29 Mayıs 2011 Pazar

Kürt ve Türk Kardeş Değil


Günümüzde barbarlar artık kılıç kalkanla Hitler yönetmeleri ile savaşmıyor. Savaşın argümanları değişti. Değişmeyen tek şey ise savaşın vahşeti ve insan  kıyımı.
 
Ne garip bir dünyada yaşıyoruz, katilin nerde durduğu belli değil. Katil masum postuna bürünebiliyor kolaylıkla.  İletişim, yani teknoloji çağı denilen hızlı değişim yüzünden, geniş kitleler tarafından çok anlaşılmıyor bile esir alınmış bir insanlık.
 
“Dinamiti buldum ki, dünyadaki bütün orduları birbirlerini havaya uçursun ve dünya askersiz kalsın!”
 
Alfred Nobel`in sözü bu, biliyorsunuz dinamiti ilk bulan  ve bütün servetini Nobel ödüllerinin dağıtılması için bırakan adamdır. Garip bir durum değil mi ?  İnsanların biri birisini öldürmesi için, icatta bulunan birinin mirası ile barış ödülünün verilmesi.  (Gerçi kardeşinin onun yaptığı patlayıcılar nedeni ile ölümü ve “ölüm taciri” olarak anılmamak için bu mirası bıraktığı söyleniyor.)
 
ABD’de silah üretimi yapan Lockheed Martin ve Honeywell International şirketlerine  Nobel vakfı yatırım yapıyor, bolca hisse senedi alıyor.   Bununla da kalınmıyor, nükleer silahlar dahil, sayısızca türden silah üreten şirket, bir ahım, bir şahım alınan edebiyat ödülüne  ve en önemli ödül olan: Dünya barış ödülüne  sponsor oluyor. Çözün bakalım bu yumağı çözebilirseniz.  Alınan bir milyon dolarlık ödül ne kadar temiz acaba? Ya alanlar… En azından şimdi paranın kaynağı biliniyor. Alacak olanlar bu parayı temiz bulacak mı?
 
Bunları neden mi yazıyorum?
 
Barış kavramının nasıl tekelleştiğini, sistemlerin barışı kendi istediği şekilde biçimlendirdiğini, barış dediğimiz kavramın içini boşalttığını ve ödüllerle sınırlamaya çalıştığını anımsatayım istedim. 
 
En zor yazılacak olan konu bu.
 
Düşünsenize, pek çok savaş kahramanının adı  öğretilir bizlere.
 
Halkların barış içinde olmasını savunan felsefecilere, düşünürlere, din adamlarına da rastlarız tarih kitaplarında. Ne yazık ki barışın savunucularının hepsinin acı yaşam öyküleri vardır. Çoğu da savaş severler tarafından katledilmiş, ya da tutuklanmıştır.
 
Ne tuhaftır ki, barışın olabilmesi için de insanlar savaşmak zorunda.
 
Fikren savaş verilir.  Savaş barışın, barışta savaşın plasentasıdır aslında. İkisi de biri birini besler.
 
Savaşlar biter mi?
 
Hem evet, hem de hayır…
 
Artık nükleer - kimyasal( Halapçe`nin elma kokusu, Dersim`de 7 gerillanın katledildiği Nane kokusu… Kürtler  kimyasal  denilen laneti böyle tanıdı. Bazen `ne olur bir de Reyhan kokan kimyasal çıkarmayın. İmgelerimden nefret ettirmeyin bana` diye yalvarmak geliyor içimden.) silahlarla savaşıyor savaş mimarları. Silahlarla ne kadar savaşırsanız savaşın savaşı sonlandırmak zorundasınız.  Kazanın ya da kayıp edin savaş sonlanmak zorundadır.
 
Savaştan daha zordur barış. Silahları  susturduktan sonra kimse” hadi savaş bitti, can ciğer kuzu sarmasıyız” diyerek, biri birine sarılmaz. İstese de sarılamaz. 
 
Kürt ve Türk  barışından söz ediyoruz sıkça, savaşın bitmesini istiyoruz. Çocuklarımız ölüyor, geleceğimiz ve düşlerimiz katlediliyor.  Ama…Bir türlü savaşı bitiremiyoruz.
 
Nedense her iki halka da kardeşiz mesajını siyasettin kaşarlanmışları veriyor . AKP çok sık bunu dile getiriyor.  Ben gözümü açtığımda bu savaş vardı, kırkıma geldim hala sürüyor. Bu süre içersinde gelip geçen bütün cumhurbaşkanları, başbakanlar, ıvırlar, zıvırlar hep “kardeşiz” dediler. Seyit Rıza `ya Şeyh Sait`e  “kardeşiz” dediler. Ta Osmanlıdan beri hep bir kardeşlik empozisyonu  vardır.
 
Din kardeşliği masalını da bir afyon gibi yutturmaya çalıştılar Kürtlere  O halde  dünya genelinde, 1.5 milyar Müslüman olduğuna göre tümü ile kardeş Kürtler.
 
Yok insani anlamda  kardeşlikten söz ediliyorsa  2 milyar Hıristiyan   ve 4 bin 300 din ile mezheplerinin tümüyle kardeş Kürtler. Adem ile Havva`dan beri bütün insanlık kardeş değil miydi?
 
Madem bu kadar kardeşiz de dünya neden kandan tablolar çiziyor ?
 
Neden bunca silah ve bunca ölüm var ?
 
Demek ki kardeşlik sözü doğru değil. İnsan ancak yarasını gösterebildiği, acısında ortaklaşabildiği, sevincinde birlikte güldüğü, kendini yanında güvende hissettiği insanlarla kardeş olabilir.
 
Yani Kürtler ve Türkler şu durumda kardeş değil. Her iki halka da bunu zorla dayatmak  ve sakız gibi kardeşliği  ağızda eveleyip gevelemek söz kirliliği ve yalandan başka bir şey değil.
 
Pekala dost iki halk olabiliriz.
 
Nasıl ülkeyi bölerek mi diyecek bazılarınız.
 
Orasını ben bilmem. Hem  Kürtlere, hem de Türklere sormak lazım birlikte yaşamak istiyor musunuz diye ...
 
Nazilerin karşısına çıkmak cesaretini gösteren ender kişilerden biri olan Carl von Ossietzky, başında bulunduğu gazetede, adeta tek başına bir savaş vermiş, Hitler`e "Senin askerlerin katildir" diye kafa tutmuş, tek başına verdiği savaşın faturasını cezaevinde vereme yenik düşerek ödemiştir. Yahudilerin ve insanlığın dostu değil midir  Carl von Ossietzky ?
 
Hakkari`de bir Kürt kadını panzerin önüne geçti. Hatırladıkça lime lime oluyorum, etimin içinde ettim düğümleniyor. Örtüsünü panzerin önüne attı. Bilmez ki  Kürt kadının  kafasındaki örtüyü atması, hem savaş, hem de barış nişanesidir panzerin içine kadının çocuğunu koyanlar. Kadın panzeri öptü, yalvardı, saçlarını yoldu. Alınan çocuğun abisi, “sıkın hadi, beni de öldürün”  dedi. Polis öylece baktı. Daha doğrusu bilenmiş halkın öfkesini, ve onları ekrana taşıyacak kameraların şahitliğini göze alamdı.
 
Ekran başında izleyenler, sıradan kadınlar, kadın dernekleri, partilerin kadın kolları neredeler ? Hani kardeşlik? O panzeri öpmek, polisin ayağını öpmek kadar, hatta polisin tecavüzüne maruz kalmak kadar korkunç ve aşağılayıcı bir durum. Neden kimseden bir ses çıkmadı ? Feminist, dinci, sosyalist, kadınlar ve  bin adı olan  kadın dernekleri neden tek bir tepki göstermediler? Gösterdiyseler cehaletimi ve dikkatsizliğimi lütfen maruz görün.
 
On iki gerilla için yas ilan edildi. Neden bu yasta kimse Kürtlerle ortaklaşmadı ?
 
Dağda beş-altı bin gerilla olduğu söyleniyor. Kırk ellli bin de kayıp…
 
Ve resmi rakamlara göre bu güne  kadar dağla yani PKK ile ilişkilenen genç sayısı 300 bin kişi.  Kürtlere ne kadar da doğum kontrol devlet politikası olarak uygulansa da, her kadın en az beş altı çocuk doğuruyor. Bir aileyi  en makul şekliyle  ortalama 7 nüfus olarak düşünürsek,  2 milyon yüz bin insanın dağla öyle ya da böyle bir bağı oluşmuş. Bu devasa rakamla kalmıyor sayı. Bir de bu ailelerin akrabalarını, aşiretini, eşini, dostunu, konu komşusunu düşünün.
 
Aklınız dibe vuruyor değil mi ? Yani yirmi milyon Kürdün  10  milyonunu terörist ilan etmişsiniz. Diğer 10 milyonu da güzel hatırınız için hiç hesaba koymuyorum.
 
Nasıl bir barış olacak on milyon insanı yok sayarak ?
 
Barış, dostluk adına her ne derseniz deyin`, ancak biri birinizin yarasını görüp onu sarmaya çalışıldığında  kendiliğinden oluşur. Ne zaman ki bir gerilla cenazesinde Türk aydınlar denilen ve köşe başlarında kalem oynatanlar, ön saflarda yer alırsa, barışa doğru adım atılır. Düşünün Ahmet  Altan yazmakla bir yere varılmadığını anladı ve gerilla cenazesinde Kürtlerle saf tuttu. Düşleyin, Cengiz Çandar, Ece Temelkuran, Nuray Mert üniversitelerde ders veren bir çok bilim adamı bir gerilla cenazesindeler. Sezen Aksu`nun  canım sesi ile yakılan ağıta Kürt ve Türk birlikte ağlıyor. Bülent Ersoy`un bütün heybeti ile önde yürüdüğü, Rojda ve MKM sanatçılarının ona eşlik ettiği  bir kalabalık düşünün. Aklınızdan geçen her ismi katın bu kalabalığa. Devlet ne yapacak ? Topunu  cezaevine mi tıkacak ? KCK davasından mı yargılayacak bu isimleri? Hiç sanmıyorum.  Barış zaten bedel ödenerek elde edilir. Tarihe  böyle not düşmek son derece onurludur.
 
