10 Mart 2010 Çarşamba

TSK ile ABD arasındaki pazarlığın perde arkası

ANKARA - Darbe hazırlığı içinde oldukları iddiasıyla askerlere yönelik başlatılan soruşturmanın Başbakan Erdoğan’ın ABD'ye ziyaret yapacağı Nisan ayına kadar süreceği öğrenilirken, Türk ordusu ABD’yle kapsamlı bir anlaşma imzaladı. Askeri ve bölgesel konuları kapsayan anlaşmanın ayrıntılarına ANF ulaştı.

Amerikan yönetimi, 2000 yılının başlarına kadar Türkiye’yle ilişkisini askeri bürokrasiyle yaptığı stratejik işbirliği üzerinden sürdürüyordu. 2003 yılında ABD'nin Irak'ı işgali, Ortadoğu'daki dengeleri kökten değiştirdi. TSK içinde ABD karşıtı eğilimin giderek güçlenmesi üzerine Washington, Türkiye’yle ilişkilerini siyasi bürokrasiyle sürdürmeye karar verdi. Bunda 1 Mart tezkeresinin reddi önemli bir rol oynadı. Tezkerenin Meclisce reddedilmesine karşın ABD yönetiminin bundan, hükümeti değil askeri sorumlu tutması dikkat çekiciydi.

TEMMUZ’DA GÖRÜŞMELER BAŞLADI

Obama'nın başkan seçilmesinden sonra ABD dış politikasında kısmen stratejik değişiklikler oldu. Yeni Başkan bir ülkeyle yaşadığı sıkıntıları o ülkedeki çıkar gruplarını dengeleyerek gidermeye çalıştı. Bu çercevede bir yandan Türk askeri bürokrasi içindeki ABD karşıtı eğilim pasifize edilirken, diğer yandan Washington'da neoconlara bağlı enstitülerin arabuluculuğu ile 2009 Temmuz’undan itibaren TSK ile görüşmeler başladı. Bu görüşme sürecine kadar Washington, TSK’yı bölgedeki politikalarına karşı bir problem olarak görüyordu.

MÜZAKERELER 4 AY SÜRDÜ

Temmuz’da TSK ile ABD arasında başlayan görüşmeler Ocak ayının ortalarında yapılan kapsamlı bir anlaşma ile tamamlandı. Bu anlaşma, iki ülke arasında askeri eğitim, modernizasyon, istihbarat paylaşımı ve ileri teknoloji ürünü silah sistemlerini içeriyordu. 4 ay boyunca Washington’da süren müzakerelerin en can alıcı kısmı ABD’nin bölge politikasıyla ilgiliydi. TSK’nın Kürt yönetimiyle ilişkileri, Afganistan’da ordunun konumlanması ve Rusya ile silah anlaşmalarının askıya alınması konularında da anlaşma sağlanmıştı.

Türk ordusu kimi zaman ‘kırmızı çizgi’ olarak kamuoyuna açıkladığı birçok konuda Amerika’ya tavizler verdi. ANF’ye bilgi veren Washington ve Hudson Enstitüsü yetkililerine göre Amerika’ya verilen tavizler şöyle:

* TSK, silah, askeri teknoloji alımı ve modernizasyonu için açtığı uluslararası ihalelerde Alman, İtalyan ve Rus silah imalatçısı şirketleri devre dışı bırakacak. İhaleler, ABD ve İsrail kökenli şirketlere verilecek.

* Ordu içinde anti-Amerikancı davranışta olan kişi ve eğilimler tasfiye edilecek. Bu grup ve hiziplerin gelişmesi ve varlığını sürdürmesine izin verilmeyecek.

* TSK, AKP'nin (siyasi bürokrasinin) yeni Irak ve Federe Kürdistan politikası ile ABD’nin “Irak himayesindeki Kürdistan Planı”na fiziki olarak direnmeyecek.

* Kerkük'te yaşayan Türkmenler, Federe Kürdistan yönetimine karşı kışkırtılmayacak. Gerek ekonomik, gerek psikolojik anlamda Türkmen Cephesi’ne destek verilmeyecek.

