte birincil taleplerinin normalleşme ortamının başlaması olduğunu belirten Keskin, gerçeklerin açıkça görülmesi, “PKK yok sayılmadan” yeni bir çözüm yolu aranmaya başlanması, Öcalan’ın önündeki engellerin kaldırılması için yola çıktıklarını vurguladı. Öcalan ile görüşmek için Adalet Bakanlığı’na aylar öncesinden yaptıkları başvuruya da henüz bir yanıt gelmediğini aktaran Keskin, “Devam edeceğiz. Kürt halkı yurtlarından edildi, köyleri yakıldı, gözaltında kaybedildiler, katledildiler, tecavüze uğradılar. Hâlâ talep etmeye devam ediyorlar. Bizim kendi ölülerimize bir borcumuz var. Hiç kimse susmayacak” diye ekledi.

 Güler CAN / İstanbul - Diha

Asrın Tecridi-1


Dünyada eşi benzeri bulunmayan İmralı Cezaevi Sistemi’nde PKK Lideri Abdullah Öcalan ve diğer 5 hükümlüye yönelik ağırlaştırılmış tecrit devam ediyor. 27 Temmuz 2011’den bu yana Öcalan avukatlarıyla görüştürülmüyor. Türkiye ve dünyanın her yerinde alanlara çıkan yüzbinlerce Kürt, Öcalan’a uygulanan tecride tepki gösteriyor ve Öcalan’ın özgürlüğünü haykırıyor.
 
‘Tecride meşruluk kazandırılmak isteniyor’

11 Ocak 2011’de TBMM Adalet Komisyonu tarafından kabul edilen “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” her ne kadar Meclis’ten “Öcalan’a uygulanan tecridi yasalaştıran madde” çıkarılarak geçirilmişse bile tamamen gündemden çıkarılmış değil. 2010, 2009, 2008, 2005 veya daha önceki bütün dönemlerde İmralı’da tecrit, görüştürmeme durumlarının varlığına daha önce yaptığı bir açıklama ile değinen Asrın Hukuk Bürosu, “Ancak bugünkü durum çok daha farklı. Öyle dönemsel tecrit uygulamaları, görüştürmeme durumu olmayacağı görülüyor. Tecride meşruluk kazandırılmak isteniyor” diyerek hükümetin uzun süreli tecride yasal kılıf arayışlarının olduğunu kaydetmişti. İmralı’da daha önce de gerek ulusal gerekse de uluslararası hukuk normları keyfi bir şekilde uygulanmış, ilk uygulama özel yönetmelik ile gerçekleştirilmişti. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesinin ardından Milli Savunma Bakanlığı tarafından 27 Şubat 1999 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan bir tebliğ ile İmralı Adası ve çevresi 2. derece kara, deniz ve hava açısından “askeri yasak bölge” olarak ilan edilmişti. Bu düzenlemeyle birlikte hak ihlalleri, hücre ve disiplin cezaları gündeme konulmuştu.


‘Öcalan’ın 37 avukatı tutuklu’


Tüm bunların yanı sıra PKK Lideri Abdullah Öcalan’a 300 gündür uygulanan ağırlaştırılmış tecrit, toplumun birçok kesimini etkilerken, Öcalan’ın avukatlığını yapan Asrın Hukuk Bürosu avukatlarını da daha yakından ilgilendiriyor. Abdullah Öcalan’ın her hafta basında yayınlanan ve birçok köşe yazarı tarafından üzerine yorumlar yapılan “Görüşme notlarını örgüte talimat” olarak ilettikleri gerekçesiyle 37 avukat tutuklanırken, Asrın Hukuk Bürosu avukatlarının gerek müvekkilleri Öcalan için gerek ise tutuklanan çalışma arkadaşları için hukuki mücadelesi devam ediyor. Müvekkilleri ile 300 gündür görüşme gerçekleştiremeyen Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Rezan Sarıca, müvekkillerine uygulanan ağırlaştırılmış tecridi, bunun ne anlama geldiğini ve yapılması gerekenleri değerlendirdi.


‘Tecrit hükümet politikasıdır’


Müvekkilleri Öcalan ile 10 aydır görüşemediklerini belirten Avukat Rezan Sarıca, Öcalan’ın avukat ve aile ile olan görüşmelerinin tamamen engellendiğini hatırlatarak, şunları söyledi: “27 Temmuz 2011 tarihinde yapılan görüşmeden bu yana müvekkilimizle görüşmek için olağan olarak yaptığımız haftalık görüşme başvuruları reddedilmektedir. Başvurularımıza ‘gemi bozuk’ ya da ‘hava muhalefeti’ son bir aydır da ‘geminin onarımda’ olduğu yönünde bazı gerekçeler ileri sürülmektedir. Ancak biz bu gerekçelerin inandırıcı olmadığı kanaatindeyiz. Bizim bu kanaatimiz nettir. Yani 13 yıllık İmralı tecridi süresi içerisinde müvekkilimize zaman zaman gelişen gerek siyasal, gerek ise sosyal süreçlerle ilgili tecrit uygulanmıştır, ancak neredeyse 10 ayı bulan bir tecrit ile ilk defa karşılaşıyoruz.”


Müvekkilleri Öcalan ile görüşmelerinin engellenmesine yönelik sunulan gerekçelerin yansıtıldığı gibi olmadığını ve bu gerekçeleri inandırıcı bulmadıklarını belirten Sarıca, böyle bir kanıya sahip olmaları için birçok sebebin ortada olduğunu ifade etti. Sarıca, “En başta hükümet yetkililerinin basına verdiği demeçler, her şeyi apaçık ortaya koymaktadır. Başta Başbakanın açıklamaları. Tamamen hukuk dışı bir uygulama, tamamen iradeleri çerçevesinde uyguladıkları bir durum söz konusu” dedi.


‘Dünya kamuoyu tecride sessiz’


Öcalan’a yönelik tecride artık dünya kamuoyunun da yeterince tepki göstermediğini ve bu durumun hükümetin daha rahat hareket etmesine neden olduğunu belirten Sarıca, “Bu temelde yapılmış resmi tüm gerekçeler ve bahaneler de anlamını yitirmiş oluyor. Çarpıcı bir örnek verecek olursak, 19 Ocak 2012 tarihinde aile görüşmesi için müvekkilimizin kardeşi İmralı Adası’na götürülüyor. Yani ‘gemi bozuk’ değil. Gemi sağlam. O hafta bizim Çarşamba ve Cuma günleri müvekkilimiz ile görüşmek için başvurularımız vardı. Müvekkilimizin kardeşinin gittiği gün ise Perşembe günü. Yani öncesi ve sonrasında yaptığımız başvurular ‘gemi bozuk’ gerekçesi ile reddediliyor; ancak Perşembe günü müvekkilimizin kardeşi İmralı Adası’na götürülüyor. Normalde aile görüşü ayın 2’inci ve 4’üncü haftasında gerçekleşirken, o görüşmede ayın 3’üncü haftasına denk gelmişti. Ve bu da açık ve net bir şekilde ortadır, keyfi bir uygulama söz konusudur.


‘Özel ve ayrımcı bir uygulama’


Cezaevi idaresi tarafından görüşmelerin engellenmesi için sunulan gerekçelerin haklı olması durumunda yapılması gerekenlere ilişkin ise Sarıca, şunları söyledi: “Öne sürdükleri gerekçeler haklı olsun. Ve ‘gemi bozuk’, ‘hava muhalefeti’ ya da ‘gemi onarımda.’ Peki bu durumda ne yapılması gerekir. Haklı ve samimi iseler gerçekten ortada bir ihlal söz konusu ve bu ihlalin olmaması için olumsuz durumların ortadan kaldırılması gerekiyor. Yani geminin tamir edilmesi gerekiyor. 10 aydır gemi tamire gönderilmemiştir, son bir aydır gönderiliyor. Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf devletlerinin gerek pozitif yükümlülükleri gerekse negatif yükümlülükleri söz konusu. Bu durumda hükümetin negatif yükümlülüğü var ve olumsuz şartların yani belirttikleri gerekçelerin ortadan kaldırılması gerekiyor. Ancak bu gerekçelerin hiçbiri yaklaşık 10 aydır ortadan kaldırabilmiş değil. Yani bu sorumluluklarını ve yükümlülüklerini yerine getirmediklerinden dolayı öne sürdükleri gerekçelerin haklı olmadığını, düşünmek zorunda kalıyoruz. Kendi yükümlülüklerini ihlal etmiş bulunmaktadırlar. Sormak gerekirse; son bir aydır onarımda olan gemi 10 aydır neden onarıma alınmadı. Yine belirttiğimiz gibi 19 Ocak’ta aile görüşündeki gemi kendi kendine nasıl oluyor da Perşembe günü düzeliyor ve Cuma günü tekrardan bozuluyor. Bunu mantık kurallarıyla açıklamak gerçekten mümkün değil. Yani apaçık her şey ortadadır. Tamamen İmralı sisteminde özel ve ayrımcı bir uygulama söz konusudur.”

‘Tecrit Öcalan’a saldırıdır’


Hükümlü olsa da müvekkilleri Öcalan’a yönelik mütemadiyen hak ihlallerinin söz konusu olduğunun altını çizen Sarıca, “Bu hak ihlallerine karşı çeşitli hukuki başvurularımız olmuştur. Hak ihlalleri devam etmektedir. Şu an itibariyle İnsan Hakları Mahkemesi’nde birleşmiş dört davamız sözkonusu. Yine bu tecride yönelik en son yaptığımız başvuru söz konusu. Tabi tecrit durumu, müvekkilimizle görüşmeme durumu, müvekkilimizin savunma hakkı üzerinde ciddi bir haksızlıktır. Yine müvekkilimizin avukatlığını üstlenenlere yıllardan beri çeşitli sebeplerden dolayı davalar açılmakta ve devamlı bir şekilde avukatlar yargılanmaktadır. Ancak bu son 22 Kasım 2011 tarihinde karşılaşmış olduğumuz avukatlara yönelik operasyon, gerçekten emsali görülmemiş bir operasyon. Başbakanın yaptığı açıklamayla da aslında bağlantılı bir şey. Yani kamuoyunda bir tepki almadıklarından kaynaklı olarak bu kadar vehamette bir avukat operasyonu yapabiliyorlar. Tabi bundaki en büyük etkenlerden biri de siyasal gelişmelerdi. Yani önceki zamanlarda da avukatlara davalar açılıyordu, avukatlar yargılanıyordu. Ama bu son örnek hiçbirine benzememekte. 16 ilde bulunan neredeyse bütün avukatlar gözaltına alındı ve şu an itibariyle 37 avukat tutuklu bulunuyor. Bu durumu müvekkilimizin savunma hakkının ortadan kaldırılması ve tamamen kendisine bir saldırı olarak düşünüyoruz” diye konuştu.


‘İmralı bambaşka bir süreç olarak işliyor’


Müvekkillerinden sağlıklı bir bilgi alamadıklarını aktaran Sarıca, şunları belirtti: “Özelde şunu bilmek gerekir; hiçbir mahpus ve hiçbir hükümlü ayrı bir uygulamaya tabi tutulamaz. Cezaevinde bulunan herkesin eşit bir uygulamaya tabi tutulması gerekiyor. Maalesef İmralı süreci bambaşka bir süreç olarak işliyor. Bu durumdan müvekkilimiz Sayın Abdullah Öcalan’ın yanına götürülen diğer hükümlüler de etkilenmektedir. Müvekkilimiz  Sayın Abdullah Öcalan’ın ailesinin ve avukatlarının görüşmeleri engellendiği gibi  aynı şekilde diğer hükümlülerin de avukat ve aile görüşmeleri engellenmektedir. Biz bu haksız uygulamalara karşı cezaevi idaresi ve cezaevi personeli hakkında suç duyurusunda bulunduk. Mudanya Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığımız suç duyurusu, ‘cezaevi personelinin kendi görevini yerine getirdiği’ gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildi. Biz bu karara karşı itirazda bulunduk. Ancak Yalova Ağır Ceza Mahkemesi de hiçbir gerekçe göstermeden kararımızı reddetti. Ve o şekilde hukuki yolu kapattı. Ama biz öncesinden de durumun buraya varacağını bildiğimizden dolayı Mudanya Cumhuriyet Başsavcılığı’nın vermiş olduğu kovuşturmaya yer olmadığına dair karar akabinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuştuk. AİHM nezdinde ihtiyati tedbir talepli başvurumuz söz konusu ve şu an devam etmektedir. Yani var olan izolasyonun kaldırılması ve müvekkilimizle derhal görüşmemizin gerçekleştirilmesi ve bunun sağlanması talebinde bulunmuştuk. Şu an dava devam ediyor. Herhangi bir gelişme sağlanabilmiş değil. Bunun sonuçlanması gerekiyor.”


