30 Nisan 2010 Cuma

Silahlı halk: Venezüella

Sekiz yıl önce bugün, Latin Amerika’da eşi görülmemiş bir şey oldu. 11 Nisan günü, ABD ve CİA ile işbirliği içindeki Venezüella oligarşisi, gerçekleştirdiği gerici darbeyle Hugo Chavez’in demokratik yolla seçilmiş hükümetini yıktı. Ve bu darbe, kitlelerin kendiliğinden ayaklanmasıyla çökertildi.

O gün tarihe geçti. Sıradan kadınlar ve erkekler sokaklara döküldüler ve Bolivarcı Devrim’i savunmak için hayatlarını tehlikeye attılar. Başkan Chavez’in özgürlüğünü zorla almak için hiçbir parti veya kuruluştan olmayan ve darbeyi yıkmanın dışında net bir perspektife sahip bulunmayan binlerce işçi, köylü, devrimci gençlik, adamlar, kadınlar, gençler ve yaşlılar Miraflores Sarayı’nın kapılarına yürüdüler. Askerler halkın yanında yer aldı ve darbe devrildi. Bu kahramanlık olayı sadece 1936 yılının Temmuz ayında, eski av tüfekleri, sopalar ve ellerine geçirdikleri her şey ile silahlanan işçilerin, kışlaları bastıkları ve gerici faşistleri ezdikleri Barcelona olayları ile karşılaştırılabilinir. Eğer herhangi biri bunun bir devrim olmadığı konusunda şüphe duyuyorsa, yalnız 2002 yılının Nisan ayında, Venezüella’da yaşanan olayları incelemesi yeterli.

Bu olay, son yıllarda devrimi kutlama gününe dönüştürüldü. Caracas’ın merkezindeki Bolivar Bulvarı, sallanan pankartlardan ve kızıl gömleklilerden bir deniz haline geldi. Fakat bu yılki sahne hatırladıklarımdan çok farklıydı. Kızıl bir deniz olan Bolivar Bulvarı’nın yerini yeşil kamuflaj kumaşla coşan bir deniz almıştı. Bu, halk milislerinin günüydü – silahlı bir halk iktidarının ispatıydı.

Kadın ve erkek milislerden oluşan kortejler (üstelik üniformalı birçok kadın vardı) bulvar boyunca yürürlerken sanki sonu gelmeyecek gibi görünüyordu. Burada, bir kez daha, kitlelerin yenilmez gücü hissediliyordu. Fakat bu yıl orada farklı bir element vardı. İçeridekiler kadar dışarıdaki düşmanlarına karşı da, devrimi savunmak için mücadele isteklerini haykıran, ellerinde silahlarıyla binlerce ve binlerce fabrika işçisi, köylerden köyler, kolejlerden ve okullardan çocuklar vardı.

İnsanlar, yakıcı bir güneşin altında, her zaman nöbetçi olan kızıl tişörtlüler ve yeşil gömleklilerle bir araya geliyorlardı. Konuşmacılar, bulvar boyunca emperyalizme ve kapitalizme karşı, Chavez’in ve sosyalizmin lehine devrimci sloganlar atıyorlardı: Sağ hala başka bir 11 Nisan hazırlığı içinde ama şimdi halkın silahları var! Yaşasın Bolivarcı devrim! Yaşasın silahlı halk! Yaşasın başkan Chavez!

Birileri soğuk içeceklerin (çok talep edilen), tişörtlerin ve şapkaların satışından hızlı bir kâr elde ederken, insanlar daha iyi bir görünüm elde etmek ve savaşçı sloganlar yazılı pankartlarını göstermek için ağaçlara, elektrik direklerine çıkıyorlardı. Sloganlar ve marşlar tarafından kesilen, devrimci sözlü Latin Amerika ritimli müzik sağır edici bir coşkudaydı. Milisler kendi köklerini gösteren gruplar tarafından organize edilmişlerdi: okullardan genç delikanlılar, Belarus traktörleri ve hasır şapkalarıyla köylüler. Arka sıralardaki milisler silahsızdılar fakat biri gösterinin başlarına yaklaştığında herkesin, kullanışı kolay ve hafif, etkili ve çok yönlü Rus yapımı AK–47 model silah tuttuklarını görebilirdi. Chavez, son yıllarda Rusya’dan büyük miktarda bu silahlardan satın almıştı. Washington ve onun hizmetindeki medya, bu silahların Kolombiya’daki FARC gerillaları için olduğunu iddia ederek çok büyük bir yaygara koparmışlardı. Şimdi, herkes bunun gerçekte kimin için olduğunu görüyordu.

Başkanın gelişi beklenirken milisler ya rahat pozisyonda ya da sandviç yemek için yere oturmuş durumdaydılar. Bazıları silahlarının üzerinde dinleniyor hatta bir iki kişi, botlarının üzerinde dinlenirlerken - biraz riskli bir uygulama düşüncesi oluşturabilecek – AK-47 silahlarını ağızlarına dayamışlardı. Gerçekten de acımasız bir profesyonel çavuş, ateşli silahlar kuşanmış bu yarı eğitimli sivillere bakarak hiç şüphesiz bir kalp krizi geçirebilir, kuşkusuz acı çekebilirdi.

Fakat böyle bir intiba tamamen yanlış olurdu. Bu milisler; Kübalı gerillanın soyundan gelenlerin, İspanyol İç Savaşı’nda Franco’ya karşı savaşan milislerin, 1917 yılında Rus Çarı’nı deviren işçi milislerinin ve biraz daha ileri tarihe gidersek Fransız Devrim ordularının ve XVIII yüzyıldaki Kuzey Amerika devrim milislerinin torunlarıdırlar.

