30 Mart 2013 Cumartesi

KCK: Geri Çekilme Yasal Zeminin Yaratılmasıyla Mümkün

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Kuzey Kürdistan’dan ''gerillaların geri çekilmesi için yasal zemin yaratılması gerektiği ve somut bazı adımların atılmasının sürecin kalıcı ve sağlıklı gelişebilmesi açısından zorunlu olduğunu'' duyurdu.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Amed Newroz’unda yaptığı açıklamasıyla Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu halklarının kardeşlik, barış ve özgürlük mücadelesinde tarihi bir dönemeci ifade eden yeni bir sürecin başlangıcını ilan ettiğinin kaydedildiği açıklamada bunun ardından KCK’nin 23 Mart tarihinden itibaren ateşkes konumuna geçildiğini duyurduğu belirtildi. AKP hükümetinin henüz Kürt tarafından gelen adımlara denk düşen nitelikte somut adımlar atmadığını ifade eden KCK, “Başbakan Erdoğan’ın bir televizyon kanalında yayınlanan bir programda güçlerimizin silahlarını bırakarak sınır dışına çekilecekleri yönündeki açıklamaları inanıyoruz ki, ilgili tüm taraflarca dikkatle izlenmiştir. Her şeyden önce Erdoğan’ın kullandığı dil ve üslup sanki her şey tek taraflı ve kendi inisiyatifinde gelişebilecekmiş gibi yanlış ve olumsuz bir algı yaratmaktadır. Oysa süreç tek taraflı değil, Önderliğimizle devletin yaptığı görüşme ve müzakereler sonucunda karşılıklı adımların atılmasıyla ancak gelişebilecektir. Erdoğan’ın iddia ettiği tarzda bir geri çekilme durumu Hareketimizin gündeminde değildir. Devlet tarafından gerekli adımların atılması, bu temelde yasal ve olumlu bir zeminin yaratılması sonucunda güçlerimizin geri çekilme durumunun gündeme gelmesi mümkün olacaktır. Bunun için gerilla güçlerimizin ikna olabileceği somut bazı pratik adımların atılması sürecin kalıcı ve sağlıklı gelişebilmesi açısından zorunludur” açıklamasında bulundu.

ÜSLUBA DİKKAT EDİLMELİ

Erdoğan’ın Kürt sorununun ismini bile anmadan sürekli “terör“ ve “terörist“ kavramlarını kullanması Hükümetin süreç karşısındaki samimiyeti ve ciddiyeti konusunda kuşku ve soru işaretleri yarattığına da işaret edilen açıklamada bu tür üslup ve yaklaşımların barış ve çözüm sürecine hizmet etmediğinin altı çizildi.

ÇÖZÜMÜ GELİŞTİREN TUTUMLAR ESAS ALINMALI

Erdoğan’ın Kürt Halk Önderi Öcalan’ın tutukluluk koşullarına ilişkin de değerlendirilmelerde bulunan açıklamada şunlar belirtildi: “Türkiye devleti mevzuatında her tutuklu ve hükümlünün televizyon, havalandırma vb. haklardan yararlanma durumu vardır. Önderliğimizin bu haklardan on dört yıl gecikmeli olarak yararlanmasını Erdoğan’ın sanki Önderliğimizden bir şeyler alma karşılığında izah etmesi ve bunu bir lütuf olarak yansıtması belirtmek durumundayız ki, ne sürecin ruhuna denk düşmekte, ne de politik ahlakla bağdaşmaktadır. Bir başbakanın aslında son derece insani ve doğal bir hak olan televizyon izleme vb. bazı durumları suiistimale açık bir zihniyetle yorumlayıp tepki yaratacak algılara neden olması ne başbakan olma konumuyla ne de bu hassas ve kritik sürecin ruhuyla örtüşmemektedir. Zira içine girilen süreç bütün bunların ötesinde halklarımızın geleceğini doğrudan belirleyecek kadar önemli bir süreçtir. Ortada Kürt sorunu ve Türkiye'nin demokratikleştirilmesi gibi tarihi önemde ciddi bir sorun varken, çözümü geliştiren bir tutumun esas alınması ve buna uygun tarihsel bir sorumlulukla yaklaşılması sürecin olumlu yönde gelişmesi açısından önemlidir.”

ULUDERE RAPORUNA SERT TEPKİ

KCK ayrıca Uludere raporunun Türk Meclisinde kabul edilmesine de tepki gösterdi. Roboski’de 34 Kürt’ün açık bir insanlık suçu işlenerek katledildiğinin ifade edildiği açıklamada “Katliamın faillerini açığa çıkarmak göreviyle oluşturulan İnsan Hakları Komisyonunun failleri ortaya çıkarması gerekirken, AKP devletini aklamayı esas alarak hareket etmesi ve katliamda kasıt yok yönündeki açıklaması ikinci bir katliam anlamına gelmektedir. Özellikle AKP’nin oylarıyla mecliste bu raporun kabul görmesi bu hukuksuzluk ve katliamın doğrudan AKP Hükümeti tarafından gerçekleştirildiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu açıdan Roboski katliamının hesabı sorulmadan devletin bu tarihi sorumluluk altından çıkması mümkün değildir. Kürt halkının, Türkiye’deki demokratik, yurtsever ve aydın çevrelerin bunun hesabını sormaya devam edeceği açıktır” denildi. 

ANF

Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013’te Başladı



Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013 tarihinde başladı.

Neden ve niçin 21 Mart?

Neden ve niçin bir bayram günü?

Neden ve niçin Türkiye, Kürt veya başka bir ülke veya ulus adı değil de bir bölge, Ortadoğu?

Niçin böyle çok riskli, kendini gelecek konusunda bağlayan bir önermeyi başlığa koyduk?

Bu niçinler anlaşıldığında niçin böyle riskli bir başlık koyduğumuz da anlaşılacaktır. Veya tersinden bu riskli başlığı niçin koyduğumuz anlaşıldığında, Ortadoğu Devrimi’nin niçin 21 Mart 2013’te başladığı da anlaşılacaktır.

Ama önce biraz sabır.

Oku ileriye fırlatmak için yayı geri germek; İleriye sıçramak için geriye gidip hız almak gerekir. 

Önce gerilere, çoook gerilere gidelim. Çünkü çok büyük bir hız almak ve büyük bir sıçrama yapmak gerekiyor. Devrimler tarihin birikimlerinden aldıkları büyük hızlarla gerçekleşirler; Devrimleri anlatan teoriler de öyle olmak zorundadır.

*

21 Mart, kuzey yarı kürenin ılıman iklim kuşağında, hem baharın başlangıcı, hem de gece ve gündüzün, aynı uzunlukta bulunduğu bir tarihtir.

Ve bu tarih bir bayramdır?

Neden böyledir?

Bu çakışmanın ardında bir başka zorunluluk vardır. Ama o zorunluluğun ardında da çok başka bir kozmik rastlantı vardır.

Önce 21 Mart’ın (İlkbaharın) nasıl mümkün olduğundan başlayalım.

Dünya kendi etrafında, güneşin etrafında döndüğü hayali düzleme dik değil, 21 derecelik bir eğimle döner. Mevsimler bu nedenle vardır. Gece ve gündüzün uzunlukları bu nedenle hem mevsimlere hem de bulunulan paralel dairesine göre değişir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, bütün bu mevsimler, gece ve gündüz uzunluklarının değişimleri olmayacaktı.

Peki, neden ekseni “eğiktir” Dünya’nın?

Bunu bize Ay’ın neden ve nasıl var olduğuna ilişkin teori açıklamaktadır.

*

Ay’ın doğuşuna ilişkin üç teori bulunuyordu. Habbecik Teorisi; Yakalama Teorisi; Çarpma Teorisi. Bunlar içinde en çılgıncasının doğru olduğu son yıllarda kesinleşmiş gibidir.

Habbecik teorisi kabaca, Dünya eskiden daha hızlı dönüyordu ve henüz kabuğu soğuyup katılaşmamıştı, bu henüz sıvı yeryüzünde dönüş esnasında med ve cezir dalgalarının yayılış hızı dönüş hızından daha yavaş olduğundan, bu dalgaların yükselişi üst üste binerek bir habbecik oluşturmuş, bu habbecik de dünyadan kopmuştur biçimindeydi.

Bir küvete veya leğene su koyun, elinizle küçük küçük dalgalar yapmaya çalışın, farklı frekanslarla denerseniz belli bir frekansta o küçük dalgaların, karşı kıyıdan yansıyanlarla da üst üste binip suyun küvet ya da leğenin kenarından taştığını görebilirsiniz. Uygun adımla yürüyen askerlerin köprüleri yıkmasını da açıklayan bu yasaların, Ay’ın oluşunu açıklamadığı bugün artık neredeyse kesinleşmiş bulunuyor. Yani Ay güneşin çekiminin yarattığı Med dalgalarının çakışmasının yarattığı bir habbecikten oluşmadı.

İkinci teori, yakalama teorisiydi. Buna göre, Ay, Güneş Sisteminin başka bir yerinde oluşmuş bir küredir. Bir şekilde yörüngesinden fırlamış ve çeşitli gezegenlerin ve güneşin çekim gücü etkisi altında uzayda başıboş dolaşırken ve tesadüfen Dünya’nın yakınından geçerken, Dünya tarafından yakalanmıştır. Bunun da doğru olmadığı artık biliniyor. Çünkü Ay’dan getirilen taşlar, Ayı oluşturan maddenin Dünya’dakiyle özdeş olduğunu gösterdi.

Üçüncü ve en çılgın teoriye göre, Dünyanın oluştuğu dönemin daha ilk başlarında, Merih büyüklüğünde bir gezegen Dünyaya çarpmıştır, bu çarpışmadan uzaya dağılan tozlar Dünya’nın etrafında bir süre döndükten sonra, tıpkı güneşin etrafında gezegenlerin oluşması gibi Ay da oluşmuştur.

Son yıllarda toplanmış bütün veriler ve yapılan hesaplar bu çılgınca teorinin doğru olduğunu kanıtlamaktadır. Ve bu teori aynı zamanda Dünya’nın neden eğik olduğunu da bir yan ürün olarak açıklar. Dünyanın kendi etrafında dönüş ekseninin eğriliği o çarpmanın izidir.

Ve de Dünya eğik olarak döndüğü için mevsimler vardır günlerin uzunlukları değişir.

