6 Nisan 2012 Cuma

ABD'nin "Yeni İzolasyon" Politikası ve Özgür Kürdistan Direnişi

Kürdistan, Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi ile Mazlum Halkların tarihsel intikamını er geç alacaktır. Kürdistan ve Ortadoğu Halkları üzerinde kan pahasına oynanan oyunları, ABD Emperyalistlerinin ve AKP gibi taşeronlarının kafasına geçireceklerdir. Kürdistan'a ve Ortadoğu Halklarına biçilen köle ve sömürge statüsü parçalanacaktır. Tarihin akışı ve Kürt ve Ortadoğu Halklarının iradesi bu yöndedir.
Ne kadar sinsice düşünseniz de Özgür Kürdistan düşü gerçek olacak
Kürtler, AKP'nin hırçınlığı ve Batılı güçlerin sessizliğine aldanıp dünyada kovulmuş bir halk psikolojisine girmemeleri gerekiyor. Ortadoğu'nun kanlı, kirli ve karanlık perdesi biraz aralandığında, Özgür bir Kürdistan ile Kürt ulusunun doğuşuna tarih tanıklık edecektir.

1. ABD doktrinleri önce karşıtını doğurur: ABD tarihi bir bakıma siyasal doktrinler tarihidir.

"Yeni dünya teorisi" ile Amerika'nın keşfi, 1798 Amerikan bağımsızlık savaşı ile "özgür dünya ile kölelere eşitlik bildirgesi" 19. yüzyılda "izolasyon doktrini" Pearl Harbor saldırısı ile "Aktif savunma stratejisi", II. dünya savaşı sonrası "Monreo doktirini" Sovyet tehdidine karşi, "Hür dünya" ve daha sonra "yeni dünya düzeni" 11 eylül ile birlikte "terörizme karşı güvenlik stratejisi", Irak ve Afganistan müdahelesi ile "yeni Ortadoğu projesi" ve en son ABD'nin Irak'tan çekilmesi ile birlikte, bölgelere "gardiyan tayin etme stratejisi" olarak adlandırılan, izafi olarak yeni bir "izolasyon doktrini."

Dünyamızın son asrında eğer bir dünya tarihi varsa, ABD tarihi ve ürettiği doktrinler incelendiğinde, ''bu dünya tarihini anlatmaya yeterlidir'' dersek, abartma sanılmasın.

Öncelikle, ABD dünya egemenlik stratejisi, önce karşıtını var ettikten sonra dostunu oluşturuyor. Karşıtını var eden sistem, sonradan zorunlu ittifaklarını geliştiriyor. Bunu derken, tüm karşıtları ABD üretiyor türünden banal bir iddiamiz yok. Ancak, ABD karşıtlığı üzerine oluşmuş hareketlenmelerin çogu, son tahlilde ABD'nin çıkar menziline, ya da mecrasına sürüklenmiş olmaları da tarihsel bir gerçektir.

Örnegin, Sovyetlerin nükleer silahlanma yarışı, ABD'nin bir politikasıydı. Sovyetlerin totaliter, eşitlik adına özgürlügün olmadığı tek düze bir sisteme karşı, "Hür dünya" teorisi ile bu tuzağa çekildi ve karşıt politikaya sürüklendi. Sovyetlerin karşıtlığı eğer rosyonalist bir tarih bilinci ile değerlendirilirse, ABD'nin işine yaramıştır.

Saddam'ın Küveyt'e girişi ve Irak savaşı, ABD'nin çıkar formatları üzerine kuruludur. Saddam, Baas milliyetçiliğinin gururu ve aldatılmanın ruh hali ile ABD uşaklığından karşıtlığına sürüklenerek, Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesinin basamağı olmuştur.

Ve en son İran. İran tarihsel olarak, Mekke hidivinin sahte islamcılığına bir alternatif olarak islam ve Şii birliğini temsil etmede, ruhani bir model olarak, Ortadoğu'nun temel bir durağını işgal ettiği kesin.

Ancak, ABD terörizme destek veren ülkelerin başında İran'ı görmektedir. Yine son dönemlerde, İran'ın nükleer silahlanma iddiası, İran'a müdahale tehdidini gündeme getirmiştir. İran'ın bu iki pozisyonu, ABD'nin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme politikasına önemli düzeyde zemin sunmaktadır.

İran Anti-Amerikancılık politikası ile bağnaz islamcılığını sürdürmeye heveslenirken, asıl olarak bu tutumu ile islam reformasyonu önünde engel teşkil etmektedir. Mezheplere bölünmüş ve içinde bağnaz gericiliği barındıran sunni yada şii mezhebçiliği, özünde demokratik islamın gelişmesinin önünde en büyük iki engeldir.

Kısacası, sunni islamın Amerikan işbirlikçiliği ile şii anti-Amerikancılık, özünde aynı limanda buluşmaktalar.

Bu açıdan İran, ABD sistemini koruyan beslemelik bir düşmandır dersek, sanırım bazı aydınlar itiraz ederler.

Ancak, ABD'nin dünya egemenlik politik doktrinleri incelendiğinde, "politikalara hizmet eden bir düşman en zengin dosttan daha yararlıdır" tespiti görülecektir.
Onun için İran'a müdahale olur mu olmaz mı, bu denklemde bakmak gerekiyor.

2. Vietnam ve Irak deneyimi, "İzolasyon Politikası"

ABD tarihinde iki önemli müdahele vardır. Bir Vietnam, ikincisi Irak ve Afganistan.

Vietnam, kanlı bir deneyim ile ABD'nin gerilla mücadelesine karşı düzenli ordu ile savaşın iflas ve yenilgi tarihidir.

Ancak, Keneddy'den sonra gelen Johnson, ABD'nin bu iflasını asgariye düşürmek için, Vietnam'ı karış karış bombalayarak teknik-taktik üstünlükle barış masasına çekmekti.

Vietnam bağımsızlığını kazanmıştı, ama talan edilmiş harabe bir ülke olarak.

Bu deneyim, ABD için çok can kaybı ve ekonomik külfete yol açmıştı. Bir diplomat, "savaşlarda Amerikan çocuklarının ölmesini engellemeliyiz" diyerek, Keneddy politikasını eleştirmişti. Bunun için yeni bir politikaya ihtiyaç duyuluyordu. Truman doktirini ile Yunanistan ve Türkiye ye ekonomik yardım, Monreo doktrini ile ordaki siyasal hükümetleri, ABD'nin tayin edilmiş bir karakolu olarak kullanmak.

Bu politika ile, artık Amerikan çocuklarının yerine, başka ülkelerin çocukları ABD çıkarları uğruna faşizmin idealist argümanları ile öleceklerdi!

İki, Irak ve Afganistan müdahalesi ise, ABD'nin dünya egemenlik stratejisinin olmazsa olmaz anlamında bir koşuluydu. Dünya ölçeğinde itibarını ve ekonomik gücünü kaybeden ABD'nin yeni bir çıkış elde etme deneyimi olmuştu.

Afganistan ve Irak savaşıyla birlikte ABD küresel insiyatifini bir kez daha ele almıştı. Bu küresel insiyatif iki mecrada ilerleyecekti. Bir, radikal islami terörizm ilan edip savaş gerekçesi saymak; iki, şii islamı denetime alabilecek liberal islam akımını Türkiye öncülügünde Mısır ve Ürdün destekli geliştirmek.

Ancak, bu savaş ABD'ye ciddi bir asker kaybına ve ekonomik krize yol açacak kadar önemli bir savaş bütçesine, dolayısıyla mali krize neden olmuştu.

ABD, bu krizi Irak'tan geri çekilerek atlatmaya çalısması, yine bölge gardiyanı olarak Türkiye'yi atamış olması, ABD'nin 19. Yüzyıl benzeri bir izolasyon politikası izlediği tartışmalarını gündeme getirmiştir.

ABD'nin 19. yy. izolasyon politikası, kendi içine çekilip, dışa aktif müdahalede bulunmama olarak varsayılıyor. Görünüşte pasifist ancak özünde aktivist olan bu politikanın günümüze uydurulmuş biçimi, merkezine çekilerek kukla olarak atanan güçleri çıkarı için görevlendirmek olarak şekillenmektedir.

Dönemin Rus liderleri, ABD'nin bu politikasını halkların üzerinde dövüleceği örs ya da vurulacağı bir çekiç olma olarak, tanımlamıştı.

Yeni izolasyonizm politikası para ve asker zaiyatı vermeden aktif müdahaleden ziyade ''halkları üzerinde dövebileceği örsü yaratma ile vurdurabileceği çekici bulma politikası''dır.

ABD'nin Ortadoğu üzerinde sürdürdüğü gerginlik ve istikrarsızlık politikasının olası bir çatışma ya da savaşa dönüşmesi sonucu ölen ve öldürenin Amerikan askerlerinin olmayacağı anlamına geliyor.

3. İzolasyon politikasında AKP aktör mü, gardiyan mı olacak?

Ortadoğu, çeliskileri itibari ile özellikle İran ve Suriye bir örs olma adayı iken, en vurucu güç olan çekiç ise Türkiye seçilmiş durumda.

AKP'nin yıllardan beri Ortadoğu için hazırlanması esas olarak, bu rol nedeniyledir.

ABD Irak'tan çekilirken, Türkiye üç rol üstlenmiş oldu.

Bir, Irak'taki Kürtleri kabullenmesi şartı ile Irak'ın güvenliğini sağlama!

İki, Suriye'ye olası iktidar değişiminde taktik vurucu güç olma,

Üç, İran'ı nötrleştirip, İran'nın ruhani islam liderliğinin rolünü kapma.

Türkiye'nin ve özelde AKP hükümetinin ''Ortadoğu'da aktör olma'' hayaline dalıp Kürt halkına karşı hırçınlaşması bu nedenledir. Ortadoğu'da aktörlük rolü kapacağını düşünen AKP, Kürtleri bu güç içinde ezebileceğini ve hatta Güney Kürtlerini kendine bağlayacağını, Misak-i Milli'nin de-facto biçimlenmesini hayal etmektedir anlaşılan.

ABD, Ortadoğu politikalarında Türkiye yi görevlendirirken, Türkiyenin Ortadoğu politikalarını da belirlemiş oluyor. Ancak Kürt sorunu karşısında ABD'nin politikalarını -stratejik olarak olmasa da güncel itibariyle- Türkiye'nin belirlediği saptamasını yapmak hiç de yanlış olmayacaktır. ABD ve Batılıların güncel olarak sessizliği ve hatta AKP vahşetini onaylamaları bunun kanıtı olarak görülebilir.

AKP, ABD'nin El-Kaide türü örgütler şahsında terörizme karşı mücadelesinin yanı sıra liberal islam politikasını çok kötü biçimde kopye ederek, Kürt sorununa indirgemeye çalıştığı görülmektedir. PKK'ye karşı mücadele, ancak Kürt halkı ile müzakerecilik politikası olarak ortaya atılan "yeni plan" ABD'nin Ortadoğu'ya uydurmaya çalıştığı islam politikasının karikatürize edilmiş biçimidir.

Konjüktürel akımın hevesiyle, tarihin doğru ilerlediğine inanan AKP eksenli Türk dış politikasının göremediği tek şey, halkların direnişinin bu konjüktürü tamamıyla tersine çevirebilecek güçte olduğudur.

Yine ABD'nin AKP'ye biçtiği misyon bir "gardiyanlık" görevi iken, AKP bunu "Bölge Aktörü" olma olarak yorumlamaktadır. Önümüzdeki süreçte bu çatlak giderek derinleşececektir.
Bunun için, könjüktürel durum, sanıldığı gibi bir plan silsilesi değildir. Çelişkilerin derinliği ve çıkar ilişkisi konjüktürü belirliyor. En derin çelişkiyi yaşayan Kürtler, yarın çıkarların ilişkisi olduğunu kimse görmezden gelemez.