“Yapın,  edin” diyenlerin önce önerdiklerini kendilerinin de yapması gerekir ki inandırıcı olsun.
 
Aynı şekilde Kürtlerin asker cenazelerini Kürdistan`dan uğurlarken ağıtlar yaktığını, on binlerle  o cenazeleri uğurladığını ve savaşı lanetlediğini düşleyin. Hükümet, devlet adı her ne karın ağrısıysa onu masaya oturmaya zorlayan bir halk ve vicdanlı aydınlar çizin kafanızda.  
 
Ham hayal mi bunlar…
 
Barış zaten hayal edilir ve hayali gerçekleştirmek için çaba verilir.
 
Lafın özcesi  Eğilip Kürdün yarsından öpmezseniz, yaranızı gösterip Kürdün öpmesine izin vermeseniz, barış sel suyunda yitip gider…
 
Barış verilen ödüllerle ve söylenilen sözlerle yapılmaz. Barış ancak savaşa karşı, savaş açarak olur.
 
Yoksa,  savaş devam ettikçe söylenilen her çivisi çıkmış barış ve kardeşlik sözü hükümsüzüdür.  Barış olursa ödülü insanlık onurunun kurtarılması ve çocuk ölümlerinin son bulması olacaktır. Bir milyon dolar mı, bir çocuk hayatı mı? Siz karar verin.
 
hasretbirsel@hotmail.fr

Kürtler Fiilen Ozerklik Ilan Ederse


Kürtler artık eski Kürtler değil. Kürt siyasi hareketi de geçmişe göre daha kuvvetli ve kendisine daha çok güveniyor.  
Kürtler seçimlerin ardından özerklik ilan ederse ne olur?" Brüksel’de görüştüğümüz Kürt siyasi hareketinden bir isim bunu sordu. Ben de ona, "Gerçekten fiili bir özerklik ilanı düşünülüyor mu" diye sordum. "Evet, böyle bir düşünce var" dedi.
Kürtler, seçimden sonra fiilen özerklik ilan edebilirler mi? Fiilen özerklik ilan etmek ne anlama gelebilir? Nasıl uygulanabilir? Bütün bu soruları arkası arkasına sordum. Aldığım cevaplar, kafamdaki soruları azaltmak bir yana, daha da karmaşık hale getirdi. Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal, bir gece önce, "Gelin anlaşalım" diyordu. Öcalan’
ın yol haritasının Başbakan Tayyip Erdoğan’ın masasında durduğunu söylüyordu. "Öcalan’ın yol haritasında ‘fiili özerklik’ ilanı var mı" sorusunu sorduğumda buna de net bir cevap vermenin mümkün olmadığını biliyorum. Neyse, belli ki seçimlerden sonra Kürt sorunu, karşılıklı yapılacak hamlelerle yeni bir boyut kazanacak. 

12 Haziran-15 Haziran
 
12 Haziran seçimlerine kalan süre azaldıkça, gözler 12 Haziran sonrasına çevriliyor.
Abdullah Öcalan, "15 Haziran’a kadar bir şey olmazsa kıyamet kopabilir" şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştu. Tabii, ‘bir şey’ ile anlatılmak istenenin tam olarak ne olduğunu biz de anlamaya çalışıyoruz. Söz konusu tarih, erken bir tarih. 15 Haziran’da seçimler henüz yapılmış olacak. Bu süre içinde ne hükümet ortaya çıkabilir ne de hükümet programı yazılabilir. Brüksel’de de bu erken tarihle işaret edilen beklentiye ilişkin net bir yorum veya analiz elde edemedik.

Ancak şöyle söyleyenler oldu: "Olsa olsa bundan kasıt, AK Parti liderliğinin tutumunun açıklanması olabilir. Bunun da en anlaşılabilir olanı, Başbakan’
ın seçim gecesi yapacağı balkon konuşmasıdır. Burada Kürt sorununun çözümüne ilişkin, hazırlanacak yeni anayasanın içeriğine ilişkin kullanılabilecek bazı ifadeler yeterli olabilir."

Kürtlerin yaşadığı bölgelerde yerel yönetimlerin önemli bir kısmı, en azından yarısından çoğu BDP’de. Onlar ne yapabilirler? Sonuç olarak merkezi devletin bu yöreye atadığı vali, kaymakam, jandarma komutanı, emniyet müdürü görevlerini sürdürüyor olacaklar. Bunların merkezi devletten aldığı yetkiler, merkezi devlet yasal ve anayasal değişikliğe gitmeden, statülerinin değişmesi mümkün değil.

O zaman ne olacak? Merkezi devletin bu yöreye atadığı görevlileri, yerel yönetimler dinlemeyecek mi? Bunun bugünün koşullarında mümkün olmadığını görebilecek kadar BDP yöneticileri duruma vâkıflar.

Neyse bu tez üzerinden daha fazla zihin cimnastiği yapmanın bir yararı olmadığı belli. Ancak şunu görebiliyoruz; Kürtlerle devlet arasındaki ilişki yeni statü zorlamalarıyla karşı karşıya gelecek. Yöredeki havaya baktığımızda açık ve net bir şekilde şunu görüyoruz: Kürtler eski Kürtler değil. Kürt siyasi hareketi geçmişe göre daha kuvvetli ve kendisine daha çok güveniyor.
Son Şırnak-Uludere’de PKK’lıların cenazelerinin sınırötesinden getirilmesi konusunda gösterdiği inisiyatif, bölgedeki durumun geldiği noktayı göstermesi bakımından çok çarpıcıydı. 

Sıra Erdoğan’da
 
Brüksel’deki Kürtler, yükselen bütün gerilime rağmen bir uzlaşma ihtimalini yüksek görüyorlar. Özellikle seçimden sonra Kürtlerin temel talepleri konusunda topun Erdoğan’da olduğunu söylüyorlar.
Öcalan’
ın, PKK içindeki uzlaşma eğilimiyle sertlik yanlısı eğilimin iç içe geçtiğini ifade eden yorumlarının özenle izlenmesi gerektiğine dikkat çekenler, Erdoğan’ın bu mesajları doğru anlamasının önemi üzerinde duruyorlar.

Brüksel’e Türkiye’den gelen haberler iç açıcı değil. Değişik yerlerde bombalar patlıyor. Şiddet tehdidiyle seçim kampanyası bir arada yürüyor. Liderlerin öfke dozu yüksek. Aslında herkesin seçim ortamını düşünerek, seçim sonrasını düşünerek sakin bir dil kullanması gerekiyor.

Bütün kesimler ellerindeki bütün kozları oy hesabıyla, geleceği düşünmeden ortaya sürüyorlar. Aman dikkat. Öncelikle de Başbakan Erdoğan. Daha sakin bir dil. Daha ufuk ötesi bir bakış...

Cumhuriyetin İlk Darbesinde Kürtler: 49'lar Davası ve Sivas Kampı


27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor.

27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor. 1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamının ardından Kürtler için 20 yıl sonra "ilk ses" olarak değerlendirilen "49'lar Davası" ve darbe sonrası Kürtlerin tutuklanarak kapatıldığı ve insanlık dışı uygulamalar ile tarihe geçen "Sivas Kampı", resmi ideolojinin 27 Mayıs'ta Kürt politikasının sac ayaklarını oluşturuyor. Darbenin 51'inci yıldönümünde, Kürtlere dönük 27 Mayısçıların tavrı, cumhuriyet tarihi boyunca resmi ideolojinin Kürtlere yönelik uygulamalarından ayrı bir yerde durmuyor.

Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulmasının ardından "ilk darbe" olarak yakın tarihe geçen 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin üzerinden 51 yıl geçti. 27 Mayıs, siyasal tartışmalarda 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine göre "ilerici darbe" olarak görüldü ve Türkiye'ye siyasal tarihinde "iyi darbe" olarak atıf yapılan bir bakış açısı ile tartışıldı. Öyle ki; 27 Mayıs'a sol kesimlerin büyük bir çoğunluğu dahi "devrim" misyonu biçti. Ancak, CHP'nin desteklediği ve dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın Yassı Ada yargılamaları sonrası idamları ile en fazla tartışılan 27 Mayıs darbesinin, çok fazla görülmeyen ve tartışma konusu yapılmayan yönü de vardı. Söz konusu darbe döneminde görülmeyen ve tarihe 49'lar Davası olarak geçen Kürt aydın ve öğrencilerine yönelik tutuklama ile darbeden hemen 4 gün sonra 485 Kürdün tutulduğu ve insanlık dışı uygulamalar ile gündeme gelen Sivas Kampı, 27 Mayıs döneminde resmi ideolojinin Kürt politikasını gözler önüne seriyor.

Dersim katliamından 20 yıl sonra ilk ses: 49'lar davası

27 Mayıs darbesini gerçekleştiren askeri cunta, darbe sonrası Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı '49'lar Davası'nı karşılarında buldu. Söz konusu dava, Mart 1959'da Irak'ta bazı Türkmenlerin ölümüne yol açan gelişmelere misilleme olarak tutuklanan Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılamalarını içeriyordu. Ve darbeciler, Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı bu davada hiç bir tolerans tanımadı. Öyle ki, 27 Mayıs darbesi sonrasında çıkarılan aftan, 49'lar muaf tutuldu ve 8 yıl boyunca yargılanmaları devam etti. Davanın somut hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, Dersim katliamının ardından Kürtlerin "ilk sesi" olduğu için yargılamalar bir cezalandırma yöntemi olarak tarihe geçti.