O gezegen dünyaya çarpmasaydı, dünya eğik olmayacaktı, eğer dünya eğik olmasaydı, yeryüzünün ekvatordan kutuplara kadar bütün paralellerinde her zaman hep aynı ısı bulunacaktı ve dolayısıyla mevsimler olmayacaktı. Çünkü güneşin ışınları hep aynı eğimde  geleceklerdi. Gün ve gece arasındaki farklar hiç değişmeyecekti. Dolayısıyla ne mevsimler olacaktı ne de gece ve gündüzün eşit olduğu istisnai günler bulunacaktı. Deliye her gün bayram gibi, her gün 21 Mart gibi aynı uzunlukta olacaktı.

Hatta şimdiki eğiklikte bile, eğer neolitik devrim ekvator bölgesinde olsaydı 21 Mart’ın özel hiçbir anlamı olmayacaktı. Çünkü orada mevsimler yoktur ve gece ile gündüz de hep aynı uzunluktadır.

Ve de ilk neolitik devrim güney yarı kürede olsaydı (İnka'lar orada çok daha sonra Lama ve Patates’e dayanan başka bir Neolitik devrim yaptılar) orada ilkbahar burada sonbahar olduğundan, 21 Mart değil, 23 Eylül bir bayram olacaktı.

Buraya kadar, mevsimlerin ve ilkbaharın niçin ve nasıl mümkün olabildiğini gördük.

Biraz da bayramların niçin ve nasıl mümkün olabildiği üzerine birkaç söz etmek gerekiyor.

Bu da diğer yazının konusu olsun.

Adım adım günümüze ve geleceğe doğru gidelim.

21 Mart diye tanımladığımız tarihte gece ve gündüzün aynı uzunlukta olması ve kuzey yarı küresinde baharın başlaması, fiziksel ve biyolojik bir olgulardır, ama Bayram Toplumsal bir olgudur. Bayram’ın olabilmesi için önce Toplum dene varlık ve hareket biçiminin olması gerekir.

Yanlış olarak biyolojik bir tür olarak insanın varlığının ortaya çıkışıyla toplumun çıkışı birbirine bağlı aynı sürecin iki yüzüymüş gibi görülür. Herhangi bir sosyoloji kitabının giriş bölümünü açın toplumu insanlar arası ilişki olarak tanımlayacaktır. Bu son derece yanlış ve yüzeysel bir kavrayıştır.

İnsan türü (Homo) yeryüzünde yuvarlak hesap üç milyon (3.000.000) yıldan beri var. Bu üç milyon yıl boyunca Homo (İnsan) türünün birçok alt türleri bir arada var oldular. Bunlardan biri de en son yine akılda kalması için yuvarlak hesap üç yüz bin (300.000) yıl önce ortaya çıkan bizim de içinde bulunduğumuz Homo Sapiens bile son otuz bin (30.000) yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok başka insan türüyle birlikte yaşıyordu. (Neandertal İnsanı, Florensis İnsanı, Denisova İnsanı gibi farklı insan türleri vardı. Bunları Homo Sapiens’in yok etmesi epey bir zaman almıştı.)

Diğer insan türleri, Toplum’u bilmiyorlardı, sürü olarak yaşıyorlardı ve zaten tam da onun için yok oldular. Homo Sapiens, yani bizimle tümüyle aynı özelliklere sahip tür de yeryüzünde var oluşunun en azından dörtte üçlük ilk bölümünde sürü olarak yaşamıştı. Toplum denen varlık ve hareket biçimi ortaya çıkmamıştı.

Toplum’un ortaya çıkışı, şunun şurası yetmiş bin (70.000) yıl öncesine dayanır. Yani fiziğin konusu olan evren nasıl 13,7 milyar yıl önce “Büyük Patlama”dan beri varsa; Biyolojinin konusu olan canlılar yeryüzünde nasıl dört milyar yıldan beri varsa, Sosyolojinin konusu olan Toplum da yuvarlak hesap yetmiş bin (70.000) yıldan beri vardır.

Taş balta toplumun varlığının bir kanıtı değil; taş balta yapıp kullanabilen bir canlı türünün varlığının kanıtıdır. Taş balta bir üretim aracı değildir. Toplum yoksa üretim ve Emek de yoktur. (Bu noktada Engels’in Maymunun İnsanlaşmasında Emeğin rolü’nden söz etmesinin yanlışlığını da görüyoruz.)

Toplum yaşam araç ve yöntemleri değiştiğinde kendi örgütlenmesini değiştiren bir canlı türüdür.
Taş balta var olduğu sürece ise, toplum olmadığından, toplum biçimi değişmemiş ama tam da bu nedenle, canlının kendisi biyolojik değişimini sürdürmüştür.

Taş balta, alet ve ateş, bu türün varoluşunu ve evrimini sürdürdüğü bir Niş (Yaşam alanı) oluşturmuşlardır. İnsan türleri de bu nişte var olup evrilmişlerdir. Bu nedenle Toplum ortaya çıkana kadar insan tür değiştirmiş ve birçok insan türleri ve sürüleri yeryüzünde aynı zamanda var olabilmişlerdir.

Ama Toplum’un ortaya çıkışıyla birlikte, aynı türün toplum biçimini, (toplum türünü) değiştirmesi başlamıştır. Ve sürüden topluma ilk geçenler, Toplum olmanın, yepyeni bir hareket ve var oluş biçiminin kendilerine kazandırdığı üstünlükle bütün diğer insan tür ve homo sapiens sürülerini muhtemelen sadece onların yaşam alanlarını yok ederek değil; onları avlayarak, yiyerek yok etmişlerdir.

Yani bizler hepimiz bu diğer insan türlerini ve diğer homo sapiens sürülerini yok etmiş, bu “jenosit suçunu” işlemişlerin ahvadıyız. Varlığımız diğer türlerin ve topluma geçememiş Homo Sapiens sürülerinin yokluğunu belirlemiştir.

Nasıl canlılık, hayat, fizik varoluştan farkıyla tanımlanabilirse, örneğin kendi benzerini yapan karmaşık moleküllerdir şeklinde. Toplum da ancak diğer canlılara göre farklılığıyla tanımlanabilir. Toplum, yaşam araçlarını ve yöntemleri değiştiğinde organizasyonunu değiştiren bir canlı türüdür diye tanımlanabilir.

Yani Toplum bir canlı türüdür. Ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir canlı türü. Hayat da fiziksel bir varoluş türüdür ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir fiziksel varoluş. (Bu toplum tanımı, ekoloji ve sosyolojiyi (doğa ve toplumu) aynı kavram sistemi içinde kavramayı ve toplamayı da sağlamaktadır bir yan ürün olarak.)

Sürü ile toplum birbirinden tamamen farklıdır. Sürü bir iş ve güç birliği demektir. Basit toplamdır. Elbette bütün parçalarının toplamından fazla bir şey olduğu için bu fazlayı, bu ek gücü içerir. Ama sürüde, parçanın bütüne tabi olması; eksi ile eksinin çarpımının artı sonuç vermesi gibi, cebirsel bir birlik yoktur. Toplumda ise parça bütüne tabidir. Parçanın bütüne tabi olması, parçaların tek başına var olamaması ve varlıklarını sürdürememesi anlamına gelir.

Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri, tam da bu üstünlüğü nedeniyle, birbirinden bağımsızca ve bir çok kez keşfetmiştir.

Bizzat bugünkü tek hücrelerin çoğu aslında çok daha basit canlı türlerinin karmaşık bir birlik oluşturmalarından başka bir şey değildir. Bugünkü hücre çekirdeği, Mitokondri gibi organeller bir zaman başka canlılardı. Bizzat çok hücreli canlıların kendisi, hücrelerin cebirsel birlikler oluşturmalarından başka bir şey değildirler. Hatta en bilinenleri arı, karınca, termit olan koloniler de de yepyeni bir canlı türüdürler. Yani karınca, termit ve arılar değil, bunların kolonileri, “Devletleri” bir tek canlıdırlar.

Termitler hamam böcekleri ile akrabadırlar ve arılar ve karıncalardan tamamen farklı bir türdürler. Bu iki tür birbirinden bağımsızca keşfetmiştir bu cebirsel birlikleri. Ama sadece bu kadar da değil, doğa memelilerde bile, çıplak köstebek denen Afrika Boynuzu’nda yaşayan memeli hayvanlarda da arı ve termitlerden tamamen bağımsız olarak cebirsel birliği keşfetmiştir. Bu cebirsel birliklerde, tek birey var olamaz. Bunun için de koloni olarak üreme ve koloninin bir tek canlı olması söz konusudur.
Ama hepsinde ortak olan şudur, biyolojik bir işbölümü, farklı bireylerin farklı uzmanlaşmaları ile cebirsel birlikler var olabilir.

Eğer toplum insan türünün var oluşuyla birlikte ortaya çıkmış olsaydı bu parçanın bütüne tabi olabildiği varlık ancak uzmanlaşma ile mümkün olabilirdi. Dolayısıyla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi biyolojik ve ruhsal olarak olarak da farklılaşmış, karınca ve arılardaki gibi bir “kast” sistemi olarak var olabilirdi. İşbölümü ve Kastlar ise sosyolojik olarak çok sonraları ortaya çıkmışlardır.

Toplumdaki bütün bireyler, arı, karınca veya çıplak köstebeklerden farklı olarak, aynıdır. Bir işbölümü çok sonra toplumsal bir fenomen olarak ortaya çıkar, biyolojik bir işbölümü ile farklılaşma yoktur. Bu nedenle, insan türünün son 70.000 yıl öncesine kadar sürüler halinde, basit topluluklar halinde yaşadığını söyleyebiliriz ve bütün bulgular da bunu doğrulamaktadır.

Sürülerin elbet kültürleri vardır. Kültür öğrenilebilen ve öğretilebilen özelliklerdir. Neredeyse bütün memelilerde, nispeten uzunca bir çocukluk ve bakım geçiren canlı türlerinde, yavruların oyun oynadığı (öğrendiği) türlerde kültürden söz edilebilir. Hatta farklı sürülerdeki kültür farklılıklarını bile gözlemlemektedir araştırmacılar.

Muhtemelen insan sürülerinin çok gelişmiş bir kültürleri ve bu kültürü aktarmak için araçları vardı. Zaten insan türünü yaratan, genetik olarak değil, öğrenilebilir ve öğretilebilir olarak aktarılabilir olanın, yani kültürün varlığıdır. İnsanın mimikleri, dili, erken doğumu, uzun bakımı vs. hepsi hem kültürün gelişiminin ürünüdürler hem de kültürü geliştirmişlerdir.

Ama dikkat!..