‘Türkiye tavsiye kararlarını uygulamıyor’


Müvekkillerinin durumuna ilişkin uluslararası kurumların Türkiye’ye tavsiye kararlarının olduğunu hatırlatan Sarıca, bu kararların da Türkiye tarafından uygulanmadığını ve dikkate alınmadığını gördüklerini ifade etti. Sarıca, bu konuda daha önce Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT) başvurduklarını hatırlatarak, “CPT bir raporunda 3 ayı bulan tecrit durumunun çok ciddi problemler yaratabileceği ve çok ciddi bir durum olduğunu açıkladığı gibi, yine bir raporunda da tecrit uygulamasının insanlık dışı ve aşağılayıcı bir muamele derecesine varabileceği ihtimalinin olduğunu belirtmekteydi. Biz bu raporları kendilerine hatırlattık. Bu doğrultuda adım atmalarını ve derhal müvekkilimizle görüşmeleri gerektiğini ve görüşmelerin sağlanması, bu tecridin aydınlatılması konusunda başvurularımız olmuştu” diye belirtti.


‘İşkenceye dönüşmüş bir rejim’


Müvekkillerin hukuk kolunun kırılmak istendiğini ifade eden Sarıca, şunları dile getirdi: “Müvekkilimizin AİHM’de dosyaları devam etmektedir. Birleşmiş dört dosyası söz konusu. Belki yakın süre içerisinde bu karara bağlanacak, ama müvekkilimizle daha bir görüşme gerçekleştirmiş değiliz. Bu anlamda savunma ayağı tamamen yok edilmektedir. Müvekkilimize yönelik tecride ilişkin Türkiye’de ve uluslararası alanda yaptığımız başvurulardan bir sonuç alamadık. Bu anlamda sanki tecridi bir kanıksama ve kabullenme var. Bu durum bizi gerçekten kaygılandırıyor. Buradan tekrar belirtecek olursak insan hakları kuruluşlarının bu duruma karşı bir tavır sergilemesi ve bu durumu kabullenmemesi gerekiyor. Yine benzer başvurularımız olacaktır. Müvekkilimizin hükümlülüğü gerçekten çok ağır. İdamı da aşan, aşağılayıcı, rencide eden ve onur kırıcı bir uygulamaya maruz bırakılıyor. Tamamen işkenceye dönüşmüş bir rejim söz konusu. Müvekkilimize yönelik 13 yıldır süren özel İmralı işkence sistemine son verilmesi ve bu konuda herkesin duyarlı olması gerekiyor. Buna yönelik dileklerimizi söyleyebiliriz; Müvekkilimizin konumu gerçekten tarihidir. Biz Asrın Hukuk Bürosu olarak, yapılacak her şeyin insan hakları çerçevesinde yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Hiç kimsenin çıkarları doğrultusunda hareket edilmemesi ve bu duruma ciddi bir şekilde yaklaşılmasını talep ediyoruz.”

devam edecek...

İbrahim Aslan - Mehmet Şah Oruç / İstanbul - Diha

“Katile Bak!..”

Erdoğan, Davos Tiyatrosu'ndaki rolünde Arap güveni kazanma peşinde
Bir Davos tiyatrosu vardır, hatırlarsınız: Sahnede İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve TC Başbakanı Recep Erdoğan…

İsrail, sınır ticareti yapan Filistinlileri bir araya toplayıp, üstlerine bomba yağdırarak 17 tanesi çocuk, 34 kişiyi topluca katletmemişti. İsrail Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı, Filistinlilerin öldürülmesinden sonra, protokoller boy sırasına girip, “katliamımız millidir” diye övünmemişlerdi. Ama sahnedeki Erdoğan “Arap milliyetçisi” rolünde öyle öfke küpü ki, bir tek “lan Şimon” narasının taşmaması eksikti. “Katil” yerine, “siz öldürmeyi çok iyi biliyorsunuz” diye gürlüyordu.


 Rolününün köpükleri arasında Arap ülkelerinde bir itibar görüyor, karizması yükseliyordu ki, sormayın önünü, ardını. Arap sokakları “yeni kurtarıcımız” haykırışlarıyla yankılanıyor, kalabalıklar posterlerini koşturuyor, Libya Devlet Başkanı Kaddafi göğsüne madalya takarak ödüllendiriyordu, onu.


Bir zamanlar “faizsiz kazanç” sloganıyla dolandırıcılık yapan, bütün birikimlerini ellerinden aldıklarından bazılarını intihara sürükleyen, sonra fitre, zekat adı altında topladıkları paraları yağmalayıp, çalan, savcının deyimiyle “o parayla huvardalık yapanlar” içeride “dini kurtarıcı rolünde” oylarını artırıyorlardı.


İç topraklar verimli, dolandırılmaya açıktı. Onlara oy verenlerin yüzde doksanı, bir televizyonun sokak anketinde, dört tarafı toprakla çevrili suya ada diyecek kadar zeki ve kültürlü…


Gel gelelim, zaman bütün yalan köpüklerini savurandı. Dinci, kadın üzerinde din pazarlayan, hazır alıcısına din satan, ama Kürt kavmini inkar edecek, dilini yasaklayacak, canlı olmaktan doğan yaşama hakkını katledecek kadar din dışı, dini deyimle münafıktılar. Yer yüzünde hiç kimse (TC’de bile) sonuna kadar yalanını sürdürme, rol yaparak insanları kandırma becerisine sahip değildi, henüz. Gerçek yüz, eninde sonunda kendini gösteriyordu. Din taciri yüzlerini teşhir edip, anlayacak, kavrayacak zekaya sahip olana gösteren Kürtler oldu…


Yine zamanın gün yüzüne çıkardığı, “Arap milliyetçisi” sloganlı Erdoğan, bir süre sonra gerçek yüzüyle Libya kapılarındaydı. Bu defa, çantalar dolusu para ve Arap kıyafetli personelle Kaddafi’nin canını alma hamlesindeydi.


Zamanın dönüşümü bu ya, rol suları dağılmış, dibinde yüz belirmişti. Dün “yeni kurtarıcımız” diye haykıran Arap kalabalıklar, uyanmışlığın şaşkınlığı ile bugün Irak ve Suriye’de görüldüğü gibi “Katil Erdoğan” diye bağırıyor, Türk bayraklarını yakıyor, Libyalılar ise yanılgıdan aldıkları yarayla, ah vah ediyorlardı.


Herkes kendi menzili, kendine yakışan kadar insan, toplumlar hak ettikleri rejim ve kadrolarca yönetilirler. Farklılıkları yaşatmayı değil, öldürmeyi insaniyet bilen, ölüm ekonomisinin istatistikleriyle geçinip, “ben daha çok öldürdüm” diyenler işledikleri cinayetlerin “milliliğiyle” övünüyorlar. Başkasının emeğini, mal ve mülkünü talan ile yurt, yuva hırsızlığını yaşama biçimi olarak seçenler, mağdur, mazlum ve masumların kendilerine karşı verdiği özgürlük mücadelesini “taşeronluk ofisi” diye adlandırıyorlar.


Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanına “siz öldürmeyi çok iyi biliyorsunuz” diyor, fakat İsrail, Filistinlilerin kimliğini, kişiliğini, dili ve bütün değerlerini soykırıma tabii tutmamıştı. Filistin’in bir statüsü, devleti, parlamentosu vardı. İsrail devleti, bir Filistinli öldüğünde, TC’nin Roboskî’de tasarlayıp, planlayarak gerçekleştirdiği katliamdan sonra olduğu gibi suç ortakları Amerikalıların “istihbaratı biz verdik” açıklamasını yalanlayıp, “yaptığımız katliam millidir” sözleriyle ağızlarının payını vererek, “eller aya, kendileri bu dünyaya yaban yaya” yandaşlarının ırkçı duygularına serin sular serpiyorlardı.


Fakat, Filistinliler özgürlük savaşçısı, tek tek bireyden bütün halka kadar insani, kavmi olan her şeyi elinden alınmış Kürtler “taşeronluk ofisi açan katli vacip”ler, Amerkalı Generalin Wall Street Journal gazetesindeki deyimle, “öldürürken ayırım yapılmayan”lardı.


 Ayırımsızlığı, takibi inceden inceye tasarlanmış, planlı Roboskî katliamında gördük. Kutlamaları da…


Ama, “neye mal olursa olsun vurun” son emrini veren, asıl katilin adını saklı tuttular.


Ermeni soykırımı, Bicardan, Botan, Zilan’a uzanan 1920’ler, 1991’de yeniden raftan indirilen Kürt soykırımları da “milli” idi.


O dönem katillerinden bazıları makam ve payelerle ödüllendirilmiş, ölünce ardında ağlama ayinleri düzenlenmiş, Türk bayrağına sarılarak mezara götürülmüş, sonra heykeli dikilerek anıtlaştırılmışlardı. 


Mesela eski çete başı, sonra Yarbay apoletleriyle Atatürk’e baş muhafız olan Topal Osman, betondan suretiyle, şimdi Giresun kıyılarından denize bakıyor.


Katiller galerisine yeni büstler eklemek isteyenler, “milli katliamı bırak, Roboskî’de neye mal olursa olsun vurun emri veren katile bak” diyorlar. “Asıl Katilin adını açıkla ki, kanlı, katliamlı tarihe yeni heykel dikelim…”


AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Darbe Gayri Meşruysa Ona İsyan da Meşrudur

Türkiye bir hukuk devleti değildir. Öyle olsaydı, hem 12 Eylül darbesini yapanları yargılayıp, hem de o darbeye karşı silahla direnenlere saldırır mıydı?

12 Eylül darbesini yargılamak, ona karşı patlayan isyanın haklılığını kabul etmek demektir. 


Baksanıza, şu anda bu darbeyi yapanlar eğer bu kadar “yaşlı” olmasaydılar, tıpkı Ergenekoncu generaller gibi, “silah zoruyla” gözaltına alınıp, yargı önüne çıkarılacaklardı.


“Silah zoruyla” yargı önüne çıkarılacak olanlara karşı silah kullanmak demek ki, sandığınız gibi hiç de “tuhaf” bir şey değil.


Çok mu “aşırı” bir yorum diyorsunuz. Demeyin.


Eğer 12 Eylül darbesinden, darbenin “işbirlikçisi” “Özalcılık” yoluyla değil de, “demokratik” yoldan çıkılabilseydi, durum bir çok ülkede olduğu gibi olurdu: Darbeye silahla karşı koymuş herkes halk tarafından “rehabilite” edilirdi. Dağa çıkanlar, dağdan silahlarıyla inerdi; şehirlerde mevzilenenler, mevzilerinden oldukları gibi çıkarlar, sürgündekiler kitleler halinde geri dönerdi. Zindan kapıları yıkılır, 78 kuşağı “nerede kalmıştık” diye özgürlüğe koşardı. Tankların, tüfeklerin namlularına karanfiller konur, darbeyi yıkan herkes sokaklarda sevinç gösterileri yapardı.


Portekiz’de böyle oldu. Faşizm Nisan Devrimiyle yıkıldı. Aynı anda zındanlar açıldı. Sürgünler döndü. Sokaklar doldu taştı. Namlu ucundaki karanfilden dolayı, bu devrime “karanfil devrimi” dendi. Salazar’a karşı, ölümüne silahlı direniş yapan devrimcilerin eylemi meşru ilan edildi. Portekiz sömürgesi Angola özgür oldu.


12 Eylül’den demokratik devrimci yolla çıkılsaydı, daha o anda “faşist rejim, bütün kurumlarıyla, anayasa ve yasalarıyla, yargı kararları ve bütün uygulamalarıyla” kanun dışı ilan edilirdi. Ortada ne 12 Eylül anayasası kalırdı, ne DGM’ler. Hemen o gün Kürt sorununda, Kürtlerin talepleri her ne ise, tam da o yönde çözüm ilan edilirdi. Sendikalar aynı gün yeniden açılır ve onların önündeki bütün anti-demokratik mevzuat ortadan kaldırılırdı. Herkes talep ettiği haklarını elde ederdi. Eğer 12 Eylül’den devrimci-demokrat bir yolla çıkılsaydı, bu öyle bir demokrasi olurdu ki, emeğin, kadının, doğanın kurtuluşu için verilen mücadelenin önündeki bütün engeller buhar olur uçardı.


Böylece Türkiye 50 bin insanını kaybetmezdi. Milyarlarca doları ölüm yolunda harcamaz, “hala süte muhtaç” çocukların saadeti ve refahı için harcardı; isyanı bastırmak için Kürt coğrafyasını suda boğmak ve Kürdün doğasını, havasını, toprağını yaşanmaz hale getirmek gerekmezdi. İsyan o gün sona ererdi…


Şimdi ne oluyor?


Şimdi “demokrasi” yerlerde sürüm sürüm süründürülüyor.


Bir yandan 12 Eylül darbecileri yargılanıyor. Diğer yandan o darbecilere karşı patlayan isyanın, bizzat darbeciler tarafından ağırlaştırılan bütün nedenleri olduğu gibi korunuyor. İsyanın patlamasına neden olan nedenler olduğu gibi durduğu için isyan devam ediyor.


İsyanın devam etmesi şunu gösteriyor: Cumhuriyet tarihi boyunca var olan ve 12 Eylül’de zirvesine tırmanan sistem olduğu gibi yerli yerinde duruyor.


Uydurma liberal bağırıyor: Ama Kürtlerin inkarı sona erdi!


Nasıl sona erdi? Tek bir devlet “kağıdında” “bu ülkede Kürt ulusu ve Kürt dili tıpkı Türk ulusu ve Türk dili gibi bir ulus ve dildir” diye yazmıyor. Kürtlerin inkarının sona ermesi için, TBMM’nin “Bu ülkede Türk ulusunun yanı sıra Kürt ulusu da vardır” kararının alınması şarttır.