Irak'taki Türkmenler için misilleme

1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamından sonra Kürtler 20 yıl boyunca bir sessizliğe gömüldü. Bu sessizlik 1959'un Mart ayında bozuldu. Sevaf adında Arap ırkçısı bir general Kürtlere otonomi hakkı veren dönemin Irak Lideri Abdülkerim Kasım'a karşı ayaklandığında hükümet kuvvetleriyle birlikte hareket eden Molla Mustafa Barzani'ye bağlı güçler, Sevaf'ın yanında yer alan bir grup Türkmen'in savaş sırasında ölümüne neden olmuştu. Irak'ta yaşananların Ankara'da duyulması ve emekli bir general olan CHP milletvekili Asım Eren'in hükümete "Aynıyla mukabelede bulunmayacak mısınız" diye sormuştu. Eren'i protesto için bildiri yayımlayan Kürt öğrenciler, hazırladıkları metnin altına "Türkiye Kürtleri" imzasını koyunca Kürtlere yönelik fitil de ateşlenmiş oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, "6-7 Eylül olayları dolayısıyla dış dünyada hayli eleştiriye muhatap olduk, itibar kaybettik, onun üzerine yeni bir şeyler eklemeyelim" uyarısın da bulunmasa belki de 49'lar davasından daha öte uygulamalar Kürtlere yönelik gerçekleştirilecekti. Çünkü, dönemin devlet yetkililerinin bir çoğunun ağzında, misilleme olarak "Kürtleri sallandıralım" düşüncesi dillendiriliyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Kürt milletvekilleri tarafından az-çok yatıştırılmışken Musa Anter'in (Apê Musa) "kımıl/süne" zararlısını metafor olarak kullanıp onun üzerinden siyasete yönelttiği Kürtçe eleştiri ipleri koparttı. Cumhuriyet Gazetesi'nde yer alan "Doğu'daki bu küçük gazeteye kim kâğıt veriyor" yorumlarının ardından hükümet bir yandan istihbarat birimlerinin 2-3 bin Kürt'ün Batı'ya göç ettirilmesi önerisini değerlendirirken, diğer yandan hakkında dava açılan Musa Anter'e destek verdikleri tespit edilen 50 Kürt genç ve aydını gözaltına alındı. Kiminin evinde Barzani'nin resmi bulunduğu, kiminin evinde bağımsız Kürt devleti kurulmasını hedefleyen bir parti kuruluşuna ilişkin hazırlık evrakı ele geçirildiği iddia ediliyordu. Tutuklama kararını alan Ankara'da askeri savcılıktı; ama 50 kişi İstanbul'a götürüldü ve Harbiye Askeri Komutanlığı'nda hücrelere konuldu. Hücre sayısı 40 olduğu için 10'u tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan sanıklardan Mehmet Emin Batu mide kanamasından yaşamını yitirince geriye 49 kişi kaldı ve dava bu sayıyla tarihe geçti. 14 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar mahkemeye çıkarılmayı beklerken, 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. Darbe sonrası öncelikli işlerinden biri olarak gördüğü genel af meselesi gündeme geldiğinde askeri cunta, 49'lar'ı af kapsamı dışında tuttu ve 49'lar aftan yararlanamadı.

'Sallandırma' kılıfa uymadı

27 Mayısçıların niyeti tutuklu Kürt öğrencileri ve aydınlarını, diğerlerine emsal olmak üzere alelacele yargılayıp idam etme düşüncesiydi. Darbeciler, "Sallandıralım" da mutabıktı. Ancak savcılık bu yönde bir talebi kılıfına uyduracak delilden yoksundu. Ve o nedenle iddianame kaleme alınamıyordu. Daha ötesi bir-iki istisna dışında Kürt asıllı hukukçu milletvekilleri dahil kimse sanıkların savunmasını üstlenmeye talip değildi. Nihayet 3 Ocak 1961'de mahkeme başladı. Savcılık, 50 sanıktan 15'i için kafi delil bulunmadığı için, 10 sanık hakkında mahkumiyete yeterli delil olmadığı için beraat kararı verilmesini istedi, fakat 24 sanığın, "Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hâkimiyeti altına koymaya veya devletin birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır" hükmünü getiren TCK'nin 125. maddesine göre yargılanması istedi. İdamı istenenler arasında; Şevket Turan, Naci Kutlay, Ali Karahan, Yavuz Çamlıbel, Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Yaşar Kaya, Haydar Aksu, Fadıl Budak, A. Efem Dolak, Musa Anter, Canip Yıldırım ve Mehmet Bilgin'inde isimleri bulunuyordu. Ortada delil olmadığı için tüm sanıklar 30 Nisan 1964'te beraat etti, ancak savcının itirazı üzerine karar Askerî Yargıtay tarafından bozuldu. 1965'te suç vasfı değiştirilerek dava yeniden görüldü. Bu sefer Y. Çamlıbel, Ş. Turan, M. Serhat, H. Akkuş, Ö. Akkoyunlu, S. Kılıçoğlu, Ş. Septioğlu, S. Elçi, S. Kırmızıtoprak, Y. Kaya, F. Savaş, F. Budak, A. E. Dolak, C. Yıldırım ve M. Anter TCK'nın 141 ve 142. maddelerinden yani "yabancı devletlerin müzahereti ile milli duyguları yok etmeye ve zayıflatmaya matuf cemiyet kurmaktan" 16 ay hapis, 5 ay 10 gün sürgün cezası aldı. Askerî Yargıtay bu kararı da bozunca dava Askerî Yargıtay Daireler Kurulu'na gitti, ancak karar kesinleşmeden dava zaman aşımına uğradı ve Türkmenler için yapılan bir misilleme olan '49'lar' davasının seyri yargı süreci açısından sonuçlanmış oldu.

Sivas kampı ve sürgün

27 Mayısçıların Kürtlere dönük bir diğer uygulaması ise insanlık dışı uygulamalarla tarihe geçen Sivas Kampı idi. 31 Mayıs 1960'ta, Cumhuriyet gazetesinde, "Sabık iktidar, Şeyh Said'in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu'da propaganda yapmasına göz yummuştur" iddialarının yer aldığı bir habere yer verilmişti. Yine o günlerde Hakkari, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi bölgenin sınır kentlerinde Barzani hareketine destek eylemleri yapıldığı yönünde iddialara basında yer veriliyordu. Haberden bir gün sonra 1 Haziran 1960'ta, bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerden ve Kürt milliyetçisi olduğu iddia edilen toplam 485 kişi tutuklanarak, Sivas-Kabakyazı'da açık arazide kurulan bir kampa kapatıldı. Dönemin gazetelerinde, Kürtler hedef gösterilirken, bu kampa ilişkin ise herhangi bir habere yer verilmedi. Olay ortaya çıktığında gerek Milli Birlik Komitesi (MBK) adına yapılan açıklamalarda, gerekse de gazetelerde yazdırılan yazılarda, "ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılması" haberlerine yer veriliyordu. Konuya ilişkin MBK bildirisinde ise, "Türkiye'nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir" denilerek, farklı düşünen her kesime bir tehdit mesajı gönderiliyordu. Yine Sivas Kampı'nın dikkat çeken bir yanı ise, tutuklananların CHP'li ağa ve şeyhler değil de, DP'li olmaları kafalarda, "ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılmasından" öte başka soru işaretlerine neden oluyordu.

 
Kampta tutulan Kürtlerin hepsinin bütün mallarına el konulmuştu. Sivas Kampı'nda tutulanların bir bölümü, sürgün ile karşı karşıyaydı. Sürgüne gidecek 54'ü DP'li, biri Cumhuriyetçi Köylü Millet Parti'li 55 Kürt, "Babam Şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım" sözleriyle övünen İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu tarafından seçildi. 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli'ye gönderilerek, sürgüne tabi tutuldu. 21 Kasım 1960'ta 193 kişi tahliye edildi. Geriye kalanlar dokuz ay kampta kaldıktan sonra, üç aylarını sekiz vilayetin nezarethanelerinde geçirip, üstüne de iki buçuk yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra, 55 sürgünle birlikte Ekim 1963'te çıkarılan "genel afla" serbest bırakıldı.-

DİHA

İbrahim Aslan

Karismam Bak!!!

http://www.ozgur-gundem.com//common/nuce/images/2011/05/nuce_28052011-185135-1306601495.89.jpg

Kime Oy Vereceğiz?


Olay gerçekte ünlü "TO BE OR NOT TO BE" sorunudur. Yani olmak ya da olmamak! Önümüzde yine her dört beş yılda bir yinelenen seçim oyunu var. Eskiden krallar, despot yöneticiler babadan oğula bu oyunu sürdürürlerdi. Şimdi ise kendi krallarımızı, despotlarımızı kendi oylarımızla ve kendi ellerimizle seçmemize izin veriyorlar çok şükür.