Kültürün varlığı henüz toplumun varlığı değildir. Sürülerin de kültürü olabilir ve de vardır. Kültür öğrenilebilir olandır. Kültür olmadan ve belli bir noktaya gelmeden toplum var olamazdı. Toplum olmadan kültür olabilirdi ve vardır. Kültür, genetik değişiklikler gerektirmeden adaptasyon sağlama ve bunu aktarabilme özelliğidir. Ama bu özellikler henüz toplumun var oluşu, yani cebirsel, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliğin, bu yepyeni canlı türünün ortaya çıktığı anlamına gelmez.

Elbet çok karmaşık bir kültürün varlığı olmadan toplumun ortaya çıkışı düşünülemez ve toplum ortaya çıktığı andan itibaren, kendi ortaya çıkardığı yepyeni sosyolojik varlıkların bilgisinin öğrenilmesi ve aktarılmasıyla da kültürün karmaşıklaşıp gelişmesine çok büyük bir atılım yaptırmış olmalıdır. Örneğin hukuku, ahlakı, yasakları, sanatı olmayan bir sürünün kültürü her şeyden önce bu kavramlardan yoksun olur. Ama ihtiyaç olduğunda o kavramları oluşturacak yapı da ortada olmalıdır. Yani yapısıyla tıpkı bizimki gibi bir dil, ama kavramları henüz toplumsal var oluşun kavramlarını içermeyen bir dil.

(Yeryüzündeki en ilkel kabilenin en ilkel gibi görünen dili bile, en modern toplumun tüm karmaşıklığını öğrenme ve aktarmayı sağlayacak yapıya sahiptir sadece bu kavramları yoktur. Ama bu kavramları yaratacak potansiyel hepsinde vardır. (Geçenlerde böyle ölü bir kabile dili üzerinden böyle bir deneme de başarıyla yapıldı.) Toplum ortaya çıkmadan önce de bütün yok olan Homo Sapiens sürülerinin benzer bir durumda olduğu var sayılabilir.)

Özetle, toplum, tıpkı arılar, termitler, çıplak köstebekler gibi, cebirsel bir birlikten oluşan bir canlı türüdür ama bireylerin biyolojik işbölümüne ve uzmanlaşmasına dayanmayan değişik bir canlı türüdür. Yaşam araç ve yöntemlerini değiştirdiğinde, organizasyonunu (sınırlarını ve yapısını) değiştiren bir canlı türüdür.

Peki, biyolojik bir işbölümünün gerektirdiği bir zorunluluk olmadan, parçanın bütüne tabi olması nasıl olabilir?

Parçanın bütüne tabi olması, yaptırım demektir. Her şeyden önce sınırları çizili bir topluluk demektir. Ama birleştirme ancak ayırmakla mümkün olur. Sınır çizmek, birleştirmek olduğu kadar bölmektir. Bu sınır çizilmeden, toplum var olamaz. Bu aynı zamanda yasak demektir. Yasak (birleştirme -  bölme) ve yaptırım (parçayı bütüne tabi kılma) olmazsa olmaz koşuludur. Toplumsal bir sınıf ise fiziksel veya biyolojik sınırlardan farklıdır. Fiktif bir sınırdır. Ritüeller, dövmeler, acılı topluma kabul törenleri, hasılı bir dine kabul edilme ve toplumsal olmak aynı şeydir.

İşte Din dediğimiz şey tamı tamına budur. Din toplumun sınırlarını çizer, yaptırımları belirler. O halde toplum, Din ile ortaya çıkmıştır. Sanat, Anlak, Hukuk vs. hepsi din içinde var olabilirler ve anlaşılabilirler. Din toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinin ta kendisidir. Yani Marksizm'in şu üstyapı dediği şeyin ta kendisi. Toplumun yaşama araçları değiştiğinde, toplumsal ilişkilerinin örgütlenmesi, yani dini de değişir. Bu örgütlenmesinin dayandığı ilkeler değişir. Bu değişimler de tamı tamına devrimlerdir.

O halde insanı bir zamanlar sürü halinde yaşamış insan türlerinden farklı olarak toplumda yaşayan insanı, bir dinden olan hayvan olarak tanımlayabiliriz.

İnsan düşünen hayvandır, insan sosyal hayvandır, insan gülen hayvandır, insan alet yapan hayvandır gibi bütün tanımlar, sürüler halinde yaşamış bütün insan türlerini ve homosapiens sürülerini de kapsayan bir tanımlardır. Bunlar biyolojik bir tür olarak insanın özellikleridir. Sosyolojik bir varlık olarak insanın özelliği ise onun bir dininin olmasıdır. İnsan sosyolojik olarak dinsiz olamaz. Yani yasak ve yaptırım olmadan İnsan sosyolojik olarak var olamaz. Ama yasak ve yaptırım, yani din, yani parçanın bütüne tabi olduğu sınırları çizilmiş birlik, yani toplum olmadan insan türü var olabilir ve yakın zamana kadar da vardı.

O halde, iki insan kavramını birbirinden ayırmak gerekiyor. Biyolojik bir tür olarak insan (bunu küçük harfle yazalım) bir de sosyolojik olarak İnsan (bunu da büyük harfle yazalım). Biyolojik olarak insan olmak sosyolojik olarak İnsan olunduğu anlamına gelmez. Sosyolojik olarak İnsan, aynı topluluk sınırları içinde aynı yaptırımlara tabi olandır. Zaten neredeyse bütün dinler de (dinin insanların özel sorunu olduğunu söyleyen dindeki modern toplumun dini dahil) kendi dininden olmayanı insan olarak görmez. Biyolojik olarak elbet insan olduğunu bilir.

Kavramaları böyle tanımladığımızda,buradan şu sonuçları çıkarabiliriz: Toplum bir soyutlamadır. Nasıl canlılık ya da hayat somut canlı türlerinden oluşursa, toplum da somut topluluklardan oluşur. Somut toplulukların sınırlarını ve iç ilişkilerini belirleyen şeye Din deriz.

Toplumun yaşam araçları ve biçimi değiştikçe onun sınırlarını ve yaptırımlarını tanımlayan ilkeler de değişir. Yani toplumsal organizasyon da değişir. Bu üstyapı ya da toplumsal organizasyon değişimleri din değişimlerinden başka bir şey değildir. O halde, devrimler dinden dine geçişler, din değiştirmeler biçiminde gerçekleşir. O halde tarih her şeyden önce devrimler tarihi ise, her şeyden önce dinler tarihi olmak zorundadır.

Tabii burada tıpkı insan kavram gibi Din kavramının da farklı anlamlarını birbirinden ayırmak gerektiği sorunuyla karşılaşıyoruz.

Din toplumsal ilişkileri düzenler, topluluğun sınırlarını çizer, tüm üst yapıdır dediğimizde,  dini sosyolojik olarak tanımlamış oluruz. Ama din inançtır, kişinin özel sorunudur şeklinde dini tanımlamak, hukuki bir tanımdır, bir dinin (modern toplumun dininin) bir din olarak kabul edilebilme koşulunu sunar ama bu koşulun kendisi bizzat bir dinin sınırlarını çizer. Yani dini inanç olarak kabul edenler bu topluluğa dahil olabilirler, bu dindendirler demiş olur.

Yani bugün bizler arasında yaygın olarak kabul gören ve bilinen din tanımı, Dinin inanç olduğuna dair tanım, dinin ne olduğunu sosyolojik olarak tanımlamaz, hukuken den kabul edilebilmenin koşulunu tanımlar. O halde bizler dinin ne olduğunu bilmiyoruz. Dinin ne olduğunu bilmediğimiz için, Tarih’i ve ondaki devrimleri açıklayamıyoruz, anlayamıyoruz; ama yanı zamanda günümüzü anlayamıyoruz demektir.

Din’in ne olduğunun doğru bir sosyolojik tanımı olmadan he tarih ne de sosyoloji bir bilim olamaz. Tarih ve Toplum doğru olarak açıklanamaz. Dolayısıyla da doğru bir program geliştirilemez.

Görüldüğü gibi, tarihin hatta tarih öncesinin derinliklerine gitmek, bizi günümüzün en canlı ve can alıcı sorunlarıyla ve kavramlarıyla karşılaştırdı. Bu ayrıca bize, Tarih’in nasıl anlatıldığının ve kavrandığının aslında günümüzü ve geleceği nasıl kurmak istediğimizi gösterdiğini; bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğinin, tarihin nasıl anlatıldığına ve anlatılacağına bağlı olduğun da gösterir. Aslında bunca geçmişe gittiğimizde geleceği ve bugünü şekillendirmeye çalıştığımız görülür.

Ama bu yukarıda açıklanan Din, kültür, Din kavramları çok yenidir ve bu anlamda bizim tarafımızdan tanımlanmış ve keşfedilmişlerdir.

Her doğru teori aynı zamanda çözülememiş, çok ilgisiz gibi görünen başka sorunların cevabını da verir. Örneğin ayın var oluşunu açıklayan teorinin dünyanın eğikliğini ve mevsimleri de açıklaması gibi.

Kültür, Toplum, Din kavramlarının bu yeni tanımlaması ve açıklaması, sadece günümüzün sorunlarını çözmez, bugünle çok ilgisiz gibi görünen başka teorik sorunları da çözer.
Bunların bir kaçını sıralayalım.

Son 70.000 yıl öncesine kadar insan türleri bile değiştiği halde, bu türlerin kullandığı taş balta neredeyse değişmeden kalmıştır veya çok can sıkıcı bir ölçüde çok yavaş ve küçük değişiklikler geçirmiştir. Bugünkü insan türü olan Homosapiens bile 300.000 yıldan beri var olduğuna göre, en azından 300.000 yıldır bizden biyolojik ve ruhsal olarak hiç farklı olmayan bir insan türü yer yüzünde var olmasına rağmen, 70.000 yıl önce ne oldu da ondan sonra aletlerde adeta patlarcasına bir değişim görülmektedir?

Keza sanat eseri denebilecek dizilmiş deniz kabuklarına falan da 70.000 yıldan beri rastlanabiliyor (tabii bu rakam yuvarlak bir rakamdır birkaç on bin yıl ileri ve geri gidebilir). Yani sanat, o varsa ahlak vs. de var demektir, da 70.000 yıldan beri ortaya çıkmış bir şeydir.

Ve nihayet, son araştırmalar, yeryüzündeki bütün Homo Sapienslerin, yani bizlerin 70.000 yıl önce yaşamış, “Mitokondriyal Havva”  denen kurmaca bir kadının çocukları olduğunu gösterdiğine göre, 70.000 yıl önce ne olmuştur da, bütün diğer en azından 230.000 bin yıl boyunca yeryüzüne dağılmış bulunan diğer Homo Sapiens’ler yok olmuşlardır?