Bu gün, Batının rüzgarına yelken açmış Türkiye AKP'sinin, yarın halkların Doğu -Kürd direnişi- ile karşılaşırsa o zaman, iki rüzgarın çarpışmasından oluşan hortumla savrulacağı bir hayal olmasa gerek.

4. Kürtler konjüktürde yer almasını başaracak mı?

Dünya ve Ortadoğu yeni bir değişim sürecine girmişken, Kürtlerin, ABD ve Sovyet çarpışmasından arta kalan kavramlarla kendini idare etmesi anlaşılır değildir.

Kürtlerde Demokratik Ulusalcılık kuramı yerine kavramcılık gelişerek, saptamalarda eklektik ve determinist olma adeta bir yazgı olarak görülüyor.

Kürtlerin uluslaşma ya da ulusal özgürlük kuramları varmı sorusunu sorduğumuzda, ya sol jargonla "halkların kardeşliği", "Türkiyelileşme", "Anayasal vatandaşlık" gibi Kürt ulusunu Türk devletine yamayan sol kavramcılık; ya da islami Kürtçülükten gıdasını alan aşiretçi bir ilkellikle AKP'nin verdiği kırıntılar ile yetinen bir kavramcılık karşımıza çıkıyor.

Yine, parçalanmış Kürdistan'ın parçalı siyasetleri geçmişteki gibi "kardeş kanı dökmeyeceğiz" demeleri ne kadar olumlu ise, Ulusal konferans geliştirebilecek kapasiteden yoksun olmaları ise o kadar olumsuz bir durumdur.

Ancak tüm bunlara rağmen, daha önceki bir yazımızda da vurguladığımız gibi, Kürtler Ortadoğudaki gelişmeleri engelleyecek güçte değiller, ancak gelişmeleri -siyaset masasında hata yapmamaları kaydı ile- yönlendirebilme gücüne sahiptirler.

Kürtlerin dört parçadaki parçalı duruşları, konjüktürel durum açısından değerlendirildiğinde, bu durum Kürtler için bir zaaftan öte önemli bir güce dönüşmektedir. İşte bu güç, Ortadoğu'daki gelişmeleri yönlendirme kabiliyetine sahip en temel güçtür. Çünkü Ortadodoğu'da değişim ve dönüşüme girmesi gereken dört ülkenin çeliskilerinin aktörüdür Kürt ulusu.

Demografik olarak, Ortadoğu'nun neredeyse ikinci ulusu olan Kürtler Siyasal taleplerinde birleşip ulusal bir güç olarak ortaya çıkarsa o zaman konjüktür rüzgarı Kürtlerin lehine de eser.

Kürtler, AKP'nin hırçınlığı ve Batılı güçlerin sessizliğine aldanıp dünya da kovulmuş bir halk psikolojisine girmemeleri gerekiyor. Ortadoğu'nun kanlı, kirli ve karanlık perdesi biraz aralandığında, Özgür bir Kürdistan ile Kürt ulusunun doğuşuna tarih tanıklık edecektir.

Bazılarının iddia ettiği gibi, ne zamanın ruhu, ne de konjüktür Kürtlere karşıdır.

Tek sorun, Kürtlerin konjüktür içinde yer almasını başarıp başaramayacağıdır.

Ali Kızıl

CİA'den Fuller: Irak ve Türkiye Kürtleri Birleşir, Başkent Diyarbakır Olur!

Graham Füller
ABD'nin bir dönem CIA Başkan Yardımcılığı'nı yürüten, Türkiye'de ise 1980 sonrası CIA İstasyon Şefi olarak görev yapan Graham Fuller, yine Türkiye üzerine çok tartışılacak analizler yaptı. 
Halen Kanada'da Vancouver'da Simon Fraser Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan Fuller, Kuzey Irak'ta kurulacak muhtemel bir bağımsız Kürt devletinin Türkiye'ye entegre olacağını söyledi. Fuller, "Bu entegrasyonun başkenti ise Diyarbakır olur" dedi. Türkiye sol hareketinin bir dönem hedefinde yer alan ve sol ideolojiye karşı sert tutumuyla bilinen Fuller, bu konuda da ilginç bir tespit yaptı: "Türkiye'nin kesinlikle daha İslami olmasını önermiyorum. Benim kişisel hissiyatım Türkiye'de daha çok sol hareket görmek isterdim. Çünkü bence en büyük ihtiyaç bu." İşte Türkiye için hep ilginç bir kişilik olan Fuller'in Kürt hareketinden sola, İslami hareketlerden AK Parti'ye son dönemdeki gelişmelere dair değerlendirmeleri:

Kürtler ayrılmak istemez

* Ben Türkiye'deki Kürtlerin Türkiye'den ayrılmak istediklerini düşünmüyorum. Türkiye'deki hayat çok iyi. Türkiye, şimdi dünyada yükselen en önemli ülkelerden biri. Kürtler neden bundan ayrılıp mesela Irak'a ya da Suriye'ye katılmak istesinler ki. Ekonomik kalkınma, Kürt kimliğinin tanınması, Kürt kültürünün ifadesi ve bir ölçüde bölge politikalarını belirleme kabiliyeti soruna çözümü sağlayacaktır. Detayların elbette çalışılması lazım.

* Kuzey Irak'taki Kürtlerin durumu ise farklı. Elbette şu anda Bağdat hükümetine güvenmiyorlar. Ancak Kürtler bir bağımsızlık ilan ettiklerinde onları hangi ülke tanıyacak? O zaman bu türden bir hükümet (Kuzey Irak Kürt Yönetimi), Türkiye'ye katılmak isteyecektir. Bu durumda Türkiye çok çekici bir hale geliyor. Kürdistan'ın Türkiye ile işbirliğine hem politik hem ekonomik açıdan ihtiyacı var. Türkiye ve bölgenin entegre olmuş halinde ise Diyarbakır başkent olur.

* Ben bütün hayatımı, dünya genelindeki Müslüman dünyasında Müslüman hareketlerini çalışmaya harcadım. Türkiye, Müslüman Kardeşler ve Arap dünyasından bahsettiğimde de bunu geniş bir perspektifte görüyorum. Türkiye'nin bu alandaki başarısından bahsettiğimde ise Türkiye'nin kesinlikle daha İslami olmasını, Türkiye'de daha çok İslamcı parti olmasını, İslam'ı politikaya daha çok katmasını önermiyorum. Müslüman ve İslami hareketler tüm İslam dünyasında çok güçlü. Toplumlara ciddi problemler oluşturuyorlar. Türkiye bu hareketleri(AKP üzerinden) politik sisteme entegre ederekbu sorunu başarıyla çözdü. Yeni seçimler gelir, nihayetinde AK Parti kaybeder, sonra tekrar normal bir parti çıkar. Bu en önemli başarı. Benim kişisel hissiyatım ise Türkiye'de daha çok sol hareket görmek isterdim. Çünkü bence en büyük ihtiyaç bu.

* Gülen Cemaati ve AK Parti arasında bazı farklılıklar doğması şaşırtıcı değil. Ben Gülen Cemaati ve AK Parti'nin kendi içlerinde de tek ses olduğundan şüpheliyim. Türkiye'nin çok hızlı değiştiği, askeri etkinin dramatik bir şekilde zayıfladığı bir zamanda karışık iç problemlerle karşılaşılınca elbette birçok yeni açılım ortaya çıkıyor.

AK Parti ABD'ye karşı açıksözlü

* Şimdi AK Parti ve cemaatin üyeleri arasında başka alanlarda da anlaşmazlıklar göreceğimizi tahmin ediyorum. Kürt sorununun taktik olarak ele alınma şeklinden yargı açılımlarına, polis meselesine kadar. Ancak Gülen hareketi bir politik partiye dönüşmediği sürece bu görüşler bireylerden gelecek. Hükümet içindeki cemaat üyelerinden. Cemaatin kendisinden değil.

* AK Parti, bazı politik konularda Washington ile anlaşmazlıkları ifade etmede daha cesur ve açıksözlü oldu. Türkiye bu açıdan bağımsız bir çizgide hareket etme eğiliminde. Ben de Türkiye'nin çıkarları açısından bunu sonuna kadar destekliyorum. Ama Gülen hareketi bu konuda çok daha dikkatli. Washington'ı harekete karşı düşman etmek istemiyorlar. Batı karşıtı görünmek istemiyorlar. Zaten Batı karşıtı da değiller ama öyle görünmek dahi istemiyorlar. Ayrıca İsrail karşıtı görünmekten de kaçınıyorlar. Fethullah Gülen de Mavi Marmara Olayı'nı eleştirmişti. Ben bu konuda onunla aynı fikirde değilim ama açıklaması o yöndeydi.

* İster AK Parti olsun, ister CHP, ister Gülen hareketi, devletin tek bir grup tarafından kontrol edilmesi arzulanan bir durum olmaz elbette. Birçok farklı sesi temsil eden bir denge olmalı. Cemaat üyeleri de niye hükümetin parçası olmasın ki! Niye ordu, istihbarat, polis, ekonomi, neyse buralarda hükümetin kollarının bir parçası olmasın? Ben bunda bir problem görmüyorum. Onların da fikri var. AK Parti'nin de fikri var. CHP'nin de fikri var. MHP'nin de fikri var. Bunların hepsi hükümet içinde bir etki arayışında olacaktır.

* Ben Gülen hareketi ve Müslüman Kardeşler arasında bir benzerlik olduğunu düşünmüyorum. Gülen hareketi, Sufi geleneğine uzanan Bediüzzaman'dan geliyor. Müslüman Kardeşler ise başlangıçta biraz radikal olan çok daha politik bir gelenekten geliyor. Gülen hareketi toplumu değiştirmekle ilgileniyor. Müslüman Kardeşler ise yasal düzeni değiştirmekle ilgileniyor.

* AK Parti elbette öncesinde daha İslami bir gelenekten çıkıyor. Refah, Milli Görüş... Sanırım bu önceki hareketler de Müslüman Kardeşler'e daha çok benziyor. AK Parti'nin kendisi de yeni bir liderlikle dikkate değer şekilde evrildi. Ve popüler bir parti haline gelebilmek için halka yaklaşma ve spektrumunu genişletmede yeni bir formül buldu. İyi haber, Müslüman Kardeşler İslami düşünceyi politik sisteme olumlu sonuçlarla entegre eden Müslüman bir ülke olma konusunda Türkiye'yi son derece başarılı bir vaka olarak görüyor. Sadece dini alanda değil, ekonomik olarak ve diğer reform alanlarında da. Bu açıdan AK Parti gerçekten Müslüman Kardeşler ile ilişkili olmasa da, Müslüman Kardeşler, AK Parti hareketindeki birçok şeyi kendisi için başarması gereken unsurlar olarak görüyor.
Tüm gruplar sisteme entegre oluyor.

ABD dahil dünyadaki birçok ülkenin geleceği konusunda iyimser değilken ben Türkiye'nin geleceği için çok iyimserim. Gülen hareketi, Kürt hareketi... Türkiye'deki tüm hareketlerin sistemle entegrasyonu, Türkiye'nin gelecekteki istikrarı için esastır. İyimser olmamın sebebi de, bu entegrasyonun her geçen gün daha fazla gerçekleştiğini görmem. Bugün Türkiye'nin hiçbir yerinde geçmişe ve diğer ülkelere kıyasla radikal hareketlere rastlamıyorum.

Graham Fuller kimdir?

Graham E. Fuller ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) eski Türkiye ve Ortadoğu İstasyon Şefi olarak görev yaptı. Almanya, Türkiye, Lübnan, Suudi Arabistan, Yemen, Afganistan gibi ülkelerde çalıştı. CIA'de Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcılığı'ndan emekli oldu. Fuller, ABD hükümetine, milli güvenlik konularıyla ilgili strateji üreten Rand Corporation adlı düşünce kuruluşunda danışman olarak çalıştı.