Şu sıra yurt düzeyinde yol boylarına serpilmiş pahalı bilboardları "reklam panolarını" gördükçe mutlaka içiniz sızlıyordur. Kısa bir süre sonra bu akıl almaz harcamaları güneş, yağmur silip süpürecek. Daha kötüsü bütün bu savurganlığın paraları, işsiz ve yoksul halkımızın kesesinden çıkacak. Pekiyi sonra ne olacak? Hiç de ciddi bir şey olmayacak. Sil baştan aynı biçimde bir dört beş yıl daha kaybedilecekÉ


Son zamanlarda gurmelik diye bir meslek revaçta. Bu iş, tadına bakarak yemek seçiciliği imiş.Televizyonlarda açların gözünün içine bakarak, adeta alay eder gibi  tevir türlü has yemekler seçiyorlar. Kalabalık hanesine bol ekmekten başka yiyecek getiremeyen bir amele ailesini düşününüz. Tam da akşam yemek vaktinde yorgun ve açsınız. Kızarmış butlar, kaymaklı kadayıflar çıkıyor yamacınıza. Ölür müsünüz, öldürür mü? Buna benzer bir de şarap tadım mesleği varmış. Adına "Wine teaster" mi ne diyorlar. Adamın görevi en iyi şarabı seçmekmiş. Hikaye bu ya, böyle birisi göreve çağırılıyor. Önüne iki farklı şarap şişesi konuyor. Teaster birisinden azıcık yudumlayıp ağzını şapırdatmaya duruyor. Derken iyice yüzünü buruşturuyor. Sonra ikirciklenmeden, hımm ötekisi daha iyi diyor. Oysa ötekini daha hiç tatmamıştır. Sonuç bellidir, çünkü adama sorulsa tattığımdan daha kötüsü olamaz ki diyecektir. Durup dururken bu münasebetsiz hikayeleri niçin anlattık değil mi...?


Bir seçimin daha arifesindeyiz. Görünürde sayılamayacak kadar çok parti var. Oysa yakından bakıldığında önümüzde sadece iki parti var. Tıpkı şarap tadıcının önüne konan iki şişe şarap gibi. Ötesi sırf aldatmaca kandırmacadırÉ Birincisi BDP'nin fiziki anlamda başını çektiği on yedi parti ve örgütün oluşturduğu SOL BLOK. İkincisi ise bütün partilerden oluşan SAĞ BLOK. Ötesi laf kalabalığıdır. Silindir şapkadan tavşan çıkartmaktır. Daha açıkcası kandırmaca,aldatmacadır. Çünkü SAĞ BLOK çoktan tattığımız tanıdığımız kapitalistlerin zenginlerin düzeninin devamından başka bir şey değildir. Getirip götüreceği yeni bir şey de yoktur. Amaçları allayıp pullayarak yaşanan şu haksız, eşitliği bozuk düzeni biraz daha uzun ömürlü yapmaktır.


Pratiğe yansımayan teori gerçekte hiçbir şey değilmiş. Samimi sol ve sosyalist görüşlü insanlar bu gerçeği elbette anlar ve kabul ederler. Kürt halkının Emek, Özgürlük ve Demokrasi konusundaki samimi mücadelesi test edilmiştir. Bu konuya yaptığı samimi fiziki yatırımı da çıplak gözle görülecek biçimde ortadadır.! Böylece Türk, Çerkes, Laz, Roman demeden bütün Anadolu halkları aynı içtenlikle SOL BLOK bağımsız adaylığını yarattılar. Şimdi gerçek sosyalistlere, yani ezilenden, emekten yana olanlara ise bu oluşumu desteklemek düşüyor. Başka türlü hiçbir mazeret bizi bu ağır sorumluluktan kurtaramaz. Ben sanatçıyım, aydınım, bilmem neyim diyerek bu gerçeğe uzak durmak, buz gibi postmodern bir emek düşmanlığıdır.


Bir örnek olsun diye Antalya ve Yalova illerindeki iki somut durumun altını çizmek istiyorum: Antalya'da sadece Kürt kökenli yurttaşların oylarının elli binin üzerinde olduğu söyleniyor. Buna bir de Türk ve başka etnik kökenli gerçek sol ve sosyalist kardeşlerimizin varlığını ekleyiniz. Yalova'da da benzer durum var. Olacak bu ya, bu iki ildeki SOL BLOK adaylarının ikisinin de adları İhsan. İki İhsan'ın başarısı gerçekte tüm Türkiye solunun başarısı olacaktır...

Hasan Kiyafet

Sisteme Karşı Mücadelenin Çekirdek Orgütlenmesi: BLOK


Seçim tartışmaları başlar başlamaz, geçmişteki Blok çabalarının deneyimlerinin içinden bakarak, Kürt özgürlük hareketinin „Türkiye sosyalist hareketi ile Blok“ fikrini artık çok da ciddiye almaması gerektiğini yazmıştım. Bu düşünce, elbette öncelikle Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğunun bugün bile Kürt hareketinin başarıları söz konusu edildiğinde içine girdiği psikolojik krizin sıkça tanığı olmanın yarattığı tepki ile açıklanamaz. Solun, örneğin 5-10 yıl önceye kıyasla daha olumsuz koşullarda yaşadığını düşünmekteyim. Son üç dört yıldır, benim de içinde olduğum süreçlerde, en yakınlarımızda bile hızla görünen değerlerde, ilkelerde, ilişkilerde, hayallerde büyük çürümenin yaydığı kokuyu artık o ünlü „örgütsel ilkelerle“ bile saklayabilmek mümkün değil. Hatta zaman zaman meşru ilişkiler içinde gizlenmiş Ergenekonvari gayrimeşru ilişkiler aracılığıyla sürdürülen çifte ahlaklı örgütsel ilişkilerin bir biçimde deşifre olması, belli ki Türkiye sosyalist hareketinin, kendini bütün hücreleriyle yeniden tartışmasının, değerlendirmesinin nasıl yaşamsal bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.

***

Bu kez, Blok’un, bundan önceki denemelerde olduğu gibi, seçim sonrasında ortadan kalkmasını engellemeye yönelik ne gibi önlemlerimiz var bilmiyorum. Oysa, seçim sonrasında ortaya çıkacak politik süreçler şimdiden bellidir. Bir yandan Kürt halkına yönelik toplu bir devlet saldırısı örgütlenirken öte yandan, sistemi yeniden düzenleyebilmek için artık kaçınılmaz olarak kendini dayatan yeni bir Anayasa’nın hazırlanması gündemde. Ama ne „yeni“ sözcüğü ne de „kaçınılmazlık“ olgusu, yeni Anayasa’nın nasıl bir şey olacağının işaretlerini vermemektedir.

Biliyoruz ki her Anayasa toplumda şu ya da bu biçimde örgütlenmiş olan siyasal güçler arasındaki mücadeleye, bu mücadele sonrasında ortaya çıkacak dengelere bağlı olarak biçimlenir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Türkiye’de sömürücü ve sömürgeci sistemin saldırılarına direnebilecek tek gücün Kürt Özgürlük Hareketi olduğu tartışılamaz. Oysa bu coğrafyada sosyalist hareketin tarihi ve birikimleri de küçümsenemez bir öneme, değere, birikime sahiptir. Bu büyük birikim, toplumun ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan, ayrıştırılan, ötekileştirilen bütün kesimleriyle buluştuğu takdirde, bu coğrafyada egemen sınıfın bütün saldırılarını geri püskürtme, hatta onu alt etme gücüne sahip olacağını düşünmek asla bir hayal değildir.

***

BDP’nin gösterdiği olağanüstü performansı hep övgüyle ele aldım. Sömürgeciliğin sürdürdüğü kuşatma ve acımasız saldırılar altında çalışan bir açık-yasal partinin karşı karşıya kalacağı zorlukları anlamak için, bırakalım onlarla bire bir yaşamayı, empati yoluyla düşünmeye çalışmak bile insan psikolojisinin dayanamayacağı bunalımlara neden olabilir. Sistemin saldırıları karşısında en yakın duran „dostların“ bile, konu Kürtleşince hızla Türkleşebildiği örneklerin fazlaca yaygın olduğu ilişkiler ağında bile, üstelik kendi zaferlerinin ve kendi gücünün bu kadar farkında olarak yürürken, inceltilmiş egemen ulus alışkanlıklarıyla tepeden bakan, ya da grup-çıkarcı davranan ilişkileri bile dışa itmeyen BDP „birlik“ anlayışını olağanüstü direnerek sürdürmektedir.

Sömürgecilere karşı mücadelede bile „halkların birlikte yaşam“ isteğine sıkı sıkıya bağlı kalmanın, Kürt halkı içinden direnişlerle de karşılaşabileceğini düşünmek için fazla akıllı olmaya gerek yok. Buna rağmen BDP „eşitlenmiş ilişkiler içerisinde halkaların kardeşliği ve birlikte yaşam“ anlayışından hiç sapmadan, sadece devletin provokasyonlarına karşı değil ama aynı zamanda Kürt halkının zaman zaman kendini dışa vuran doğal duygularına ve insanın doğal reflekslerine de direnerek inatla barış anlayışını sürdürmek...

***

Sosyalist solun güzel insanları yeniden Blok içerisinde bir araya geldiler. Olmaz denileni olura dönüştürebilme yeteneğini bir kez daha sergilediler. Böylece, Ortadoğu’da yaşanan altüst oluşlar çağında, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasının devrimci yürüyüşler için yeniden bir fırsat yarattığını düşünüyorum. Blok, bu fırsatın adıdır. Ve aynı zamanda gelecek umutlarını yeniden yeşertebilecek öneme sahip bir can suyudur. Tek şartla: Bu yürüyüş, yaşamın her alanında buluşmalıdır. Seçim sonrasını beklemeden, bugünden, birlikte yepyeni ve kalıcı mücadele örgütlerinin üretilmesi, oluşturulması, geliştirilmesi olarak ele alınmalıdır. Şimdiden bizim Anayasa’mızın ilkeleri bizim aramızda da tartışılarak netleştirilmeli ve mücadele bayrağının yanına, gönderin ön yükseğine asılmalıdır.

aycicek@gmx.net

2012 Kıyamet Günü


Eğer Harold Camping haklıysa bu sene patlıcan, biber kurutmaya gerek yok. Hele hele kışlık kavurma için hayvan boğazlamaya hiç. Camping geçtiğimiz Cumartesi günü kıyametin kopacağını öne süren ABDli bir din adamı. Kıyamet kopmayınca ortadan kayboldu tabii. Geçen gün yeniden piyasaya çıktı ve bir hesap hatası yaptığını, asıl kıyametin 21 Ekim’de kopacağını söyleyerek kendini savundu. (En azından seçim sonuçlarını göreceğiz; buna da şükür)

Rusya’da 14 yaşında bir kızcağız da bu papazın söylediklerine inanıp herkes gibi acılı bir şekilde ölmek istemediğini söyleyip kendini astı. Başkaları var mı bilmiyorum.