Bizim son iki yüzyıldaki ve özellikle Ortadoğu’daki insanların korkunç acılar çekmesine yol açan ulusun ne olduğunu anlama girişimimiz, buradan ulusun aslında bir din olduğu sonucuna ulaşmamız; sonra dinin ne olduğunu araştırırken aslında Din’in din olmadığını bulmamız ve buradan Toplum kavramına ulaşmamız. Toplum’u tanımlamak için çabalarımız; Toplum ve onun somut var oluş biçimini ayırmamız; Kültür ve Toplum kavramlarını ayrıştırmamız vs. Bu on binlerce yıl öncesinin hala çözülemeyen bilmecelerini de bir vuruşta çözmektedir.

Yukarıdaki üç sorun birbiriyle ilgisiz gibi ele alınıp açıklamalar sunulmaktadır arkeolog ve antropologlarca. Örneğin, hepimizin mitokondriyal Havvanın çocukları olmamız ve neredeyse 1000 kişilik bir popülasyondan gelmemiz, şişe ağzı teorisiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani bir doğa felaketiyle yeryüzündeki bütün insanlar ölmüş sadece Afrika’nın bir yerlerinde 1000 kişilik bir popülasyon yaşayabilmiştir bu nedenle böyle hepimiz oradan geliyoruz. Bu doğa felaketi olarak da 70.000 yıl önce Endenozya’da patlamış bir Süper Volkan’ın etkileri sayılmaktadır.

Hâlbuki ilk kez sürüden topluma 70.000 yıl önce geçildiğine ilişkin teorimiz (Muhtemelen Afrika’da bir yerlerde (bir olasılık bugün San halkının yaşadığı Güneybatı Afrika’da, “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filmi o bölgede geçiyor ve San’lar oynuyordu. Sanların dili ve genleri bu yönde veriler sunuyor) hem bunu hem de sanat eserlerinin çıkışını ve aletlerin hızlı gelişmesini de açıklayabilmektedir. Toplum ortaya çıkmıştır 70.000 yıl önce “patlama” budur.

Din’in ortaya çıkışı; yani Sürü’den Toplum’a geçiş, yani parçanın bütüne tabi olmasının sağladığı muazzam güç (ruh) ve üstünlük, basit toplamdan öte cebirsel bir toplam; eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç vermesi; bu ilk geçen popülasyona bütün diğer popülasyonlar karşısında muazzam bir üstünlük sağlamış, bu da hem diğer insan türlerine ait popülasyonların hem de diğer Homo Sapiens popülasyonlarının yok olmasına yol açmış olmalıdır. Toplum’un kazandırdığı bu güçtür Ruh da özünde.

Bu aynı zamanda, Kıvılcımlı gibi, bu konularda çok düşünmüş ve yazmış büyük bir Marksistin de Din’in köklerinin insan beyninin derinliklerinde olduğunu söyleyen (İhsan Eliaçık’ın da benimsediği) önermesinin yanlışlığını da göstermektedir.

Dinin kökleri insan beyninin derinliklerine değildir, yani bir Din geni yoktur. Hikmet Kıvılcımlı, Totem ve Tabu’yu, yani ilk yasakların ortaya çıkışını insan türünün ortaya çıkışına götürerek oradan yasaklar aracılığıyla bilinç, bilinç altı zıtlığı üzerinden insanın ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu zıtlığın, insan beyninin biyolojik yapısında bir karşılığı olduğunu var saymıştır. 

Buradan hareketle dinin köklerinin İnsan beyninin derinliklerinde bulunduğunu söyler. Ama bu teoriyi hiçbir olgu desteklememektedir.

Kıvılcımlı’nın Din’i anlama çabası, Din’in ortaya çıkışını birkaç milyon yıl öncesine götürürken, bizim çabamız, 70.000 yıl öncede açıklamaktadır. Din, biyolojik değil, toplumsal bir olgudur ve toplum ve din birlikte ortaya çıkmıştır. Toplumsuz Din, Dinsiz Toplum olamaz.

Bu sonuç aynı zamanda günümüzü ve ulusları ve ulusçuluğu da açıklamaktadır.

Dinsiz toplum olamaz ise, bu günkü toplumun bir dini olmalıdır. Bu din nedir? Modern toplumun dini, din olmadığını söyleyen, Din’in insanların inancı olduğunu söyleyen bir dindir. Çünkü İnanç kavramı sosyolojik değil bir hukuki kavramdır. Yani ancak dini inanç olarak kabul edenler (Kişisel bir sorun olarak kabul edenler) bu dinden olabilir demektedir.

Ama inanç (Özele ilişkin) diye bir hukuki kategorinin olabilmesi için, Özel ve Özel olmayan (Politik) diye normatif bir ayrımın olması gerekir. O halde Modern toplumun dini, her şeyden önce özel ve politik ayrımıdır.

Politik olanı bir ulusla tanımlamak da, yani ulusçuluk da bu dinin bir biçimidir, en gerici biçimidir. Karşı devrimci biçimidir.

Burada teori ve kavramlar harika bir biçimde hem günümüzün en can alıcı sorunlarını açıklamakta; hem de günümüzle hiç ilgisiz gibi görünen on binlerce yıl öncesinin; insan türlerinin yok oluşu; sanatın ortaya çıkışı; aletlerdeki hızlı değişimin başlaması gibi; açıklamaktadır. Tıpkı modern fiziğin kavramlarının atom altı parçacıkları da galaksileri ve kara delikleri de açıklaması gibi.

Başlığımızdaki “Ortadoğu Devrimi ve 21 Mart 2013’te Başladı” önermesi, ancak bu teorik derinliklerde anlaşılabilir.

İlk yazımızda, “devrimler (Şimdi bunların Dinden dine geçişler olduğu sonucuna da ulaştık, yani dinden dine geçişler de denebilir) tarihin derinliklerinden aldıkları büyük hızla gerçekleşirler; Devrimleri (Dendin dine geçişleri) anlatan teoriler de öyle” demiştik.

Devrimler dinden dine geçişler olduğuna göre, teori de dinleri ve onların çıkışını ve geçişleri açıklayan bir teori olmalıdır. 

Din ve ortaya çıkışı anlaşılmadan Devrimler ve Ortadoğu Devrimi anlaşılamazdı.

Yayı germeye, ileri atlamak gerilemeye ve için hız almaya devam edelim.

DEVAM EDECEK...
 

Demir Küçükaydın

30 Mart 2013 Cumartesi 


Kitapları İndirmek İçin:

Videolar:

29 Mart 2013 Cuma

Karayılan: Biz Hazırlık Yapıyoruz Karşı Tarafın da Yapması Lazım

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ve Yürütme Konseyi Başkanlığı üyesi Ronahi Serhat, sınırdışına çekilme ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Sınırdışına çekilme için Meclis'in sorumluluk almasının şart olduğunu belirten Karayılan, “Bu sürecin götürülebilmesi için karşılıklı gelişmesi lazım. Biz geri çekilme için hazırlık yapıyoruz ama karşı tarafın da hazırlık yapması lazım. Kolaylık sağlaması için Önderliğimizin koşullarının düzeltilmesi bir biçimde devreye girmesi lazım” dedi. Rohani Serhat da, çözüm projesinin sahibi olan Öcalan'ın diyalog kanallarının oluşturulması gerektiğini belirtti.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ve Yürütme Konseyi Başkanlığı üyesi Ronahi Serhat, Nuçe Tv'de yayınlanan programda gazeteciler Koray Düzgören, Erdal Er ve Halit Ermiş'in sorularını yanıtladı.

Sadece Türkiye'yi değil bütün 4 parçadaki Kürtleri hem de bölge ülkelerini yakından ilgilendiren bir şeyden bahsediyor Öcalan… Bunu açar mısınız?

Bölgede yeni bir anlayışı yeni bir çizgiyi geliştirmeyi öngörüyor. Yeni bir sürecin başlangıcıdır.

Bölgede iki temel halk olarak Kürt ve Türk halkını esas alıyor. Bu iki halkın birlikteliği, ortak yaşam perspektifini esas alan bir çözümü geliştirmesi tüm Ortadoğu’da yeni bir sürecin gelişmesini beraberinde getirecektir. Sadece Türkiye sınırları içerisindeki halkları ve kültürleri değil, bütün Kürt halkını hedefleyen, Misak-ı Milli’ye ucu açık açılımı öngören- yani bu sınırların değişimi anlamına gelmemektedir, o biçimde anlamamak lazım- halkların birliğini, giderek de bir Ortadoğu Halklar Konfederasyonu amaçlayan bir perspektif. Halkların gönüllü birliğiyle ortak yaşam kültürüyle Ortadoğu’da sınırların anlamsızlaşmasını öngören bir perspektif ve paradigma söz konusu.

BU BİR TAKTİK ÇIKIŞ DEĞİLDİR

Taraflara ne gibi sorumluluklar düşüyor?

Öncelikle bu perspektifin doğru ele alınması ve anlaşılması önemlidir. Hem bizim açımızdan hem de Türk devleti, hükümeti ve esasında halklar açısından doğru anlaşılması önem taşıyor. Şimdi herkes tartışıyor. Tartışılması da gerekiyor çünkü herkesi ilgilendiren bir perspektif söz konusu. Ama öncelikle bunu doğru anlamak önemlidir. Bu bir taktik çıkış değildir. Sadece Kürt sorununu çözelim de ne olursa olsun, gibi bir yaklaşım değildir. Bir zihniyet değişimi, yeni bir zihniyetin temsil edilmesidir. Şimdiye kadar halklar, kültürler, mezhepler arası farklılık ve çatışma konusuydu; ayrılık konusuydu. Şimdi bunun yerine farklılıkları çatışma değil barışma ve bir arada yaşamanın formülasyonu olarak ele alıyor. Yani yeni bir zihniyeti temsil ediyor. Bu stratejik bir yaklaşımdır. Biz gücümüz oranında bunu geliştirmeye çalışacağız. Ortadoğu’da şimdi kıyasıya bir çatışma var. Her gün kan dökülmekte. Suriye’de kapsamlı bir çatışma var, Irak’ta adı konulmamış ama çok yaygın mezhepler arası bir çatışma var, bunun daha da tırmanacağından bahsediliyor. Uluslar arası güçler bu çelişkiler üzerinden politika geliştiriyor. Bu perspektif tüm bunları giderecek, var olan çatışmaları barışa dönüştürecek bir perspektiftir. Mütevazıdır, önce Kürt sorununu çözme, Türkiye’de halklar arasındaki barışı sağlama, oradan hareketle bu yeni zihniyetle Ortadoğu’yu şekillendirme ya da buna dönük bir örnek olmanın mücadelesini vermeyi esas alan bir çerçevedir. Önemli olan tabii tarafların doğru ele alması, doğru anlamasıdır. Biz doğru anlamak için bir süreden beri tartışıyoruz. Bu, aslında çok yeni bir şey değil. Önderliğimizin AİHM savunmasından bu yana yazdığı savunmaları, yani 2000 yılından yazdığı savunmaları. belgeleri okuyan biri bu paradigmasal bakış açısının, bu felsefik anlayışın rafine edilmiş bir formülasyonu olduğunu bilir. Durup dururken değil, bir düşüncenin rafine edilmiş sunumudur. Ama zenginliği içeriyor ve çok önemli bir belgedir. Biz bu kadar çok yeni paradigma üzerinde yoğunlaşıyor olmamıza rağmen anlamak için tartışıyorsak, o zaman dışımızdaki güçlerin de lütfedip daha iyi anlaşılması için kendini biraz yorması gerekiyor.