Bunların hiçbiri profesyonel bir ordu değildi. Daimi burjuva profesyonel ordunun normlarına uygun değillerdi. Ama bunun için kötü de mücadele etmemişlerdi. Birden fazla durumda (İspanya aklıma geliyor) profesyonel bir ordu formatına uymaya zorlandıklarında, mücadeleci ruhları üzerinde olumsuz etkiler oluyordu.

İkindi vakti, umut atmosferi gözlenebiliyordu. Milisler kortejleri oluşturmaya başlamışlardı. Kaldırımlardaki kalabalıklar, kahramanlarına bir bakış atabilmek için ileriye doğru itişiyorlardı. Açık bir aracın arkasına binen -- düzenli orduya ait kamyon — kalabalıkları ve milisleri el sallayarak selamlayan, askeri üniforma giymiş olan Chavez göründü. Milisler, Chavez’in konuşma yapacağı kürsüye doğru yürüdüler.

Onun konuşması her zamankinden daha kısaydı. Direk konuya girdi. Nisan 2002’nin trajik olaylarını hatırlatarak muhteşem bir kılıç çıkardı ve onu kalabalığa gösterdi. Kurtarıcı Simón Bolívar’ın kılıcı. Chavez insanlara, Latin Amerika’nın 200 yıldır özgür olmayı başaramadığını ve bunun sadece sosyalist devrimle elde edilebileceğini söyledi.

Onun tipik dramatik jest özelliği, insanı kutsal bir yemini yerine getirmeye zorluyor: onlar bu görevi tamamlayıncaya kadar asla rahatlamayacaklar. Milisler tüfeklerini kaldırarak yüksek sesle onun kelimelerini tekrarladılar: “Milis halktır ve halk milistir.”

Sonra Chavez, 11 Nisan tarihindeki faşist darbeden 13 Nisan halk ayaklanmasına, 2002 Nisan olaylarını anlattı. “Bu konu üzerine çok düşündüm. Birileri, 1970’li yıllarda silahlı halk ayaklanmasını hep hayal ettiler. Fakat asla gerçekleşmedi. 1980’li yıllar ise kötü bir dönemdi ve 1989 yılında binlerce silahsız sivilin öldürüldüğü *Caracazo olaylarıyla sonlandı.”

Chavez, kendisi ile birlikte bir grup ilerici subayın 1992 yılında, nasıl bir ayaklanma organize etmeye çalıştıklarını anımsattı ve sözlerini “Biz başarısız oluyorduk çünkü halkın katılmadığı bir ayaklanmayı gerçekleştirmeye çalışıyorduk” diyerek tamamladı. Bir süre sonra, cezaevinden, bir kitle hareketi yaratılması için çağrıda bulundu: bu, 1998 yılı seçimlerinde, ezici bir zafer elde eden Bolivar Hareket’iydi. Ama oligarşi de 2002 darbesini hazırlanmak için hiç zaman kaybetmemişti.

Chavez darbe de öldürülen kadın ve erkekleri, yaralanan birçok insanı hatırlattı. Venezüella’da iddia edilen diktatörlük ve baskıcı bir rejim üzerine batıda, medya tarafından bu kadar yaygınlaştırılan efsanenin tersine bu suçlardan dolayı hiç kimsenin cezaevinde bulunmadığını ve soruşturmaların sekiz yıldan fazla bir zamandır takılıp kaldığını belirterek “bu katlim cezasız kalmayacak, tarihimizde pek çok katliamın cezasız kaldığı gibi” dedi.
Sonra, bu devrim şehitlerinin kanının Devrim için bir teşvik görevi gördüğünü belirterek devam etti. “11 Nisan’dan hemen sonra tutuklamalara, işkencelere, televizyonda ve diğer medya araçlarında tehditlere başladılar. Ama bu, çok uzun zamandır ezilmiş kitlelerin bastırılmış tüm gizli gücünü uyandırdı” ve “uzun zamandır görmeyi beklediğimiz halk ayaklanmasına, tarihimizin en büyük isyanına yol açtı. Bu emperyalizme ve burjuvaziye karşı bir isyandı. Bu sonuncu isyanın da Caracazo’da olduğu gibi askerin kanla bastıracağı hesaplanmış olmalıydı. Fakat bizim ordumuz, sadece halka karşı ateş etmeyi reddetmekle kalmadı, halkın yanında yer aldı. Burjuvazi ve emperyalistler hayatlarının sürpriziyle karşılaştılar.”

Chavez, ABD emperyalizminin darbeye aktif bir şekilde katıldığına işaret etti. Amerikan helikopterlerinin ve casus uçaklarının Venezüella hava sahası üzerinde dolaştıklarını, bir amerikan denizaltısının ve uçak gemisinin Venezüella karasularında müdahale etmek için beklediklerini fakat kitlelerin harekete geçmesinin onları geri çekilmeye zorladığını, belirtti.
O zamandan beri burjuva medyası, takvimlerden bu tarihi silmeye çalışıyor fakat kitleler onu yaşatıyor. “Onlar takvimlerden nisan ayını silemezler, tıpkı ocak ayını, şubat ayını veya herhangi başka bir ayı yok edemedikleri gibi”

Chavez, eğer Venezüella Devrimi’ni ezmeyi başarırlarsa, bunun bütün Latin Amerika’nın devrimci hareketlerine büyük bir darbe vuracağını belirterek “Omuzlarımızda ağır bir sorumluluk taşıyoruz.” dedi. “Latin Amerika halkları kurtuluşlarını bizde arıyorlar” Devrimin tamamlanmasının uzak olduğunu, daha devasa büyüklükte yapılması gereken şeyler bulunduğunu itiraf ederek, sabırlı olmaları çağrısında bulunarak “devrimin, ilk onuncu yılından sonra henüz yeni başladığını” belirtti.