Medya böyle maymunlara ve kıyamet senaryolarına bayılıyor.

2000 yılında da Melody Mehta, Mars’ın uydusu Phobos’un, bir kuyrukluyıldızın çarpması sonucunda yörüngeden çıkıp Dünyaya çarpacağını söylediğinde de inanan ondan daha az akıllı maymunlar çıkmıştı. (Burada bir açıklama yapmak gerekirse bir uydunun yörüngeden çıkması ancak onu yörüngesinde tutan gezegenin çekim gücünü ortadan kaldıracak bir şey yaşanması gerekir. Ayrıca böyle çarpışmalar iki bilyenin birbirine çarpması gibi sonuçlar doğurmaz.)

Aztek takvimi 2012’de bitiyor diye dünyanın sonu geldi diyenleri hiç saymıyorum.

Peki kıyamet nasıl kopacak?

İnsanlık şu anda Güneş Sisteminin “sıkcı” bir döneminde yaşıyor. Herşey tıkır tıkır işlemekte. Güneş Sisteminin oluşmasını takip eden 100 milyon yılın ardından hemen hemen hiçbir şey olmadı.

Güneşin bundan 6 milyar yıl sonra öleceği düşünülüyor. 2 milyar yıl içinde Güneş giderek daha parlak bir hale gelip daha fazla ısı yayacak ve dünyadaki tüm canlı yaşamını öldürecek. Ve kütlesindeki tüm hidrojen yakını tükettiği zaman şu anda hacminin milyonlarca katına ulacak ve Merkür, Venüs ve Dünya’yı yutacak.

Alın size kapı gibi kıyamet senaryosu. Kimse de itiraz edemez. Gelgelelim hiçbirimiz o günleri göremeyeceğimiz için medyada fazla yer bulmuyor. Cemaat ekseriyetle önümüzdeki Ekim’de, gelecek sene, 2023 yılında kopması muhtemel kıyametle ilgileniyor. Ve kendi primitif ölümlerinin nasıl, nerede ve ne zaman olabileceğiyle.

Kıyamet senaryoları o kadar popüler konular ki ciddiyetleriyle tanınan büyük medya kuruluşları bile bunlara olağanüstü yer veriyor. BBC dahi 11 Mayıs’ta 14 büyüklüğündeki bir depremin olacağını iddia eden Çinli kahin Yang’i haber programlarında geniş olarak işledi. (14 büyüklüğünde bir deprem dediğimiz şey dünyadaki tüm dengeleri baştan aşağı değiştirebilecek bir doğa olayı. Yucatan’da bir göktaşının çarpmasının ardından yaşanan 12,5 şiddetindeki deprem dinozorların sonunu getirmişti.)

Bulgar Baba Vanga diye biri de vardı bir ara. Herşeyi biliyor diye geçiyordu. 11 Eylül saldırılarını bildi diye medyada haberler çıkmıştı.

Ama Baba Vanga 2008’de Üçüncü Dünya Savaşının çıkacağını da söylemişti. Sonra vazgeçti 2010 Kasım ayında çıkacak dedi. 2011’de hayvanlar bitkiler yok olma noktasına gelecek dedi. Hepsi fos çıktı. O da 3797’de kıyamet kopacak diyor. (Daha çok seçim heyecanı yaşayacağız demek oluyor bu)

Neyse biz 21 Ekim’in derdine düşelim. 22 Ekim günü Camping ne diyecek hep beraber görelim.

Seçimler ve Sonrası


Seçimlere az bir zaman kaldı. Hukuk ve insanlık dışı baskılara, tamamen eşitsiz koşullardaki seçim çalışmalarına rağmen bir seçim yapılacak gibi görünüyor. Bütün bu şartlarda EMEK-DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK BLOĞU halkta bir umut ve heyecan yaratmış bulunuyor. Tarafsız araştırmacılar BLOK oylarını yüzde 8 civarında tahmin ediyorlar. Tarhan Erdem’in çok önceden yaptığı “BDP yüzde 10 barajını aşar” tahminin hiç de boş olmadığı anlaşılıyor. Tabii ki Tarhan Erdem’in tahmini halkın eğilimlerini yansıtıyor. Ama bunun içinde BDP örgütlerine yönelik keyfi tutuklamaların, çalınacak oyların ve sayım masalarında dönecek dolapların payı yok. Çünkü bilinmiyor. Merhum İnönü’nün ünlü sözüyle “Eşkiyanın bu gece ne yapacağı belli olmaz.”

Aleyhteki bütün şartlara rağmen bağımsız BLOK adayları çalışmalarını son ana kadar etkin olarak sürdürürlerse bir seçim zaferi kazanmaya aday görünüyorlar. 30-40 arası bağımsız adayın kazanması sürpriz olmayacak. Şüphesiz ki 550 üyeli bir Meclis’te kırk da olsa yüz kırk da olsa sadece sayısal güçle temel sorunları çözmek olanaksızdır. Ne var ki seçime katılan BLOK adayları sağlam bir grup kurduktan sonra siyasal ağırlıkları sayısal güçlerinden kat be kat fazla olacaktır. Çünkü BLOK adaylarını güçlü yapan sayıları değil temsil ettikleri ezilen halk yığınlarının demokratik, barışçı çözüm özlemleridir. Blok adayları seçim bildirgeleriyle, söylemleriyle, vaatleriyle halkın bütün ezilen kesimlerinde bir umut ve güven yaratmışlardır.

Sadece Kürt halkı değil işçiler-emekçiler başta gelmek üzere ulusal, dinsel ve cinsel ayrımcılık baskısı altındaki tüm ezilenler kendi özlemlerini Blok bildirgesinde görmektedirler. Bu düzen içinde gelecekleri karartılan bütün gençlerin özlemleri de Blok programıyla örtüşmektedir. Bütün bu toplumsal kesimlerin BLOK’a umut bağlaması ve ilgi duyması iyidir, ama BLOK bileşenlerine de çok büyük bir sorumluluk ve görev yüklemektedir. Seçimlerden sonra halkın umutlarına karşılık verilebilirse BLOK, büyük bir gelişme gösterecek ve birikmiş tüm sorunların çözümünde söz ve ağırlık sahibi olacaktır. Bu görevin yerine getirilmesi için BLOK bileşenlerinin ilk günden beri vurguladıkları “geçici bir seçim bloğu değil kalıcı bir mücadele odağı oldukları” iddiasının gereklerini yerine getirmeleri şarttır. Seçim sonuçları ne olursa olsun BLOK bileşenleri bugünden kalıcı bir mücadele odağı olmaya hazırlanmalıdırlar. Halen şu ya da bu nedenle BLOK dışında kalan sol ve demokratik güçler bu tutumlarını gözden geçirip ortak mücadele sürecinde yer almalıdırlar. Çünkü süreç hiçbir sol grubun ya da partinin tek başına altından kalkabileceği bir süreç değildir.

AKP ve bütünleştiği devlet kurumlarının halklarımızın sorunlarını çözmek gibi bir niyetleri olmadığı tam tersine en sert biçimde bastırmak için koşar adım ilerledikleri görülmelidir. Bu şartlarda sallantılı CHP’den de fazla hayır gelmez. Öncelikle halkların gerçek demokratik, özgürlükçü ve barışçı güçleri tek vücut olup bir mücadele odağı oluşturmak zorundadırlar. Bu odak oluşturulduğu zaman hızla güçlenecek ve CHP gibi partileri de diğer demokrasi güçlerini de, ilgisiz-yılgın-umutsuz görünen halk kesimlerini de harekete geçirebilecektir.

AKP’nin kirli savaşı tırmandırarak bir imha konseptine yönelmesine dur diyebilecek ve halkın özlemlerine uygun barışçı-demokratik bir çözümü gündeme getirebilecek tek güç halklarımızın örgütlü özgücüdür. Bu süreçte bu potansiyelin örgütlenmesi özgürlüğe giden yolun ilk adımı olacaktır.

suatbozkus@hotmail.com

AKP Neden Saldırganlaşıyor?


AKP’nin Kürt sorunu nedeniyle BDP ve PKK’yi giderek artan oranda suçlamasını ve karşısına almasını seçim meydanlarının yükselen tansiyonuyla açıklamak doğru olmaz. Bazı çevreler, “AKP’nin örgütlü Kürt güçlerini hedefleyerek Kürtlerden daha fazla oy almak” istediği biçiminde yorumluyor. Seçimlerden sonra da durumun normale döneceğini varsayıyorlar.

AKP’nin giderek saldırganlaşması, sadece miting meydanları ve daha fazla oy almasıyla açıklamanaz. Eğer öyle olsaydı askeri operasyonlarla gerilla grupları imha edilmezdi. Polis operasyonlarıyla yüzlerce insanı gözaltına alıp hapise tıkmazlardı. AKP yandaşı ve Fethullahçı basın psikolojik savaş merkezi olarak yayın yapmazdı. Seçimle ilgili bütün değerlendirmeleri aşan bir durumla karşı karşıyayız. Durumlar doğru tespit edilmezse, değerlendirmeler ve yapılması gerekenler de hedefini bulmaz.

Sorunun temelinde AKP’nin milliyetçi ve devletçi gelenekten gelmesi vardır. Bu geleneğin yanında AKP gerçek anlamda da devletleşti. Sokaktan gelmedi, halk direnişini örgütlemedi. Sekiz yıldan fazladır tek başına iktidar ve devlete yerleşti. Cumhuriyet tarihinin en partizan kadrolaşmasına gitti. Devlet olanaklarını kullanarak çevrelerini ve yandaşlarını büyük ekonomik güce kavuşturdular. Büyük bir iştah ve aç gözlülükle geri kalanını yutmak, her şeyi ele geçirmek için yoğun çalışıyorlar. İktidarda olmanın hesabını verme, demokratik reformları engellemenin ve yetersizliklerinin özeleştirisini yapma yerine hala Kürtleri, CHP gibi muhalif güçleri suçluyorlar.