Balkanlar'dan Batı Çin'e Türkiye'nin Yeni Jeopolitik Konumu, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, İslamsız Dünya, Siyasal İslam'ın Geleceği adlı kitapları Türkçeye çevrilen Fuller'in Henri Barkey ile ortak "Türkiye'nin Kürt Sorunu" adlı bir çalışması da var. Fuller, Kürt sorunu konusunda "Önce terör bitsin, sonra reformlara girilir" yaklaşımını hatalı bulduğunu belirtiyordu. Kürt kökenlilere "insan muamelesi yapılması", söz hakkı verilmesinin artık kaçınılmazlığına dikkat çekiyordu.

(radikal)

‘AKP Van’daki Ranta Yatırım Yapıyor’

Ankara - Van’da meydana gelen depremin üzerinden 5 ay geçmesine karşın AKP hükümeti, sağlık ve sosyal hizmet alanında depremzedelerin lehine yönelik uygulamalar yerine ranta dayalı ve ilgisizlik üzerine kurulu bir politika izliyor. Depremden sonra 4 ayrı rapor hazırlayan SES, sorunların ortada ancak çözümün kayıplarda olduğuna dikkat çekiyor. SES Genel Başkanı Çetin Erdolu, “SGK, depremden iki ay sonra ‘hayat normale döndü’ dedi ve reçeteyle muayenede katkı ve katılım payı almaya başladı. Yani vatandaşın sağlığı değil parayı önceliğe aldılar. Sosyal hizmetin varlığından söz edilemeyeceği gibi, eşitsizlikleri derinleştiren uygulamalar mevcut. Van’da öyle söylendiği gibi hayat hiçbir şekilde normale de dönmüş değil” diyerek, tabloyu ortaya koydu.

Kamuoyunda etkisini kısa sürede yitiren Van ve Erciş’te meydana gelen depremlerin ardından 5 ay geçti. Kentin yüzde 60’a yakın nüfusu göç yollarına düştü. Kalanlar ise yıkımlar arasında yeniden yaşama tutunmaya çalışıyor. Depremin ikinci ayında ciddi bir yıkım ve maddi, manevi kayıp yaşanmasına rağmen kentin afet bölgesi ilan edilmediği gibi depremin ardından iki gibi kısa bir süre geçmişken hükümetin “Van’da yaşam olağan hale geldi” gibi gerçekle bağdaşmayan açıklamayla Van, kaderine terk edildi. Depremin hemen ardından Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), depremin yarattığı etkilerin ortadan kaldırılması için raporlar yayınladı.

Düzenli biçimde her ay yayınlanan raporlarda dikkat çekilen hususlar ise AKP hükümetince görmezden gelinmeye devam ediyor. SES Genel Başkanı Çetin Erdolu, deprem sonrasında sağlık ve sosyal hizmet açısından deprem sonrasında halkın acil arama kurtarma da koordinasyonsuzluk nedeniyle ciddi sıkıntı çekildiğini, kentte kurumlar arasında gerek merkezi idare gerekse de yerel yönetimler arasındaki bu kopukluğun sorunlar çözümünde olumsuz bir tabloyu ortaya çıkardığını, bunun halen sürdüğünü ifade etti.

DEPREMDEN İKİ AY SONRA HAYAT NORMALE DÖNMÜŞ!

Van’da merkezi yönetimin uzantıları olan vali ve il sağlık müdürünün bu işi koordine edemediğini dile getiren Erdolu, “Erciş ve Van’da hastaneler hasar gördü ve boşaltıldı. Sürekli bir sağlık hizmetine yönelik seyyar hastane kurularak hizmet verilmeliydi. Şu ana kadar Van’da Eğitim Araştırma Hastanesi dışında hizmet veren hastane yok. Bir hastane var ve yeterli değil. Bir de Van merkezi ve ilçeleri değil dış illerden de tedavi için gelenler var bu hastaneye. Van nüfusunun iki katına hizmet veren bir durum var. Otomatik olarak yüzde 80-90 hizmet verme olanağı yaşayan oradaki depremzedelere hizmet veremedi. Ikincisi Van merkezinde Türkiye’de sağlıkta dönüşüm programı çerçevesinde değişen reçete, muayene ve ilaç alımında katkı, katılım payı alınması var. Deprem dolayısıyla bu paylar bir süre alınmadı. Ancak 21 Aralık’ta SGK, ‘Van’da hayat normale döndü’ diyerek, bu katkı, katılım adı altındaki payların alınmasına karar verdi. SGK ve Sağlık Bakanlığı nezdinde Türk Tabipler Birliği (TTB) ile yazılı başvuruda bulunduk ancak dikkate alınmadı” diye konuştu.

SGK, VATANDAŞI DEĞİL PARAYI ÖNCELİĞİNE ALDI

“Bir diğer önemli olumsuzluk ise üniversite hastanesindeki yaşanıyor. Buradaki üniversite öğrencilerinin barınacağı yer olmamasına, tam bir eğitime geçmemesine rağmen barınma sıkıntısı olan öğrencilerin harçlarını ödeme mecburiyeti getirmesidir” diyen Erdolu, şunları söyledi: “Sağlık Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na sağlık ve sosyal hizmet çalışanlarının rehabilite edilmelerini, kentten taşınmalarını istedik. Çünkü hizmetin onlarla yürütülmesinin doğru olmayacağını, sendika olarak biz destek vereceğimizi belirttik. Şube ve temsilciliklerimiz Antalya, Izmir, Istanbul, Adana’dan birkaç günlük hekim ve sağlık çalışanı takviyesinde bulundu. Bu faaliyetimiz çadırda sürdürüldü bir süre. Daha sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Diyarbakır şubemizin katkılarıyla hizmeti konteynırda vermeye başladık. Aralık sonunda genel merkez olarak verdiğimiz bu sabit sağlık hizmetini konteynırda vermeye aşladık. Buralar hem sağlık çalışanlarının barınacağı hem de hizmetin verildiği muayene, tıbbi müdahaleler, küçük cerrahi müdahaleler de yapılıyordu 4 adet konteynırda. Özellikle SGK, oraya giden hekim arkadaşlarımızın reçetelerini geçerli reçete olarak kabul etmedi. Çünkü orada özel sağlık kuruluşlarındaki hekimlerin sicili üzerinden reçeteleri karşılayan ve bunları temin eden bir işleyişe sahip. Yani vatandaşa hizmet götürmekten çok parasal bir durum var. Otomatik olarak SGK’ya bağlı olmayan, kaydı bulunmayan hekim ve sağlıkçıların hizmeti, kamu hizmeti olarak kabul edilmedi. Biz de bu nedenlerden ötürü hizmetimizi 17 Ocak’ta sona erdirmek zorunda kaldık.”

SORUNLAR ORTADA, HİZMET YETERSİZ

Van depremine ilişkin aradan geçen 5 ayda 4 rapor yayınladıklarını kaydeden Erdolu, hem halkın depremden zarar görmesi nedeniyle yaşadığı sıkıntılara hem de sağlık hizmeti açısından var olan eksikliklere dikkat çektiklerini ifade etti. Ancak raporlarının kamuoyunda geniş yer bulurken AKP hükümeti nezdinde yer bulmadığını dile getiren Erdolu, “Sıkıntıların giderilmesine yönelik adımlar atılmadı ve bu sıkıntılar halen sürüyor. Van’ın nüfusunun yüzde atmışı göç etti. Çevre illere gitti bir kısmı, bir bölümü de Başbakanın ‘isteyeni kentten tahliye edebileceklerini’ söylemesi üzerine devlet kimi vatandaşları batıya göç ettirdi. Bu kadar göç edilen kent terk edilmiş görüntüsü verdiğini herkes kabul ediyor. Buna rağmen verilen hizmetler halen yetersiz. Deprem geçirmiş ve birçok insanın yitirildiği bir felaketin sonrasında yaşlılardan tutun kimsesizlere, Afgan mülteci kampı dahil olmak üzere ve özellikle çocuklara verilmesi gereken soysal hizmet halen tam anlamıyla verilmiyor” ifadelerinde bulundu.

EŞİTSİZLİKLERİ PERÇİNLEYEN BİR UYGULAMA VAR

Tek bir hastanede yatak sayısı ve mevcut hasta sayısının ortalamanın onda biri oranında olduğuna dikkat çeken Erdolu, “Depremin ilk saatlerinden itibaren TTB ile ortak hizmet açısından acil arama ve kurtarma dahil olmak üzere bugüne kadar verilen sağlık ve sosyal hizmet konusunda büyük aksaklıklar yaşandı. Biraz daha işi politikleştirmek gerekirse oradaki eşitsizliklerin daha da perçinlenmesine neden olacak bir uygulamayla karı karşıya kalınmıştır. 1999’da Marmara depreminde deneyim kazanması gereken Türkiye bu deneyimi Van’da kullanabilecek hazırlığı yapmadığı, bir planlama ve stratejiye sahip olmadığını görmüş olduk” dedi.

‘SOSYAL HİZMETİN VARLIĞINDAN SÖZ EDİLEMEZ’

Şu an itibariyle Van’da hayatın normale dönmediğini vurgulayan Erdolu, olağandışı durumlarda en çok mağdur olanlar çocuklar, engelliler, yaşlıların, yerini terk edemeyecek olanlar, kronik hastalığı olanlar olduğunu kaydetti. Erdolu, haftada iki ya da üç gün diyalize giren kronik böbrek hastaları, kalp pili taşıyan hastalar gibi sürekli kontrol hainde tutulması gerekenlerin bulunduğunu ifade ederek, “Bunlara yönelik ani gelişen olağanüstü olayın acil arama ve kurtarma süreci tamamlandıktan sonra, buna yönelik faaliyet yürütmeye ihtiyacı var. Haftada iki üç gün diyalize giren insan düşünülmek zorunda. Diyaliz merkezi bulunan bir yere nakletmek zorundasınız. Yerinden kalkamayan yaşlılar, huzurevleri varsa oradaki insanlara mobilize, hareketli hizmetler verilmeli. Engellilere yönelik bir takım faaliyetlere ihtiyaç var. Çocukların etkilenmeleri ve karşı karşıya kaldıkları travma daha fazladır büyüklere oranla. Bunu yaşayan çocuklar rehabilitasyona ihtiyacı var. Bunlara yönelik yönetimin yaptığı gerçekten tümünü içine alan kapsayan bir sosyal hizmetin varlığından söz edilemez. Düşünün ki annesi babası ölmüş bir çocuk. Mutlaka rehabilitasyona ihtiyaç duyar. Yapılması gereken bu. Devletin gözetmesi ve yapması gereken hizmet bu. Şu ana kadar yaptığımız araştırmalara göre etkin hizmet yok” diye belirtti.

‘HÜKÜMET HEM GÖREVİNİ YAPMIYOR HEM DE RANT PEŞİNDE’

Hükümetin Van’ı afet bölgesi ilan etmemesinin altında rantın yattığını söyleyen Erdolu, şunları dile getirdi: “Oranın afet bölgesi ilan edilirse taş taş üstüne koyamazlar. Ama afet bölgesi ilan etmeyerek TOKI’ye alan açılsın, buna göre rantiyenin elinde kalsın istendi. Belli süre sonra hayatı normale döndürdünüz. Sağlık hizmeti açısından aile sağlığı merkezlerinin birçoğu hasar gördü. Aile hekimlerine Sağlık Bakanlığı, ‘yer bulun, kirasını kendiniz karşılayın’ diyor. Veya bir aile hekiminin çalıştığı yerde hasar varsa, tamir maiyetinin kendisi tarafından karşılanması isteniyor. Devlet kendi görevini üzerinden atıp insanlara yüklüyor. O nedenle sağlık ve sosyal hizmet çalışanları ve bu alanlar için Van’da hayat normale dönmemiştir.”