Ve Chavez, devrim karşıtlarının uzağa gitmediklerini ve zaten kendisini öldürmek için komplolar kurduklarını söyleyerek onları uyardı. Eğer bu gerçekleşirse “sağduyuyu kaybetmeyin, sakinliği muhafaza edin. Sizler ne yapılması gerektiğini biliyorsunuz: iktidarı kendi ellerinize alın. Tüm iktidarı! Burjuvazinin elinde kalan tekelleri, endüstriyi ve bankaları kamulaştırın.”

Eylül ayında yapılacak seçimler konusuna geçerek uyardı: “Burjuvazinin Millet Meclisi’nin denetimini ele geçirmesine izin vermemeliyiz. Eğer bunu gerçekleştirirlerse, başka bir 11 Nisan koşullarını yaratmak ve ülkenin istikrarını bozmak için kullanacaklardır. Programımızın ileriye doğru akışını sürdürmek için sandalyelerin üçte ikisini kazanmak zorundayız.”

Chavez, 2002 Nisanı’nda yaşananların tekrar edilmesinin mümkün olmadığını, şimdi halkın silahlı olduğunu ve herhangi bir karşı devrimci girişimi ezeceğini söyleyerek burjuvaziyi uyardı. Ve konuşmasını şu sözlerle bitirdi: Yaşasın ulusal milisler! Yaşasın silahlı halk! Yaşasın sosyalist devrim! Vatan, sosyalizm ya da ölüm!

Çevirenin notu:
Caracazo: 1989’da IMF’nin yapısal uyum programları uygulanmaya konulmasına tepki olarak ortaya çıkan olaylara verilen isimdir. Bu politikalar faiz oranlarının serbest bırakılması, kamu hizmetlerine uygulanan vergilerin arttırılması, ithalat vergilerinin büyük ölçüde kaldırılması, bütçe açığında %4 oranında indirime gidilmesi ve yabancı firmalara karlarının tamamını ülkelerine aktarabilmesi gibi yeni-liberal politikaları içermiştir. Oluşan tabloda ise enflasyonun %80,7’lere ulaşması, işsizliğin %14’e yükselmesi ve halkın %80,42’sinin fakirlik içinde yaşaması gibi sıkıntılar ortaya çıkmıştır. İktidardaki AD’nin lideri Calos Andrés Perez’in politikalarına tepki için sokaklara dökülen, resmi olmayan rakamlara göre yaklaşık 3000 kişi, hükümet güçleri tarafından öldürülmüştür.

Alan Woods

İşte 'Dersim 38 Katliami'nin 'kıyım' belgesi


İSTANBUL - “...Hüseyin Altıntaş’ın nüfus hane kayıtlarında adı yazan Hüseyin karısı Humar ve Hüseyin evlatları Humar’dan doğma Elif, Mehmet, Hadice, Ahmedi, Suzan, Alicemal, Hetip, Emine’nin 1938 harekâtında imha edildiği ve aile reisi Hüseyin Altıntaş’ın da 952 yılında öldüğü, haneden yalnız Ali Akgün’ün sağ kaldığı...”
Tunceli Valiliği, 27 Ağustos 1955’te toplandığında, ‘haneden sağ kalan’ Ali Akgün’ün, sürgün olduğu Kütahya’dan Tunceli’ye dönüşünü bu zabıtla karara bağlamıştı. Ancak o gün geri dönüş için yazılan bu ifadeler, bugün ‘Dersim Katliamı’nın ilk resmi itiraflarından biri oldu. Ali Akgün, bu zaptı kanıt gösterip 10 yakınını yitirdiği kıyımı 72 yıl sonra yargıya taşıdı. Dönemin jandarma erleri ve yetkilileri hakkında ‘insanlık karşı suç işlendiği’ iddiasıyla suç duyurusu yaptı.
Tunceli’de yaşayan emekli memur Hüseyin Aygün, geçen 22 Nisan’da avukatı Hüseyin Aygün aracılığıyla Nazimiye Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bu dilekçenin şüpheliler hanesinde, ‘Dersim Harekâtı’na katılan jandarma birlikleri ve yetkilileri’ yazıyor. ‘Suç’ hanesinde ise ‘Plan dahilinde siyasi, felsefi veya dini saiklerle bir toplumsal grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi amacıyla 10 kadın ve çocuğun öldürülmesi’ ifadesi bulunuyor. Hüseyin Akgün, kendi iddiasıyla, ‘Dersim 38’de yitirdiği 10 akrabasının hesabını tam 72 yıl sonra soruyor.