Kürtlere dönük hesaplar ise daha derin ve karmaşıktır. AKP meydanlarda Kürt sorununun kalmadığını, çözüldüğünü, sadece Kürt vatandaşlarının problemlerinin kaldığını söylemektedir. Kürtçe propagandanın serbestleştirildiğini, dil üzerindeki baskıların kaldırıldığını, TRT 6 açıldığını, Kürdoloji enstitülerine izin verildiğini, inkar ve asimilasyonun sonlandırıldığını söylemektedir. Ayrıca anayasayı da değiştireceklerini, iyileştirmeleri sürdüreceğini eklemektedirler. Yandaş basının hep bir koro eşliğinde BDP’nin ve PKK’nin kötü olduğunu, Kürtleri temsil etmediğini, halka baskı yaptıklarını, sırtlarını teröre dayadıkları söylemini bol kepçe ile dağıtıyorlar.

Burada inkarcılığın ve Türk milliyetçiliğinin başka bir biçimde yeniden üretildiğini görmekteyiz. Bu propagandalara göre Kürtlerin dört bine yakın köyünün yakılmadığını, onbinlercesinin öldürülmediğini, yüzbinlercesinin göçe zorlanmadığını, hapishanelerin otuz yıldır doldurulmadığını varsaymak gerekiyor. Yani bu mücadelenin bedeli, direnişi yok sayılıyor. ‘AKP Kürtlere iyilik yapıyor, bazı haklarını veriyor. Örgütlü Kürt güçleri de bunun kıymetini bilmiyor, nankörlük ediyor ve bozgunculuk yapıyorlar. Sık sık bazı güçlerin taşeronu oluyorlar. Ergenokon’un işbirlikçileri durumuna düşüyorlar.

Bu durumda AKP, saf bir demokrasi gücü olarak demokrasiyi geliştirmeye çalışıyor. İktidar-güç ve rant ilişkilerinden arınmıştır, öyle bir derdi yok. Türkiye’nin bütün demokratik dinamiklerini teşvik ediyor. Her alanda düşünce ve ifade özgürlüğünü geliştirmeye çalışıyor!’

Başta Fethullahçı basın olmak üzere AKP’nin yandaş basını AKP’ye toz kondurmamaktadır. Eleştiriden muaf tutmaktadır. Tek başına iktidar olan gücü eleştirip demokratik sürece teşvik etmek yerine, Kürtler gibi hala herhangi bir statüye kavuşmayan güçleri suçlamayı, dışlamayı ve ezmeyi hedefliyorlar. Hatay’da, Dersim’de, Uludere’de gerillalar gruplar halinde imha edildiğinde hiç rahatsız olmadılar. Bunu sorgulayıp eleştirmediler. Ama sivil itaatsizlik, devletsiz Cuma namazları, kitle protestoları, kepenk kapatmalar hep baskı ve terör olarak lanse edilmeye çalışıldı. AKP’nin sınırları dışına çıkmış bütün örgütlü Kürtleri ve eylemlilikleri suçlamayı ve karalamayı ısrarla sürdürmektedirler.

Başbakan Erdoğan’ın BDP’yi ve örgütlü Kürtleri Türkiye’nin ve Kürt toplumunun bir parçası ve realitesi olarak kabullenmek, meşru görmek, onlarla ortaklaşa sorunu çözmek yerine, onları ezmek, devre dışı bırakmak ve etkisizleştirmek üzerine devleti harekete geçirmiştir. Meydanlarda ve basında da bunun propagandasını yapmaktadır. AKP, Kürt hareketini, ulus varlığını meşru ve kendine özgü bir varlık, kimlik olarak kabul etmemektedir. Onlara göre Kürtler, Türkiye’nin bir parçasıdır, devletin ve hükümetlerin üzerinde istediği operasyonları yapabileceği bir nesnedir. Kürtlerin nesne olmayı reddetmesi, özne haline gelme çabası, örgütlenme, ve yönetim gücü olmasını kabul edememektedirler. Bütün saldırıların, gel-gitlerin, çelişki ve tutarsızlıkların temelinde bu zihniyet ve görüş yatmaktadır.

AKP, Kürtleri bir halk olarak kabul etmedikçe ve o halkın temsilcileriyle oturup Türkiye’yi yeniden birlikte kurmayı hedeflemedikçe tutarsızlığı ve saldırganlaşması da devam edecektir. Kimsenin de olan-bitene bakıp şaşırmasına gerek de yoktur. İşin özünde hala Kürt inkarı, Kürtleri söz ve karar gücü olarak kabul etmemek yatmaktadır.

İkiyüz Yıllık Rüya ve Yeni Türk Irkçılığı...


Kürdistan, 200 yıldan beri hiç gülümseyen bahar görmedi. Karlar kalkıp, dağlar çiçeklendiğinde, başlangıçta top, tüfek, sonra uçak ve helikopterlerin bombardımanıyla vahşetin hücumu başlıyordu. Kışa doğru, sağ kalabilenler süngü ucunda havaya savrulan bebeklerin, türlü icatlarla öldürülen, diri diri yakılan yakınları, „savaş ganimeti” olan kadınları, kızlarının, yangın içinde harabe olmuş Kürdistan’ın yasını tutuyorlardı. Çiğnenen onurlarının...

En acısı, kimi Kürtler, „sonra sıra bana da gelir” diye düşünemeden, önderlerin „kardeşler, barbarların hücumuna karşı bir, beraber olalım” yalvarmalarına sırt çeviriyor, üç kuruşluk ücret, bir günlük payeye ile kiralanmış adam olarak, soyuna düşman oların safında yer alıyordu.

Vahim ama, Melle Gorani’den (Molla Gürani) başlayarak Kürdistan’ın çocukları Mevlana Halid, Şeyh Ubeydullah, Erbilli Şeyh Esad, Şeyh Said ve Saidé Kurdi’den İslamı öğrenenler, Kuran’ın emri gereği zalime başkaldıranları, din düşmanlığıyla suçluyorlardı. (Açıklanan 25 (yirmibeş) milyar dolarlık servetiyle, dünyanın en zengini olan banker Fethullah Gülen’in televizyonu, önceki gece döne döne, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi için „din düşmanı” diyordu. Yani, yeni Türk ırkçılığının ideoloğu Gülen’e göre Kürtlerin emir altında yaşamaya biati -teslimiyeti- dindarlık, ama her Müslüman halk gibi kendi ülkesinde bağımsız, özgür yaşaması dine aykırı, yani İslam düşmanlığıydı. Ah ben, senin dindarlığını seveyim emi, cahil, aklı da kıt yerine koyduğun kitlelerin karşısında, dindarlıktan kendinden geçmiş numarasıyla, sümüğünü üstüne, başına, yüzüne gözüne süre süre ağlayan adam!..)

Ama artık çok geç. Dini dünyalık toplamada, dolandırıcılık aracı yapanların çabası faydasız. Kanacak Kürt kalmadı, çünkü.

Dahası Kürdistan, dünkü durağında değil, artık. Kürdistan’ın kızı Leyla Zana ülkesine adanmış kardeşlerini vurmak üzere, silahlandırılmış korucu köylerinde coşkulu bir sevgiyle karşılanıyordu. Kuzeyde birlik ruhunu yaratmak, düşmanlarının böl, çatıştır ve yönet planlarını bozmak, çürütüp çöplüğe atmaktı.

Kürdistan devrimini yaratan fedakar çocuklarının, Güneyli kardeşleriyle bir araya gelip, ortak sorunlarını tartışmak üzere, ulusal konferans düzenleme kararı almaları ise ikiyüz yıllık rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi. Kürdistan’ın kendi küllerinden, bölgesel birlik ruhunu yaratması...

Düşmanları panik içinde...

***

Fethullah Gülen’in yedeğinde, yeni Türk ırkçılığının teorisiyenliğini yapan Recep Erdoğan, bir kaç günden beri ortalıkta dolanıp, „Kürt inkarı ve asimilasyonu yok” diye atıyor, devam ediyor:

„Ben hiç bir zaman tek dil demedim.”

Oysa, gerçeklere takla attırma, olmamışı olmuş, olmuşu olmamış gösterme konusunda usta, ama herkesi balık hafızalı unutkan yerine koymak, kişinin kendini aldatmasıdır. Çünkü, biri çıkar, asla unutmayan arşivleri, insanın yüzüne savuruverir...

Recep Erdoğan, 2009 yılında Hakkari’de, Hitler’in ırkçı „ya sev ya da terk et” sözünü haykırdıktan sonra, „ne demiştik, tek devlet, tek millet, tek dil ve tek bayrak demiştik” diye devam etmiş, sonra bu söylemi çeşitli yerlerde tekrarlamıştı.

Mesela, 4 Ocak 2011 tarihinde, partisinin grup toplantısında şöyle diyordu:

„Tek bayrak, tek vatan, tek dil dedik. Bugün gene aynı şeyi söylüyoruz. Kimse rahatsız olmamalı. Rahatsız oluyorlarsa aynaya bakmalılar.“

Ocak 2011 tarihindeki Katar gezisinde Hürriyet gazetesine verdiği demeçteki sözleri de şöyledir:

„Tek bayrak, tek dil, tek vatan üst kimliğinde (birlik) vahdettir.”

Yalanla gerçekleri örtme taklaları bir yana, „tek millet” sözü de Hitler ırkçılığından sadır inkarcılıktır. Çünkü „Millet”, belli bir bölgede ortak dili, tarihi, duygu, gelenek ve görenekleri paylaşan insan topluluğu, onların birliğidir.