“Amacımız sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin hakkını ve halkın haklarını savunan, korunmasına dair bir durumumuz var. Insanı merkeze koyan, halk sağlığını korumak, hastalığı tedavi etmek, sağlıklı bir biçimde geleceklerini yürütebilmeleri için gerekli önlemlerin alınmasını istiyoruz” diyen Erdolu, “Van’da çalışmalarımız sürüyor, bunları yine raporlaştıracağız. Halkın yerleşik bir hayata geçmesi ve sorunların ortadan kalkması sürecine kadar Van’dan ayrılmayacağız. Bununla ilgili yapılması gerekenlerin yetkililere aktarılması sürecini işleteceğiz. Takipçisi olacağız” ifadelerinde bulundu.

ANF NEWS AGENCY

Flaş Haber: Bu Televizyon Kanalı İşgal Edildi

Yunanistan’daki Alter TV kanalı, bir yıldır maaşlarını alamayan ve dört aydır grevde olan basın emekçileri tarafından işgal edildi. Emekçiler televizyonda sadece işçi haberleri ve programları yayınladılar ve yayınları engellenmeye çalışıldı. Alter TV çalışanı ve gazeteciler sendikası temsilcili Vassilis Dzimtsos’ub konuya dair yazısını paylaşıyoruz

'4 aydır grevdeyiz ve yaklaşık bir yıldır maaşlarımız ödenmiyor'


Burada 650 kişi çalışıyor. Burası 24 saat canlı yayın yapan, ülkenin üçüncü büyük haber kanalı.


Geçen Mayıs ayında ilk grev sonrasında, kanalın sahibi işe dönmemiz için adam başı 2000 euro ödemek üzere bizimle anlaşma yaptı. Haziran ayında maaş ödemeleri yeniden durdu. Bu büyük grevin de başlaması anlamına geldi.


İlk ay televizyon kanalı canlı yayınlar olmaksızın yayına devam etti. Sadece film gösteriyorlar ve tekrarları yayınlıyorlardı.


Sonra biz kanalın sahibine kanalı tamamen kapatacağımızı ve böylece onun da reklam paralarını toplayamayacağını söyledik.


Haber yapılmayacağından ve yayınlanmayacağından emin olmak için de kanalı işgal ettik.


Farklı sektörlerden emekçilere buraya gelip kendi grevleri hakkında konuşma olanağı sağlamak üzere bir işçi haberleri bülteni yayınlamaya başladık. Bu kanalı Yunanistan'ın farklı bölgelerinde yaşayan işçiler arasında popüler hale getirdi.


Yayına ilk başladığımızda binanın elektriklerini kestiler. Fakat elektrik işçileri geldiler ve binaya yeniden elektrik bağladılar.


Sonra Şubat ayında hükümetin 'kurtarma planı' hakkındaki kararı vermesinden üç gün önce, vericilerimizi durdurdular. Çünkü biz grevler ve sokaklarda olup bitenler hakkındaki hakikati anlatıyorduk.


Şimdi bir online video blogumuz var. Diğer TV kanallarının ve gazetelerin söylemediklerini - sistem hakkında hükümet ve bankerlerin bildiği ama halkın bilmediği şeyleri anlatıyoruz. 

Funda Başaran tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Bir Kuşatma Harekâtı Olarak 4+4+4

Meclis, tarihi 100 yılı aşan demokratik öğretmen hareketinin, piyasacılıkla ve gericilikle kan uyuşmazlığı olan halkların, parasız, bilimsel, demokratik anadilinde eğitim diyenlerin kuşatmasını bekliyor.

20 Şubat 2012 tarihinde AKP grup başkanvekilleri tarafından TBMM’ye sunulan, şimdiye kadar yapılan birçok yasal düzenleme ve fiili uygulamadan daha yüksek dönüştürme gücüne sahip olan 4+4+4 kanun teklifi yasalaşma yolunda hızla ilerliyor.


1990’lı yıllardan beri programlı bir şekilde devam etmekte olan piyasalaştırma sürecini, 2002 yılında omuzlayan AKP iktidarı, gericilikle bütünleştirerek yürüttüğü süreci tamamlamaya dönük hamlelerini gerçekleştiriyor. 4+4+4’te işte bu hamlelerin eğitim alanındaki en büyük adımlarından biri. AKP iktidarı kanun teklifinin sunulması ve ardından komisyonlarda görüşülme sürecinde, ustalık döneminin verdiği özgüvenle hareket etti. Niyetleri belliydi ve zaten hiç gizlemediler. Eğitimin tüm süreçlerini ve sürecin muhataplarını neoliberal-gerici programın kuşatması altında köleleştirmek, kişiliksizleştirmek, teslim almak…


4+4+4 arsızlığın tavan yaptığı andır

AKP iktidarının cemaat ile olan akrabalığı herkesin malumu (her ne kadar şu günlerde içtikleri ayran, bir fidanın güller açan dalı olmamalarına neden olsa da aradaki ittifak şimdilik sürüyor). Bu akrabalık ilişkisinde, cemaatin ülke sınırlarını aşan, en deneyimli ve birikimli olduğu alan ise eğitim. Bu birikimlerini 10 yıl içerisinde bazen mütevazı bazen arsızca sergilediler. 4+4+4 arsızlıklarının tavan yaptığı an oldu. TKY gibi piyasa eksenli kurullara yenilerinin eklenmesi, Hüseyin Çelik döneminde çıkan 100 temel eserle okul kitaplıklarına, ardından ders kitaplarına ve müfredata yapılan gerici müdahaleler, OKS’nin kaldırılıp ilköğretimin ikinci kademesinin her basamağına getirilen sınavlar, öğretmen atamalarında sayının giderek düşürülmesi ve ücretli, sözleşmeli öğretmenliğin yaygınlaştırılması gibi güvencesizleştirme eksenli adımlar, ustalık döneminin ilk aylarını bile düşündüğümüzde, oldukça basit örnekler arasında sayılabilir.

Ustalık döneminde rejimini büyük oranda inşa etmiş AKP büyük bir öz güvenle eğitimi yıkıyor

Ömer Dinçer’le gelişen süreçte, hedeflediği rejimi her türlü yasal olanak ve fiili olarak inşa etmiş AKP cüretkârlığı kendini gösteriyor. Öğretmenleri itibarsızlaştırmayla başlandığı ve 4+4+4’le devam eden sürecin faturasının, hem hizmeti üreten emekçilere hem de hizmeti alan veli ve öğrencilere kesileceği ortada. 4+4+4 tartışmaları devam ederken Ömer Dinçer elbette boş durmadı, eğitim emekçilerine ve eğitim hakkına yönelik saldırılarını arttırdı. Bir çok ilde “uzaktan eğitim “ adı altında öğretmenlerin yeterliliklerini ölçerek performans kriterlerini oluşturmaya, hizmet içi eğitimi özelleştirme adımlarını güçlendirerek sertifikasyona mahkum etmeye, okullarımızı kamu özel ortaklığı ile yeniden inşa etmeye başladı. Üstelik tüm bunlar üniversite sıralarında gördüğümüz “yaşam boyu öğrenme” adı altında gerçekleştiriliyor. ( Eğitim fakültesinde öğrenciyken yaşam boyu öğrenmenin bir gün karşımıza mesleğimiz ve eğitim hakkımız için tehdit olarak çıkacağı aklımıza gelmezdi) Başbakanın da, Ömer Dinçer’in de eğitimin sorunlarının çözümünde sihirli bir değnek gibi sundukları yaşam boyu öğrenme, küresel kapitalizm için bulunmadık fırsatlar yaratıyor. Mesleki teknik eğitimin yapılandırılmasında, yetişkin eğitiminde, iş güvencesine yönelik saldırılarda yaşam boyu öğrenme yeniden tanımlanıyor. Hatırlarsanız Milli Eğitim Bakanı işsiz ve güvencesiz öğretmenlerimize “kendinize yeni iş bulun” derken de öğretmenlerimizin performansını ölçmek için uygulayacakları hizmet içi kurslar ve yeterlilik sınavları içinde yaşam boyu öğrenmeden bahsetmişti. Okullarımızı bahçesinden, konferans salonlarına kadar piyasaya açacakları “Okullar hayat olsun” projesi için de yaşam boyu öğrenme kilit yerde duruyor. Yani neoliberal dönemde yaşam boyu öğrenmenin karşılığı bizler için yaşam boyu müşterileştirme ve köleleştirme oluyor. 4+4+4 de bu süreci neoliberal gericilik lehinde daha da güçlendirmeye katkı sunuyor.

Esnek çalışmadan esnek eğitime güvencesizliğin kapsamı genişletiliyor

4+4+4’ün meclisteki yolculuğu sırasında Ömer Dinçer kanun teklifi ile ilgili “eğitimi esnekleştiriyoruz” tespitinde bulundu. Tüm dünyada bunun böyle olduğunu da ekledi: Esnekleştirme…

Dünyada ve ülkemizde emekçiler esnekleştirmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirler. Zira esnekleştirme emekçileri işlerinden etmiş, taşeron, sözleşmeli çalıştırmaya, güvencesizliğe mahkum etmiş, yoksullaştırmıştı. Bakan “eğitimi esnekleştiriyoruz” derken “herkes için parasız, bilimsel, anadilinde eğitimden, öğretmensiz okul kalmamasından, ücretli sözleşmeli öğretmenliğin yasaklanarak tüm öğretmenlerin kadrolu güvenceli istihdamından, zorunlu din derslerinin kaldırılmasından, çocuk işçiliğinin yasaklanmasından” bahsediyor olamaz. Bakanın bahsettiği esnekleştirme, kendi siyasal tercihleri (piyasacı-gerici) doğrultusunda, sadece diploma almaya indirgenmiş, her kademesi paralılaştırılmış, eğitim emekçileri güvencesizleştirilmiş, çocuk emeğinin sermayenin hizmetine sunulduğu, kız çocukları için “dinen caiz” olan bir eğitim sistemidir. Bu yüzden 4+4+4’e karşı mücadele insanca yaşam ve eğitim hakkı mücadelesidir


4+4+4’e ve tüm yıkım yasalarına karşı meclisi kuşatmalıyız

Bu teklifin yasalaşmasının AKP açısından olmazsa olmaz olduğu ortada. Ondandır ki Başbakan Güney Kore’ye gitmeden önce vekillerine 27 Mart-5 Nisan tarihleri arasında Ankara’dan ayrılmamaları talimatını verdi. Aslında Başbakan bu talimatı ile parasız,bilimsel, demokratik ana dilinde eğitim talebinin sahiplerine meydan okuyor, onları savaş alanına davet ediyordu. Şimdi biz eğitim emekçileri, öğrenciler ve veliler bu davete karşılık vermeliyiz. Meydan okumalı, AKP’nin neoliberal gerici politikalarına karşı diklenmeliyiz. Nasıl Başbakan vekillerini 27 Mart-5 Nisan tarihlerinde kendi yasalarını çıkartmak için meclise çağırdıysa, bizler de o tarihlerde bu çağrıya riayet etmeli 4+4+4’e ve tüm yıkım yasalarına karşı meclisi kuşatmalıyız. Bu saldırı ilk değil, daha önce de denediler. Yarın da bu yasayı çıkartmak için barikatlar kurabilir, gaz bombaları ve coplarıyla saldırabilirler. AKP demokrasisi bir kez daha işleyebilir. Meclis, tarihi 100 yılı aşan demokratik öğretmen hareketinin, piyasacılıkla ve gericilikle kan uyuşmazlığı olan halkların, parasız, bilimsel, demokratik anadilinde eğitim diyenlerin kuşatmasını bekliyor.

Betül Öztürk Korkut (Eğitim-Sen MYK)

4+4+4 Hangi Kıyametin Alameti Farikasıdır?