Liberal bağırıyor: Ama Başbakan “Kürt vatandaşlarım vardır” dedi.


Başbakanın ağzından çıkan lafın on paralık değeri yoktur. Bugün “var”, diyen, yarın “vardı ama yok oldu” da der.


Başka? Başkasına ne gerek var. Bir halkın varlığı inkar edildiğinde, onun bütün hakları da inkar edilmiş olur. Olmayan şeyin hakkı olur mu? Türk devleti, Anayasasına ya da anayasa gücünde bir Meclis kararına “Bu ülkede Kürt ulusu vardır” diye yazdığı gün, otomatik olarak “her ulus gibi, Kürt ulusunun da kendi kaderini tayin hakkı vardır” demiş olur. O hakkı nasıl kullanacağı da Kürdün kendi işidir. Bu nedenle AKP “inkardan vazgeçmez.” Vazgeçer gibi yapar. Öyle de yapmakta.


Sizce, 12 Eylül kanun dışı bir zorbalık ise bu zorbalığa başkaldırmak, isyan etmek, darbecilerle çarpışmak meşru bir hak mıdır, değil midir? İsyan AKP Hükümetine karşı başlamadı. Darbeye karşı başladı. AKP Hükümeti isyanın sona ermesi için gerekenleri yapmadı. Durumun özeti bu.


12 Eylül meşru ise isyan gayrı meşrudur.


Yok eğer 12 Eylül gayri meşru ise o zaman isyan meşrudur.


“Yepyeni, gıcır, gıcır anayasa nasıl olmalı?” diye kafacıklarını yoranlar, her şeyden önce, yırtmaya karar verdikleri 12 Eylül anayasasına ve yargıladıkları 12 Eylül cuntasına isyan edenlerin isyanını meşru ilan etmelidirler. 


Bu olmadıkça, tiftiği çıkmış, bin yerinden delinmiş Anayasayı yırtsanız, çişini tutamayan adamları “ömür boyu” hapse mahkum etseniz ne olur ki?


 VEYSİ SARISÖZEN

‘Samimiyetle’ İşlenmiş Uludere-Roboskî Katliamı

34 yoksul Kürt gencinin hayatına malolan Roboskî Katliamı’yla ilgili tartışmalar, bir Amerikan gazetesinin haberiyle yeniden alevlendi.

Wall Street Jaurnal adındaki gazete istihbaratın Amerika’dan, vur emrinin ise Ankara’dan geldiğini iddia etti.


Amerikalı ve Türk yetkililerinin ‘yalanlama‘ çabalarına karşılık da iddiasında ısrar etti.


Gazetenin ısrarı üzerine daha önce istihbaratın ‘milli kaynaklardan‘ geldiğini söyleyen Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan, bir kez daha çark etti; Amerika’nın Roboskî’de 31 dakika görüntü verdiği gerçeğini kabul etti.


Aslında Erdoğan’ın gerçeği itiraf etmesi çok önemli de değildi. Çünkü, Amerika‘nın 2007’den bu yana Türkiye’ye istihbarat desteği verdiği bilinmekteydi.


İncirlik’e konuşlandırılan Predetörler Güney Kürdistan‘dan, İsrail yapımı Heronlar da Kuzey Kürdistan‘dan yıllardır üstelik, gece gündüz demeden Kürtleri izlemeye devam ediyor!


Dolayısıyla Roboskî Katliamı‘nda istihbaratı ve emri kimin verdiği tartışması abesle iştigal anlamına geliyor.


Olup biten herşey gün gibi ortada duruyorken ‘fail‘ tartışması yapmak, planlı ve bilinçli olarak işlenmiş Roboskî Katliamı‘nda sorumluluğu saptırmak amacını taşıyor!


Altı aya yakın zamandır kamuoyu emri kimin verdiği ve istihbaratın nereden geldiği tartışmalarıyla ve göstermelik soruşturmayla aslında bilinçli olarak meşgul ediliyor.


Böylece gerçek gözardı edilmek, katliam da unutturulmak isteniyor!


Halbu ki başbakan daha ilk günden katliamı gerçekleştiren Türk ordusuna kol kanat germiş ve açıktan sahiplenmişti.


Buna rağmen altı aydır karanlıkta ‘‘fail‘ aramaya devam ediliyor. Ve her gün birçok senaryo üretiliyor.


Türk başbakanı dün, Pakistan’da otel odasında yaptığı açıklamayla, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde katliamı savunmaya devam etti.


Roboskî Katliamı’yla ilgili olarak, “ordumuz görevini samimi şekilde yapmıştır” dedi.
Adam daha ne desin?


Ordunun Kürtleri ‘samimi şekilde‘ katlettiğini kabul eden ve buna pişkince göğüs geren Erdoğan, kime daha ne desin? Ondan bundan başka ne demesini bekliyoruz ki?


Açık ki onun bu açıklamasının ardından, “emri kim verdi diye tartışmak” katliamın sorumluluğunu paylaşmak anlamına gelecektir.


Durum bu kadar nettir.


Birileri kabul etmek istemese de Erdoğan aslına rücu etmiştir.


Başbakanın 34 yoksul Kürt gencinin katledildiği Roboskî’yle ilgili olarak bazılarını şaşırtan ‘vicdansızlığı‘ aslına rücu etmesinden; kendi gerçeğine geri dönmesinden kaynaklanıyor.


AKP hegemonik gücünü inşa etmiş ve dolayısıyla Erdoğan‘ın takkiye dönemi sona ermiştir. Onun vicdansızlığı ve gaddarlığı Roboskî’de bu yüzden cisimleşmiştir.  


Roboskî Katliamı bir AKP+Ordu ortak yapımıdır. Amacı da Kürt halkını sindirmek ve boyun eğdirmektir.


Hükümeti ve ordusuyla Türk devleti 2011 sonbaharından bu yana kuzeyde, Amerika’nın odağında olduğu yeni bir bastırma ve sindirme politikası izlemiştir.


Roboskî‘de, Kazan Vadisi ve Bitlis‘teki toplu katliamlar bu yüzden gündeme gelmiştir. Ancak hiçbiri de sonuç vermemiştir.


Ne Kürt halkı sindirilmiş, ne de PKK tasfiye edilmiştir.


Kürt halkı bu katliamlara rağmen birliğini ve dirliğini korumuş, direnmiş ve göğüs germiştir.


Şimdi Türkiye‘den katliamlarıyla yüzleşmesini, AKP’den sorumluluğunu kabul etmesini ve yaptıklarının hesabını vermesini istemektedir.


Türkiye bundan kaçamayacaktır. Roboskî Katliamı özellikle AKP’nin mezar taşı olacaktır.


Orada katledilen 34 yoksul Kürt gencinin ruhu Erdoğan’ı bir an için olsa bile rahat bırakmayacaktır.


Hayat eninde sonunda Erdoğan‘dan Roboskî Katliamı‘nın hesabını soracaktır.


İnsanlığın ortak vicdanında çoktan mahkum olmuş olan Türk başbakanı alnındaki bu kara lekeyle yaşamak zorunda kalacaktır.


 AKP’nin mevcut hegemonik gücü Roboskî’den yükselen talebi bastırmaya yetmeyecektir.


Ortadoğu’nun yükselen gücü Kürt halkı, bu katliamı unutmayacak, unutturmayacaktır.


Bütün saptırma gayretlerine rağmen Türkiye Roboskî Katliamı’yle yüzleşecek, AKP ve Türk ordusu bunun hesabını verecektir.


 Türklerle Kürtlerin ortak bir geleceği, ortak bir ülkesi olacaksa şayet, bunun yolu Roboskî’den geçecektir.


Hükümeti ve ordusuyla bugün ‘samimi şekilde‘ Kürt katliamı gerçekleştiren Türk devleti, yarın ‘samimi şekilde‘ ya özür dilemek zorunda kalacak ve yaptıklarının hesabını ‘samimi şekilde‘ verecek ya da Kürtleri sonsuza dek kaybedecektir.


Mesele bu kadar basittir. Kürt halkı artık çaresiz değildir. Dolayısıyla Roboskî ve benzeri katliamları tarihte olduğu gibi sineye çekmeyecektir…


GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

HDK’ye Yeni Katılımlar Gündemde


İstanbul – Halkların Demokratik Kongresi Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Ender İmrek, Türkiye'de farklı kesimlerden kimselerin ortak hedeflerde buluşabileceğine ve önemli bir muhalefet ağı oluşturabileceğine dikkat çekti. İmrek, şu ana kadar HDK olarak yürüttükleri çalışmalarının seyri içinde çeşitli kesimlerin uyum sağladıklarını belirterek, partileşme kararıyla birlikte yeni grupların-çevrelerin de HDK'ye katılacağının sinyalini verdi.

Sol, sosyal demokrat, çevreci, feminist ve sosyalist çevrelerin, Kürt hareketinin, Alevilerin pek çok 'birlikte hareket etme' deneyimleri oldu. ANF'ye değerlendirmelerde bulunan HDK MYK Üyesi Ender İmrek, HDK'nin bu deneyimlerden ayıran özelliklerine değinmeden, şu girişi yaptı:

"HDK’nin bileşenlerinin hepsi olmasa da bir bölümü çeşitli dönemlerde yan yana gelerek birlikte hareket etti, yerel ya da genel düzeyde birlikler ve ittifaklar yaptılar. Irkçı ve şoven kampanyaların yükseldiği dönemler de dahil olmak üzere, Kürt hareketiyle çeşitli alanlarda güç birlikleri yapıldı. Yerel ve genel seçimlerde seçim ittifakları gerçekleşti. Sol ve sosyalist güçlerin kendi aralarında, ya da bir bölümüyle Kürt hareketi arasında birlikler yapıldı. Kürt sorunun eşit haklara dayalı, barışçı demokratik çözümü, halkların kardeşliği mücadelesinde bu birliktelikler önemliydi. Sendikal alanlarda da yapılan ve süren ittifaklar var. Bunların her biri kendine has özgünlükler taşıyor ve oldukça kıymetlidir. Yapıldığı koşullarda bir şeylere karşılık geliyordu ve anlamlıydı."

'HDK BİR KAMPANYA HAREKETİ DEĞİL; SÜREKLİLİĞİ OLACAK'

Ancak HDK'nin daha kapsamlı bir birlik hareketi olduğuna dikkat çeken Ender İmrek, sadece sol-sosyalist güçler ve Kürt hareketiyle sınırlı olmadıklarını; emek ve meslek örgütleri, bağımsız bireyler, ekoloji mücadelesindeki oluşumlar, LGBT bireyler, feminist çevreler, farklı inanç grupları, birçok halklardan temsiliyetlerin yer aldığı geniş bir oluşum olarak faaliyet yürüttüklerini kaydetti.

"Hem nitelik bakımından farklılıkları var, hem de nicelik, kapsam olarak farklı. HDK, öncekilerden farklı, yeni bir deneyim. Daha önce de bu yönlü girişimler oldu, ancak bu aşamaya getirilemedi. Tabii bugün geldiğimiz aşamayı geçmişte sarf edilen çabalardan, yaşanmış deneyimlerden, tecrübelerden, mücadelelerden bağımsız düşünmek olmaz. Oralardan güç alıyoruz. Geçmişte yapılanlar bu gün daha ileriden bir iş yapıyor olmamızı kolaylaştırdı. Bu aşamayı, geçmişte yaptığımız işlerden, olumlu, olumsuz deneylerden çıkardığımız derslere, güven ve umut aşılayan mücadelelere borçluyuz" diye konuşan İmrek, şu tarifi yaptı. "HDK’nin, önceki 'birlikte hareket'lerden en önemli farkı, sürekliliği. Yani bir işle, bir dönemle, bir seçimle, belirli zamanla sınırlı olmaması. Bir kampanya çalışması değil. Bir örgütlenme ve kazanma mücadelesi. Ezilen ve sömürülen tüm halkları, inançları, sınıfları ve cinsleri bir araya getiren ve yerellerde örgütleyerek, bir halk hareketi yaratmayı amaçlayan bir çalışma. Kapitalizme ve baskıya karşı bir alternatif yaratma mücadelesi. Demokrasinin, emeğin, barışın kazanılması mücadelesi."

HDK'nin mahallelerden başlayarak, işyeri, belde, ilçe, il meclisleri olarak esnek ve halka dayanan bir mücadele merkezi olarak geliştireceklerini anlatan İmrek, HDK'nin, 'Türkiye’nin her yanında meşru ve fiili bir mücadele ve direnme gücü olacağını' belirtti.

HDK'den Ender İmrek, şöyle devam etti: "AKP Hükümeti ve CHP, MHP gibi diğer düzen partileri, gerici, statükocu, şoven ve ırkçı güçlerin karşısında, kapitalizme ve baskıya direnen bir örgütlenme hareketi. Halkların eşitliğinin, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin kazanılması, gerçek anlamda laik bir ülkenin yaratılması bu mücadele ile başarılacak. Parti bu mücadelede, seçim süreçlerine müdahale edeceğimiz bir araç. Yerel seçimlerde, Cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçimlerde bir halk seçeneği ve temsiliyeti yaratmak için bir araç olacak. Örgütlü halkın elinde, dilediği zaman kullanacağı, sadece bu gün HDK içinde yer alanlarla da sınırlı kalmamasını düşündüğümüz, barajları, engelleri, anti demokratik uygulamaları alt edecek, gücünü kongreden alacak bir parti olacak."