Halbuki Kürtlerle, Türkler arasında böylesi ortak değerler yoktur, hiç bir zaman olmamıştır. Kürtlerin dili, tarihsel geçmişi, gelenekleri, yaşama biçim ve kültürüyle bütünüyle farklı bir halktır. „Atatürk tekliği” tanımına göre de ortak değerleri sıfırdır.

Dini değerleri bile farklılık göstermektedir. Sünni Kürtler Şafii’dir. Türkler Hanefi...

Benden, dini kültür konusunda „sıfır numara” alacak olan Recep Erdoğan, daha geçen gün, Kürtlerin gözlerinin içine bakıp, kendince onları din dışı sayarak, Zerdüşt’ün iz düşümlerinden söz ediyordu. Din fukarası nereden bilsin, kültürlerini... ile paralel düşecek biçimde Türklerle ortak gelecek hayalleri, birlikte yaşamaya dair istekleri de yoktur.

Kürtler, „Orta Asya’dan çıkıp geldik” diyen Türkler gibi göçebe değil, kendi yurtlarının yerlisi, kültürlerinin mirasçısıdır. İkiyüz yıldan beri, zorla gelenleri kovma mücadelesi veriyorlar.

Onun için, ortak paydası, değer yargısı olmayanlara „tek millet” demek inkarcılıktır. „Asimilasyon yok” sözü de büyük yalandır. Çok Müslüman olmaktan başı dönüp, göz yaşı döken Fethullah Gülen okulları dahil, okullarda Kürtçe konuşmak da yasaktır.

Türkçeye geçmiş, „geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” diye bir söz vardır. Geçelim safsatayı, „tekliğe” tav olacak Kürt kalmadı, artık. Evli evine diyor Kürtler...

akahraman61@hotmail.com

Mardin’de Mazlumun Zalimle Yarışı


Yeni_Özgür_PolitikaMardin’deki bağımsız adayların ortak özelliği, her üçünün de ‘devlet mağduru’ olması. AKP listesinin başında polis şefi Muammer Güler var. Yani ‘mazlumların ahını almış’ biri. O nedenle Mardin’de seçimler ‘vicdanlıların vicdansızlara karşı yarışına’ dönüşmüş. Burada ‘ya mazlumdan yanasınız ya da zalimden’…

Mardin’de Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku üç bağımsız adayla seçimlere katılıyor. Fakat bu üç aday özgün. Özgünlük şurada: Adaylardan birisi Ahmet Türk. DTP’nin kapatılmasıyla birlikte Milletvekilliği ‘ikinci’ defa düşürülmüştü. Diğer aday Gülser Yıldırım. O Mardin Cezaevi’nde tutuklu. Üçüncüye gelince, onun adı Erol Dora. İsim Türk ismi olsa bile, Erol Dora Süryani. Yani soyu kırılmış bir halkın temsilcisi. Böylece, Mardin’deki bağımsız adayların ortak özelliği her üçünün de ‘devlet mağduru’ olması. O nedenle Mardin’de seçimler ‘vicdanlıların vicdansızlara karşı yarışına’ dönüşmüş. Burada ‘ya mazlumdan yanasınız ya da zalimden’… Şöyle bir kıyaslama her şeyi anlatıyor: AKP listesinin başında polis şefi Muammer Güler var. Yani AKP listesinin başını ‘mazlumların ahını almış’ bir kişi çekiyor. Söz meclisten dışarı deyip soruyoruz: Devletin Valisine mi oy verirsiniz, yoksa Devletin mağdur ettiğine mi? Zalime mi, mazluma mı?

AKP listesindeki bir isim bize yabancı gelmiyor. Soruyoruz, soruşturuyoruz, yanılmamışız. AKP listesinin üçüncü sırasındaki isim Abdulrahim Akdağ. Bir ara Hizbullah ana davasında yargılandı. Devlet ile 1990’ların Hizbullahı arasındaki ilişki, şimdi AKP Mardin listesinde kurulmuş. ‘Vali ile Hizbullah’ sözcüklerini yan yana getirince, Mardinlinin aklına ‘Olağanüstü Hal Valisi ile satırla ve enseye sıkılan kurşunla faili meçhul cinayetler işleyen Hizbül-Kontra’ geliyor.

Biz bunları konuşurken, bir Mardinli söze karışıyor: “Köprülerin altından çok sular aktı. Çok bedel ödedik ama, Allaha bin şükür, şimdi biz Mardin sokaklarında alnımız ak, boynumuz dik geziyoruz, ama AKP’nin adayları halkın içine çıkamıyor. Bizim adaylarımız Mardinlilerin evinde, diyelim ki Qasr-ı Konca’da ya da referandumla Kürtçe Kotek adına kavuşan yoksul mahallede bir evde konuk oluyor, Muammer Güler ise, yalnızca ‘Polis Evi’nde ‘ikamet’ edebiliyor. Yani biz Mardin sokaklarını kazandık, şimdi Mardin sandıklarını da kazanacağız.”

Menderes iktidarından sonra Mecliste ilk Hristiyan

 
Erol Dora kendi cemaatinin önde gelenleriyle bir toplantıdaydı. Gelenlerden birisiyle tanıştık. İsveç’te, Suroyo-TV yöneticisi. Adını soruyoruz. Onun da adı Evgin Türker. Ailenin bir kısmı Öztürk soyadını almış. Arta kalanı da, -şükür Allaha- Sümer soyadına cesaret edebilmiş. Asimilasyonun boyutu böyle. Geride kalanlar isimlerini gizleyerek ‘ayakta’ kalabilmişler.

Erol Dora aydınlık bir insan. O yalnız Mardin’in değil, Türkiye’de tüm Süryani halkının temsilcisi olarak Meclis’e gidecek. Menderes döneminden bu yana geçen yarım yüzyıldan sonra TBMM’de ilk defa bir Hristiyan yurttaşımız yer alacak. Onun adaylığı uluslar arası arenada büyük yankı uyandırmış. AKP’nin milliyetçi-islamcılığına kuşku ile bakan Batı kamuoyu, Kürt özgürlük hareketinin Erol Dora’ya verdiği desteği giderek daha derinden algılamaya başlamış. Kürtleri dünyada tecrit etme oyunu da böylece ağır bir darbe almış.

Her yerde soruyoruz: Bir hristiyan adaya oy vermekte zorlanan var mı?Herkes şöyle diyor: Damdan düşen, damdan düşenin halini anlar. Onlar da inkar ve imhadan geçmiş, biz de inkar ve imhadan geçiyoruz. Şimdi Kürtler, devleti bir yana itiyor, o devletin Kürt topraklarında Süryanilere karşı işlediği suçun ayıbını kendisi ortadan kaldırmaya başlıyor. Her yerde Kürt alternatifi boy atıyor. Dora’nın alacağı oy oranı, kesin söylüyorum, herkesi şaşırtacak.

Ahmet Türk: Dış politikada sıfır problem için

 
Bağımsız adaylardan Ahmet Türk’le görüşmemiz mümkün olmadı. Çünkü Ahmet Türk, KADEP Başkanı ve Amed adayı Şerafettin Elçi ve HAKPAR Başkanı Bayram Bozyel’le birlikte Hewlêr’e gitti. Ahmet Türk orada, diğerleriyle birlikte, Kürtlerin ulusal demokratik birliğini pekiştirmek için konuştu. Bu birlik yalnız Kürtler için değil, yalnız Türkiye için değil, tüm Ortadoğu için barış anlamına geliyor. Demek ki Türk daha Meclis’e girmeden ‘halka hizmete’ başladı. Mardinliler Ahmet Türk’ü tanıyor ve seviyor.

Başbakan’ın ‘komşularla sıfır problem’ safsatasına karşı, Ahmet Türk ve arkadaşları, asıl alternatif dış politika konseptini hayata geçiriyor: İran’la, Irak’la, Suriye’yle ‘sıfır problemli’ bir ilişki kurabilmek için, Türk-İran, Türk-Irak ve Türk-Suriye sınırlarının iki tarafındaki Kürtlerle dost olacaksın. Kızıltepe işte böyle bir adaya bu defa rekor düzeyde oy vermeye hazırlanıyor.

Gülser Yıldırım: Demiryolu çocuklarının ‘ablası’

 
Gülser Yıldırım’ın seçim bölgesi olan Nusaybin’e gidecekken onun ‘vekili’ Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökhan’ın Midyat’ta olduğunu öğreniyoruz. Bunun üzerine, ‘üzülerek’ Nusaybin’e gitmekten vazgeçip, Gökhan’la Midyat’ta buluşuyoruz. Ondan, dünyanın en güzel, en kararlı gencinin, yani Hawîn’in tutuklandığını öğreniyoruz. O ‘küçük’ kadının on-on beş genç erkeği nasıl ‘eğittiğini’, bunları ‘hırsızlık’ ve ‘uyuşturucudan’ uzaklaştırmada nasıl ‘ürkütücü’ bir saygınlık elde ettiğini ben biliyorum. Ona selam gönderdik.