Yasama, toplumun tümü için geçerli genel ve emredici hukuk kurallarını yapma işidir. Ancak devletlerin hukukunu koyan yasama meclisleri birer temsili organdır. Söz konusu temsil ise siyasal niteliktedir. Siyasaldır, çünkü meclisler sınıfsal çıkarların çatıştığı (sınıf savaşımı) temsili arenalardır. Bu nedenle de yasama faaliyetinden çıkan ve tüm toplumu bağlayan hukuk kuralları, sınıfların meclislerde ne oranda temsil edildiğine bağlı olarak tüm toplumun ya da belirli bir sınıfının çıkarının hukuksal formülasyonu olarak ortaya çıkar.

Peki Türkiye Büyük Millet Meclisi kimi temsil ediyor?

Tüm toplumu mu? Yoksa belirli bir sınıfı mı?

Belirli bir sınıfı temsil ediyorsa, o sınıf hangisidir?


Soruları yanıtlamanın tek ve çok basit olan bir yöntemi var: TBMM’nin yaptığı yasaların içeriğine bakmak.


Bunun için öyle Meclis’in, en azından mevcut iktidar döneminde çıkardığı yasaların tümüne tek tek bakmaya da gerek yok. Kamuoyunun 4+4+4 yasası olarak bildiği yasa teklifinin genel hatlarına bakmak yeterli.


4+4+4 yasası olarak bilinen yasa teklifi eğitime ilişkin 4 temel değişiklik öneriyor.


1
- Bu teklifle hâlihazırda 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu olan ilköğretim, 4+4 olarak kesintili hale getiriliyor. Buna karşın ortaöğretim (lise) kesintili, örgün ya da yaygın biçimlerde zorunlu hale getirilerek zorunlu eğitim kademeli ve kesintili olarak 12 yıla çıkarılıyor.

2- 4+4+4’ün ilk 4’ü zorunlu, örgün ve genel ilkokullardan, ikinci 4’ü ise zorunlu, örgün ya da yaygın (açık) ve genel, teknik ve mesleki ortaokullardan, üçüncü 4’ü ise zorunlu, örgün ya da yaygın (açık) ve genel, teknik ve mesleki liselerden oluşuyor. Yani ikinci ve üçüncü 4 yıllık bölümün açık ortaokul ve liselerde ve açık ya da örgün İmam Hatiplerde okunmasının yolu açılıyor.

3
- Zorunlu ilköğretim yaşı 6-13 yaş aralığına çekiliyor. Böylece ilkokul 6-9 yaş arasında, ortaokullar ise 10-13 yaş arasında okunacak. Bu durumda ortaokul yaşı tam da kızların ergenlik dönemi olan 10-13 yaş arasına denk getirildiği için kızlar devletin yarattığı yasal ortamla ergenlik döneminde eve kapatılabilecek, erkek çocuklar için ise çıraklık yaşını açık ortaokul ile fiilen 10’a, çocuk işçilik yaşı ise fiilen 14’e düşecek.


4
- Mesleki Eğitim Kanunu’nda yaptığı değişiklik ile de işletmelerin çalıştırabileceği stajyer öğrenci sayısındaki azami sınırı kaldırıyor. Böylece işletmeler (KOBİ’ler) istedikleri kadar öğrenciyi stajyer adı altında ucuz işgücü olarak kullanabilmesinin yolu açılıyor.

Yasa teklifinin çizdiği yasal çerçeve içinden konuşursak bu yasa, yoksul kesimler açısından zorunlu eğitimi fiilen 4 yıla düşürüyor. Kız çocuklarını 10 yaşından itibaren ev hanımı yaparak, erkek çocuklarını ise 10 yaşından itibaren KOBİ’lerin çırağı ya da ‘stajyeri’ yaparak. Böylece yasa yoksul çocuklarına geleceklerini belirlemede seçme şansı bırakmayarak otoriter bir yöntemle onları tek bir çıkmaz yola sürüyor: kızlar için ev hanımlığı, erkekler için işçileşmek.


Oysa 1997’de başlayan 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitim uygulaması ile hem kız hem de erkek çocukların okullaşma oranı artmış, eş zamanlı olarak da çocuk işçilik azalmıştı. MEB’in kendi verileri ile: erkek ilkokullaşma oranı 1997’de %90,25’den 2010’da %98,47’e, kız ilkokullaşma oranı ise % 78,89’dan %97,84’e; erkek ortaokullaşma oranı %41,39’dan %67,55’e ve kız ortaokullaşma oranı da %34,16’dan %62,21’e yükselmiştir. Aynı dönemlerde ise çocuk işçiliği 1999’da %18,3 iken 2006’da %5,6’ya düşmüştür. Ve 1997’den sonra gerek çocuk istihdamında yaşanan düşüş gerekse okullaşma oranında yaşanan bu artışın nedenleri

1- eğitimin kesintisiz 8 yıla çıkması 

2- kızları hedefleyen eğitim kampanyaları (Haydi Kızlar Okula, Baba Beni Okula Gönder)(1) ,

 3- çocuk işçiliği ile mücadelede artan kamusal bilinçtir. Asıl olarak bu temel nedenlere ile son yıllarda artırılan üniversite kontenjanlarına bağlı olarak da yoksul çocuklarının üniversiteleşme oranı artmış, işçileşmek dışında önlerinde yeni seçenekler belirmiştir.

Fakat 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitim, okullaşma oranını yükselterek çocuk istihdamını düşürmüş olmakla birlikte, aynı dönemde ev içi işlerle (ev işleri, tarla, hayvan bakımı, evde üretim) uğraşan çocukların oranları artış göstermiştir. 1999’da %28,3’ten 2006’da %43,1’e yükselmiştir ve 2006’da ev işi yapan çocukların % 60’ı kız çocuklarıdır. Dolayısıyla 8 yıllık eğitimle birlikte bir taraftan devlet zoru nedeniyle okullaşma oranı artarken ve böylece çocuklara farklı dünyaların kapısı az da olsa aralanırken, 2001 krizinin üstüne gelen ve ekonomik uygulamaları ile yoksul ile zengin arasındaki uçurumu 8,5 kata çıkaran AKP döneminde yoksulların çocukları evde bile olsa ‘çalışma kaderinden’ kurtulamamışlardır. Çünkü çoğu işsiz, mesleksiz, küçük esnaf, işçi ya da memur olan yoksul aileler açısından çocukların emeği ailenin hayatta kalması açısından vazgeçilmezdir. Kadın ve kız çocuklarının üstlendikleri ailenin yeniden üretimi faaliyetleri, ailenin geçimi için hayatidir ve başka bir şekilde ikame edilememektedir. Yine erkek çocukların evde üstlendiği işler ise tarla, hayvan bakımı, evde üretim biçimleriyle ailenin yaşaması açısından önemlidir.


4+4+4 yasası ise tam da doğrudan hükümetin derinleştirerek kalıcılaştırdığı yoksulluk hallerini veri alıyor ve yoksulla zengin arasındaki uçurumu kapatarak onların yaşam koşullarını iyileştirmek gibi bir derde hiç düşmeden, bu gerçekliği yasal formülasyona döküp, adına da eğitim reformu diyor.


Kısacası 4+4+4 yasası hükümet tarafından halkla ilişkileri uzun zaman önce yapılan, bugün yarın ise uygulamaya geçirilecek olan ve tamamı IMF, OECD ve TÜSİAD, İTO, MÜSİAD gibi patronlar tarafından talep edilen ve yine tamamı Türkiye’deki üretimi ve çalışma düzenini Asyalaştıracak (düşük maliyetli işgücü ile yüksek üretim, yüksek kazanç, yüksek sömürü) olan özel ekonomik bölgeler, kiralık işçilik ve bölgesel asgari ücret uygulamalarının eğitim ayağıdır.


Geleneksel iş kollarının ortadan kalktığı, dolayısıyla hünerli ustalarca yetiştirilen çıkarlık uygulamasının geçmişte kaldığı, buna karşın kısa dönemde az maliyetle üretim yapan işletmelerin (KOBİ’ler) ekonomik alanı parsellediği bir dönemde yoksul çocuklarını hüner öğrenmeden, genç, enerjik ve iyimser yapıları ile fazla bir şey talep etmeden (sosyal haklar ve sosyal güvenlik), çok düşük ücretle ve sorun çıktığında kolaylıkla yerine konulabilecek başkaları ile ikame edecek olan bir ekonomik yapılanmada, 4+4+4 tüm bileşenleri ile piyasanın, yani patronların iktidardan talep ettiği vasıfsız, vasıfsız olduğu oranda da ucuz ve çaresiz işgücü ordusunu yaratacak olan yasal kılıftır.


Ve her zamanki gibi camiyi çalan yine kılıfını hazırlamıştır.


Erdoğan:
“Öncelikle teknik eğitim Avrupa’da yüzde 65-70. Bizde tam tersi. Bunu düzeltmeliyiz. Sonra ailelerin endüstri meslek, ticaret, Anadolu veya imam hatip arasında tercih noktasında serbest bırakıyoruz. Ama 12 yıl zorunlu eğitime de sevk ediyoruz. Özellikle Güneydoğu’da akıl baliğ olan (ergen) kız çocuklarını aileler okula göndermiyor. Açık lise bunun için. Ev okul sisteminin önü açılacak. Bir de organize sanayi bölgelerinin meslek okulları açmasına fırsat sağlıyoruz. Çocuk hem okuyacak, hem staj yapacak. Belki para da kazanacak. Endüstri de çok ihtiyaç duyduğu “ara elemanı”, sektörün ihtiyaçlarına göre kendisi yetiştirecek”.

Kılıf, ama ne kılıf.


Erkek çocuklar hem okuyup hem de para kazanacak. Aileleri tarafından okula gönderilmeyen kızlar ise evlerinde okuyarak eğitimden mahrum kalmayacak. Bunu yaparken de tümü Kuran’ı seçmeli ders olarak alabilecek.


Bu yasa ile AKP, paradan para kazanmaya yöneldiği için istihdam ve refah yaratamayan patronların isteklerini karşılamak için, toplumun bir kesimi olan erkeklerin büyük çoğunluğunu ara eleman ihtiyacını karşılamak için organize sanayi bölgelerine işçi olarak sürerken, işgücü fazlası oluşturan kadınları da yeniden ve sadece evde ailenin yeniden üretimi sürecine koşarak eve kapatmaktadır. Piyasanın bu taleplerini yerine getirirken de Kuran dersleri, imam hatipler ve kız çocuklarının ergenlik çağı olan 10-13 yaşları arasında eve kapatılması aracılığı ile kendi dünya görüşü ile tutarlı bir şekilde hem eğitim alanını hem de toplumsal yaşayışı otoriter bir muhafazakârlaştırmaya tabi tutmaktadır.


Bu anlamda söz konusu yasa ne toplumun genel çıkarlarına ne de yoksulların çıkarlarına hitap eden bir reformdur. Çünkü 4+4+4 yasası, bir önceki dönemin, kapitalizmin genişleme evresi ve genel eğitim sistemi sayesinde okuyarak sınıf atlayabilen yoksul çocuklarına bundan böyle sınıf atlamanın tüm kapılarını kapatıyor. Suratlarına kapattığı tüm kapıları da İslam yeşiline boyayarak yani İslam’ı piyasalaştırmanın kalkanı, yumuşatıcı gücü yaparak onları avutabileceğini, engelleyebileceğini düşünüyor. İşte bu yüzden 4+4+4 yasası, eğitimi sermayenin bugünkü çıkarlarına uyarlama yasasıdır(2) . Ancak tek başına bu da değildir. Bu aynı zamanda tıpkı bugüne kadarki tüm uygulamalarında olduğu gibi, AKP’nin ekonomik anlamda serbest piyasacı kapitalist üretim biçiminde işlerken, her hamlesi ile eşzamanlı olarak kendi otoriter ve muhafazakâr yeni rejimini inşa sürecinin son hamlesidir.


Şimdi yeniden soralım.