Zeynel Çavuş’un hikâyesi
72 yıl önce ne mi oldu?
Nazımiyeli Nahiye Müdürü Zeynel Çavuş’un ailesi, iddiaya göre, jandarma birliklerince Çamurek Köyü Avlosen Deresi’nde kurşuna dizildi. Zeynel Çavuş ile birlikte öldürülenler arasında 36 yaşındaki gelini Humar ve Humar’ın çocukları olan; 20 yaşındaki Elif, 14 yaşındaki Mehmet, 11 yaşındaki Hadice, altı yaşındaki Ahmedi, beş yaşındaki ikizler Suzan ile Alicemal, üç yaşındaki Hetip ve iki yaşındaki Emine vardı.
Zeynel Çavuş’un oğlu ve Humar’ın eşi olan Hüseyin ile kardeşi Ali ise dağlara kaçtı. Kıyımdan sonra Kütahya’nın Altuntaş köyünde zorunlu iskâna tabi tutuldular. Bu karar 1947’de kalktı. Bakanlar Kurulu kararıyla memleketlerine döndüler. Ağabey Hüseyin 1952 yılında öldü. Geriye sadece Ali Akgün kaldı. Akgün’le ilgili kesin karar, 27 Ağustos 1955’te, Tunceli Valiliği’ndeki o toplantıda çıktı. Toplantıya vali yardımcısı, defterdar vekili, ziraat müdürü, tapu sicil muhafızı, toprak ve iskan müdürü katılmıştı. Alınan karar, kıyımın belgesi niteliğindeydi:
“...Hüseyin Altıntaş’ın nüfus hane kayıtlarında adı yazan Hüseyin karısı Humar ve Hüseyin evlatları Humar’dan doğma Elif, Mehmet, Hadice, Ahmedi, Suzan, Alicemal, Hetip, Emine’nin 1938 harekatında imha edildiği ve aile reisi Hüseyin Altıntaş’ın da 952 yılında öldüğü, haneden yalnız Ali Akgün’ün sağ kaldığı...”

İddia: İnsanlığa karşı suç
Ali Akgün’ün oğlu Hüseyin Akgün, şimdi bu zabıt tutanağını suç duyurusuna ekleyip geçen 22 Nisan’da Nazımiye Savcılığı’nda şikâyetçi oldu. Bu aynı zamanda ‘Dersim 38’ ile ilgili açılan ilk dava anlamına geliyor. Avukatı Hüseyin Aygün, ‘Dersim 38’in ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ kategorisine girdiğini, dolayısıyla zamanaşımının bu davada işlemeyeceğini söylüyor. Avukat Hüseyin Aygün, davanın ‘Dersim 38’ ile yüzleşebilmek için iyi bir fırsat olduğunu da düşünüyor:
“Dersim dosyası hukukçularca yürütülebilir. Buna uluslararası hukuk ve soykırımla ilgili sözleşme fırsat veriyor. Türkiye’de geçmişteki acı olayları hatırlama dalgası var. Dilerim, bu dosya bu yüzleşmeye hizmet eder.”

Ölüm tarihi: 0/0/1938
‘Dersim Katliamı’yla ilgili ikinci suç duyurusu dilekçesi de yine avukat Hüseyin Aygün tarafından 86 yaşındaki müvekkili Efo Bozkurt adına bugün Hozat Cumhuriyet Savcılığı’na veriliyor. Dilekçede yer verilen iddiaya göre Bozkurt Ailesi, ‘Dersim 38’i Hozat’ın Çaytaşı köyünde karşılamıştı. Kıyımda Efo Bozkurt’un Kurtuluş Savaşı gazisi olan 43 yaşındaki babası Keko, annesi Kuhari, ablaları 16 yaşındaki Havi, 12 yaşındaki Eyti, altı yaşındaki Besi, erkek kardeşleri dört yaşındaki Mehmet, iki yaşındaki Niyazi jandarmalarca kurşuna dizildi. Efo Bozkurt, kıyımdan kaçarak ve yaralı halde kurtuldu. Bozkurt’un üç kardeşinin ve Altıntaş Ailesi’nin altı çocuğunun ölüm tarihi olarak, nüfus kütüklerinde, ‘0/0/1938’ yazıyor.