İmrek, sıraladığı bu planlara hazır olup olmadıklarının belirleyiciliğini ise, şöyle özetliyor: "Özellikle HDK çalışmalarının seyri içindeki uyum ve birlikte hareketimizin yarattığı güç ve Türkiye’nin koşulları, buna hazır olduğumuzu gösterdi. Henüz yolun başındayız. Ancak uyum, mücadele azmi, birlikten güç alma, bir işçi, emekçi ve halk alternatifine olan ihtiyaç, Kürt sorununun çözümü, inançlar üzerindeki baskılar, çevrenin rant politikalarına teslim edilmesi, ekonomik, sosyal baskılar ve kısıtlamalar ve önümüzdeki dönem karşı karşıya kalacağımız seçimler, partiyi de gündeme almamıza neden oldu."

'HDK'DE HİÇBİR ÇEVRE DİĞERİNDEN FARKLI HAKKA SAHİP OLMAYACAK'

HDK'yi aynı zamanda, 'Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca çözmediği, çözemediği sorunları tartışan, ele alan, soran sorgulayan ve çözüme kavuşturma iddiasında olan bir yapı' olarak niteleyen İmrek, politik yaklaşımlarını da şöyle anlattı: "Türkiye’nin emperyalist politikalar ve neoliberal, kapitalist politikalara teslim olmasına itirazı olan tüm güçleri birleştirmeyi ve davalarının başına geçmelerini arzu ediyoruz. Darbeleri, katliamları, idamları, işkenceleri, soykırımları, faili meçhulleri açığa kavuşturacak ve hesap soracak bir halk hareketi olarak ilerleyeceğiz. Mustafa Suphilerin Karadeniz’de boğulmasından, Şeyh Sait katliamına, Dersim katliamından, sürgünlere, İstiklal Mahkemelerine, laik-şeriat ayrışması üzerinden yaratılan provokasyonlardan, 'tek din', 'tek dil', 'tek ulus' projelerine, 61, 71, 80 darbelerinden, 28 Şubat darbelerine kadar, Sünni ve Türk yurttaşlarımızın ırkçı ve şoven, inkar ve asimilasyon politikalarına alet edilmesinden, 6-7 Eylül olaylarına, 1 Mayıs 77 katliamına, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarına, Kontgerilla tertiplerine, Özel Harp Dairesi, JİTEM organizasyonlarına... kısacası, ekonomik, soyal ve siayasal hayatımızı ilgilendiren tüm geçmişi deşecek ve halk egemenliğine dayalı bir değişimi sağlayacak bir etki ve gelişim sağlamak istiyoruz."

HDK'de yer alan bütün kesimlerin eşit olarak söz hakkı olacağını belirten İmrek, şunları ifade etti: "Hiçbir ön yargıya sahip olunmadan, kimsenin kimseyi küçük, kendisini büyük saymadığı, her birey ve çevrenin kendi özgünlüğü ve iradesiyle, birlikte, birbirinden güç ve destek alarak ve ortak hedefe ulaşmak için enerjisini birleştirerek ilerleyeceği bir hareket, HDK. İyi bir başlangıç yapıldığını, beklenenden daha hızlı bir mesafe alındığını söylemek mümkün. Ancak karşı karşıya olduğumuz güçler olarak bir birimizi iyi tanıyoruz ve karşımızdaki güçleri küçümsemek mümkün değil. 

Eksiklerimiz, zaaflarımız, yetersizliklerimiz, tereddütlerimiz yok değil. Bunları halka dayanarak, halkın örgütlenmesi, sınıfın ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen tüm güçlerin birliğinin önündeki engelleri ortadan kaldırarak aşacağız. Ancak HDK teorik olarak, her çevrenin kendisini yabancı görmeden yer alabileceği ve inisiyatif alarak örgütlenebileceği bir oluşum."

'İSLAMİ KESİM, KEMALİZMİN ETKİSİNDE KALANLAR, SEÇİMDE BLOK'A DESTEK VERENLER...'

HDK'nin sadece Kürtleri ve sosyalistleri barındırmayacağını, bunu aşan bir ortaklıklar yaratacağını söyleyen HDK MYK Üyesi İmrek, çeşitli kesimlere yönelik çağrı niteliğinde, şunları söyledi: "Halklar ve inançlar alanında önemli bir katılım olacak. Çevre hareketleri var. Aydın, akademisyen, sanatçı çevreler... Bireyler, bağımsız gruplar. LGBT bireyler, feministler var. İslamî kesimden bireylerin giderek büyüyeceğini düşünüyoruz. Anti-kapitalist Müslüman Gençler gibi hareketlerin HDK içinde yer alacağını düşünüyoruz. Derin devletle ilişki içinde olmayan, ırkçı ve şoven olmayan Kemalizmin etkisindeki çevrelerin arayışının olumlu bir gelişme göstermesini kaçınılmaz gibi görüyoruz. Türk ama, ırkçı ve şoven olmayan, ancak egemen güçlerin suiistimal ettiği geniş halk kitlelerinin HDK gibi bir oluşumda yer almamaları için bir neden yok. 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na destek veren aydın, sanatçı, yazar, akademisyen çevrelerin daha güçlü bir katılım göstereceğini düşünüyoruz. Gençlik daha mücadeleci ve kitlesel bir katılımla HDK içinde yer alacaktır. Kadın hareketinin bu tabloyu değiştirmek üzere harekete geçmesi beklenmelidir. İşçi ve kamu emekçileri sendikaları, meslek odaları, yöre dernekleri gibi alanlarla her geçen gün daha çok birleştiğimizi, birlikte hareket edeceğimizi düşünüyorum."

'ORTADOĞU'DAKİ DİRENİŞ HAREKETLERİ KOORDİNELİ OLMALI'

İmrek son olarak Ortadoğu'da yaşananlara dair yaklaşımları hakkında, şu değerlendirmeyi yaptı: "Ortadoğu’daki gelişmelerin esas nedeninin diktatörlüklere, statükoya, baskı ve sömürü düzenlerine karşı tepki, itiraz, direniş ve ayaklanmalar olduğu kesin. Ancak örgütlü, koordineli ve belirlenmiş hedefe bağlanmış hareketler değil. Emperyalist güçler, halkların özgürlük ve eşitlik taleplerini suiistimal ederek, mevcut yönetimlere ve diktatörlüklere karşı biriken ve patlayan öfkeyi kendi yeni kukla yönetimlerinin dayanağı yapmak için kullanmak istiyor. HDK, dünyanın herhangi bir ülkesine ve Ortadoğu’daki bir ülkeye ya da ülkelere yapılacak müdahalelere karşıdır. Buna karşı mücadele eder. Irak işgalinin gerekçeleri ve sonuçları ortada. 1 milyon 300 bin kişi hayatını kaybetti.

 Afganistan, Balkanlar, Kafkaslar ve başka yerlerde yaşanan müdahalelerin hiçbiri masumane değil. Biz halkların kendi direnişi ve iradeleri ile kendi sorunlarını çözebileceğini düşünüyoruz. Tabii dünya halklarının desteği ve direnişiyle. Ülkelerin içişlerine karışılmamalıdır. Devletlerin değil, halkların ilişkileri ve iradelerine dayalı politikaların önemli olduğunu düşünüyoruz."

Türk Ordusu Mehmet’ini Vurdu

Diyarbakır’ın Kulp ilçesi ile Muş arasında Türk ordusu tarafından başlatılan operasyonda 1 özel harekat polisinin öldüğü, 1 korucu ile 3 askerin yaralandığı olayın Türk ordusunun bombardımanı sonucu yaşandığı ortaya çıktı.

Konuyla ilgili HPG Basın-İrtibat Merkezi dün yayımladığı açıklamada Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Sere Spî mıntıkasında 20 Mayıs akşamı yapılan yoğun bombardıman sonucunda 21 Mayıs sabahı bir operasyon başlatıldığı duyurulmuştu.

Bugün yeni bir açıklama yayımlayan HPG-BİM, olayın Türk ordusunun kendi askerlerini bombalaması soncu yaşandığını kaydetti.

Operasyon esnasında ''bir top mermisinin namluda sıkışması'' sonucu yaşanan patlamada 1 Özel Harekat polisinin öldüğü, 1 korucu ile 3 askerin yaralandığının iddia edildiğini ifade eden HPG-BİM, olayın bir kaza değil “işgalci TC ordusunun” kendi askerlerini bombalaması olduğunu netleştirdiklerini kaydetti. Açıklamada devamla “Özel harekat polisleri, korucu ve askerlerden oluşan bir birliğin Sere Spî mıntıkasında Heron insansız hava araçlarıyla keşfedilmesi ardından yapılan ve dün bilgisini verdiğimiz bombardıman sonucu yaşanmıştır.” denildi.

Olayla ilgili gerilla kaynaklarından elde edilen bilgiler de ‘top mermisi namluda sıkıştı’ iddiasını yalanlıyor. Gerilla kaynakları, Türk ordusunda özel harekatçı, korucu ve askerlerin bir arada bulunduğu karma birliklerin topçu bataryalarında yer almadıklarını, bunun kendi askerlerini vurma olayını aklamaya yönelik bilinçli bir çarpıtma olduğunu söyledi.

GERİLLA SANDILAR

HPG-BİM, operasyon süresince şu ana kadar HPG gerillalarıyla askerler arasında bir çatışmanın yaşanmadığını bildirirken, Heronların gerilla sandığı askerlerin istihbaratını verdikten sonra alandan uzaklaştığını ve bombardımanın düzenlendiğini kaydetti.

ANF NEWS AGENCY

Demirtaş'tan Önemli Açıklamalar: Uludere-Roboski'nin Hesabını Er Geç Vereceksiniz


2 Gerilla ile 1 Sivili İnfaz Eden 16 Asker Tutuklandı

Van’da 3 yıl önce 2 gerilla ile 1 sivilin infaz edildiği operasyonla ilgili soruşturmada bir emekli Albay, 1 Binbaşı, 1 üsteğmen, 1 astsubay ile 13 Uzman Çavuş tutuklandı.

Eski Van Jandarma Alay komutanı Kurmay Albay Halil İyigün 7 Ekim 2009 tarihinde teslim olan iki gerilla ile bir sivili kurşuna dizmişti.

İnfazda yer alan bir askerin gerillalar ile sivil kişinin infaz edildiğini belirterek yaptığı ihbar üzerine soruşturma başlatıldı. Soruşturma kapsamında Erciş'te Savcılıkça ifadeleri alındıktan sonra Sulh Ceza Mahkemesi'ne sevkedilen dönemin Van İl Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Vecihi Halil İyigün ile muvazzaf askerler dönemin Jandarma Özel Harekat Tabur Komutan Yardımcısı Binbaşı Hakan Başaklıgil, Üstteğmen Muhlis Çolak, Astsubay Başçavuş Kabil Tanyeli, Jandarma Özel Harekat timinde görevli uzman çavuşlar İsmail Taşdemir, Hasan Kaya, Ünal Demirbaş, Hasan Emir, Mustafa Küpeli, Abdülkadir Karaca, Abdülmütalip Ateş, Mustafa Perpil, Mehmet Kocaboğa, Hamza Çelik, Hüseyin Güzel, Mevlüt Mete ve Özgenç Soylu 'kasten adam öldürmek' suçundan tutuklandı .

İNFAZA KATILAN ASKERİN MEKTUP GÖNDERDİ

Buğullukaynak köyü yakınlarında meydana gelen infaza katılan askerlerden birinin Özel Yetkili Van Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderdiği mektupta katliamı şöyle anlatmıştı:

"Buğullukaynak köyünde icra edilen operasyona katılmış birisi olarak operasyon esnasında meydana gelen vahim bir olayı size iletmeyi hem vicdanen hem de kanun açısından bir görev düşünüyorum. İki terörist evinde kaldıkları M.E.A’nın oğlunu askerden rahat kurtulmak için yanlarına alarak kaçmaya başladı. Takip ettik. Köyden yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta bir dere kenarında onları kıstırdık. Operasyonu yürüten Çaldıran Jandarma Komutanı Yüzbaşı Murat Yıldırım, megafonla terör örgütü mensuplarına teslim olma çağrısı yaptı. Onlar da ellerini başının üzerine koyarak teslim oldu. Yere yatırdık ve Albay Vecihi Halil İyigün’ün gelmesini bekledik. Albay İyigün olay yerine geldikten sonra teröristleri teslim alan komandoların geri çekilmesini istedi. Sonra yanında gelen Jandarma Özel Timleri’ne infaz emri verdi. 50 metre uzaktan uzun namlulu silahlarla üç kişi öldürüldü. İyigün, sağ yakalanan teröristlerin öldürmesini bize şöyle bir konuşma yaparak açıkladı: Bu dağlar bizden sorulur. Sizi tebrik ediyorum, bu teröristler çok ocaklar söndürdü, çok can yaktı. Bunları birkaç kez kıl payı kaçırdık. Bunlar hapse girselerdi sonra çıkıp yine dağa gideceklerdi…"

ÇATIŞMA GÖRÜNTÜSÜ VERİLDİ

Özel Yetkili Van Başsavcılığı infaza katılan askerin gönderdiği mektuptaki bilgiler üzerine geçen yıl Eylül ayında bazı askerlerin ifadesini almıştı. Askerlerin anlattıkları da bire bir mektuptakilerle uyuşuyordu. İfadelere göre, sonradan olay yerine gelen Albay İyigün'ün fotoğraf çekimi ve video kaydına karşı komandoların üzerini aradığı belirtildi. Tanık askerler, üç kişinin İyigün'ün talimatıyla jandarma özel harekât timlerinde görevli askerlerce 50 metreden tarandığını doğruluyor. Öldürülenlerin ellerine silah tutturularak çatışma görüntüsü verildiği de savcılık dosyasında var.