* Türkiye ile Rusya arasındaki mevcut 11 milyar dolarlık ticaret hacmini 25 milyar dolara çıkartmak için Rusya Devlet Başkanı Putin ile Türk Başbakanı Erdoğan arasında en son Soçi’de gerçekleşen buluşmada alınan kararların hayata geçirilmesinde ağır davranılacak.

* TSK, Afganistan'da NATO güçlerinin radikal islamcı militanlara karşı düzenlediği operasyonlarda fiziki olarak yer alacak.

RUSYA GELİŞMELERDEN MEMNUN

Bölgede bir süper güç olan Rusya’nın yanıbaşında yaşanan bu gelişmelere takındığı tavır da dikkat çekiyor. Hatırlanırsa, Ergenekon operasyonun ilk dönemlerde bazı generallerin Rusya yanlısı olduğu ve Moskova’nın operasyondan rahatsız olduğu tartışılıyordu.

Oysa Ergenekon yapılanması Pan Turancılık ideolojisi kapsamında yıllarca Kafkaslar ve Orta Asya'da azınlıkları Rusya'ya karşı kışkırttı. Silah ve ekonomik desteğin yanısıra ülkücü kesim sürekli Rusya karşıtı bir hareketlenme içinde oldu.

Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın Kazakistan’daki Ahmet Yesevi Üniversitesinin mütevelli heyeti başkanı olması, Veli Küçük’ün Azerbeycan'da Ermenistan'a karşı kontr-gerilla örgütlenmesine gitmesi, bölgeye ülkücü sivil faşist kadro gönderilmesinde aktif olarak rol alan BBP lideri Mühsin Yazıcıoğlu’nun faaliyetleri Putin yönetimini rahatsız ediyordu. Hatta bir iddiaya göre Yazıcıoğlu’nun tasfiye eden güç Rusya’dan başkası değildi.

Bundan dolayı TSK içerisindeki ABD karşıtı eğilimin tasfiye edilmesi aslında Rusya'nın da işine geliyordu. Bunun için bu süreci destekledi ve gelişmelere müdahale etmedi.

ERDOĞAN’IN TELEFON GÖRÜŞMESİ

TSK'nın ABD ile arasındaki buzları eritip anlaşmasından sonra, bu durumun Ankara siyasetine yansıması kaçınılmazdı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğu’nun TSK'nın toplumda yıpranan imajını yeniden yapılandırmak için kam oyuna, "TSK'ya karşı asimetrik savaş var", "Elimizde belgeler var açıklarız, halka gideriz" diyerek AKP iktidarını tehdit etti.

Bu arada Başbuğ'un 'açıklayacağım' dediği en önemli belgeler arasında Başbakan Erdoğan'ın bir AKP Erzincan milletvekilinin telefonundan Çarşamba cemaatinin ileri gelen yöneticisiyle yaptığı telefon konuşması olduğu belirtiliyor.

OPERASYON NİSAN’A KADAR SÜRECEK

Nitekim Erzincan Cumhuriyet Savcısının gözaltına alınıp tutuklanması sonucu HSYK'nın ve Yargıtay Baskanın yaptığı açıklamalarla zor durumda kalan AKP iktidarı ABD'nin desteğiyle Mart ayının sonuna doğru yapmayı düşündüğü en kapsamlı operasyonu erkene çekmek zorunda kaldı. Nitekim, Balyoz operasyonu adı altında onlarca general ve albay gözaltına alındı. Bu operasyonun Nisan ayına kadar sürmesi bekleniyor.

Bu gelişmeler karşısında Başbuğ, ordu içinde gelişen tepkileri dindirmek için 15 orgeneral ve oramirali Genelkurmay Karargahına çağırdı. Toplantı sonunda yapılan açıklamada 'durum ciddi' denilerek hükümete muhtıra verildi. Türkiye'de hızla gerilen ortamda günlerce sessiz kalan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'la yaptığı telefon görüşmesinden sonra beklenen müdahaleyi yaparak tarafları Çankaya Köşkü'ne çağırdı.