Savaşın sonuçlarını Turk halkina anlatamadık


Baharla birlikte artan operasyon hazırlıklarının rutin hale geldiğini belirten Gazeteci Celal Başlangıç, bugüne kadar yapılan sınır içi ve sınır dışı operasyonların sorunu çözmediğini aksine büyüttüğünü söyledi. Savaşın sürmesinin Türkiye’nin batısındaki her işçinin sofrasındaki bir dilim ekmeğin eksilmesi anlamına geldiğini belirten Başlangıç, “Ama biz bunu Türkiye’nin batısına anlatmasını beceremedik. Bu başarılamadığı için Türkiye tek yanlı bir propagandanın etkisinde ciddi bir çatışma ortamına doğru gidiyor. Bu operasyon eğer böyle yapılır ve askeri gücü tümüyle yok etmeye dönük bir hale dönüşürse Amerika ile ortak çatışma alanları da çok daha artar ve gerilim çok yükselir” dedi. Operasyonların başlamasıyla bölgedeki insanların içlerinin “cız” ettiğine dikkat çeken Başlangıç, ‘’Bu operasyonlar sırasında, örneğin Diyarbakır’dan uçakların kalkışı yoğunlaştığı zaman, insanların yüzündeki tedirginliği daha çok anlarsınız. Çünkü en sonunda uçakların gittiği yerde, askeri sevkıyatın yapıldığı yerde çocukları, akrabaları, kardeşleri var. Türkiye eğer sorunu çözmek istiyorsa bu yöntemden vazgeçmelidir. Bu yöntem aradaki ayrılığı, gerilimi arttıran bir yöntemdir ve bu zamana kadar başarılı olamamıştır. Eğer birilerinin amacı bu ayrılığı, bu gerilimi arttırmak ise çok başarılı olmuşlardır. Sorunu aşağı yukarı 25 yıldır bu noktaya kadar taşımışlar çünkü” dedi.
80’lerde gereken yapılmadı
1980’lerde çözüm için yapılması gereken çalışmaların ancak 2010’da yapıldığına işaret eden Başlangıç, şunları kaydetti: “Bu zamana kadar kaybettiğimiz onca değer, onca insan, ekonomik kayıp, köylerin yok olması, kentlerin köyleşmesi bu süreçte yaşandı. Türkiye bu süreci sorunu bitirmek değil, sorunu büyütmek boyutunda kullandı. Hem de bunu bugüne kadar yok sayarak, inkar ederek yaptı. Artık iş inkar edilemez noktaya ulaştı. AKP de iktidarda kalabilmek, hükümet olabilmek için hem de orada kendisinin çevirebileceği bir potansiyelinin olduğunu düşündü. Ve böylece AKP Kürt sorununu kendi yönetimi ile çözmeye kalkmıştı. Kendine tahvil edebileceği oylarla alabileceğini düşündüğü bir sonuca yöneldi, o nedenle de süreç başarıya kavuşamadı. Ama süreçten yine de umutluyum, Türkiye eninde sonunda bu noktaya gelecektir. Şartlar Türkiye’yi bu noktaya gelmeye mecbur kılacaktır.”
Sorunu PKK’yle çözeceksiniz
Açılım noktasının tek başına Türkiye’nin kendi dinamikleri ile olmadığını, uluslararası konjonktürün de buna katkı sunduğunun altını çizen Başlangıç, ilk kez Kürdistan yapılanması, ABD, Irak ve Türkiye’nin çıkarlarının ortak bir noktada kesiştiğini söyledi. Başlangıç, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çıkarlar kesişince bu çözüm noktasına gelindi ama bu çözüm noktasına gelindiğinde Türkiye en az şeyi verip, en çok şeyi alma anlayışıyla hareket etti. Bir de tabi muhataplık sorunu var. Eninde sonunda eğer meselenizi PKK ile çözeceksiniz muhatabınız bellidir. Eğer siyasi alanda çözecekseniz orada da muhatabınız bellidir.”
Sınır ötesinde iki ihtimal var
“1992 ve 93’lerde Xakurke’ye kadar gidildi, neredeyse cephe savaşı bile oldu. İş gerilla savaşının ötesine geçti” diyen Başlangıç, geçmiş yıllardaki gibi sınır ötesi operasyonlar beklemediğini belirterek, “Ya hiç olmayacak ya da Amerika ile ortak çok büyük bir operasyon olacak” dedi. Başlangıç, şunları kaydetti: “Şu anda en yakın komşumuz Amerika. Görünen o ki Amerika bir an önce oradan çekilmek istiyor ama tümüyle çekilmeyecek zaten. Ama Irak’ın da daha stabil hale gelmesini istiyor. Stabil hale getiren de oradaki Kürdistan parçası çünkü özellikle Şiilerle, Sünniler arasındaki büyük çatışma var. O bölgede yaşayan Kürtleri kendi sınırları içerisinde o bölgede devlet haline dönüştürdü. Belki tek devlet görüntüsü de aslında şu anda o Güney Kürdistan’dan gelmeye başladı. Orada PKK’yi bir tehdit olarak görüyor ve o paralelde düşünen partinin seçime girmesini falan yasakladı. Yani PKK gibi bir örgütün Kürdistan’da iktidara gelmesi Amerika’nın bütün oyununu bozar. O anlamda Amerika yaparsa bunu ortak olarak Türkiye ile yapar ve askeri gücü tümüyle bitirmek için yapar. Bu toplum içinde müthiş bir gerilime yol açar. Müthiş bir çatışmaya yol açar ve Türkiye Kürt sorununu çözmeyi biraz daha zorlaştırmış olur.”
Duygusal kopuş hissediliyor
Türkiye’nin batısında yaşayan vatandaşların sorunun boyutlarını sadece medyanın tek yanlı propagandasıyla ve gelen askerlerin cenazeleriyle bildiğini vurgulayan Başlangıç, “Müthiş bir düşmanlık tohumu atılıyor Türkiye’de. Eğer böyle bir çatışma da olsa bu süreci daha zor geri döndürecek hale getirir. Yani son 4-5 yıldır Diyarbakır’a gittiğimde duygusal kopuş hissediyorum. Bu duygusal kopuş, çok daha fazla boyuta gidebilir. Sorunun çözümü zorlaşabilir” uyarısında bulundu.
Batıdakilere etkileri anlatamadık
Turgut Özal döneminde sorunun çözülmesi halinde bu noktalara gelinmeyeceğine dikkat çeken Başlangıç, “Yani Türkiye eğer bu sorunu 1987’de çözmeye kalksaydı örneğin, Özal çıkıp üç buçuk eşkıya demeseydi, bugün Türkiye buralara gelmeyecekti. Bu kadar insan ölmeyecekti. Türkiye ekonomik olarak bu kadar değer kaybetmeyecekti. İşsizlik bu kadar olmayacaktı. Ama biz bunu Türkiye’nin batısına anlatamıyoruz. Yani bu savaşın sürmesi Türkiye’nin batısındaki her işçinin sofrasındaki bir dilim ekmeğin eksilmesi demektir. Ama biz bunu anlatmasını beceremedik. Bunu anlatması gereken partiler bu savaştan nemalanmaya kalkıştılar. Bu başarılamadığı için tek yanlı bir propagandanın etkisinde ciddi bir çatışma ortamına doğru gidiyor Türkiye. Bu operasyon eğer böyle yapılır ve askeri gücü tümüyle yok etmeye dönük bir hale dönüşürse Amerika ile ortak çatışma alanları da çok daha artar ve gerilim çok yükselir” dedi.
Medyanın skorer tavrı etkiliyor
Kürt sorununun çözümünde medyanın rolünü de değerlendiren Gazeteci Başlangıç, eskiden Doğan, Sabah karteli ve Cumhuriyet gazetesinin var olduğunu ancak günümüzde Doğan ve Erdoğan medyası bulunduğunu hatırlatarak, “Şimdi bu iki medya var, çeşitlilik de bu kadar arttı. Erdoğan medyası AKP’nin çıkarları doğrultusunda konjonktür olarak daha barıştan yana görünüyor. Diğer taraftan Doğan medyası var geçmişten sabıkalı. Mehmetçik medya olarak ve bütün savaş kışkırtıcılığını yapmıştır. Gazetenin genel anlayışı oradaki bütün çatışmaları skor olarak görme şeklindedir. Bu mantık Türkiye’de sorunun bu hale gelmesinde büyük katkı sunmuştur” şeklinde konuştu.