Savcılık kararında olay yerine sonradan gelen Albay İyigün, hiçbir tutanağa ve evraka imza atmayarak işlediği suçu gizlemeye çalıştığı belirtiliyor. Kararda, delillerin, gerillalar ile sivil vatandaşın herhangi bir meşru müdafaa durumu bulunmaksızın doğrudan kanunsuz verilen emirle öldürüldüğünü gösterdiği ifade ediliyor.

ANF NEWS AGENCY

KCK Hukuk Komitesi’nden Parlementoda ‘Çifte Temsil’ Önerisi

KCK Hukuk Komitesi üyesi Haydar Varto

KCK Hukuk Komitesi üyesi Haydar Varto, Kürt meselesinin çözümü için çifte temsil sistemi önerdiklerini belirterek, ‘’Demokratik Özerk Kürdistan statüsü zorunlu bir seçenek olarak gündeme giriyor. Nasıl ki Katalanya, Bask, gibi toplumsal sorunlar özerklik statüsüyle çözüme ulaşabildilerse Kürt sorunu da benzer bir çözüm ve statü ile çözüm yoluna girecektir. Parlamentoda çifte temsili sistem önerisi ise toplumsal sorunların çözümünde demokratik ve adil bir çözüm yöntemi olduğu için önerilmektedir. Çifte temsil sistemi ile yerel toplulukların ve azınlıkların devredilemez meşru hakları korunacaktır‘‘ dedi.

Yeni anayasanın çözeceği temel sorunun Kürt sorunu olduğunu vurgulayan Haydar Varto, AKP’nin yeni anayasayla Kürt sorununa asgari kırıntılarla çözüm getireceğinin umudunu yarattığını ancak bu hileyi topluma yutturmanın çok zor olduğunu hükümetin de bildiğini söyledi. Kürt sorununun yeni anayasa için iyi niyet ve demokratik anlayışın barometresi olduğunu ifade eden Varto, Kürt sorununun yeni anayasanın turnusol kağıdı olduğunu kaydetti.

KCK Hukuk Komitesi, Kürt halkının yeni anayasaya yaklaşımını ve içerisinde yer almasını istediği talepleri “Yeni Anayasa İçin Demokratik Anlayış ve Çözüm Belgesi”(http://guncelyorum-canadil.blogspot.fr/2012/05/yeni-anayasa-icin-demokratik-anlays-ve.html) adı altında kamuoyuna sundu. Belge bazı duyarlı basın yayın organları tarafından ele alınsa da, AKP hükümetinin borazanlığını yapan medya tarafından görmezden gelindi. KCK Hukuk Komitesi üyesi Haydar Varto, hazırladıkları belge, yeni anayasa tartışmaları, AKP’nin yaklaşımlarını ve Türkiye halklarının taleplerinin yer almadığı bir anayasa hazırlanması durumunda yaşanacak süreci ANF’ye değerlendirdi.

*Türkiye’de tartışmaları süren yeni anayasaya ilişkin bir belge yayınladınız. Bu belgeyi hangi amaçla hazırladınız?

-“Nasıl bir anayasa istiyoruz” sorusuna cevap olarak hazırladığımız ‘yeni anayasa için demokratik anlayış ve çözüm belgesinin’ esas amacı; kendi taleplerimizi kamuoyuyla paylaşmak ve halkımızı aydınlatmak içindir. Bir de eğer kulakları duyabiliyorsa başta Cemil Çiçek olmak üzere bu işle ilgili olan yetkililere taleplerimizi duyurmak amacını taşıyor. Çünkü bu konuda çok spekülasyon yapılmaktadır. Hiçbir hakkı olmayıp gerçeği ifade etmediği halde pek çok kişi söz alıp KCK adına değerlendirmelerde bulunuyor. Özelikle de Türk medyası ve hükümete bağlı akademik çevreler, toplumsal bilinci karartan değerlendirme ve açıklamalarda bulunmaktadırlar.

“GÜNDÜZ ORTASINDA KARANLIK YARATMAK İSTİYORLAR”

*Bunlar arasında anayasa profesörü Ergun Özbudun da bulunuyor. KCK’nin demokratik özerklik taleplerinin imkansız ve kabul edilmez olduğunu, bu taleplerin “devlet içinde devlet, devlete paralel devlet” anlamına geleceğini iddia etmişti…

-Böyle bir çözümü kabul etmektense Kürtlerin ayrılmalarının daha hayırlı olabileceğini anlatmaya çalışıyor. KCK’nin demokratik özerklik modelini müstakbel dahilinde bile görmüyor. Benzer görüş ve değerlendirmeleri hükümet çevreleri ile Erdoğan da yapmaktadır. Oysa KCK’nin çözüm önerileri anlaşılmayacak, bilinmeyecek ve altından kalkılamayacak kadar çetin ve karmaşık öneriler ve görüşler değildir. Bunlar gündüz ortasında karanlık yaratmaya çalışıyorlar. Bizim amacımız böyle bir çalışmayla bilinçli çarpıtmaların önüne geçerek halkımızı ve kamuoyunu aydınlatmaktır. Yeni anayasa konusunda KCK’nin ne istediğini öğrenmek isteyenler varsa lütfedip bizim hazırladığımız yeni anayasa için demokratik anlayış ve çözüm belgesinden görüşlerimizi öğrenebilirler.

*Türkiye’de yeni anayasa tartışmalarının düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Yürütülen tartışmalar arasında Türkiye sorunlarına çözüm üretmeye çalışan iyi niyetli kimi öneri ve görüşler var. Fakat bunlar kendi başına oldukça cılız, yetersiz ve fazla bir şey ifade etmiyor. Dahası kamuoyundan ve sivil toplum kuruluşlarından gelen bu öneri ve görüşlerin ne kadar dikkate alınacakları da beli değil. Ayrıca yönteme ilişkin büyük bir kusur ve anti demokratik bir yaklaşım var. Yöntem sadece ilgili kesimlerden görüş almak olmamalı. Sorunların taraflarıyla müzakereler ve diyaloglar yürütülmelidir. Toplumsal gurupların ‘sözcüleri’ gidip yazılı veya sözlü görüş ve önerilerini sunuyorlar. Ama AKP ve devlet bu önerilere ne diyor bu hiç belli değil. Bu çok cansız ve özgüvenden yoksun katılım biçimidir. Halkın deyişiyle boşa kürek salamadır.


*Peki bu durumun nedenini neye bağlıyorsunuz?

-Bunun temel nedeni Kürdistan’da savaşın sürmesi ve Kürt sorununa çözümsüz ve inkarcı yaklaşım politikasının devam etmesidir. Yeni anayasanın çözeceği temel sorun Kürt sorunudur. Eğer bu sorun çözülmez ve çatışmalar sürüp giderse kimsenin yeni anayasa tartışmalarına ilgi göstereceğini beklememek gerekir. Dolayısıyla bu politika böyle devam ederse toplumun bütün umut ve beklentileri boşa çıkar. Şimdilik bu konudaki gelişmeler fazla heyecan verici ve umut vaat etmiyor.

“AKP SİYASAL KURNAZLIK YAPIYOR”

-AKP’nin şimdiye kadar herhangi bir taslak sunmamış olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-AKP siyasal kurnazlığa iyi alışmış. Benzer taktiği Kürt açılımı adına da izledi. Aynı taktiği anayasa konusunda da yürütüyor. Öyle anlaşılıyor ki ‘Kürt açılımında’ olduğu gibi yeni anayasa konusunda da AKP’nin ciddi bir hazırlığı ve planı yok. Ne yapacağına dair bir karar vermiş değil. Ama topluma verdiği bir söz var. Bir biçimde yeni anayasa yapmak zorunda hissediyor kendisini fakat nasıl yapacağını bilemiyor. Onun için şimdilik nabız yoklayıp, toplumu beklenti içinde tutmaya çalışıyor. İleride duruma bakıp bir karar verecek. Ya da kafasında bir olumsuz plan var ve onu şimdilik açıklamak istemiyor. Bunları da önümüzdeki bir iki yıl içinde göreceğiz.


*Sizce AKP yeni anayasa ile neyi amaçlıyor?

-AKP’nin esas amacı iktidarda kaldığı bu süre zarfında devlet ve toplumsal kurumlaşma alanında yaptığı değişikleri anayasal güvenceye alarak kalıcı kılmaya çalışıyor. Yeni anayasayla Kürt sorununa asgari kırıntılarla çözüm getireceğinin umudunu yaratmak istiyor. 12 Eylül anayasasının herkese batan sivri uçlu faşist tanım ve kavramlarını yumuşatarak demokratik bir anayasa görüntüsünü vermeye çalışacaktır. Eğer başarabilirse kendince böyle bir anayasayı yapmak isteyecektir. Ama bu hileyi topluma yutturmanın çok zor olacağının da farkındadırlar.


KÜLTÜREL HAKLAR ÇÖZÜM MÜDÜR?


*Kürtler üzerinden yürütülen tartışmalarda genelde bireysel ve kültürel hakların tanınması yönünde bir kanı var. Böyle bir yaklaşım Kürt sorununun çözümünü sağlar mı?

-‘Kürtlere bireysel kültürel haklar’ tezi, Türk devletinin ve özel olarak AKP’nin yeni garabet icadıdır. Kayseri tüccarlarının bir hilesi gibi eski inkarcı politikayı yeni boya ile renklendirip Kürtlere satmaya çalışıyorlar. Eğer, bireysel kültürel haklardan kastedilen, herkesin kendi evinde Kürtçe konuşup folklorunu oynamaksa bu Kılıç Alinin istiklal mahkemeleri döneminin faşizm şartlarında bile geçerli olan bir durumdur. Bu durum inkarcılık siyasetinin sürüp gitmesinin kendisi olacak ve mevcut uygulamaları değiştirmeyecektir. Çözüm ve yenilik adına ileri sürülen bu politikanın asla kabul göremeyeceği gibi sorunların ve çatışmaların sürüp gitmesine neden olacaktır.


ÇİFT PARLAMENTO ÖNERİSİ

*Belgenizde Kürtler için demokratik özerklikle statü istiyorsunuz. Bir çift parlamento öneriniz var. Bu nasıl olacak biraz açıklar mısınız?

-Kürtlerin, bütün toplumsal amaç ve özlemlerine ulaşabilmesi için de toplum olarak kolektif haklarına kavuşması gerekir. Bu hakkın başında demokratik ulus olarak kendini tanımlamayıp örgütleyerek, demokratik yönetimine kavuşturma hakkı gelmektedir. Bunun için bölgesel düzeyde Demokratik Özerk Kürdistan statüsü zorunlu bir seçenek olarak gündeme giriyor. Bu seçenek Kürt sorunun en demokratik, adil ve makul çözüm yoludur. Nasıl ki Katalanya, Bask, gibi toplumsal sorunlar özerklik statüsüyle çözüme ulaşabildilerse Kürt sorunu da benzer bir çözüm ve statü ile çözüm yoluna girecektir.


Parlamentoda çifte temsili sistem önerisine gelince; bu sistem toplumsal sorunların çözümünde demokratik ve adil bir çözüm yöntemi olduğu için önerilmektedir. Çifte temsil sistemi ile yerel toplulukların ve azınlıkların devredilemez meşru hakları korunacaktır. Yerelin ve azınlıkların temel haklarının korunması için çifte temsil sistemi önemli bir işlev görebilir. Bu mekanizmanın kurulduğu ülkelerde sorunların daha adil, demokratik ve uzlaşı içinde çözüldüğünü pratik hayat göstermektedir. Bu sistemin Türkiye’de kabul görmesi halinde demokratik yapılanma için olumlu sonuçlara yol açar ve demokratikleşmeye önemli katkıda bulunur.

*Basın aracılığıyla belgeniz hakkında bazı tartışmalar yürütüldü. Nasıl değerlendiriyorsunuz?


-Maalesef basın hükümetin ağzına bakıyor. Oradan gelen direktiflere göre hareket ediyor. Hâlbuki üzerinde çok iyi bir tartışma yürütülebilinirdi. Makul çözüm önerileri var. Türkiye’yi huzura ve demokratik bir ortama kavuşturacak önerilerdi.

“KÜRT SORUNU TURNUSOL KAĞIDIDIR”

*Bir taraftan anayasa, demokratikleşme tartışmaları sürerken, bir yandan da her gün savaş yaşanıyor ve ölüm haberleri geliyor. Böyle bir ortamda sağlıklı bir anayasa yapılabilir mi?