Ve yine öğrendik ki, Nusaybin’de ‘Demiryolu çocukları’, ‘uzun savaşı’, polisin ‘geri çekilmesi’ sonucunda kazanmışlar. Pax-Romana ne kadar eşitsiz bir Roma barışı ise, bu tam tersine devlete çocuk gücüyle dayatılmış dünyanın en güzel barışı. Şu anda Demiryolu’nda çocuklar ‘egemen’. Adını koyduk: Pax-Zaroken…

Nusaybin sınır kenti. Bu taraf Nusaybin, karşıda Kamışlo. Beşar Esad sallanıyor. Hükümet ‘göç’ ihtimaline karşı güya önlem alma adına, Nusaybin’de konumlanma peşinde. Ayşe Gökhan temsil ettiği Gülser Yıldırım’ın sözlerini aktarıyor: “Devlet sınır ötesindekileri ‘göçecek’ sanıyor. Onlar Beşar Esad’ın zulmüne karşı, sınırın Nusaybin tarafına konuk olarak gelecekler. Kürtlerin, Arapların, Suryanilerin hısım, akrabalarıdır onlar. Evlerimiz onlara açık. Zorda kalan buyursun gelsin. Devletin Kızılay’ına, onun çadırlarına, Tayyip Erdoğan’ın göçmenlere vereceği ekmeğe kimsenin ihtiyacı yok. Bu topraklar Mezopotamya halklarının.”

Araya Midyatlı Araplardan, adaşım Veysi Dere giriyor. “Tayyip Erdoğan’ın Kürtler özgürleşmesin diye Beşar Esad’a verdiği destek buradaki Arapların gözünü açtı. Kürtler Tayyip’ten ve Beşar’dan özgürlüklerini kopartamazsa, şimdi katledilen Arapların da özgür olamayacağını Midyatlı Araplar anladılar. Seçimlerde bunun sonuçlarını hep beraber göreceğiz.”

Çocuklar babalarını, halk vekillerini istiyor

 
Eğer mutlaka Türk ‘şehircilik’ geleneklerine uyulacak olsaydı, eminim Kürtler, diyelim ki ‘demokratik özerklik’ temelinde elde edecekleri ‘kurtuluştan’ sonra bir çok Kürt kentine olduğu gibi, Kızıltepe’ye de ya ‘Şanlı Kızıltepe’ ya da ‘Kahraman Kızıltepe’ ismini takarlardı. Sorduk. Hiç kimse böyle bir saçmalıktan yana değil. Onlar Kızıltepe’nin ‘Qoser’ olacağını söylüyorlar. Bu girişin nedeni Kızıltepe’nin şu son aylarda uğradığı ağır saldırıların sayısal durumu. Rastgele sayalım: Kızıltepe beledıye başkanı Ferhan Türk, Belediye Başkan yardımcısı Selanik Öner, yine Belediye başkan yardımcısı Haşim Baday, Belediye Meclis üyesi Yaşar Kaymaz (Uğur Kaymaz’ın amcası), İlçe Başkanı Ömer Turgay, İlçe yöneticisi Siraç Vural, ilçe yöneticisi Celal Kurga, MKM yöneticisi Abdülrahim Eren… Bunlar benim hatırlayabildiğim tutuklular.

Yanıma yaklaşan Süleyman Yüksel elime bir kağıt tutuşturuyor. Ailesinden şehit düşenlerin listesi: Bayram, Mehmet, Meryem, Nuran ve Şükran Yüksel, Ahmet Aslan, Mehmet Aslan, Abdülkahar Tunç, Fuat Turgay ve İbrahim Turgay. Kızıltepe Newroz’dan beri amansız bir saldırıya karşı direniyor. Hamiyet Yüksel ile karşılaştığımızda bu gerçeği daha iyi anlıyoruz. Yanında hapisten yeni çıkan 17 yaşındaki oğlu duruyordu. Geçmiş olsun dediğimizde, yüzümüze hafif gülümseyerek baktı. “Geçmedi” dedi, “iki oğlum Mehmet ile İdris hala tutuklu, kızım Birgül de, hem onun bir böbreği iflas etmiş, öylece yatırıyorlar içerde…”

İnsanlar etrafımızı çevirmiş. Raşit Yüksel, “benim bir kızım ve üç oğlum tutuklu” diyor. Ve az sonra, Demokratik Çözüm Çadırı’nda Reşit Tekdemir ile buluşuyoruz. “Beni Apexo diye tanırlar” diye başlıyor söze. 6 oğlu dağa çıkmış. “Üçünün şahadetini işittim” diyor. O bunu der demez, bizimle birlikte Çadır’da bulunan ve hayatımda gördüğüm en güzel imamlardan biri olan Şeyhmus Çelebi üç genç için “El Fatiha!” diyor. Dudaklar kıpırdıyor, açılmış ellerle yüzler sıvazlanıyor. Şeyhmuz Çelebi kulağıma eğilip, “benim de bir oğlum, Mehmet Nur Çelebi 19 yıldır Sincan zındanında” diyor. Sonra ekliyor: “Diğer oğlum Abdülhalik de, şehit düştü…” Göz pınarında bir damla yaş birikiyor.

Çadırdan çıkar çıkmaz, karşımıza bir çocuk topluluğu çıkıyor. En önde Ruken duruyor. Ruken Kürtçe’de ‘güleryüz’ demekmiş. Masmavi gözleri, sarı saçları. Ama yüzü gülmüyor. Elindeki kartonda şunlar yazıyor: “Ey Mardinli babalar, anneler, ağabeyler, ablalar, bizler cezaevinde olan babalarımızın özgürlüğünü istiyoruz.” Ve Erdoğan böyle bir halktan ‘oy’ istiyor. Bu halk evlatlarının paramparça vücutlarına sarılıp, onları gömerken ‘oy’ dememiş, sana mı ‘oy’ verecek ey gafil!...

Derik: Tarihe, insana ve doğaya saygı

 
Derik’e girer girmez Ahmet Kaya Parkı’nda biraz nefeslenelim diyoruz. Bana eşlik eden Servet, bir büstü gösteriyor. Bakıyorum. Altında yazı yok. Ve hatırlıyorum. Bu büst, Hürriyet Meydanında, Beyaz Saray’ın altında Dicle Fırat Kitabevinin sahibi, TİP Eminönü İlçe üyesi Edip Karahan’ın büstü. Büyük Kürt aydını. Kürt tarihinin en önemli simgelerinden biri. Derik kendi tarihine sahip çıkmış.

“Bir de Xeto ile Remo’nun heykeli var” diyor Deriklinin biri. Soruyoruz. Pek çoğunun yanlış bir şekilde ‘iki delinin heykeli’ dediği heykel, doğuştan engelli iki kardeşin heykeli. Bu iki kardeş bütün Deriklilerin, öyle ağdalısından değil, fakat ‘gülen merhamet’ini kazanmış. Onları bağırlarına basmışlar ve kentlerinin simgesi yapmışlar. Remo ölmüş. Biz Xeto’yla kendi heykeli önünde resim çektiriyoruz. Derik halkı insancıllığı anıtlaştırmış. Başbakan’ın “ucube” diyerek yıktığı heykellere inat, kolları hoyratça koparılsa da, Xeto ile Remo’nun heykeline sahip çıkıyor. Xeto anlamadığımız bir dilde bize AKP karşıtı bir nutuk atıyor. Nece diyoruz, “Xetoca” diyorlar.

Ve her tarafta zeytin ağaçları, bin yıllık bahçeler, bin yıllık ağaçlar. Egede köklerinden koparılıp, sokülen zeytinlikleri hatırlıyoruz. Yerlerine oteller dikilen zeytinlikler. Burada Derikli Kürt, Derik’in en eski sahiplerinin, Ermenilerin, diğerlerinin geleneğini sürdürüyor. Doğaya saygıyla yaklaşıyor. Ağacın bir tekine dokunmuyor. Ve Akdeniz ürünü sanılan bu zeytinin anavatanı olan Derik topraklarında zeytin ‘kültürünü’ sözcük zenginliğiyle yaşatıyor. İşte zeytin çeşitleri: Kurseki, mavi, gülleki, belloti ve hepsinden lezzetli olan küçücük xilxali… Büyük tarihe sahip, insancıl Kürt insanı geleceğin ekolojik toplumunu işte bu gelenekleri kapitalist modernitenin elinden kurtararak kuracak. Ekolojik kurtuluş olmayacaksa, hiçbir şeyin kurtuluşu olmayacak çünkü…

Sanat asimilasyona karşı isyanda 

 
Büyük bir rastlantıyla, Selmet Güler ile tanıştık. Bir iş makinasının üstündeydi. Birlikte Mardin’e gittiğimiz Serap onu tanıdı. Tanıştık. Selmet Güler bir fotoğraf sanatçısı. National Geografic dergisinin fotoğrafçılarından. İsmi ünlü. Kendisi Kürt ve yurtsever. Ama onu siyasi çevrelerde tanıyan yok gibiydi. Konuştuk. Ve anladık ki, bu Kürt aydını okuma-yazmayı ondört yaşında öğrenmiş ve şimdi roman yazmakta. “Mardin Müzesinde fotoğraf sergim var” dedi. Merak ettik. “Süryani dosyası üstünde üç yıl çalıştım” deyince, şaşırdık kaldık. Ve Mardin vekil adayıyla Selmet Güler’i tanıştırma kararı verdik. Erol Dora sergiyi büyük bir ilgiyle izledi. Fotoğrafların olağanüstü estetik boyutuna hep birlikte hayran kaldık. Ama daha önemlisi, bir Kürt sanatçısının Süryani insanıyla kurduğu bu estetik ilişki ‘demokratik ulus’un inşa sürecine bir katkı olarak görünüyordu. Kürt sanatçısı, bir mezapotamya halkının yok edilmesine sanatıyla isyan bayrağı açmıştı. Kürt sanatçı Güler, Süryani vekil adayına başarılar dilerken, biz Tayyip Erdoğan’ın ‘medeniyetler ittifakı’ komedisini aklımızdan geçiriyorduk. Orada AKP adayı polis şefi Muammer Güler’in 12 Haziran’da patlayacak balonu yükselmişti, burada ise Kürt sanatçı Selmet Güler’in ölümsüz fotoğrafları yüzümüze gülüyordu.


 VEYSİ SARISÖZEN

Katalunya Anti-Kapitalist Direnisi-Plaza Catalunya-2


Katalunya Anti-Kapitalist Direnisi-Plaza Catalunya