Ermeni Soykırımıyla İlgili İki Temel Sorun

Ermeni soykırımı gündeme geldiği zaman Türk tarihçiler şöyle söylüyorlar: “Yıllardır arşivlerde çalışıyoruz. Soykırım olayını doğrulayacak hiçbir belge yok.
Başbakanlık arşivlerine, Cumhurbaşkanlığı arşivlerine, Türkiye büyük Millet Meclisi arşivlerine… Arşivlerine girdik. … Bütün arşivleri inceledik, soykırımı doğrulayacak hiçbir belge bulamadık. Soykırım Türk devletini zorda bırakmak için Türk karşıtlarının uydurduğu bir yalandır…” Bu, genel olarak devletin ve hükümetin görüşüdür. Türk tarihçiler, uzmanlar, Türk basını hu görüşü doğrulamak için büyük bir çaba içindedir. Sivil toplum kurumlarının önemli bir kesimi de bu görüş doğrultusunda çalışmaktadır.
İnkar anlayışını biraz irdelemek gerekir. Bunun için iki olayla ilgili olarak bazı düşünceler geliştirmek gerekiyor.
Cezaevlerinde Yapılan Katliamları Nasıl İncelemek Gerekir?
24 Eylül 1996’da Diyarbakır cezaevinde bir olay meydana geldi. Güvenlik güçleri PKK’li yurtseverlere saldırdı. Tüfek dipçikleriyle, kalaslarla, zincirlerle saldıran güvenlik güçleri 10 yurtsever Kürdü döverek öldürdü. Katledilen Kürt yurtseverlerinin isimleri bellidir. Bir o kadar Kürt yaralandı. Yaralananlar, sakatlananlar, yaralı halleriyle Gaziantep Özel Tip cezaevine sürgün edildiler. Yaralananların ve sürgün edilenlerin simleri de bellidir.
Bu olayla ilgili olarak katliama uğramış Kürt yurtseverlerinin yakınları dava açtılar. Olaya karışan güvenlik güçlerinin ifadesi bile alınmadı. Bu kişiler duruşmalara hiçbir zaman gelmediler. Diyarbakır Ağır ceza mahkemesi bunları duruşmalara getiremedi. Mağdur yakınlarının avukatlarının bu dosyayı Avrupa insan hakları mahkemesine götürdüğü kanısındayım.
O dönemde başbakan Prof. Necmettin Erbakan’dı. Adalet bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi.
Bu olayı basının yazdığı kadar biliyorum. O zaman ben de İstanbul’da Metris Cezaevi’ndeydim.
Bu olayla ilgili olarak hükümet açıklama yapmaktan hep kaçındı. Açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman ise “teröristler birbirlerine saldırmışlardır. Güvenlik güçlerinin bir saldırısı yok” demişlerdir.
Buna benzer bir olay da 26 Eylül 1999’da Ankara’da, Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Güvenlik güçleri 5. Koğuşta tutulan yurtseverlere cezaevi hamamında saldırdı. Kalaslarla, demir çubuklarla, zincirlerle yapılan saldırıda 10 yurtsever katledildi, bir o kadarı da yaralandı, sakatlandı. Katledilen, yaralanan, sakatlanan devrimcilerin, yurtseverlerin isimleri de bellidir.
Katledilen devrimcilerin yakınları bu olaya ilişkin olarak dava açtılar. Bu olayda da hükümet açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman “teröristlerin kendi aralarındaki çatışmalar” dedi.

Bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu idi.
O dönemde, Bursa Özel Tip Cezaevi’nde idim.
***
Seksen sene sonra, diyelim 2080’lerde bu iki olay araştırılmak, incelenmek isteniyor. Bu inceleme, araştırma nasıl yapılabilir? Devletin ve hükümetin bu araştırmacılara karşı tutumu ne olabilir?
Bu süre içinde, Türk siyasal sisteminin temel özelliğinin, örneğin resmi ideolojinin korunduğunu düşünelim.
Bu koşullarda, devletin, devlete bağlı basının, üniversitenin, yazarların tutumuyla, özgür araştırmacıların tutumunun birbirine zıt olacağı hemen görülebilir.
Devletin, devlet kurumları olan üniversitenin, basının, devlete, resmi görüşe bağlı yazarların, araştırmacıların tutumu herhalde şöyle olur.
Başbakanlık, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı arşivlerine bakılır. Buralardan Diyarbakır’a, Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen bir emir, bir talimat aranmaya çalışılır. “Falancaları, falanca gruptan teröristleri imha edin” şeklinde bir talimat… Buna benzer bir talimat, yazı, emir bulunmadığı zaman “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur. Arşivlerde, dikkatli bir şekilde yaptığımız araştırmalarda buna ilişkin küçücük bir belge bile bulunamamıştır” denir.
Arşiv çalışmaları daha sonra Diyarbakır’da yapılır. Valilikte, adliyede, cezaevi müdürlüğünde, emniyet müdürlüğünde arşivlerde araştırmalar yapılır. “Falanca gruptan teröristleri şiddet kullanarak imha edin” şeklinde bir yazı, bir talimat aranmaya çalışılır. Bulunamadığı zaman da “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur, buna ilişkin küçücük bir belge bile yoktur” denir. Bu tür iddiaların, devleti zor durumda bırakmak isteyen dış düşmanlar, iç düşmanlar tarafından gündem getirildiği söylenir.
95-100 yıl önceki Ermenilere, Asurilere, Süryanilere ilişkin olaylar arşivlerden böyle araştırılıyor. Bir talimat, bir yazı aranıyor. Halbuki, soykırım sürecinde, karar verme ve bu kararın yaşama geçirilmesi sürecinde merkezi yönetim ile taşradaki çeşitli görevliler arasında, pek çok toplantı, gizli toplantı gerçekleştirilmiş olabilir. Bu toplantılarda, merkezdeki yöneticiler taşradaki görevlilere, hangi durumlarda nasıl hareket edeceklerini zaten öğretmişlerdir. Simon des Fr. Precheurs, 1915 Bir Papazı Günlüğü, Kartal Yuvası Mardin’de Beklenmedik Felaket Ermeni-Asuri Süryani Soykırımı, Çev. Mehmet Baytimur Peri Yay. Kasım 2008, kitabında, Diyarbakır valiliğinde, vali, savcı, emniyet müdürleri, kaymakamlarla, çeşitli kademedeki görevliler arasında pek çok toplantının yapıldığını vurgulamaktadır. (s.21 . vd. ) Bu toplantıların gizli toplantılar olduğu da vurgulanmaktadır. Haberleşmede şifre kullanılıyor da olabilir. Bu bakımdan arşivlerde belge, yazı, talimat vs. aramak sağlıklı bir yöntem değildir. Hitler’in bile Yahudilere ilişkin böyle açık bir talimatı yoktur. (Bk, Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yay. Ekim 2008, s. 175 vd.)
Bunun yanında bazı uzmanlar İttihat ve Terakki Fırkası’nın önderleri, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın İstanbul’u, Osmanlı İmparatorluğu’nu terk ederlerken bazı belgeleri yaktıklarını bildirmektedirler. “Cağaloğlu’ndaki hamamlarda günlerce bu belgeler yakıldı” demektedirler. Prof. Dr. Selim Deringil, Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı bir röportajda, Osmanlının son dönemlerinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında Alevilere, Ermenilere, Kürtlere ilişkin politikaları, uygulamaları dile getirmektedir. 29-31 Mart 2010 tarihli Taraf gazetelerinde yayımlanan bu röportajın üçüncüsünde yukarıda belirtmeye çalıştığımız konuya da değinmektedir.
İttihatçı önderlerin yaktıkları, yakılmasını istedikleri belgeler hangileriydi? Bu konunun üzerinde düşünmekte yarar var.
Ermeni soykırımı gündeme geldiği zaman arşivlerden belge aramanın doğru olmadığını belirtmeye çalışıyorum. Yukarıda sözünü etmeye çalıştığım iki olay için de aynı şey söylenebilir. Doğru olan yöntem şu olabilir. Olayların geçtiği günlerdeki basını incelemek, mağdur yakınlarının tanıklıklarına başvurmak çok daha sağlıklı bir yöntem olabilir.
Ermeni soykırımı, Asuri, Süryani soykırımı söz konusu olduğu zaman 1928’deki harf inkılabı üzerinde de durmak gerekir. Harf İnkılâbı yeni nesillerin Osmanlı ile bağını tamamen koparmıştır. O dönemdeki basının incelenememesi şüphesiz çok büyük bir eksikliktir. Yeni nesiller o dönemi ancak devletin, devlete yakın yazarların ortaya koydukları kadarını bilebiliyor.
“Pek çok Ermeni’yi kurtardık” sözü ne anlama geliyor?
Son yıllara kadar, Ermeni soykırımı denildiği zaman hep savaş cephesindeki Ermenilerden, Erzurum, Sivas, Muş, Bitlis, Van, Diyarbakır vs. Ermenilerinden, bunların tehcire tabi tutulduğundan söz edilirdi. Batı ve Orta Anadolu’da yaşayan Ermenilere dokunulmadığı anlatılırdı. Eskişehir’de, Bursa’da Tokat’ta, Kastamonu’da, Yozgat’ta yaşayan Ermenilerin de tehcire tabi tutulduğu artık biliniyor. Geçmiş yıllarda sadece Ermenilerin soykırıma uğratıldığı vurgulanırdı. Artık Asuri- Süryanilerin, Keldanilerin, Rum-Pontusların, Ezidilerin de soykırıma uğratıldığı biliniyor, konuşuluyor.
İşte bu konuda gerek Türklerde, gerek Kürtlerde şöyle bir anlatım var. “Ermenilere zulüm yapılmış olabilir, ama pek çok Ermeni’yi de sakladık, kurtardık”. Bu ifadenin biraz irdelenmesi gerekir.
Kurtarılanlara bakıldığı zaman daha çok genç kızlar, küçük çocuklar olduğu görülüyor. Gerek Kürtlerde, gerek Türklerde aileler bunları Müslümanlaştırmışlar ve kendi hizmetlerine almışlardır. Ailede hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Bazı genç kızları Müslüman edip evlenmişler. Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller tarafından hazırlanan Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı, Çev. Ajda Pelda, Peri Yay. Mayıs 2006 kitabında, Müslümanlaştırmanın nasıl yapıldığı da etraflı bir şekilde anlatılıyor. (s.210) Ayrıca bk. Recep Maraşlı, a.g.e.s. 385 vd.
Gerek Türklerde, gerek Kürtlerde Ermeni olarak korunan, Ermenilerin dilsel, dinsel, kültürel değerlerine saygı duyularak, kabul edilerek korunan bir Ermeni yok. Bir Ermeni ailesi yok… Bu bakımdan bu sürece “kurtarma” demek doğru değildir. Bu doğru bir adlandırma değildir. Örneğin genç bir kızı düşünelim. Anası, babası, dedesi, kardeşleri kendisinin gözü önünde katledilmiş. Bu kız güzel olduğu için öldürülmemiş. Tecavüz edilmek için saklanmış. Müslümanlaştırılıp eve hizmetçi olarak alınmış, ileri bir tarihte onunla evlenilmiş de olabilir. Bu süreci “kurtarmak” olarak adlandırmak yanlıştır. Çünkü insanın ruhsal ve fiziksel yapısı bir bütündür. Ruhsal yapısını ezerek fiziksel yapısını korumak, “kurtarma” olarak değerlendirilemez. Dinini inkar etmesi, Müslümanlaşması isteniyor, anadilini unutması Türkleşmesi isteniyor. Çoban olarak, hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Köleleştiriliyor. Bunu “kurtarma” olarak adlandırmak doğru değildir. Bu ancak yaşama katlanma, zorunlu olarak yaşama kavramlarıyla anlatılabilir. Bu kavramların bile gerçek yaşamı doğru dürüst anlattığı kanısında değilim. Ama, Dersim yöresinde Ermeniler, belirli bir süre için de olsa, kendi dinsel ve dilsel kimlikleriyle yaşamış olabilir. Aleviler, Kızılbaşlar arasında böyle bir yaşam olabilir. Ama Müslümanların böyle bir yaşama izin verecekleri kanısında değilim. Müslümanlar, Ermenileri Müslüman yapmayı temel bir görev olarak telakki etmektedirler. Türk, Kürt, Ermeni ilişkilerini ele alırken, koruma-kurtarma etkinlikleri de dikkatten uzak tutulmamalıdır.