Bu Meclis kimi temsil ediyor? Bu yasa neye hizmet ediyor?


AKP, 4+4+4 yasa teklifi ile soruları yanıtlamıştır.


Şu halde bize kalan bugünün durum saptamasını yapmaktır.


Bunun için sözü yoksulların şair sözcüsü Nazım’a verelim:


Bu dem kıyamet demidir,
Bu, buhara inkılabıdır kaynayan suyun.


Notlar:

(1) Çağdaş Yasamı Destekleme Derneği’nin ve başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ın Ergenekon Yargılaması ile hedef alınması ve bu çerçevede derneğin etkisinin kırılması, yine Baba Beni Okula Gönder Projesini yürüten Tijen Mergen’in Ergenekon’dan tutuklanması bu projeleri fiilen bitirmiştir. Şimdi ise tam da alan bu tür projelerden temizlenmişken ve yoksulların yalnız kızlarını değil erkek çocuklarını da okul sürecinden fiilen uzaklaştıracak olan 4+4+4 yasa teklifi piyasaya sürülmüşken karabilgi pompalaması olarak tüm televizyonlarda Erdoğan’ın, Gül’ün, Dinçer’in kızların okumasını desteklediklerini belirten kamu spotları dolaşmaktadır.

(2) 4+4+4 yasa teklifi yukarıda sayılan yönleri ile sermayenin çıkarları için işleyen bir bütünün eğitim ayağı olmakla birlikte, aynı zamanda da yasa teklifinin 24. maddesinde yer alan düzenleme ile ‘eğitimin bilişim teknoloji ile buluşturulmasını amaçlayan’ FATİH projesi, Kamu İhale Kanunu’nun kapsamından çıkarılmıştır. Böylece FATİH Projesi kapsamında devletin yapacağı ihaleler herhangi bir kurala dayanmadan, iktidarın kendi keyfine göre sermaye kesimlerine ihsan dağıttığı bir alana dönüşecektir.


Yrd. Doç. Dr. Evren Haspolat
evrenhaspolat78@yahoo.com
twitter.com/evrenhaspolat

12 Eylül Faşizmi Yargılanıyor mu?

12 Eylül darbesinden bu yana toplumsal muhalefet 12 Eylül faşizminin sonuçlarının ortadan kaldırılması ve hesaplaşılması taleplerini, sürekli dile getirmiştir. 12 Eylül'ün ardılı rejimlerin kirli savaş, faili meçhul, kayıp politikalarıyla faşizmi değişik bir çehreyle sürdürmeleri toplumsal muhalefetin gündemlerine bu sorunlarla hesaplaşmayı da ekledi. Özet olarak, 12 Eylül faşist anayasasının değiştirilmesi (demokratikleştirilmesi), genel af çıkartılması, kayıpların ve faili meçhullerin faillerinin bulunması hesap sorulması, 12 Eylül faşizminin yargılanması, sendikalaşma, örgütlenme, eylem ve düşünce özgürlüğü toplumsal muhalefetin temel talepleri olageldi.

Bu taleplerin zaman zaman karşılandığı algısı yaratacak yüzeysel düzenlemelerin örtüsü altında genellikle başka bir faşist düzenleme devreye sokuldu. Tıpkı, Özal’ın çıkardığı (PKK tutuklularını dışında bırakan) şartlı tahliye yasasının af gibi sunulurken TMY’nin yürürlüğe konması gibi. Ancak ne talepler gerçek içerikleriyle karşılandı ne de gerçek bir demokratikleşme yaşandı. Şiddetli baskılarla sindirilmiş bir toplum üzerindeki baskıların azaltılmasıyla yaratılan gevşeme atmosferi demokratikleşme olarak sunuldu. Ancak 12 Eylül’den takvim olarak uzaklaşılması faşist politikalarından uzaklaşılması anlamına gelmedi. Hatta '90’lı yıllar daha da ağırlaşan baskı koşullarıyla geçti.


AB süreciyle ekonomide başlatılan neoliberizasyona siyasal alanda kısmi liberalleşme eşlik etti. Dünya çapında yeniden sömürgeleştirme operasyonlarının kılıfı olarak istismar edilen insan hakları ve demokrasi söylemleri Türkiye’de de AB süreciyle popülerleştirildi. AB’cilik solda Kürt sorunu, demokratikleşme ve insan hakları başta olmak üzere Türkiye’nin temel meselelerini çözecek bir süreç olarak algılandı. Dolayısıyla halkın öz eylemine dayalı kazanımlar yerine emperyalist projelerin demokratikleşme yaratabileceği beklentisi kitlelerde yanılsama yarattı. Bu yanılsamaların beklediği tablo yerine beklentiyle pek bir benzerlik taşımayan bugünkü tablo ortaya çıktı.


Ergenekon operasyonlarıyla toplumda yaratılan, kayıpların ve faili meçhullerin aydınlatılması beklentisi boşa çıkmış, ciddi hiçbir olay açıklığa kavuşturulmamıştır. 12 Eylül Anayasası'nın değiştirilmesi yalanıyla yapılan referandumla neoliberal baskı ve sömürünün ihtiyaçlarının anayasal zemine kavuşturulması sağlanmıştır. Sendikalar yasası, seçim barajı, kamu çalışanlarına toplu sözleşme ve grev hakkı gibi birçok konuda herhangi bir ilerleme olmadığı gibi çeşitli manevralarla bu hakların kullanımı daha da zorlaştırıltırılmış, kamu çalışanlarının çetin mücadeleler sonucu elde ettiği sendikalaşma hakkı dahi güdük hale getirilmiştir.


12 Eylül Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Kenan Evren ve cunta üyelerinin yargılanacağı bir dava başlatıldı. Özel yetkili mahkemede açılan davayla diğer saydığımız başlıklara benzer şekilde 12 Eylül faşizminden hesap sorulduğu yanılsaması yaratılmaya çalışılmaktadır. Sağdan ve soldan çeşitli kesimler de bu davaya müdahil olarak katılacaklarını açıkladılar. Halkevleri de 12 Eylül faşizminin saldırılarından önemli zararlar görmüş, üyeleri tutuklanmış, işkence görmüş, örgütlenmesi dağıtılmış, birikimleri talan edilmiş bir örgüttür. Dolayısıyla birçok üyemiz ve dostumuz davaya müdahil olmamızı beklemektedir. Ancak daha önceki örneklerde olduğu gibi bu yargılamada da AKP, gerçekte 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşmak derdinde değildir. 12 Eylül’ün bir kısım yoldan çıkmış generalin işi olmadığı, o dönemde yargılanan neredeyse tüm devrimcilerin savunmalarında yeterince dile getirilen bir konu olduğu için bu yazıda girmeyeceğiz.


Aslında yeni bir liberal tiyatro oynanacaktır. Bu tiyatroya bırakın oyuncu olarak katılmayı, seyirci olarak katılmanın dahi faydasız bir çaba, boşa enerji harcamak olduğu bilinmelidir. Kitlelerde yaratılacak yanılsama ise cabası. Hazırlanan iddianameye bakıldığında 12 Eylül darbecileriyle birlikte devrimci hareketin de yargılanıp, mahkûm edilerek tarihin yeniden yazılması amacı apaçık ortada durmaktadır. İddianame devrimci hareketlerin ve sosyalizmin suçlanmasına özel bir önem vermiştir. Zaten uzun bir zamandır AKP, rejimi yeniden kurarken –ki bu 12 Eylül’de düzlenen zemin üzerine inşa edilmektedir- yakın tarihi yeniden yazmayı ve toplumun ortak duyusunu bu yeni tarih bilinciyle şekillendirmeyi önemli bir iş edinmiştir. Bu yeni tarih yazımı özetle;
‘sünni müslümanların baskı altında olduğu, dinlerini özgürce yaşayamadıkları, darbelerin emekçilere ve sola değil kendilerine karşı yapıldığı, solun ise aslında islamcıların ezildiği bu oyunun parçası olduğu hatta katliamlarla yokedilen yetmişin devrimci örgüt ve önderlerinin, alevilerin bile rejimin maşaları olduğu’ gerçek dışı temalarını da içermektedir. Geçmişle tüm hesaplaşmaların; bu yeni tarih bilincinin taşlarının döşenmesi ve yeni siyasal kimliğin hakimiyetinin ve baskısının meşrulaştırılmaya çalışılmasına yönelik olduğu apaçık ortadadır. Ne yazık ki solda da bu yeni tarih bilincini meşrulaştırmaya hizmet eden hatalı yaklaşımlara çokça rastlanılmaktadır. Diğer taraftan bu tür süreçlerle (Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül, Seyfi Oktay yargılaması vb. davalarla) AKP, rejimin eski yapılarını dağıtmakta ve ordudan yargıya, üniversiteye kadar her yerde kendi örgütünü kurmaktadır. Tekelci sermayeye de yeni rejimde kendisinden başka güvenilir bir seçenek olmadığı mesajını vermektedir.

AKP’nin, yeni rejim inşasını 'demokratikleşme' olarak sunması işin kuralıdır. Ancak solun, sosyalistlerin bu sürecin karakterini söylem ve yüzeysel manevralara bakarak değerlendirmesi kabul edilebilir değilidir. Solda bu konuda Özal’la başlayan AB süreciyle devam eden demokratikleşmeye dair kafa karışıklığı, darbecilerin yargılanması sürecinde de devam edeceğe benzemektedir. Bu yanılgıya, tarihteki burjuva demokratik dönüşümlere devrimcilerin verdiği destek ve ilerletmeye dönük zorlamaların referans olarak gösterilmesi de doğru değildir. Çünkü o dönüşümlerin aktörleri yapılarında ilerici-demokratik unsurlar barındırmaktaydılar. Oysa AKP, baştan itibaren oligarşinin en güçlü bileşeni (emperyalizm) tarafından, Fazilet Partisi’nin parçalanmasıyla kurulmuş ve şekillendirilmiş bir aktördür. Emperyalist AB projelerinden demokratikleşme beklentisi (ki bu Marksist emperyalizm tezlerine aykırıdır), başka bir emperyalizm ortaklı projeden (AKP) demokratikleşme beklentisine uzanmaktadır. AKP’nin gerek Ergenekon’da gerekse de Kenan Evrenlerin yargılamasında ‘sonuna kadar gitmesinin’ zorlanması çabasının zihinsel arka planında, AKP’nin sınırlı da olsa bir demokratikleşme programına sahip olduğu varsayımı vardır ki bu sınırlı demokratik adımlar ileriye doğru zorlanabilsin.


Sonuç olarak “12 Eylül yargılaması”, AKP’nin kurduğu rejimin tamama erebilmesi için ihtiyaç duyduğu tarihsel, ideolojik, psikolojik, siyasal bir arka plan oluşturma stratejesinin parçalarından bir tanesidir. “12 Eylül Davası”na müdahil olma çabaları da niyetlerimize rağmen, bir süre sonra bu çabaların karşılıksız kalmasıyla, bizleri bu stratejinin işlemesine katılmak durumunda bırakacaktır. Muhalefetin gündem yapması gereken çok sayıda konu başlığı kendisini dayatırken, AKP’nin yarattığı gündemler yerine AKP’nin yarattığı sorunları gündem yapmak bizim asli görevimizdir.


Samut Karabulut
Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı

Suriye'de Politik Sürecin Yeni Bir Aşaması: Kofi Annan Planı


Suriye sorununun uluslararası ilişkilerde tahmin edilenden çok daha önemli bir yere sahip olduğu ve meselenin arka planında küresel güçlerin politik dengelerine göre bölgesel ilişkilerin yeniden reorganize edilmesinin bulunduğu, son birkaç haftalık gelişmelerden çok daha net olarak görülmeye başlandı.