Bu özellikle Türkiye için çok iyi bir çerçevedir. Türkiye’nin mevcut sorunlarını çözmesi büyük bir atılımı yapabilmesi ancak böyle bir çerçeve ile mümkündür.

BUNDAN ÖNCE 8 KEZ ATEŞKES İLAN ETTİK

Ateşkes ilan ettiniz. Birtakım takvimler veriliyor, tarihler veriliyor. Bu yeni dönemde ne bekliyorsunuz, ne öngörüyorsunuz?

Hareket olarak Önderliğimizin 1993’te ilan ettiği ateşkesten bu yana, Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözümü için çok çaba sarf ettik. Şimdiye kadar bundan önce 8 kez ateşkes ilan ettik. 1999’da hiçbir çatışmaya mahal vermemek, demokratik çözümün zeminini olgunlaştırmak için Önderliğimizin çağrısıyla tüm güçlerimizi Türkiye sınırları dışına çektik. Maalesef tüm bu çabalarımız karşı taraf tarafından doğru cevaplandırılmadı. Ve boşa çıkarıldı, sonuç almadı. Hatta son üç dört yıldan bu yana bazı uluslararası güçlerin de araya girmesiyle Oslo süreci yaşandı. Tam 3 yıl boyunca çeşitli aralıklarla her iki tarafın heyetleri bir araya gelip tartışmalar yürüttü. O da sonuçsuz kaldı. Belirtmek istediğim şey; bir hayli tecrübemiz oluştu.

Bu 9. ateşkes artık gerçekten barışa, kalıcı bir çözüme yol açsın. Herşeyi olgunlaştırarak zeminini oluşturarak yapmak gerekiyor. Geçmişte bu yeterli değildi. Oslo sürecinde bu zemin vardı ama bu sefer de başka nedenlerle boşa çıkarıldı. Şimdi daha ustalıklı, yapıcı bir süreci geliştirmek zorundayız. Önderliğimizin çağrısı esasta artık bu konuda yeni bir bakışın oluşması gerektiği yönündedir. Askeri yöntemler yerine siyasetin esas alınması, bu temelde de güçlerin geri çekilmesi şeklindeydi. Biz ilk olarak ateşkesi ilan ettik. Bu ateşkesle daha olgun bir tartışma zeminini oluşturmak, diyalog imkanlarını geliştirmek ve bir de geri çekilmek için hazırlık yapmak istedik. Bunun örgütsel, siyasal ve yasal zeminini oluşturmak istedik. Öncelikle güçlerimizin hazırlanmasını, konumlanmasını, örgütlenmesini bu yeni sürecin esaslarına göre yapacağız. Bunun çalışmalarını yürütüyoruz şu anda. Ve en önemlisi tüm güçlerimizin bu yeni perspektif çerçevesinde ikna faaliyetlerini yürütmeyi planladık. Her alandaki güçlerimize ulaşarak bu çağrıyı kavratmaya çalışıyoruz. Biz geri çekilme için lazım gelen, olması gereken hazırlıkları başlattık.

MECLİS KARAR ALMALI

Ama geri çekilme için karşı tarafın da yapması gerekenler var. Herkes biliyor ki Türkiye’nin en ciddi, en temel sorunu Kürt sorunudur. Bu kadar ciddi olan bir konuda en yüce irade olan Meclis’in karar alması gerekiyor, en doğru olan da budur. Biz ne istiyoruz; nasıl bir karar? Güçlerimiz 1999 yılında çekildiğinde tuzağa düşürüldüler. Hepsi geldi Amed’de birikti. Ve kendisini kuşatılmış halde buldu. Bir alanda kuşatıldı. Bu bir. İkincisi, kimse sahip çıkmadı. Orta yerde kaldı. 5 yıl tek bir mermi patlamadı, fakat çözüm iradesi gelişmedi. Hem güvenlik için, hem bir yerde güvence için, hem de sağlıklı bir geri çekilmenin olması için Meclis şöyle bir karar alabilir: “Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle çözmek üzere PKK’nin silahlı güçleri yurtdışına çıkması, bu sürecin gözlenmesi için bir komisyonun kurulması.”

“Meclis Kürt sorununu çözsün sonra geri çekilelim” demiyoruz. Bunu önceden öne sürüyorduk. Geri çekilme 4-5 yıldır gündemdedir. Oslo’da da temel gündem buydu. “Siz sınır dışına çıkın, biz çözeriz” dedi. Daha önce biz anayasal düzeyde birtakım değişikliklerle geri çekileceğimizi belirtiyorduk. Oslo sürecinin tıkanmasının bir nedeni de buydu. Şimdi Önderlik inisiyatif kullandı. Devlet Kürt sorununun çözümünde daha köklü bir adım atmadan, sadece hukuki bir zemini oluşturacak bir yasayla düzenleme yapacak. Bu şekilde geri çekilmiş olacağız.

Silahlı mücadele dönemi bitti, siyasal mücadele yürütülecek, deniyor. Ama siyasal mücadele nasıl yürütülecek? Bu sorunun cevabı verilmeden geri çekilmede bir terslik yok mu?

Planlanan 3 aşamadır. Ateşkes ve sınırların ötesine çekilme, birinci aşamadır. Bize düşen şeyleri yaparken, Meclis’in de üstüne düşeni yapması gerekiyor, dedik. İstediğimiz yeni anayasal bir düzenleme değil, Meclis’in bir komisyon kurması, bu konuda karar alması. Meclis’e mal ederek çözüm sürecini topluma mal etmiş oluruz. AKP fazlasıyla kendisini esas alıyor. Dar yaklaşım yüzeysel tutum söz konusu. Bunun meclise getirilmesi herkese mal edilmesi demektir. Herkes katılmayabilir ama Meclis bu toplumun en yüksek iradesiyse buna ihtiyaç var. İkinci olarak, diğer siyasi partileri de bu sürece katmak gerekiyor. Öyle yansıtılıyor ki, sanki orada birkaç grup var gel desen gelecek! Olur mu, 30 yıllık savaşan bir güç var orada. Savaşta başarılı olacağına inanıyor, güveniyor. Gel demekle gelmez, ben getiremem. Sorun öyle yüzeysel yaklaşımla çözülmez. Karşı tarafın bu ciddiyetle yaklaşması gerekiyor.

Bir de şimdi bu yaptıklarımız Türkiye yasalarına göre, yasadışıdır. Heyet geliyor yanımıza. Yasadışı bir çalışma oluyor. Heyet gidiyor Önderlikle görüşüyor, savcı o heyeti sorguya çekti. Avukatlar tutuklu. Başbakan, MİT Müsteşarı'nı kurtardı, yasa çıkardı. Ama aynı işlevi gören avukatlar içeride. Madem bunu çözeceksek bunu yasal zemine kavuşturmak lazım. Bu ‘yasadışılık’ aşılmalı. Hem İmralı’ya gidişte hem geri çekilmede.

Bu konuda doğru bir yaklaşım olmazsa tıkanma tehlikesi yaşanır. Şimdiden ciddiyetin herkes tarafından anlaşılması gerekir.

Geri çekilme ne zaman olacak? Bu tamamiyle Hükümet’in temposuyla ilgili bir şeydir. Bizim için de henüz mevsim koşulları elverişli değil. Biz hazırlıklarımızı başlattık ama yasal bir çerçeve olmadan, bu konuda gözetleme komisyonu gerekiyor. Bir de daha geniş çerçevede “akil insanlar” komisyonuna ihtiyaç vardır. Çünkü biz geri çekileceğiz, ama o alanlara kim yerleşecek? Köylere geri dönüş var o nasıl olacak? Birçok soru var. Hem meclis içinde hem de meclis dışında faaliyeti daha geniş olabilecek birtakım çalışmalara ihtiyaç var.

Ronahi Serhat: Aslında maksat Kürt sorununu çözmekse bunun doğal olarak Meclis’e taşınması gerekir. Ama maksat PKK’yi çözmekse, bu da hep söyledikleri gibi ‘Hükümet’in terörle mücadelesi’ kapsamına girer. Bunu pratik idari bir durum olarak görür. Sorun sadece gerillaların güvenli çekilmesi meselesi de değil. Komple bir çözüm için ilk etapta yapılması gerekenler olarak bakılmalı. Bu, Meclis’e sorumluluk yükler. Bu olmazsa kuşkular artar tabii.

YENİ ANAYASA GEREKLİ

Öcalan, “özgürlüğe ve eşitliğe dayalı kardeşlik hukukunun yeniden tesisi için muhatapları, Kürt halkını, herkesi göreve çağırıyorum” diyor. Bunu da biraz açar mısınız

İlk Misak-ı Milli’de inkar edilen haklar var. Azınlık hakların da hiçbir hakkı verilmeyerek bir Türkiye şekillendi. Tüm bu halkların eşit şekilde yaşaması için yeni bir anayasa gerekli. Sorun da zaten bir demokrasi eşitlik sorunudur. Bu köklü bir değişimi gerektirir. Bu hem Kürt sorununun çözümü anlamına gelecek, hem de halklar açısından örgütlenme ifade etme kültürel kimliklerini yaşama gerçek anlamda anayasal bir forma kavuşması anlamına gelecektir.