  
İsmail Beşikçi

1 Mayıs’ın katili devlettir!

İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, Milliyet’ten Serhat Oğuz’a diyor ki:

-Valilik her şeyi önceden biliyordu!
Sonra devam ediyor:
-Polisi tembihlemişler hiçbir şey yapmayın diye… O kadar belliydi ki, patlamış tek silah getirmediler mahkemeye!
Ahmet İsvan 1977 yılında Taksim’de kutlanan 1 Mayıs’ta İstanbul Belediye Başkanı sıfatıyla yer alıyordu. Alanda yaşananları gördü. Devlet çarkının nasıl işlediğini tespit etti. Aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına karşın, tespitlerinden asla geri adım atmadı:
-1 Mayıs’ta halkın üzerine panzerleri sürenler, tek silah bulup ortaya çıkartmayanlar, meydandaki kalabalığa ateş edenler, amirlerinin yanında resmi üniformalarıyla belediye başkanına saldıranlar aynı tezgâhın kirli mekanizmalarıdır!
Hepsini toplayınca tek yapı ortaya çıkıyor:
-Devlet!
Bunun başka izahı yoktur artık…
1 Mayıs katliamı devletin bir operasyonudur.
Çünkü o yıllarda devlet, hükümetiyle, güvenlik güçleriyle, istihbarat güçleriyle bir bütün olarak Türkiye’deki sol hareketlerin tümünü Sovyetler Birliği’nin uzantıları olarak görüyorlardı. Hatta bu görüşün kapsama alanına “Maocu” akımlarda giriyordu ki, bunların tümü “kahrolsun Sovyetler Birliği” diye bas-bas bağırıyorlardı.
Ama devlet başka görüşteydi:
-Solcuysan, hainsin!
O yıllarda CHP lideri Bülent Ecevit bile “tehlikeli” derecede “solcu” olarak kabul ediliyordu.
Bu yüzden 1 Mayıs’tan bir ay sonra onun da işini bitireceklerdi. Hem de Taksim’de tıpkı DİSK’e yaptıkları gibi miting sırasında Sheraton Oteli’nin çatısından dürbünlü tüfekle ateş ederek kürsü üzerinde vurarak…
Bu kadarını göze alamayan dönemin başbakanı Süleyman Demirel operasyonu deşifre etti. Ecevit’i aradı:
-Mitingi iptal et, seni vuracaklar. Sheraton’un üzerine keskin nişancı yerleştirdiler!
Bu kadar açıktı her şey… Biliniyordu. Kartlar açık oynanıyordu.
O yıllarda çılgın bir savaş ortamı vardı.
Dünyada “soğuk savaş” diye bilinen güç çatışması Türkiye’de yakıcı bir sıcaklıkta icra ediliyordu. Çünkü Türkiye, SSCB’nin sınır komşusuydu. Amerika bu oyunun baş aktörü olarak işbirlikçileriyle birlikte büyük bir solcu katliamına giriştiler.
1 Mayıs işte bu ortamda yapılmıştı.
Alana toplananların tümünü “düşman” olarak görüyorlardı, güvenlik birimleri…
Bu yüzden ilk tabanca sesiyle birlikte önceden mevzilenmiş olan tekitçileri kalabalığın üzerine ateş yağmuru başlattılar.
Yetinmediler.
Alanın köşelerine yerleştirilmiş polis panzerlerini kitlenin üzerine sürdüler. Ses bombaları attılar. Tazyikli su sıktılar. Yere düşmüş insanların üzerinden geçtiler.
Sonra da Ahmet İsvan’ın dediği gibi “patlamış tek silah” bulup mahkemeye getirmediler.  Kendi oluşturdukları delilleri kendileri yok ettiler.
Ama insanlar unutmadılar.
O gün 1 Mayıs alanında olanlar yakından gördüler ve biliyorlar:
-1 Mayıs’ın katili devlettir!
internet haber