Birleşmiş Milletler (BM) eski genel sekreteri Kofi Annan, BM Temsilcisi olarak Suriye’ye yapmış olduğu ziyaret, Suriye’ye ilişkin planların yerinden tartışılmasına yol açtı. Dahası uluslararası küresel güçlerin karşılıklı çıkarlarını dengeleyecek bir plan hazırlandı. Özellikle Çin ve Rusya’nın hassasiyetleri dikkate alınarak hazırlanan‘Annan Planı’ esasen Türkiye, Suudi Arabistan gibi Suriye’ye yönelik bir askeri operasyondan ısrar eden ülkelerin politikalarını bir bakıma geçersiz kıldı.


Kofi Annan planının politik gerekçeleri

Suriye’nin bölgesel pozisyonu ve iç politik dengeleri, Annan Planı’nı kaçınılmaz kıldı. Özellikle küresel sermaye, Ortadoğu’da yeni bir politik istikrarsızlık istemiyor. Halen Irak’ta çözümlenmeyen sorunların üzerine Suriye’nin eklenmesi, krizin bütün Ortadoğu’ya yayılması anlamına gelecek. Bu nedenle sorunun çözümünü sağlayacak bir denge planına ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Suriye’deki duruma ilişkin yapılan değerlendirmelerin, ortak bir planlamayı zorunlu kıldığı anlaşılıyor.

BBC diplomasi muhabiri Jonathan Marcus “Suriye krizinin başladığı 2011 yılının Mart ayından bu yana, uluslararası toplum askerî operasyon seçeneğine soğuk yaklaşıyor” tespitini yapıyor ve bunun gerekçelerini sıralarken sık sık vurguladığımız birkaç noktaya dikkat çekiyor. Libya'ya kıyasla Suriye'de muhalefetin bölünmüş olması, hükümete bağlı güvenlik birimleri daha güçlü ve Suriye'nin hava savunma sistemlerinin çok daha etkili olması, Beşar Esad'ı devirmenin, bölgede Suriye'nin de ötesinde çok daha geniş kapsamlı bir istikrarsızlık yaratacağı belirtiliyor. Suriye'nin içine düşeceği bir mezhep çatışmasının doğrudan Lübnan ve Irak'a yansımasının da çok yüksek olması bekleniyor. Bütün bu faktörlerin dışında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle, askerî operasyona hukuki bir dayanağın oluşturulamayacağı vurgulanıyor.


Oklahoma Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Merkezi Başkanı Joshua Landis da, ‘Suriye konusunda Amerika Birleşik Devletleri'nin liderlik yapması konusunda artan çağrılara rağmen, Obama yönetimindeki Washington'un böyle bir liderlik üstlenmek niyetinde olmadığını’ belirtiyor. ABD’nin bu tutumu özellikle Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölgesel müttefiklerinde bir hayal kırıklığı yaratıyor.


Henderson da, "Amerika Birleşik Devletleri, farklı birliklerin komutanlarının kimler olduğunu biliyor ve büyük olasılıkla bu komutanlarla temasa geçme şansı da var” diyor ve buna benzer taktiklerin Irak'ın işgalinde de kullanıldığına, ancak Suriye’de bunun çok başarılı olmayacağına dikkat çekiyor.


Suriye muhalefetinin tek bir blok olmaması ve farklı politik eğilimlerin varlığı ve bunların silahlı mücadele konusunda ayrı noktalarda olmaları, özellikle ABD’yi kaygılandırmaktadır. Landis, “Hepsi Esad rejiminin devrilmesini istese de Suriye muhalefeti içinde pek çok farklı grup var. Bu bölünme, Suriye ordusunun yerini alacak istikrarlı bir hükümetin oluşmasını engelleyebilir.” Bu değerlendirmesi, küresel güçleri kaygılandıran bir başka önemli faktördür.


Yapılan analizlerden anlaşıldığı gibi Suriye çok karmaşık politik bir denklemdir. Bu bakımdan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onaylamadığı herhangi bir planın yaşama geçirilmesi son derece zordur. Özellikle Ortadoğu gibi uluslararası küresel rekabetin merkezi olan bir bölgede, hiçbir küresel güç tek başına hareket etme şansına sahip değildir. Politik ilişkilerin son derece kırılgan olduğu bir bölgede, dengelerin hesaplanması kaçınılmazdır. Ayrıca, ekonomik veya askeri olarak güçlü olan ülkeler, uluslararası çıkarları hesaba katmaksızın bir başka ülkenin politik yapısını değiştirme şansına sahip değildir. Küresel ilişkilerde, karşılıklı bağımlılık ilişkisinin bir başka anlamı, belirlenen stratejilerin dengeleri zorunlu olarak hesaba katmasıdır.


Annan Planı’nın da Suriye denklemi

Annan Planı olarak bilinen esasen BM-Güvenlik Konseyi’nin uzlaşı planı, Suriye denklemine yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu plan, öncelikli olarak daha önceden belirlenen ‘savaş’ eksenli politikaların geri çekilmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca Annan'ın Rusya ve Çin’den sonra İran’ı da ziyaret edeceğini açıklaması, bölgesel aktörler bakımından bize bir fikir vermektedir. Suriye konusunda İran’ın devre dışı bırakılamayacağı ortaya çıkmış bulunuyor.

Öncelikli olarak 6 maddelik Annan Planı, politik olarak ne anlama geliyor? Annan Planı, BM denetiminde ‘tüm tarafların şiddete son vermeleri çağrısı’ yapıyor. Bu çağrı aslında Esad rejimini meşrulaştırmanın bir başka ifadesidir. Karşı taraf olarak lanse edilen politik güçler kendilerini var edecek durumda değiller. ABD, Türkiye ve bazı Arap devletlerinin zorlama çabalarıyla parçalı olan muhalif güçleri bir araya getirilerek muhatap kılınmaya çalışmaktadır.


Söz konusu plan, devlete askeri operasyonları durdurma çağırısı yaparken, aynı zamanda muhaliflerin askeri eylemlerine de karşı olduğunu belirtiyor. Bu durum muhaliflere yönelik ciddi bir engel oluştururken, Suriye devletinin inisiyatifini nispeten arttırıyor.


Ayrıca ‘askerlerin ve ağır silahların kentlerden çekilmesini, mahkûmların serbest bırakılmasını Suriye'de insani yardıma ihtiyaç duyanlara bu yardımların ulaştırılmasını ve gazetecilerin serbest dolaşım hakkını’ içeren planın en önemli yanı Esad rejimini Suriye’nin meşru iktidarı olarak görmesidir. Böylelikle ve ülke içinde ciddi bir örgütlülüğü olmayan muhalif güçlerin hareket alanını sınırlamaktadır.


Çin ve Rusya’nın sürece dâhil edilmesi
 
Bu iki ülke olmaksızın Suriye’de her hangi bir değişimin olması söz konusu değildir. ABD ve AB’nin, daha önce gündemleştirmeye çalıştıkları askeri müdahaleyi önemli oranda geri plana çekmeleri planın destek görmesine yol açtı. ABD, Almanya ve daha sonra İngiltere’nin askeri bir müdahaleden yana olmadıklarını belirtmeleri Çin, Rusya ve hatta İran’ı rahatlatma politikası olarak ön plana çıktı. Bu düzeydeki politika değişikliği bir bakıma zorunlu ve kaçınılmazdı.

Özellikle Rusya’nın Suriye’ye silah satma konusunda geri adım atmayacağını vurgulaması, Çin’in Suriye’ye yönelik yaptırımlara karşı çıkması, İran ve Irak’ın Suriye ile ekonomik ticari ilişkilerini geliştirmeye devam edeceklerini açıklamış olmaları ve İstanbul toplantısına katılmamaları, Suriye Dostları Grubu’nun toplantısının politik gücüne veya iradesine bir darbe vurmuştur. Bu nedenle özellikle ABD daha dengeli bir politikadan yana olduğunu belirmek zorunda kalmıştır. Böylelikle, basında yansıdığı gibi İstanbul toplantısında beklenen sonuçlar çıkmadı. Özellikle Rusya ve Çin’in Annan Planı dışında herhangi bir planı kabul etmeyeceklerini vurgulaması da, planın önemini çok daha fazla arttırdı.


Annan Planı’nın Arap Birliği tarafından kabul edilmesi

Bugüne kadar burjuva demokrasisinden dahi hiçbir nasibini almamış, ilkel devlet anlayışıyla yönetilen Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi Ortadoğu’nun aşiret devletleri, askeri müdahale için özellikle ABD’ye baskı yapmaya çalıştılar. Enerji kaynakları bakımından zengin olan bu ülkelerin esas hedefi, Suriye’de Vahabiliğe dayanan Sünni eksenli bir iktidarı egemen kılmaktır. Böylece İran-Irak-Suriye ve hatta Lübnan’ı kapsayan Şii Hilal’inin gelişen etkisini kırmayı planlıyorlardı. Suriye’deki rejimin demokratikleşmesiyle hiçbir şekilde ilgilenmeleri söz konusu değildir. Kendi sistemlerinde demokrasiye dair en küçük bir veri bulunmayan ülkelerin, Suriye’de demokrasi istemeleri beklenemez. Esas amaçları, politik dengeleri kendi lehine çevirmektir. Annan Planı, bir bakıma bu süreci de etkiledi. Tersine, Suriye’ye yönelik bir askeri operasyonun söz konusu olmadığını belirten Annan Planı, Körfez Ülkelerin istemlerini bir bakıma geçersiz kıldı.

Arap Birliği ülkeleri toplantısı, Irak’ta yapıldı ve daha önce belirledikleri Suriye’ye ilişkin politikalarında bir kısım değişiklikler gündeme geldi. Böylelikle Suriye’ye askeri bir müdahaleden çok, Esad rejimiyle uzlaşı içinde değişimin sağlanması fikri benimsendi. Suriye’ye müdahaleye karşı çıkan Bağdat’ta Arap Birliği’nin toplantısının yapılması, mevcut politikanın kabul edilmesi anlamına geliyor.


Planın Esad rejimi tarafından kabul edilmesi

Esad politik manevra alanını geniş tutmak için, Arap Birliği’nin toplantısının başlamasına saatler kala ‘Annan Planı’nı kabul ettiğini açıkladı. Böylelikle hem muhaliflerin askeri alanlarını daraltmaya çalışıyor hem de "Suriye içinde hükümete karşı terör faaliyeti yürüttüğü” uyarısını yaparak, askeri saldırılar durmazsa, operasyonların devam edeceği mesajını da veriyor.

Esad, özellikle Rusya ve Çin’in telkinlerini dikkate alarak Annan Planı üzerinde uzlaşmasının aynı zamanda Suriye rejiminin varlığını bir süre daha devam ettirmesi anlamına geleceğine ikna olmuş durumda. Uluslararası güveni sağlamak için de Annan ile yapılan görüşmelerde ateşkes sürecinin 10 Nisan 2012 tarihinde yürürlüğe girmesi konusunda uzlaşıya varıldı. Annan’ın Güvenlik Konseyi üyelerine, “Suriye için gözlemci gücü oluşturmayı planlamaya başlayın” mesajı, bu süreci doğruluyor. Gözlemci gücünde özellikle Rusya ve Çin yetkililerin bulunması Esad için politik bir güvence olarak görülmektedir. Ayrıca Kofi Annan, Suriye yönetiminin kendisine, "silahlı muhalif güçler de silahlarını bırakmadıkça, kentlerdeki hükümet birliklerinin ve ağır silahların geri çekilmesine hazır olmadığını” bildirdiğini de açıkladı.


Suriye’deki muhalif güçler arasında ciddi anlaşmazlıkların bulunması, silahlı eylemlerin devam etmesi olasılığının güçlü olması, BM Güvenlik Konseyi karşısında Esad’ı çok daha fazla meşrulaştıracaktır. Ayrıca Suriye Ulusal Konseyi’nin “rejime karşı savaşan isyancı güçlere maaş ödeneceğini, taraf değiştiren askerlere ödeme yapılacağını” açıklaması, aslında muhalefetin yeterli bir güce sahip olmadığını ortaya koyan bir durum. Yapılan bir bakıma ‘paralı asker’ toplama politikası olduğu ortaya çıkmış durumda. Libya’da uygulanan yöntemin bir benzerinin izleneceğini anlaşılıyor. Ancak bunun tahmin edilenden çok daha ters etki yapma olasılığı yüksek.