-Şu kesin ki, şiddet ve çatışmaların hüküm sürdüğü koşullarda yeni anayasa üzerinde sağlıklı tartışmalar yürütmek mümkün değildir. Yeni Anayasanın sorunlara çözüm gücü olup olamayacağının ilk şartı, iktidarın Kürt sorunu bağlamında süre giden şiddete karşı niyetini ortaya koymasından anlaşılır. Yeni anayasanın turnusol kâğıdı budur. Toplum ve kamuoyu da temel ölçü olarak bunu böyle algılamaktadır. Kürt sorunu yeni anayasa için iyi niyet ve demokratik anlayışın barometresidir. Eğer AKP hükümeti yeni anayasa sürecinde demokratik çözüm ve uzlaşmayı esas alan iyi niyetini ortaya koyabilirse anayasa tartışmaları önemli bir ilgi odağı haline gelir ve herkes kendi taleplerini yeni anayasada tanımlamak isteyeceğinden demokratik katılımcılık için istek yoğunlaşarak gelişir.


*Her kesimin, özellikle de sistem dışında kalan kesimlerin taleplerinin yeni anayasaya yansımaması durumunda süreç nasıl gelişir?


-Umut ve beklentiler tümüyle tükenmiş değildir. Nihayet bu sabır ve beklentinin de bir sınırı vardır. Gün gelir bu sınır aşılır ve sabrın sonuna gelinirse her halk ve topluluk kendi başının çaresine bakmak zorunda kalacaktır.

ANF NEWS AGENCY

Yeni Anayasa İçin Demokratik Anlayış ve Çözüm Belgesi-3

C-DEVLET ORGANLARININ KURULUŞU VE İŞLEYİŞ ESASLARI

1924, 1961 VE 1982 anayasalarında, birbirlerinin devamı niteliğinde devlet organlarının kuruluş ve işleyiş esasları konulmuştur. Genel şematik sistem Avrupa liberal devlet erkleri olan yasama, yürütme ve yargı organları taklit edilerek Türkiye koşullarına uyarlanmaya çalışılmıştır. Özde ise bu tam batı tarzı liberal devlet modeli değildir. Doğu ile batının bir karışımı olup, ağırlık merkezi doğunun despotik yapısını gösteren bir modeldir. Bu özellik Türk ulus devletinin tarihsel kuruluş koşullarıyla yakından bağlantılıdır. 


Türkiye cumhuriyeti devleti, Osmanlı imparatorluğunun mirasına dayanarak kurulmuştur. Cumhuriyet, batının halk devrimleri gibi dipten gelen devrim dalgaları ve reform süreçleri ile kurulmamıştır. Miadını dolduran Osmanlı imparatorluğunun batı yayılmacılığı karşısında tutunamayarak yıkılması sonucu onun enkazına dayanarak vücut bulmuştur. Kuruluşuna öncülük eden güçler, ittihat terakkinin ocaklarında veya devlet içinde milliyetçi düşüncelerle yetişen asker ve sivil bürokrat kesimlerdir. İnisiyatif ordu içinde yetişen subaylardadır. M. Kemal ve yakın arkadaşları subay ekibidir. Osmanlı imparatorluğunu oluşturan tarihsel değerlerin ve hilafet sisteminin batı karşısında tutunamayacaklarının farkındadırlar. Dolayısıyla batının Osmanlı imparatorluğunu tam sömürgeleştirmek için giriştiği Anadolu’yu işgal girişimlerine karşı tutum alarak elde kalan coğrafya üzerinde devleti cumhuriyet adına yeniden şekillendirmişlerdir. Cumhuriyetin kuruluşunda ordu başrolü oynamıştır. Dolayısıyla cumhuriyet tarihi boyunca ordu kendini cumhuriyetin asli kurucu ve kurtarıcı sahibi olarak görmüş, yönetiminde kendini biricik hak ve söz sahibi olarak bilmiştir. Her askeri darbe yapıldığında, cumhuriyeti kollama ve koruma gerekçesine sığınılması bu sahiplik duygusunun ve hak iddia etmenin bir sonucudur. 1950’lere kadar tek parti ve tek şef diktatörlüğü ile yönetilen Türkiye Cumhuriyeti, 1950’lerden sonra Türkiye’nin NATO’ya girişi ve batıya entegre olmasının kesinleşmesiyle çok partili sisteme geçiş yapmıştır. Türkiye’ de kurulan cumhuriyet modelinin sonraki Arap Baas parti ve cumhuriyet modellerine emsal teşkil ettiği ve ilham verdiğini söylemek mümkündür.  

Dolayısıyla devletin yasama, yürütme ve yargı erkleri şimdiye kadar asma yaprağı misali ordu vesayetini örten rolden başka bir rolleri olmamıştır. Parlamentonun yasama gücü olarak seçilmiş halk iradesini temsil ettiğini iddia etmesine rağmen gerçek bir kurumsal temsili gerçekleştirememiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca parlamento sadece ordunun ve oligarşik ittifakın amaçlarına alet olmaktan başka bir işlevi yerine getirmemiştir. Türkiye’ de ordu ve bürokrasi her zaman belirleyici iktidar gücüdür. İktidar kimin adına kurulursa kurulsun ordu sürekli kendini iktidarın ve devletin gerçek sahibi görmüş, tüm sivil otoritelere vesayetlik yapmış, perde arkasında veya önünden hep devleti yönetir olmuştur.

Yeni demokratik anayasa bu anti demokratik yapılanmayı aşmak zorundadır. Öncelikle devletin karar gücünü demokratik sivil otoritenin ve kurumların denetimine koymak durumundadır. Devlet kendi başına toplumu ilgilendiren hayati sorunlar hakkında karar veremez. Devlet uygulama gücüdür. Halkın ve parlamentonun aldığı kararları hayata geçirmekle mükelleftir. Halkın vazife verdiği memurdur. Zaten devlet artı demokrasi formülü böyle anlam bulabilecektir. 

2-Yeni anayasa bağlamında başkanlık, yarı başkanlık ya da mevcut yönetim biçimiyle kalınıp kalınmayacağı tartışılmaktadır. Bunlar şekilsel ve göstermelik tartışmalardır. Burada önemli olan devletin hangi biçimsel yöntemle yönetileceği değildir. Devletin demokrasinin amaç ve hak alanına saygılı olup olmayacağıdır. Toplumun demokratik iradesine saygı gösterip gösteremeyeceğidir. Bu konuda esas önemli sorun devletin bürokratik ve üsten buyrukçu mekanizması mı toplumu yönetecektir yoksa toplumun demokratik iradesi mi kendini yönetecektir cevabı önem taşımaktadır. Bu konuda en sağlıklı yapılanma devlet organlarının küçültülerek rasyonel çizgiye çekilmeleridir. 

3-Yeni anayasada toplum ve devlet yönetiminin temel insiyatifi parlamento ve halk meclislerine verilmelidir. Toplumun ve devletin tüm stratejik temel işlerinde seçilen halk iradesi biricik söz ve karar gücü olmalıdır. Demokratik halk iradesi olan yasama, yürütme ve yargıyı layıkıyla denetlemeli ve yürütmelidir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinde hiçbir kuvvet, yasama ve seçilmiş halk iradesine rağmen var olamaz. Bütün erk ve kuvvetler yasamanın denetimi ve insiyatifi altında işlev görürler. Yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü tekerrürü sadece ezberlenmiş içi boş bir safsatadır. Hiçbir bir hukuk ve yargı kurumu toplumun ihtiyaç ve amaçlarının üstünde olamaz. Halkın bu ihtiyaç ve amaçlarını belirleyen temel irade ise soyut hukuk ilkeleri ve birkaç yargıç değildir. Bunları belirleyen ve düzenleyen esas irade demokratik ve özgür seçilmiş veya tezahür etmiş halk iradesidir. Üstün ve yüce olan soyut hukuk ilkeleri ve yargı kurumları değil, halkın demokratik ve özgür yaşama arzusudur. Hukuk ve yargı kurumları halkın bu arzu ve amaçlarına bağlı kalıp hizmet ettikçe anlam ifade ederler. Onun dışında hiçbir değerleri olmadığı gibi bilakis toplum karşıtı bir rolde oynarlar. Türk yargı kurumunun içine düştüğü durum ve hükümetle girdiği iktidar paylaşım kavgası bu gerçeği çok iyi özetlemektedir.

4-Yasama; iki meclisli organ biçiminde yeniden örgütlenmelidir. Bu organlardan birincisi Türkiye genelinde her ilin nüfus oranına göre seçilmiş bugün de varlığını sürdüren parlamentodur. İkincisi ise özerk bölgelere ve yerel topluluklara göre halk tarafından seçilmiş senato biçiminde oluşturulabilinir. Bu organa, İller veya Bölgeler Senatosu denilebilir. Eskiden de illeri temsilen senato kurumu vardı. Ancak bu il senatörleri doğrudan devletin bürokratik mekanizmalarına bağlandıkları için gerçek anlamda demokratik bir kurum haline gelemediler. Bölgelere veya illere dayalı bu yeni demokratik yapılanma halkın iradesini temsil edecek gerçek demokratik kurum niteliğinde örgütlenmelidir. TBMM bu iki temsili organının bileşiminden teşekkül etmelidir. Bölge ve yerel farklılıkları dikkate almadan sadece genel oyla seçilmiş tek seçenekli parlamentonun sorunların çözümünde yeterli olmadığı ve halkın demokratik taleplerini hakkaniyet içinde yansıtmadığı hayat göstermektedir. Türkiye’ deki parlamento usulü bunun somut kanıtıdır. Her toplumsal sorun parlamentonun genel geçer çoğunluk kararlarıyla çözülemez. Çoğunluk hakları kadar azınlığın temel ve devredilemez evrensel haklarını da koruyan bir demokratik mekanizmanın kurulması zorunludur. İkili temsile dayanan yasama sistemi sorunların demokratik bir yöntem ve hakkaniyet içinde müzakere edilmesini, kararlarda toplumsal uzlaşmanın ortaya çıkmasını sağlamak açısından hayatidir. Bu mekanizmanın kurulduğu ülkeler, demokratik işleyiş ve katılım açısından sorunları daha sağlıklı ve problemsiz çözebilmektedirler. Bir eyaleti ilgilendiren sorunlar öncelikle o eyaletin senatosuyla tartışılıp anlaşılarak karar haline gelmektedir. Bu ikili temsili mekanizma sistemi pek çok çağdaş yasama organlarında bulunmaktadır. Yerel alanların doğrudan doğruya parlamentoda temsil edilmelerinin önemi ve rolü bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Genellikle azınlık, yerel hakları ve çıkarları pek dikkate almayan, merkezin ezici üstünlüğünü dayatma eğilimini gösteren çoğunluğun yapabileceği haksız ve anti demokratik uygulama ve dayatmalara karşı, bölge veya il temsilcileri kendi alan ve bölge topluluklarının haklarını savunma ve dengeleme imkânını bulabileceklerdir. Kaldı ki katılımcı demokratik sistem bölgesel ve yerel meclisin işlevsel kılınmasıyla mümkün hale gelebilir. Topluma ilişkin alınan kararlar iki organ içinde yeterince tartışılıp belli bir uzlaşma temelinde olgunlaştıktan sonra karar gücü haline geldiğinde toplumsal desteği yeterince sağlayabilir.

5-Yürütme erki halkın ve TBMM’nin denetiminde olmalıdır. Savaş, barış, rejim değişikliği, anayasa yapımı, toplumsal ve siyasal reformlar gibi toplumu ilgilendiren tüm hayati konular hakkında toplumun onayı ve rızası olmadan yürütme erki veya herhangi bir kurum karar almaz. Yürütme icraatlarında şeffaf ve sürekli topluma hesap verebilir durumda olmalıdır. Toplumun veya ilgili kesimlerin icraatlarını benimsemedikleri veya şikâyette bulundukları kamu yöneticilerini geri çeken yasal düzenlemeler yapılmalıdır.  

6-Yargı Kurumu anayasanın veya demokratik halk iradesinin verdiği hak ve yetkiler çerçevesinde kendi icraatlarında bağımsız karar ve uygulama hakkına sahiptir. Hâkim teminatı ve demokratik hukuk normları anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Ancak bu yargının güç paylaşımı için var olduğu anlamına gelmez. Yargı toplumsal huzursuzlukları ve çelişkileri adalet içinde hakkaniyete uygun olarak çözmek için vardır. Topluma hizmet sunmak için vardır. Yoksa devlet erki olarak güç paylaşarak toplumun sırtında boza pişirmek ve rant devşirmek için kurulmamıştır. Diğer devlet ve toplum organları gibi bir hizmet kurumudur. Nasıl ki eğitim, sağlık, iletişim gibi toplumun ihtiyaçlarına göre teşekkül etmiş kurumlar varsa, yargı da benzer ihtiyacın sonucu olarak toplumsal adaleti sağlamak için kurulmuştur. Ne toplumun altında nede üstündedir. Ne yüce ne de bayağıdır. Sadece topluma hizmet etmenin aracıdır. Kuşkusuz, güç kullanma kurumu olduğu için yargının işlevi diğer kurumlardan farklıdır ve önem taşımaktadır.  Ancak bu onu toplumun üstüne çıkarmaz ve toplumdan üstün kılmaz.