Geri çekilme, ateşkes, nihayetinde silah bırakmaya gelecek. Bir televizyon programında Başbakan'ın danışmanı “Öcalan AKP’nin savunduğu paradigmaya geldi. Türkiye demokratikleşince Kürt sorunu çözülecektir” dedi. Gerçekten Öcalan bunu mu dedi?

Karayılan: Hükümet’in çözüm dilinin olması gerekiyor. Çözümü yansıtan yaklaşım vurgular önemli. Başdanışmanın ifade ettikleri doğru değil tabii ki. Önderlik paradigmasal bir değişim yaşamıştır. Ama bu 93’lerde başlayan 2000’li yıllardan itibaren daha da gelişen bir paradigmasal değişimdir. Aslında son söyledikleri 5. savunmasının bir özetidir. Önderlik çözümü dayatmak istiyor. Daha makul, herkesin hassasiyetlerini dikkate alan bir çözüm dili geliştirmek istiyor.

AKİL İNSANLAR HERKESE GÜVEN VERMELİ

‘Akil insanlar’ komisyonu tartışılıyor. Başbakan “Bir havuzumuz var” dedi. Siz nasıl görüyorsunuz?

Biz sadece akil insanlar komisyonunun oluşturulmasıyla soruna cevap olunacağını düşünmüyoruz. Bu akil insanların dayanacağı bir prosedür olmalı. Hükümet tarafı “Meclis kararına gerek yok, komisyona gerek yok, akil insanlar yeterlidir” demektedir. Öyle düşünmüyoruz. Bu, hükümetin görevidir. Akil insanlara ilişkin elbette düşüncelerimiz vardır. Ama daha ortada bir şey yokken isim zikretmek istemiyorum. Bu insanlar herkese güven verecek insanlardan olmalı. Tanınan, bilinen, bu soruna vakıf yazarlar, sanatçılar, STÖ temsilcileri, hem toplumun güven duyduğu hem de tarafsız olan, vicdanına dayanan insanlardan oluşmalıdır. Bu insanların bir yetkisi olmalı, iradesi olmalı. Her şeyden önce bağımsız olmalı. Bu yasayla kurulmaz, ama yasal dayanağı olması gerekiyor.

GERİ ÇEKİLME İÇİN YASAL ÇERÇEVEYE İHTİYAÇ VAR

Başbakan “Geri çekilme sürecini denetlerler” diyor. Bu akil insanlarla olabilecek bir şey mi?

Akil insanlar sürecin işleyişini denetler. Her iki tarafın üstüne düşeni yapıp yapmadığını denetler. Fakat daha oraya gelmedik. Geri çekilme için yasal bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Geri çekilmenin basit olmadığını, geri çekilmeye herkesin ikna edilmesi için, sağlıklı bir biçimde pratikleşmesi için özellikle en büyük ikna gücü olan Önder Apo’nun devreye girmesi gerekmektedir. Ben hemen ilk etapta bu olsun demiyorum. Ama koşullarının normalleştirilmesi lazım. Değişik biçimde grupların gidip gelmesi, ilişki kurulması lazım. Önderlik devreye girmeden biz bu güçlerin hepsini ikna edemeyiz. Yönetim olarak hemfikiriz. Ama daha alta indiğimizde, orta kademede birçok arkadaş tam ikna değil. Birkaç yıldır savaşa motive olan bir düzey yakalandı. Savaş olarak güçlü olduğumuz bir pozisyondayız. İkincisi böyle avantajların bulunduğu bir dönemde böyle bir karara gitmek kolay değil. Bunu ancak önderliğimizin güçlü etkisi ve barışa olan inancımız sağlamıştır. 2013’te büyük bir savaşı geliştirmenin zemini vardır. Ama Önderliğimizin stratejik bakış açısı çok daha değerlidir. Biz aslında 2 aşamalı bir plan yapmıştık. Bir kapsamlı bir savaş. ikincisi “demokratik çözüme dair diyalog süreci çözüme ulaşırsa biz buna da açık olacağız” diye karar aldık. İkincisinde karar kıldık. Ama bu kolay olmadı. Bunu hem halkımızın, hem kamuoyunun hem de devletin bilmesi lazım. Halkımız, “AKP’ye niye güvendiniz, başarı imkanınız olmuştu” diyor. Biz bunları reddetmiyoruz. Bu süreci yürütürken kimseye güvenerek değil, doğru olduğuna, barışa, demokratik çözümün gerekliliğine inandığımız için geliştiriyoruz. Önderliğimizin bu konuda karar kılması ve bizim de katılımımızın temelinde bu vardır: Biz kendimize güveniyoruz. Savaşa da barışa da hazırız. Tercihimiz barıştır, demokratik çözümdür.

Bu sürecin götürülebilmesi için karşılıklı gelişmesi lazım. Biz geri çekilme için hazırlık yapıyoruz ama karşı tarafın da hazırlık yapması lazım. Kolaylık sağlaması için Önderliğimizin koşullarının düzeltilmesi bir biçimde devreye girmesi lazım. Bu olursa çözüm sürecinin ilk aşaması gerçekleşir.

Tam olarak ne düşünüyorsunuz Sayın Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesiyle ilgili?

Ronahi Serhat: Kısıtlı imkanlarla süreç yönetilmez. Projenin sahibi kendisidir. O halde kamuoyunu heyecanlandıran bu çağrının sahibi ile hareketin temasının sağlanması gerekiyor. Bu onun hakkıdır. Doğası gereği bunun böyle olması gerekiyor. Arada heyetler gidiyor, görüşme periyodu belli değil, Önderlik istediği zaman görüş belirtme imkanına sahip değil. Önderlik çeşitli kesimlere, kadınlara, STÖ’lere sürece katılmaları çağrısı yaptı. Peki bu kesimler nasıl katılacak. Diyalog kanallarının oluşması gerekiyor. Sürecin şeffaf işlemesi gerekiyor. Kısıtlama, engel, korku, devlet konseptiyle yaklaşılmaması gerekiyor. Rahat çalışma ortamının sağlanması gerekiyor.

Karayılan: Bu devreye giriş aşama aşama olabilir. İlk etapta gidiş gelişlerin olgunlaşması gerekiyor. Mesele gerçekten çözüme giden yolu açmaktır.

AVRUPA DA ÇÖZÜME DESTEK OLMALI

Uluslararası güçlere ilişkin değerlendirmeleriniz neler?

Karayılan: Kürt sorununun sorun olmasında Avrupa’nın rolü belirleyici. Bugüne kadar Kürt halkı büyük trajedilerle karşı karşıya geldi. Yaşanan katliamlar, trajediler, çığlıklara Batı kulaklarını kapadı. Sorunun devamında çıkarlarını görüyorlardı, çözümünde değil. Biz yeter artık diyoruz. Vicdana gelin. Biz çatışacağız onlar da fayda sağlayacak. Artık buna son verilmeli. Temsilciler açıklama yaptılar, Önder Apo’nun açıklaması ardından. Herşeyden önce engel olmamaları önemlidir. Kürt sorunu uluslar arası bir sorun oldu. Eğer çözüm için katkı yaparlarsa çözüm daha kolaylaşır. Ama engel de olabilirler. Mesela Paris Katliamı. Bu katliamın faillerinin açığa çıkarılması gerekiyor. Kesinlikle bu süreci tıkatmaya dönük bir saldırıdır. Yani Avrupa tarafı da çözüme destek olmalı, engel olmamalı. AB, ABD için çağrımız budur: Sürece katkı sunun, engel olmayın. Daha değişik biçimde girişimlerde bulunabilirler. Ateşkes döneminde bu hareketi ‘terör listesi’ne aldılar. Savaş tırmanırken almadılar, tek bir mermi patlamazken aldılar. PKK’yi bu listeden çıkartırlarsa bu çözüm için büyük bir katkı olur.

ULUSAL ÇERÇEVEYİ ESAS ALDIK

Güney Kürdistan yönetimi de önem kazanıyor. Bununla ilgili görüşleriniz neler?

Karayılan: Bu süreci sadece Kuzey’le sınırlı bir süreç olarak görmüyoruz. Tüm Kürtleri ilgilendiriyor, bu nedenle son iki haftada birçok güçle irtibata geçtik. Kendilerinin görüşlerini almak istiyoruz. Dışımızdaki partilerin büyük çoğunluğu ile irtibata geçtik. Ulaşamadıklarımıza da mesaj gönderdik. Aydınlar, sanatçı çevrelerinden de görüş almak istedik. Ulusal bir çerçeveyi esas aldık. Bu süreçte destekleyici açıklamalar da oldu. Süreci götürmekte samimiyiz. Bu kez gerçekten bozulmamasını, şuradan buradan çomak sokulmamasını istiyoruz. Karşı tarafın da aynı kararlılıkla yaklaşması halinde sorun çözülür.

Sonuç olarak nasıl işleyecek bu süreç?

Karayılan: Biz aslında 1. aşamayı tartıştık. Çözüm projesi 3 aşamadan oluşuyor. Geri çekilme başladıktan sonra 2. aşama başlayacak. Nedir? Devletin ve hükümetin yapması gerekenler. Çözümü de kapsayan yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır. Sorunun çözümünü tam demokratikleşmede görüyoruz. Bütün kimliklerin kabul edildiği, tüm kimliklerin temsil edildiği, yaşayabildiği bir sistem. Kürtlerin de kendi dili kültürüyle yaşayabildiği, kendi kendini yönetmede söz hakkının olduğu, Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde Kürt toplumu olarak kendisini ifade edebildiği anayasal çerçeveye ihtiyaç vardır.

Özellikle 3 ana noktada düzeltme yapılmalı: Birincisi, vatandaşlık tanımı yeniden yapılması. Kapsayıcı olması, değişik kimlik ve kültürleri etniki değil de herkesin içinde kendisini göreceği bir tanımlamaya ihtiyaç var. İkincisi kimliklerin kabulü. Kimliklerin kendisini ifade edeceği koşulların sağlanması. Üçüncüsü, Türkiye ulusunun doğru tanımlanması. Kimlerden oluşuyor bir açılımın yapılması. Bunlar önemli veri oluşturur. İkinci aşama budur aslında, bunların yapılmasıdır.

Üçüncü aşama, normalleşme aşamasıdır. Çözüm yolunda “yol temizliğinin” yapılması lazım. “Siyaset yapın diyorsunuz” ama siyasetçilerin hepsi içeride. KCK tutukluları, tutuklu kaldığı müddetçe çözümden bahsetmek mümkün değil. Bu temizliğin yapılıp normalleşme sürecine doğru ilerlemek gerekiyor.