Türkiye’nin Suriye Politikası Ve Annan Planı

Türkiye büyük umutlarla oluşturduğu Suriye politikası iflas ettiğinin farkındadır. Suriye Dostları Grubu’nu İstanbul’da toplanmasını sağlayarak durumu kurtarmaya çalıştı. Özellikle İran’ı sürece dahil etmek için bu ülkeyi ziyaret eden Erdoğan, Ahmedinejad ile görüştü. Suriye’deki gelişmelerin önemli bir yer tuttuğu görüşmede, Türkiye, İran’ın İstanbul’daki toplantıya katılması için ikna edemedi ve eli boş döndü. Rusya ve Çin’in de katılması için çok çaba sarf etti ama başarılı olamadı.


Erdoğan’ın yaptığı konuşmada, Suriye’ye yönelik askeri operasyondan vazgeçmediğini de bir biçimiyle ifade etti. Şaşkına dönmüş bir biçimde, “Şam işbirliği yapmazsa BM'nin dur demesi kaçınılmaz olur” ve “Suriye rejiminin hiçbir surette bu planı zaman kazanmak için kullanmasına izin verilmemeli” tehdidine devam etti. “Bugün burada Suriye yönetimine vereceğimiz mesaj kesin ve net olmalı. Eylem birlikteliğini sağlamalıyız. Suriye'de akan kan derhal durmalı. Suriye'de Kofi Annan'na verilen hiçbir söz tutulmadı. Suriye'deki rejim zaten şimdiye kadar verdiği hiçbir sözü tutmadı. İnanıyorum ki Suriye halkı kendi kaderini kendisi belirleyecektir” diyen Erdoğan, esasen Annan Planı’nın başarılı olmayacağını ifade ediyor. Türkiye’nin bu plana pek sıcak bakmadığı, ancak BM Güvenlik Konseyi kararı olması nedeniyle kabullenmiş gibi yaptığı biliniyor.


Türkiye’nin ana hedefi Suriye’de askeri krizi derinleştirmektir. Heydemann’ın ifadeleriyle, “farklı miktarlarda olsa da, Suriye'nin tüm sınırlarından içeriye silah akışı sürüyor. Batı'nın muhalefeti silahlandırmadaki isteksizliği bu süreci yavaşlatmayacak. Türkiye sınırlarında silah akışı devam ediyor.” Suriye sınırları içerisinde çatışmaları derinleştirmek için muhaliflerin silahlandırılmasına devam edeceğine ilişkin yapılan değerlendirmeler, Türkiye’nin Annan Planı’ndan pek hoşnut olmadığını ortaya koymaktadır.


Türkiye’nin olası Suriye’nin işgali planı çöktü. Rusya, İran ve birçok Arap ülkesiyle olan ilişkilerinin gerilmesi, bölgesel dış politikasının bir bakıma çöküşü anlamına geldi. Suriye politikasında kendisine vazife çıkartmak isteyen Erdoğan, Güney Kore’ye giderek Obama ile görüştü. Bölgesel dengeleri hesaba katan ABD’nin askeri operasyona karşı olduğunu açıklaması, Türkiye’nin Suriye politikasına vurulmuş bir darbe olarak algılandı. Dahası Türkiye, kendisini aldatılmış bir pozisyonda görüyor.


Washington Enstitüsü Yakın Doğu Çalışmaları Merkezi'nden Soner Çağatay da, Türkiye'nin kriz boyunca izlediği politikalarda yapmaya çalıştığı değişikliklere dikkat çekiyor: “Türkiye, Beşar Esad'a karşı, ilk olarak Birleşmiş Milletler öncülüğünde bir operasyon arayışına girdi. Bu başarısız olunca, Ankara yönetimi, Arap Birliği'ne ve Suriye'nin Dostları'na döndü ve uluslararası toplum tarafından desteklenen bir ortak Suriye politikası tesis etmeye çalıştı.” Türkiye içine girdiği bölgesel politik krizden kurtulmak istedi, ancak bunu başaramadı. Uluslararası küresel güçler ve Arap Birliği ülkeleri Türkiye’nin belirlediği politikaları desteklemediler. Özellikle Arap Birliği ülkeleri Türkiye’nin Arap dünyası adına hareket etme girişimlerinde çok açık olarak rahatsız oldu. ABD, bölgesel dengeleri hesaba katarak Türkiye’yi Suriye politikasını dizayn etmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan Türkiye’nin Suriye politikası esasen çökmüş durumda. Böylelikle Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ‘sıfır sorunlu’ dış politikasının iflasının somutlaşmış biçimi Suriye’dir.


Türkiye ile ABD’nin Suriye politikasındaki farklılaşma


Koç Üniversitesi'nde düzenlenecek bir konferans öncesi değerlendirmede bulunan ABD'nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Suriye’ye ilişkin yaptığı değerlendirme, Türkiye’nin Suriye politikası ile farklılıklar taşıdığını ortaya koymaktadır: “Türkiye ve ABD, (Suriye konusunda) askeri müdahalenin en son seçenek, en arzu edilmeyen seçenek olduğuna inanıyor. Bu sorun, uluslararası hukuka uygun, diplomatik bir süreçle çözümlenmeli. Bu, kolay yanıtları olmayan, sihirli bir şekilde ortadan kaybolmayacak, kolay bir çözümü olmayan bir durum. Dolayısıyla bu sorunun çözümü için birlikte çalışıyoruz.” Türkiye’nin askeri müdahaleden yana olduğunu çok açık olarak ifade ediyor. Ricciardone’nin Suriye konusunda Türkiye ile ortak politikalara sahip olduğunu söylemesine rağmen bunun böyle olmadığını, Türkiye ile farklı düşündüklerini şu cümlelerle ifade ediyor: “Türkiye ile aramızda belli bir derecede farklı bakış açılarının olması doğal. Sonuçta Türkiye'nin Suriye ile sınırı var.” Türkiye’nin tersine, Ricciardone, ‘Suriye konusunda ayrıca muhalif grupların silahlandırılmasının işe yarayacak bir yöntem olduğuna kesinlikle inanmadıklarını’ belirtti.


İstanbul’da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ‘BM Temsilcisi Kofi Annan'ın planına uyulması için Esad üzerindeki diplomatik baskıyı devam ettirmeleri’ uyarısında bulundu. 70’e yakın ülke temsilci göndermesine rağmen Rusya, Çin ve İran’ın yer almaması, toplantının politik gücünü kırabilecek bir durum yaratacağını fark eden ABD, başka alternatiflerin peşine düşmek yerine ‘Annan Planı’ esas aldı.


Kürtlerin Suriye Politikası oldukça önemlidir

Suriye’de Kürtlerin elde edeceği her hangi politik bir statü, Türkiye’yi de çok ciddi oranda tedirgin ediyor. Ayrıca Suriye’nin iç politik dengelerini değiştirebilecek tek örgütlü güç Kürtlerdir.

Suriye’deki her yönlü değişim, Kürtlere yeni olanaklar sunmaktadır. Türkiye ise Kürtler için oluşan yeni pozisyonu engellemeyi hedefliyor. Bunun riskli ama kestirme yolunun da işgalden geçtiğini düşünüyor. Ancak uluslararası ve bölgesel dengeler buna izin vermiyor. Bunun farkında olan Türkiye, Kürtlere yönelik yeni hamleler uygulamaya koymaktadır. Bunun en somut biçimi Suriye Muhalif Güçlerine yaptırdığı açıklamadır. Suriye’nin ‘Milli Misaki Sınırları içinde demokratikleşme’ olarak yapılan açıklamanın hedefi Kürtlerdir. Böylelikle Kürtlere yönelik politika netleştirilmiş bulunuyor.


Konsey’de politik etkisi pek olmayan birkaç küçük Kürt grubun yer alması, Kürtler bakımından hiçbir politik değeri bulunmuyor. Suriye’de en örgütlü güç Kürtlerdir. Bu bakımdan Kürtler olmaksızın Suriye’de ne politik bir istikrar sağlanır, ne de demokratikleşme süreci tamamlanır. Bu bakımdan Kürtlerin içinde yer almadığı, Kürtlerin politik taleplerini içermeyen girişimlerin Suriye’de başarılı olması son derece zordur. ABD’nin Birleşmiş Milletler temsilcisi Rice, yaptığı konuşmada bu duruma dikkat çekti. Kürtler muhalif harekete katılmadan, Suriye’de başarılı olmanın zor olacağını belirtti. Bunun için Kürtlerle ilişki kurulması gerekliliğine dikkat çekti.


Suriye’de Kürtler için nesnel koşullar tahmin edilenden çok olgunlaşmış bulunuyor. Suriye’de hedeflerine ulaşabilmeleri ve kendi özerk yapılarını korumaları için mevcut olanaklar oldukça gelişmiş durumda. Muhaliflerle Esad arasındaki her çatışma veya rekabet Kürtlerin durumunu güçlendirecektir. Her iki tarafın da Kürtlere ihtiyacı var. Bundan dolayı Kürtler politikalarını belirlerlerken çok boyutlu düşünmek zorundadırlar. Öncelikli olarak askeri müdahaleye karşı çıkmalılar ve Suriye’deki iç dengeleri iyi değerlendirmeliler. Zaman geçirmeden kendi aralarında tam bir birlik oluşturarak ‘Kürt Ulusal Meclisini’ oluşturup, ‘Özerk Yönetimlerini’ ilan etmelidirler. Özellikle kendi askeri güçlerini oluşturup, Kürdistan bölgesini korumaya almalıdırlar. Ayrıca Kürdistan bölgesi dışındaki hiçbir askeri sürece dâhil olmamalıdırlar. Aksi durum, Kürtlerin meşruiyetini tartışma konusu yapacaktır.


Bu bakımdan Kürtler, ortaya çıkan tabloyu iyi okumadıkları takdirde, Türkiye tarafından oluşturulan ‘Milli Misaki’ olarak belirlenen Arap Milliyetçiliği, Kürtlerin tasfiyesi üzerine şekillenecektir.


İstanbul Toplantısı ve Annan Planı

1 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da yapılan Suriye Dostları grubu toplantısına yaklaşık olarak 70 ülkeden temsilci katılmasına rağmen, aslında beklenilen etkiyi yaratmış değil. Bunun birçok nedeni ortaya çıktı. Birincisi Arap ülkeleri arasında oluşan görüş ayrılıklarıdır. Birkaç ülke dışında ülkelerin önemli bir kısmı, Suriye Özgür Ordusu’nun silahlandırılmasına karşı çıktı. İkincisi Çin, Rusya ve İran’ın İstanbul’daki oyuna katılmaması toplantının etkisini çok önemli oranda zayıflattı. Üçüncüsü, muhalefetin Suriye içinde yeterince güçlü ve örgütle olmaması. Diğer bir başka nokta, toplantının başta Kürtler olmak üzere Suriye’deki bütün politik güçleri kapsamamasıdır.

Suriye'nin Dostları Grubu, Suriye’ye yönelik kuşatmada askeri seçeneği esasen devre dışı tuttu ve daha çok diplomatik, ekonomik ve politik alanlarda yoğunlaştırmayı hedefliyor.


Uluslararası güçlerin üzerinde anlaştığı Annan Planı, Suriye Dostları Grubu tarafından da kabul edildi. Çünkü bu plan, bir bakıma Suriye’deki denklemin en son halkasıdır. Bu sürecin nasıl işleyeceğini bölgesel ilişkiler ve Suriye’nin iç politik dengeleri belirleyecektir.