7-Türkiye‘deki yargı sorunları ve dünyadaki deneyimler göz önünde bulundurularak bu konuda da yeni bazı düzenlemelerin getirilmesi yararlı olacaktır. Her şeyden önce yargı kuru bir bürokratik aygıt olmaktan çıkarılarak demokratikleştirilmelidir. Yargı sadece mahkeme duvarıyla anılmamalıdır. 

Yargıtay’ın yükünü hafifletmek ve işlerini sadeleştirmek için bir ara kademe olarak bölge mahkemeleri kurulabilir. Bu mahkemeler bölgenin yerel sorun ve uzlaşmazlıklarıyla ilgili davalara bakabilirler. Bölge ve illerde ana davalara bakan yargıçlar o yöre halkının seçimiyle ya da bir biçimde onayı ile işbaşına gelebilirler. Mahkeme kararlarına halkın vicdanı ve onayı bir biçimde yansıtılmalıdır. Bir Jüri veya halk heyeti kararların alınmasında yargıçla beraber söz sahibi olmalıdır. Ayrıca her dava ve sorun mahkemelere intikal etmek ve kırtasiye sırasına girmek zorunda değildir. Tarafların rıza göstermeleri halinde kendi aralarında tayin etikleri hakemlik kurumuyla ya da benimseyecekleri bir divan huzurunda sorunlarını çözebilmelidirler. Bu hak yasal ve resmi olarak tanınmalıdır. Başta İngiltere olmak üzere pek çok çağdaş devlet ve toplum rejimlerinde bu sistem iş görebilmektedir.

8-Ceza infaz kurumları evrensel insan hakları ve demokratik adil amaçlar temelinde yeniden ıslah edilmelidir. Amaç bilerek veya bilmeyerek kötü amaçlar peşinde koşan insanlardan intikam almak amacıyla cezalandırmak değil, topluma yeniden kazandırmak olmalıdır. Bu kurumlarda adil insani standartlar hâkim kılınmalıdır. Kimi cezalarda hapis yerine farklı yol ve yöntemler denenebilir. Yeni anayasanın kabulünden sonra hükümlü olanlara yeni bir başlangıç yaptırmak ve kabul gören yenilenmiş bir vatandaş olma seçeneğinin fırsatını sunmak için genel bir afla tüm cezaevleri boşaltılmalıdır.

  D-DEMOKRATİK ÖZERKLİK VE YEREL YÖNETİMLER


Genelde özerklik sorunu, özelde ise Demokratik özerklik kavramı Kürt sorunu ve KCK ile bağlantılı olarak bir zamandan beri tartışılmaktadır. Anlaşılan yeni anayasanın en zor konusunu ve zayıf karnını bu sorun teşkil ediyor.


Özerkliğin kavram olarak genel tanımı, kapsamı ve anlamı bilinmektedir. “Bir topluluğun, kuruluşun veya kesimin anayasa veya yasalarla belirlenen haklar dâhilinde kendini yönetme inisiyatifi olarak tarif edilmektedir” diğer biçimiyle yerel otonom idare veya yönetim sistemi olarak tanımlanmaktadır. 

Demokratik özerklik ise; “esas olarak birey ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir ki, buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür” Ayrıca Demokratik Özerkliği geniş ve dar anlamlarda da tanımlamak mümkündür. Dar anlamdaki tanımı siyasi boyutunu, yani yönetim biçimini ve devletle olan ilişki düzeyini ifade eder. Geniş anlamdaki tanımı ise, demokratik ulusu ve onun daha geniş yelpazeye ayrılmış olan kültürel, ekonomik, sosyal, hukuki, diplomatik ve öz savunma gibi boyutlarının toplumsal örgütsel sistemini ifade etmektedir.  


Özerkliğin genel bir tanımı olmakla birlikte uygulama biçimleri ülkeden ülkeye değişik olabilir. Tarihsel, toplumsal, kültürel, hatta coğrafi durum ve koşullara göre özerkliğin kapsamı dar, geniş, dikey, yatay farklılıklar gösterebilir. Yine kültürel, ekonomik, siyasal, coğrafi statü biçimlerinde gündeme gelebilir. Federalizm, konfederalizm gibi Özerklik de bir siyasi ve hukuksal statüdür. Özerkliğin statüsünü, bu statünün kapsam ve niteliğini ortaya çıkan toplumsal sorunlardan kaynaklanan çelişkiler belirler. Nasıl ki federalizm ve konfederalizm belli tarihsel ve toplumsal koşullarda bir çözüm ihtiyacı olarak ortaya çıkıyorsa, özerklik de benzer toplumsal koşulların zorladığı bir çözüm ihtiyacı olarak ortaya çıkmaktadır. O halde bu ihtiyacı belirleyen toplumsal zorunluluklar nelerdir ona bakmak gerekir. 

Bir ülkede toplumun tümü yekpare ve tek parça değildir. Toplumun tüm insanları aynı renk, biçim ve özelliklerde olamaz ve yaşayamazlar. Bu monolitik toplum biçimini isteyen ve özleyen faşizm mantığıdır. Toplum değişik insan gurup ve kesimlerinden oluşmaktadır. Farklı dil, kültür ve sosyal özellikleri vardır. Her topluluk genel demokratik değerler içinde kendi zihinsel, toplumsal, kültürel, ekonomik, sosyal özelliklerine, özlem ve amaçlarına göre yaşamak ister. Demokratik ve özgürlükçü sistemin kendisi de toplumun kendini böyle özgürce ve zengince yaşaması anlamına gelmektedir. Demokratik olmayan toplumsal sistemler toplumu yekpare kabul edip tek tip insan yaratmayı dayattıklarından bunlara faşizm veya anti demokratik, despotik sistemler denilmektedir. Kuşkusuz Türkiye’deki inkârcı sistem gibi bu sistemi topluma zor gücüyle dayatmak da bir seçenektir ve dayatılmaktadır. Ancak bu dayatmanın sonucu sürekli kesilmeyen ayaklanma ve direnişler olmaktadır. 

Çağdaş demokratik sistemler, toplumsal adalet, barış, huzur, demokratik saygı ve birlik içinde yaşamak ve toplumsal kesimlere bu hakları sağlamak için ulusal, azınlıksal, bölgesel özerk yönetimleri ve örgütlenme biçimlerini geliştirmişlerdir. İspanya’da Bask, Katalonya ve Galiçya dâhil 17 özerk bölge ile İngiltere’de Galler, İskoçya ve İrlanda sorunları bu temelde çözüme kavuşturulmuşlardır. Yine bir avuç kadar küçük bir ülke olan İsviçre de toplam 26 kanton, 2942 komün (belediye) bulunmaktadır.  NATO merkezi Belçika üç dili kullanmakta ve üç temel özerk bölgelerden oluşmaktadır. Almanya bir ulus rengini ve aynı tondan toplumsal özellikleri taşımasına rağmen eyaletlerden oluşan federal sistemdir. ABD elli iki eyaletle yönetilmektedir. ABD Nüfus Sayımı Bürosu,  Birleşik Devletler’de, ilçeler, belediyeler, kasabalar, okul bölgeleri ve özel bölgeleri de içeren en az 84.955 özerk yönetim birimi olduğunu belirlemiştir. Rusya pek çok özerk, federal ve yerel kültürel otonomdan oluşmaktadır. Hindistan’da 25 eyalet ve 7 birlik bölgesi bulunmakta ve onlarca kültürel topluluk özerk yaşamaktadır. Güney Afrika’da on bir resmi dil ve on bölgeden oluşan özerk bölgeler sistemi geçerlidir. Yanı başımızdaki komşu Irak federal yapıyla yönetilmektedir. Kuşkusuz bu örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte giderek bu yönlü özerk bölge ve yapılar ortaya çıkmakta ve her gün çoğalmaktadır. Bu model sadece ulusal, azınlık ve kültürel gruplar için değil, sosyal gurup ve ekonomik kuruluşlar için de bir seçenek haline gelmektedir.

AB’nin, 15 Ekim 1985 tarihinde Strasbourg’da düzenlediği AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI, bu demokratik amaçlar göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır. Bu belgede şöyle denilmektedir. 

“Avrupa Konseyi üyesi Devletler,…. 

Yerel makamların her türlü demokratik rejimin temellerinden birisi olduğunu düşünerek, 

Vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyine üye Devletlerin tümünün paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğunu düşünerek, 

Bu hakkın en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğuna kani olarak, gerçek yetkilerle donatılmış yerel makamların varlığının hem etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimi sağlayacağına kani olarak, 

Değişik Avrupa ülkelerinde özerk yerel yönetimlerin korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede âdemi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli bir katkı sağlayacağını düşünerek, 

Bunun demokratik bir şekilde oluşan karar organlarına ve sorumlulukları bakımından, bu sorumlulukların kullanılmasındaki olanak ve yöntemler bakımından ve bu sorumlulukların karşılanması için gerekli kaynaklar bakımından geniş bir özerkliğe sahip yerel makamların varlığını gerektirdiğini teyit ederek”  biçiminde amaç ve nedenlerini ortaya koyduktan sonra, 3.madde de ÖZERK YEREL YÖNETİM KAVRAMI şöyle tanımlamaktadır.

    1- Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını taşır. 

2- Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır….!  

Türk hükümeti Avrupa ile üyelik müzakere sürecini yürütmesine rağmen yaşadığı Kürt sorunundan dolayı bu belgenin kimi maddelerine imza atmamış, çekince koymuştur. Ulus devletlerin ana yurdu ve ihracatçısı olan AB’nin yaşadığı uzun ve sancılı deneyimlerden sonra bu noktaya gelmesi olumlu ve önemli bir gelişmedir. “AB ülkelerinin üç yüz yılı aşan ulus -devlet deneyimlerinin sonunda vardığı aşama, ulus devletlerin, demokratik özerkliği, bölgesel ulusal ve azınlıksal sorunların çözümünde en iyi çözüm modeli olarak kabul etmeleridir. Kürt sorununun çözümünde de ayrılıkçılığa ve şiddete dayanmayan tutarlı ve anlamlı olan esas yol, demokratik özerkliğin kabul edilmesinden geçmektedir. Bu yolun dışındaki tüm yollar ya sorunları ertelemeye, böylece çıkmazı derinleştirmeye; ya da sert çatışmalara ve ayrışmaya götürür. Ulusal sorunlar tarihi bu yönlü örneklerle doludur. Ulusal çatışmaların yurdu olan AB ülkelerinin son altmış yıllarını barış içinde zenginlik ve refahla geçirmeleri, demokratik özerkliğin kabulüyle onun bölgesel, ulusal ve azınlıksal sorunlarına esnek ve yaratıcı biçimde yaklaşım ve uygulamalarıyla mümkün olmuştur.” Demek ki, Türkiye’nin de kendine hedef seçtiği AB de, yerel yönetimlerin bir biçimi olan demokratik özerkliği kabul etmekte ve benimsediği demokratik değerlerin temel bir unsuru olarak görmektedir.

Kaldı ki, Türkiye’nin geçmiş tarihide özerkliğe kapalı ve yabancı değildir. Osmanlı idare sistemi geniş özerk idari yapıya dayanıyordu. Kürt beylikleri geniş otonomiye sahiptiler.

Türkiye’nin en kritik dönemi olan kurtuluş savaşı yıllarında kabul edilen 1921 sözleşmesinin muhtevası bile özü itibariyle demokratik özerkliğe yakındır ve onunla örtüşmektedir. Bu anayasasının genel esasları ve kuruluş mantığı özerk yerel idarelere dayanmaktadır. Öyle ki, anayasanın toplam 23 maddesinden 14 maddesi mahalli idarelerin kuruluş ve işleyiş esaslarına ilişkindir. Keza, KÜRDİSAN’IN MUHTARİYETİNE DAİR VE TBMM’İNDE 10 ŞUBAK 1922 TARİHİHNDE MÜZAKKERE EDİLMİŞ OLAN KANUN TASARISI, Kürt toplumuna geniş özerk bir statü tanımasına rağmen Kürt milletvekilleri tarafından yetersiz bulunarak şiddetli itirazlarıyla karşılanmıştır.

Bütün bu anlatılanlardan ve argümanlardan çıkan sonuç, demokratik özerk yaşamın sadece PKK ve KCK’nin bir icadı olmadığı, toplumsal zorunluluğun ortaya çıkardığı gelişmeler sonucu çağdaş demokrasinin bir normu olarak geniş kabul gördüğüdür. Felsefik olarak da doğada tüm varlıksal yapılar özerk konum içindedirler. Hiçbir varlıksal olgu ne mutlak bağımlı nede mutlak soyut ve bağımsızdır. Her olgusal varlık evrenselin özeliklerine bağımlı spesifik bir konum ve ilişki içinde durmaktadır. Bu diyalektik kural toplumsal olgular için de geçerlidir. 


Bu kanıt ve gerçekler açıkça göstermektedir ki, iddia edildiği gibi KCK ve PKK’nin talebi “devlet içinde devlet”,  “devlete paralel devlet” kurmak değildir. Türk hükümeti ve bağlı akademik çevrelerin bu iddiası tümüyle dayanaktan yoksun, karalama amaçlı olup işi yokuşa sürmek amaçlıdır. 