ANF

28 Mart 2013 Perşembe

Kandil İzlenimleri

Rozan Serhat

Bir süreden beri PKK güçlerinin kontrolündeki alanlarda, Medya Savunma Savunma Alanları’ndayız.

Baharla birlikte canlanan doğa, binbir çeşit çiçekle gelin gibi süslenmeye başlayan Kürdistan dağlarına baş döndürücü bir güzellik sunarak cömertlikte sınır tanımıyor.

Peki baharın geldiği dağlarda, gerilla güçlerinin havası nasıl?

PKK lideri Abdullah Öcalan ile Türk devleti arasında başlayan ‘barış görüşmeleri’ bahar havası mı yaşatıyor dağlarda?

Gerçekten Türk medyasının yazdığı gibi her şey ‘oldu bitti’ mi?

PKK güçleri geri çekilip silahları tümden susturacak mı?

Geri çekilmek ‘yok olmak’ mıdır?

Tarihinin en şiddetli savaşına hazırlanırken birden bire gelen bu ‘barış’ havası harekette nasıl karşılandı?

Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan son sürecin yansımalarını görmek, gerilla güçleriyle konuşmak, KCK yönetimiyle görüşmek, mevcut havayı solumak için gerilla güçlerinin üstlendiği Kandil ve diğerler alanlara gittik.

Biz alandayken Öcalan ve Türk devleti arasında yapılan görüşmeler; HPG’nin elindeki esir asker ve devlet görevlilerinin teslim edilmesi, ateşkes ilan edilmesi ve gerilla güçlerinin Kuzey Kürdistan’dan geri çekilmesi kararı gibi çok önemli sonuçlar doğurdu.

Dağda, İmralı, Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan her gelişme çok dikkatli ve ayrıntılı şekilde takip edildiğine şahit olduk. Hiçbir detay ve gelişme gözden kaçırılmamaya özen gösteriyor. Gerilla alanlarını gezerken KCK Yürütme Konseyi’nden, en genç gerillaya kadar kiminle konuşursanız size ilk vurgulanan şey Öcalan’a sarsılmaz bir inançla gösterilen bağlılıktır.

PKK’nin önderliksel bir hareket olduğunu unutmadan belirtmek gerekir ki, KCK yönetimi, Öcalan’ın bu son stratejik hamlesini zamanında ve doğru okudu.Ortadoğu’da yaşananlar, değişen dengeler her ne kadar PKK hareketine kısa vadede avantaj sağlayacağı öngörülse de, Öcalan’ın başlattığı bu son stratejik hamlenin, Kürt halkı ve bölge halkları için uzun vadede daha yararlı olacağı sonucunu çıkararak Öcalan’ın yanında tam tekmil yer alması, hareketin gelişmeleri doğru okuduğunu göstermiyor mu?

Bu süreçte dikkatlerden kaçırılmaması gereken nokta; PKK hareketi tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar askeri ve siyasi alanda güçlü olmasının yanı sıra yapı olarak disiplinli bir bütünlük içinde hareket etmesidir. 1999 süreci, 2004’de hareketteki savrulma ve yaşanan kopuş sürecini yakında izleyen bir gazeteci olarak söyleyebilirim ki bu son süreçte PKK hareketinin gösterdiği refleksler, Öcalan’ın sunacağı her plan ve programa zamanında ve net şekilde cevap vermesi Öcalan’ın elini güçlü kılacak en önemli faktördür.

Esasında bugün KCK yönetiminin, Öcalan’ın ortaya koyduğu plan ve programa hızlı ve hiçbir tereddüde meydan vermeyecek netlikte cevap vermesi, sahiplenmesi; gerçekte Öcalan ile hareketi arasındaki 14 yıllık fiziksel ayrılığın ötesinde, aslında ruhsal bütünlüğün bozulmadan Öcalan’ın doğru okunmaya devam ettiğini de gösteriyor bize.

Nitekim KCK Yürütme Konseyi üyelerinden duyduğumuz özetle şu sözler mevcut durumu anlamamızı sağlayabilir: Önder Apo, bugün bu noktaya gelmiş değil. Bu fikirlerini, kafasındaki bu planını bugün sunuyor değil. 1993’den beri zaten bugün ortaya koyduklarını söylüyordu. Biz hareket olarak önderliğimizin sunduğu perspektifleri doğru okuyup, sonsuz bir güvenle uygulamaya geçirmekte tereddüt etmeyiz. Aslında çarpıcı olan bugün devletin bu noktaya gelmiş olmasıdır. Sanırım, Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere paralel olarak PKK’nin de önemli bir aktör haline gelmesi Türk devletini politika değişikliğine yöneltti.

Hareketin bütünlüklü hareket ettiğinden söz etmişken öyle Türk medyasında temcit pilavı gibi sürekli ısıtılıp ısıtılıp servise konulan ‘a kanadı böyle dedi, b kanadı şöyle dedi’ şeklindeki psikolojik savaş söyleminin geçerli olmadığını bugün hareketi yakından izleyenler iyi bilir.

Bu ‘kanad’ konusunu dağda birçok kişiye sorduk ve sanırım genç bir gerillanın cevabı bize yeterliydi: Biz kuş muyuz ki kanatlarımız olsun!

Öcalan’a vurgulanan bağlılık kadar dikkatimizi çeken ikinci nokta ise dağda kimsenin devlet ve AKP hükümetine güvenmemesi ve inandırıcı bulmaması. Öcalan’ın sunduğu çözüm perspektifleri hareket tarafından tam bağlılıkla sahiplenmesine karşılık devlet ve AKP’ye güven sıfır!

Sürekli tepelerinde dolaşan keşif uçakları ve zaman zaman bombardıman yapan savaş uçaklarının varlığı, bu güvensizliğin kaynağını anlamamıza yetiyor da artıyor bile. Bulunduğumuz sürede de keşif uçakları eksik olmadı tepemizde ve bir iki kere de savaş uçaklarıyla da tanışmış olduk!

Kısacası dağda temel prensip :  ‘Dewlet bi ker be jî xwe lé meke’

Gerilla güçlerinin 2012’de Şemdinli’de başlattıkları ‘devrimci operasyon’ hamlesinin devamı olarak 2013’de çatışmaları daha da geniş bir alana yayarak  PKK tarihinin belki de en şiddetli savaşına hazırlanırken ‘barış görüşmelerin’den ateşkes ve geri çekilme kararı çıktı.

En çok merak ettiğim bu durumun gerilla güçlerini nasıl etkileyeceğiydi. Gerçekten gerilla güçleri bu kararlara uyabilecek miydi? Geri çekilme ne anlamı geliyordu? Silahlar tümden susabilir mi?

Yönetim kadrolarında özetle şu cevaplar alındı: Geri çekilme ‘yok olma’ anlamına gelmiyor. Halkımız bunu iyi anlasın. Geri çekilme ‘yok olma’ değil’ sadece gerilla güçlerinin göstereceği büyük fedakarlıklardan biridir. Gerilla, Kürt halkının güvencesidir. Geri çekilip dağda sadece ot toplasa bile halkımız için güvence olmaya devam eder. Bunun farkındayız.

Peki ya silah bırakma?

Bu soruyu sormadan önce PKK hareketinin sadece Kuzey Kürdistan’dan ibaret olmadığını unutmamak gerekiyor.

Bugün Kuzey Kürdistan’da olduğu gibi diğer parçalarda da Öcalan ve PKK’nin ne derecede etkili olduğunu dönüp bölgeye baktığımızda zaten somut olarak görebiliyoruz.

Eğer Öcalan ile Türk devleti arasında sürdürülen ve halen müzakereye evrilemeyen görüşmeler başarıyla sonuçlanırsa ki o zaman zaten Öcalan’ın kafasındaki projesi hayata geçmiş olacak, HPG’nin silahları tümden susturması konusu tartışılabilir. Fakat bugün bu soruyu sormak bile yersiz dağda.

Şimdi Kuzey Kürdistan’dan Medya Savunma Alanları’na geri çekilecek HPG güçlerinin geçişini sağlayacak yasal düzenlemeler bekleniyor. Geri çekilme sürecinde devlet güçlerinde olmazsa gerilla güçlerinden kaynaklı herhangi bir olayın yaşanamayacağı dile getiriliyor. 

Dağda, KCK birimleri, gerilla güçleri çalışmaları aksatmadan aralıksız sürdürüyorlar. Hiç barış olmayacakmış gibi savaşa, yarın barış gelecekmiş gibi barışa hazır olduklarını dile getiriyorlar.

ANF

26 Mart 2013 Salı

Karayılan: Tercihimiz Çözümden Yana



Güney Kürdistan basını ile bir araya gelen KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, savaşabilecek güçte olduklarını ancak tercihlerini çözümden yana kullandıklarını söyledi.  Kuzey Kürdistan’daki tüm gerilla güçleri ile konuştuğunu belirten Karayılan, güçlerinin ateşkese bağlı kalacağını kaydetti.

Daha önce dünya ve Türk medyasıyla görüşen KCK Yürütme Konseyi Üyesi Murat Karayılan; 25 Mart tarihinde de Güney Kürdistanlı basın mensuplarıyla bir araya geldi.

Medya Savunma Alanları’nda düzenlenen basın toplantısına Kurtsat, NRT, Kurdistan TV, KNN, GK gibi kanların yanı sıra çok sayıda ajans ve gazete temsilcisi katıldı.

Düzenlenen basın toplantısına Karayılan’a KCK Yürütme Konseyi Üyeleri Ronahi Serhat ve Xebat Hewleri de eşlik etti.  

GAZETECİLERLE ÖĞLE YEMEĞİNDE BİR ARAYA GELDİ

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ilk olarak basın mensuplarıyla öğle yemeğinde bir araya geldi. Karayılanla yapılan sohbetli yemekten sonra basın toplantısına geçildi. Karayılan, konuşmasına Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın başlattığı Demokratik Çözüm Süreci ve ilan ettikleri ateşkesi anlatarak başladı. Çözümden yana olduklarını söyleyen Karayılan; sorunun çözümsüz bırakılması durumunda savaşa da hazır olduklarını söyledi.

SAVAŞ UÇAKLARININ GÖLGESİNDE BASIN TOPLANTISI

Yaklaşık iki saat süren basın toplantısında gazeteciler Karayılan’a; yeni sürecin karakteri, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü, gerillanın geri çekilme süreci, ABD, AB cephesinden gelen açıklamalar, İran, Suriye, Güney Kürdistan ile ilgili sorular sordu.