Dolayısıyla, KCK’nin çözüm için talep ettiği demokratik özerklik, AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI VE TEMEL HAKLAR BİLDİRGESİNİN KAPSAMIYLA bağdaşmaktadır. Müzakere ve çözüme açıktır. Türkiye’nin genel siyasal ve toplumsal sistemi içinde, Kürt toplumu için demokratik özerklik sistemi veya statüsü öngörülmektedir. Ne “devlet içinde devlet” ne de Türkiye’nin sosyal ve siyasal sınırları dışında bir yapılanma talep edilmektedir. Türkiye‘de oluşacak yeni demokratik anayasa kapsamında, AB ve BM’nin öngördüğü evrensel haklar temelinde Kürtlerin toplumsal demokratik ulus olma hakları talep edilmektedir.


Kürt toplumu Türkiye’de herhangi bir azınlık grup ve kesim değildir. Soyu tüketilmiş dört yüz, beş yüz kişilik bir azınlık topluluğu da değildir. Kaldı ki, çağdaş demokratik normlara göre bir kişi dahi kalsa bir insanının kendi toplumsallığını yaşama hakkı vardır. Kürtler, Türkiye nüfusunun en az üçte birini oluşturan bir toplumdur. Yaşadığı toplumsal trajediler, fiziki ve kültürel soy kırımlar bilinmektedir. Devletin en yetkili ağızları bile Dersim’de bir çırpıda elli bin insanın katledildiğini itiraf etmektedirler. 

Şimdi bu inkârcılığın kalkacağı, Kürtlerin halk ve toplum olarak varlıklarının tanınacakları söylenmektedir. Yeni anayasanın esas gerekçesinin bu inkârcılığı aşmak olduğu dillendirilmektedir. Elbette, yeni anayasa bu temel sorunu da çözemiyorsa, gündeme getirmenin bir anlamı yoktur. 

O halde bu sorun hangi hak ve statü ile çözülecektir? Kürtlere eskiye kıyasla inkârcılığı aşan ne verilecektir? Gerçek anlamda Kürt realitesi tanınıyorsa ve bu söylem eskiden Demirel’in demagojisine benzer aldatmaya dönük değilse, varlığı kabul edilen bu toplumun kendisi hakkında karar verme hakkı tanınacak mıdır? Eğer kendini yönetme ve toplumsal haklarını kullanma hakkı tanınmayacaksa inkârcılık nasıl aşılmaktadır? Varlığı nasıl kabul görmektedir? Eskiyle farkı ne olacaktır? Şimdi anayasada yanıt bulması gereken bu soruların cevapları olacaktır.


KCK’nin amacı ve temel talebi bu soruların yanıtlarını hakkaniyete uygun, sorununun ana çıkmazlarını aşabilen, hem Kürt halkının birikmiş tarihsel özlemlerine cevap, hem de acılarını dindiren bir çözüme ulaşmaktır. Bunu yaparken aynı zamanda Türkiye halkıyla demokratik birlikteliği ve kardeşliği esas alan bir anlayışla yola çıkmaktadır. Geçmişte yaşanan acı ve haksızlıkları unutmayı ve halkların kardeşliği ve ayrılmazlığı hatırına yeni bir beyaz sayfa açmayı düşlemektedir. Milliyetçi, devletçi, ayrılıkçı ve bölücü çözüm ve anlayışlardan uzak durmayı esas almaktadır. Türkiye’nin siyasal toplumsal ve coğrafik bütünselliğine bağlı kalarak AB ve BM bildirgelerinde teyit edilen hak ve özgürlüklerini kullanmak istemektedir. 

Şimdi sormak lazım, Demokratik Özerklik olarak kavramlaştırılan bu taleplerin anlaşılmayacak ve bilinmeyecek bir tarafı var mıdır?  KCK tarafından ifade edilen bu talep ve önerilerin ilkokul çocuklarınca çok iyi bilinip anlaşılmasına rağmen Türkiye Başbakanı ve iktidar endeksli akademisyenlerce bu kadar çarpıtılarak anlaşılmaz kılınması bilmediklerinden dolayı değildir. İşi yokuşa sürüp sulandırarak, yine “alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” hikâyesini tekrarlamak istiyorlar. Kuşkusuz sorun inkârcılığı daha örtülü ve sinsi bir biçimde sürdürmekse söylenecek fazla laf yoktur.

Daha iyi anlaşılması için çözüm önerilerimizi şöyle somutlaştırabiliriz.


1-Türkiye, AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI’NI kabul etmeli ve anayasayı yaparken bu şartnamenin taahhütlerini göz önünde bulundurmalıdır. Bu bildirgenin öngördüğü yerel yönetim ve özerklik yapılanmasını hayata geçirecek yeni idari ve hukuki düzenlemeler geliştirmelidir. 

2-Yukarıdaki düzenleme bağlamında Türkiye yirmi veya yirmi beş özerk idari bölgeye ayrılabilir. Bölge sayısı ve örgütlenmesi yeterince tartışılarak coğrafi, sosyal, ekonomik, kültürel ihtiyaçlar ve demokratik katılım dikkate alınarak düzenlemelidir.

3-Şayet bölge özerk örgütlenmesi Türkiye’nin koşul ve ihtiyacına uygun düşmüyor deniyorsa o taktirde mevcut iller baz alınarak yerel yönetim özerkliği geliştirilmelidir. İl yönetimleri kent konseyleri ve meclisleri ile yürütme kurulları biçiminde örgütlenerek özerk yerel yönetimler olarak yapılandırılmalıdır. Bu durumda valilik kurumu da seçimle işbaşına gelebilir. 


4-İl ve ilçeler ile farklı topluluklar bir araya gelip haklı demokratik gerekçelerle bölgesel özerklik amacıyla yönetim ve kurumlaşma için irade beyan edip, başvuruda bulunduklarında bu talebin ve hakkın kullanım yolu anayasada açık tutulmalıdır. Ayrıca il, ilçe, belde ve köye kadar irili ufaklı tüm yerleşim birimlerinin her biri kendi çapında ve sınırları dâhilinde demokratik yerel yönetim veya özerklik hakkına sahiptir. İsteyen her yerleşim birimi ve topluluk bu hakkını kullanabilmelidir. 

5-Azınlıkların ve inanç guruplarının özerk yönetim haklarını tanıyarak eğitim ve kültürel yapıları desteklenmeli, anayasal güvence sağlanarak demokratik ortam güçlendirilmelidir.

6-Kürtlerin tarihsel ve demografik olarak yoğun ve bir arada yaşadıkları, resmi söylemde Doğu olarak tabir edilen Kürdistan, demokratik özerklik temelinde kendini yapılandırmalı, anayasada siyasi ve hukuki statüsü Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesi olarak tanınmalıdır. Bu konuda gerekirse demokratik ve adil bir propaganda döneminden sonra iller bazında referandumla halkın onayına başvurulabilinir.  Halkı istekte bulunan yakın il ve yöreler bu özerk yapıya katılabilirler. Bu yapı halk tarafından kabul gördüğünde,  AB yerel yönetim ve özerklik şartnamesine göre demokratik seçimlerle işbaşına gelen özerk meclisini, yürütme kurulunu oluşturarak yönetimini ve idari yapısını oluşturmalıdır. 

7-Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesinin yerel meclisi, yürütme kurulu gibi siyasi idari yapısı yeni anayasanın öngördüğü kanunlar ve sınırlar dâhilinde Türkiye siyasal ve toplumsal yapısının ayrılmaz bir parçası olacaktır. Aynı zamanda Özerk Kürdistan Bölgesi genel seçimler kanunlarıyla TBMM’ne temsilci göndermelidir. 

8- Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesinin hukuki ve siyasi statüsü belirlendikten sonra özgür ve serbest seçimlerle işbaşına gelen özerk bölgenin meclis ve yürütme kurulu, yetki sınırları dâhilinde yükleneceği hak ve görevler için anayasanın belirlediği sınırlar dâhilinde icraatlarda bulunmak için üzerine düşeni yapmalıdır. Özerk yerel yönetimin yetkileri dâhiline girebilen öz savunma, eğitim, vergilendirme, üretim, sağlık, gibi faaliyetler yine AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTNAMESİ dikkate alınarak ortak bir tartışma ve uzlaşı temelinde konsensüsle çözülmelidir.

9- Demokratik Özerk Kürdistan Bölgesinde Kürt dili ve kültürünün gelişmesinin önündeki engeller kaldırılarak gerekli tüm olanaklar sunulmalıdır. Kürtçe eğitim esas alınırken, okullarda Türkçe dili ve edebiyatı da okutulmalıdır. Kamusal alanda Kürtçe-Türkçe iki resmi dil geçerli olmalıdır. Ayrıca Kürdistan’daki diğer halkların da ana dil eğitim hakkı tanınmalı ve bunun için gerekli tüm olanakların yaratılması esas alınmalıdır. 


  10- Demokratik Özerk Kürdistan yapısı ve sistemi iddia edildiği gibi dışa kapalı, PKK’nin hâkimiyet ve iktidar alanı değildir. Demokratik anayasanın öngördüğü bütün düşünce, parti, örgüt ve yapılara açık demokratik bir yapılanmadır. Türkiye genelinde geçerli ve anayasa bağlamına girebilen bütün yapılara ve örgütlenmelere açıktır. Zaten yönetim ve idari sistemi AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTININ öngördüğü kriterler temelinde olacaktır. Yönetimleri gizli oy açık sayım kuralarıyla seçilmiş demokratik yöntemlerle iş başına geleceklerdir. Hangi düşünce ve akım halkın takdirini kazanır ve onayını alırsa o iş başına gelmelidir. Belki de mevcut Türkiye’nin siyasi partilerinden herhangi birinin yerel uzantısı veya müttefiki iş başına gelebilecektir. Nasıl ki ispanyanın Bask bölgesi veya İrlanda da serbest ve demokratik seçimler, örgütlenme ve ifade özgürlükleri varsa aynı sistem Demokratik Özerk Kürdistan bölgesinde de geçerli olacaktır. Nitekim KCK yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ANF haber ajansına verdiği 11 Kasım 2011 tarihli mülakatında bunu açıkça teyit etmektedir. “…kimse toprak ya da iktidar alanı istemiyor. Demokratik Özerklik ya da Özerk Demokratik Toplum’da her şey seçimle olur. Diyelim, bir bölgede seçim oldu ve AKP kazandı. O zaman o bölgenin özerk yönetimi AKP olur. Biz “bir yeri bize verin; burada biz olacağız’ demiyoruz”  demektedir.

11-Elbette bu yapılanma ve çözüm sürecinde KCK’nin varlığı, çözüm modeli, mücadelesi ve talepleri önem taşımaktadır. KCK, Türkiye Başbakanı R. T. Erdoğan’ın dediği gibi “terör örgütü Kürt kardeşlerimin temsilcisi olamaz” denilip bir köşeye atılacak cinsten değildir. İşler o kadar kolay ve ucuz olamaz. Öyle basit olsaydı hiç kuşkusuz en az Erdoğan kadar şerir ve inkârcı olan Çiller-Güreş ekibi gibi yöneticiler bu sorunu daha rahat çözebilirlerdi. Bu davanın geçek sahibi ne Erdoğan ne de işbirlikçileridir. Bu davayı büyük bir mücadele ile bugünlere getiren KCK ve Kürt Halk önderliğidir. Sorunu ortaya çıkaranlar ve savaşanlar kimlerse onunla çözersin deyimi bilgece bir öğüttür ve yabana atılamaz. Kuşkusuz KCK kimseden hak dilemiyor sadece olması gereken hak ve özgürlüklerin savaşını vermektedir.

12-KCK, Geleneksel yaklaşımlardan farklıdır. Kürt sorununda ulusların kendi kaderini tahin hakkının devletçi olmayan demokratik yorumunu ifade etmektedir. Ulusal sorunun çözümünde köklü bir dönüşüm olarak değerlendirilmelidir. Çözümü devletten pay almada görmemektedir. Kürtler için özerklik anlamında devlet peşinde değildir. KCK, Federe veya konfedere devleti hedeflemediği gibi kendi çözümü olarak da görmez. Devletten beklenen temel talebi, Kürtlerin özgür iradeleriyle kendi kendini yönetme hakkını tanımasıdır. Demokratik ulusal toplum olmaya engel koymamasıdır. Bu amaçla devletle demokratik anayasa bağlamında uzlaşı aramaktadır. 

13-Yeni demokratik anayasa bağlamında Kürt sorunu çözülürken PKK, KCK’ nin durumu ile Kürt Halk Önderliğinin serbest bırakılma talepleri önemle ele alınıp çözülmesi gereken bir sorundur. KÜRT HALK ÖNDERLİĞİ ile PKK, Kürt sorununun baş aktörleridir. Etle tırnak gibi Kürt sorununa bağlıdırlar. Birini çözmeden asla diğeri çözülemez. Bu nedenle Kürt sorunu yukarıda yaptığımız öneri ve görüşler temelinde çözülürken KÜRT HALK ÖNDERLİĞİNİN serbest kalma talepleri kesin değerlendirilmeli, bu temelde siyasi muhatap sorunu çözülerek sonuca gidilmelidir. Bu koşul, çözümün başında gelen olmazsa olmaz temel şartıdır.  Bunun için gereken yasal düzenlemeler yapmalıdır.
                                                                              
KCK Hukuk Komitesi     

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info