Basın toplantısının sürdüğü saatlerde Türk savaş uçakları Medya Savunma Alanları üzerinde alçak uçuş yapmaları tepkilere neden oldu. Karayılan, Türk savaş uçaklarının yeniden alana gelmesini manidar bulduğunu da sözlerine ekledi.

Bir soru üzerine Karayılan; bugün Kuzey’de bulunan bütün gerilla güçleriyle konuştuğunu, güçlerinin ateşkese bağlı kalacağını söyledi. Karayılan, savaşabilecek güçte olduklarını fakat tercihlerini çözümden yana kullandıklarını sözlerine ekledi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü ve gerillanın geri çekilme sürecini ilişkin bir soruya ise Karayılan, bunun üç aşamalı bir süreç olduğunu asıl aman Öcalan’ın özgürleşmesi olduğunu belirtti.

Karayılan, “Güney Kürdistan’ın siyasi partilerine danıştınız mı?” sorusu üzerine, Kürdistan Federal Hükümetinin sürece verdiği açık desteği kastederek bu süreç için birçok Güneyli dostlara danıştığını ve onların da kimi kaygılarının olduğunu fakat süreci desteklediklerini ifade etti.

Almanya’da tedavisi süren Irak Cumhurbaşkanı ve YNK Lideri Celal Talabani’nin 1993 yılından bu yana arabuluculuk rolünü oynadığını hatırlatan Karayılan, Talabani’nin kısa zamanda sağlığına kavuşması temennisinde bulundu.  

İran’ın bu sürece yaklaşımı sorusunu da yanıtlayan Karayılan; bu sürecin bütün bölgenin yararına olduğunu İran’ın da yarına olduğunu ve bu süreci desteklemelerini umduklarını dile getirdi.
   
RONAHİ SERHAT: SAVAŞ UÇAKLARININ ALANA GELMESİ BİR PROVAKASYONDUR

Türk Savaş uçaklarının Medya Savunma Alanları üzerinde alçak uçuş yapmalarını yorumlayan KCK Yürütmek Konseyi Üyesi Ronahi Serhat; bu davranışın güven ortamının oluşmasına, çözüme hizmet etmediğini, provokasyon girişimi olduğunu söyledi. Serhat, Türk ordusunun operasyonlarını izlediklerini, olası saldırılara karşı gerillanın misilleme hakkının bulunduğunu daha önce yaptığımız açıklamada yer verdiklerini hatırlattı.

Gerillanın ateşkese bağlı kalacağını söyleyen Serhat, “karşı taraftan da bunu bekliyoruz” dedi. 

ANF

Türk Ordusundan Gerilla Alanlarına Girme Teşebbüsü

Halk Savunma Güçleri Türk ordusuna ait Skorsky tipi helikopterlerin dün öğle saatlerinde Medya Savunma Alanlarına girme teşebbüsünde bulunduğunu ancak gerilla güçlerinin karşılık vermesi sonucunda geri çekildiğini duyurdu.

HPG Basın-İrtibat Merkezi tarafından yayınlanan açıklamaya göre 25 Mart günü 12 sıralarında Türk ordusuna air Skorsky helikopterleri Haftanin bölgesi içinde bulunan Kuraniş Vadisi üzerinden gerilla alanlarına girmeye çalıştı. Helikopterler, gerilla birlikleri tarafından açılan ateş sonucunda geri çekildi.

Bu girişimin ardından Türk ordusu olayın yaşandığı Kuraniş vadisi başta olmak üzere Deriye Dawetiya, Şehit Kendal ve Gire Nerina alanlarına yönelik olarak obüs ve hava toplarının kullanıldığı bir bombardıman gerçekleştirdi. 

Türk ordusundan 'sınır dışına çekilme' haberlerine yalanlama 

Türk Genelkurmay Başkanlığı bugün 2 ayrı gazetede yer alan 'İlk grup sınırı geçti, jetler izledi' ve 'Operasyonlar 3 ay önce durduruldu' başlıklı haberleri yalanladı.

Genelkurmay'dan yapılan açıklamada, haberin gerçek dışı olduğunu belirterek, "25 Mart 2013 tarihinde sınır ötesinde 13 ayrı noktanın hava keşfi yapılmış olup, haberde belirtilen uçaklar Hava Keşif Uçakları'dır" denildi.

“Operasyonlar 3 ay önce durduruldu” başlığı altında yer alan haberi de tamamen asılsız olarak niteleyen Genelkurmay, Türk ordusunun “kendisine verilen vazifeyi” devam ettirdiği ifade edildi. 

ANF

“Kuto” Herkesi Uyarıyor! “Rehavete Kapılma!”

Veysi Sarısözen

“Rehavet” ne demektir?

“Rehavet”, tembellik demektir, uyuşukluk demektir, dikkatin gevşemesi, sorumluluk duygusunun aşınması, aklın uykuya dalması ve en kötüsü de şahsiyet gücünün zayıflaması demektir.

Büyük kavgalardan ve savaşlardan sonra, yorgun halklarda görülen rehavet ise rehavetlerin en tehlikelisidir…

Şu anda Türkiye’de ve Kürdistan’da barış isteyen halkların böyle bir rehavete kapılıp kapılmadığını bilmiyorum. Bunu anlamak kolay değil. Ama ne demişler, “sanatçıdan al haberi!” Özgür Gündem’de “Qırıx”ta “Kuto” beni uyandırdı. Sanatçı ta uzaklardan kendi toplumunun nabzını elinde tutuyor. 

Siyasi mücadeleyi yürütenler, halkın psikolojisini anlamak için, gözlerine sanatçının “gözlüğünü” takmalıdır.

“Kuto” kendi “ailesini” şöyle uyarıyor: “Hop hop hop, ne oli? Başqan daha müzakereye bile geçmemişken nedir, sanki Kürdistan qurulmuş gibi bi havaya giriyiz. Baqiyem de hemen bi gevşeme, bi kendini qoyverme…Yanlış!”

“Kuto” Kürdistan’ın ve tüm barışsever insanların sağduyusudur.

“Kuto”nun kendi ailesine yaptığı uyarı o kadar önemlidir ki, onun uyarısını dikkate almayanlar barış mücadelesini kaybederler.

“Kuto”nun “rehavet” denilen belaya karşı yaptığı uyarısını büyük bir dikkatle okuduğum sırada, ANF’ye şu haber düştü:

“Alınan bilgilere göre bugün sabah saatlerinde Türk savaş uçakları sınır ihlali yaparak gerillanın denetimindeki Behdinan bölgesi içerisinde bulunan Kurajaro, Avaşin, Geliyê Balinda ve Muzira alanları üzerinde uçuş yaptı. Uçakların bombalamada bulunup bulunmadığı konusunda bilgi alınamadı.

Ayrıca bir insansız hava uçağının (Heron) saat 09.00'dan bu yana gerilla alanları üzerinde dolaştığı da edinilen bilgiler arasında.”


Şimdi anlayacağız: 21 Mart’dan sonra bir rehavet durumunun toplumu gevşetip gevşetmediğini göreceğiz.  Toplumun rehavete kapılmasına karşı hepimizin neler yapıp, neler yapmadığımız da şu haber karşısında takınılacak tavırla ortaya çıkacak…

Şimdi kararlı bir sese ihtiyaç var. Türkiye Cumhuriyeti Devletine şu söylenmelidir: 

“Uçaklarını indir! Kürdistan hava sahasını ihlal etmekten vazgeç! Karşılıklı ateşkes durumunda savaş uçaklarını gerilla bölgelerinin üzerinde uçurtmak, insansız hava araçlarıyla keşif yapmak tehlikeli bir kışkırtmadır.”


Bu sözler öyle “fısıltıyla” değil, “diplomasinin” çelebi diliyle değil, gürültüyle dile gelmeli. 

“Bu uçakların Kürdistan hava sahasında ve gerilla bölgelerinde işi ne?” 

Bu soru sorulmalıdır.

Biliyorum, “rehavete kapılmış” olan kişi, içinden şöyle demekte: “Büyütmeyelim, devlettir uçağını uçuracaktır, keşfini yapacaktır…Bomba atmıyor ya…”

İşte bu “rehavetin” zehirleyici sonucudur.  

Şimdi Kuzey dağlarında mevzilenmiş gerilla ne düşünecek? 

“Çekileceğimiz anayurt topraklarımızın üzerinde Türk devletinin savaş uçakları uçuyor, insansız hava araçlarıyla keşifler yapılıyor? Acaba neden bütün bunlar oluyor? Savaş uçaklarının Medya Savunma Alanlarında uçması bir tehdittir; insansız hava araçlarının keşif yapması bir saldırı hazırlığıdır. Bu ne biçim ateşkestir? Bu ne biçim iştir?”

Evet. Onlar haklı olarak böyle diyeceklerdir. 

Biz birbirimize, “aman şu barış sürecine zarar vermeyecek bir dil kullanalım” diye uyarı üstüne uyarı yapıyoruz. Kürt özgürlük hareketinin en radikal insanları ve bu hareketle ittifak kurmuş en “radikal” sosyalistler bile dillerine “fren” yaptırmış. Herkes “yeni dönemin” istikrar kazanmasına kitlenmiş. 

Hükümet ise, bırakalım bağırıp çağırmayı, ses hızını aşan savaş uçaklarının semada yaptığı patlamalarla Türkiye sınırları dışındaki gerillaların üzerinde güç gösterisi yapıyor.

Amed’den kalkan ve sınırı aşıp gerilla alanları üzerinde uçan her uçak, barış sürecine karşı yapılmış büyük bir suikasttir. Kürt halkının devlete güveni yok. Bunu herkes biliyor. O halde ve o nedenle sınırı aşan her uçağın, barış sürecine karşı bir provokasyon olduğunu nasıl bilmiyor? 

Eğer gerilla “sınır dışına” çekilecekse, Türk devleti de kendi sınırlarının içine çekilmelidir. Barışın en önemli şartlarından birisi de budur. 

TBMM’de barıştan yana herkes, hükümetin “sınır ötesi” her türlü operasyonunu, her türlü “sınır ihlalini” durdurmak için harekete geçmelidir. 

Hükümete açıkça şu söylenmelidir: Uçaklarını ve askeri güçlerini kendi sınırlarının içinde tut. Sınırı ihlal eden her uçak, barış sürecine karşı atılmış bir bombadır. 

Rehavet barış süreci bakımından en büyük tehlikedir. “Bomba atmayan” uçağın sınır ihlaline ve gerilla üzerinde güç gösterisine sesini çıkartmayanlar, yarın “bomba atan” uçağa karşı ses çıkaracak gücü kendilerinde bulamazlar.