ÜÇLÜ ZİRVENİN PERDE ARKASI

Cumhurbaşkanı Gül'ün Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ile buluşması 3 saat sürdü. Köşk’teki görüşmede Genelkurmay Başkanı, “yapılan operasyonun hükümet tarafından kendilerine bildirilmediği, TSK'da görev yapmış bu kadar üst düzey personelin bir anda gözaltına alınmasının TSK'nın toplumdaki imajını zedelediğini” iletti.

Köşk’teki toplantıdan sonra yapılan açıklamada, askere "TSK'nın hassasiyetleri dikkate alınacaktır" mesajı verilirken, kamuoyuna da "Durum kontrol altında" ve "Sorunlar hukuki yollardan çözülecek" göndermesi yapıldı. Bir bakıma asker de hükümete darbe yapmayacağının güvencesini vermiş oldu.

Açıklama ve sonrasında baş başa yenilen yemek ise kulislerde, 'TSK-AKP uzlaşması' olarak algılandı. Üç kuvvet komutanın serbest bırakılması da bu uzlaşmaya bağlandı. Ancak ‘bu uzlaşmaya’ rağmen, Erdoğan'ın Nisan ayında yapacağı Washington ziyaretine kadar Ergenekon ve Balyoz soruşturması süreceği kaydediliyor. Ancak bundan sonra üst düzey kuvvet komutanlarının ve generallerin gözaltına alınmayacağı, soruşturmaların daha çok alt kademeleri kapsayacağı belirtiliyor.

Haneye tecavüz

ROJ-TV’ye yapılan saldırı haneye tecavüzdür, hem de milyonlarca Kürdün hanesine!
Kürt hareketini tasfiye planı farklı mekan ve zamanlarda belli bir eşgüdüm dahilinde hız kazanmış durumda.
Biri değişim adı altında çocuklara yönelir, legal Kürt kadrolarını derdest eder, seçilmiş halk temsilcilerinin kollarına kelepçe takıp arda arda dizer ve zındana yollarken, bir diğeri Almanya, İtalya ya da Fransa’dan devreye giriyor. Evler, işyerleri ve dernekler basılıyor, Kürtler bir bütün olarak Kürdistan ve Türkiye’nin yanısıra Avrupa’da da terörize ediliyor.
Bunun en son örneğini ise Belçika’da 4 Mart tarihinde yaşadık. Yüzlerce polis ve karayüzlü zebani ROJ-TV, KNK ve BDP Avrupa Temsilciliği’ne saldırıyor, onlarca insanı gözaltına alıyor, bilgisayarları parçalayarak beynini çalıyor, yayın araç ve gerekçelerini tahrip ediyor.
Belçika ROJ-TV’ye yaptığı bu saldırıyla boyundan büyük bir küstahlık sergilemiş, 15-20 milyon Kürdün hanesine bizzat tecavüzde bulunarak onların haber alma haklarını ayaklar altına almıştır.
Karayüzlülerin marifetlerine Kürtler yabancı değil. Geçen yıl Seyfi Turan adlı çocuğun kafatasını parçalayan da karayüzlü bir zebaniydi. Bugün Belçika’da bilgisayarların beynini çalanlar, Kürt gazetecilerin kafalarını yaranlar da karayüzlü. Dün DTP’yi kapatarak kapısına kilit vuranlar da yargıçtı, bugün Avrupa’nın göbeğinde BTP bürosuna baskın kararı verenler de.
Ne var ki tümü de yanılıyor. Hem Türkiye’deki ırkçı rejim ve bekçileri, hem de Belçika, İtalya, Fransa, Almanya ve en başta da Amerika.
Kürtler saldırılara, kıyımlara, katliamlara papuç bırakmış olsalardı, Ağrı dağına dikilen ‘Kürdistan hayali burada gömülüdür!’ tabelalarını, şildlerini Demirel’in çetelesını tuttuğu 28 Kürt başkaldırısıyla sahiplerinin yüzüne çarpmaz ve çeyrek asırdır aralıksız süren 29’uncusuyla Türk devletinin çanına ot tıkamazlardı.
Her saldırıda, her imha yöneliminde, her tasfiye operasyonunda Kürt hareketi güçlenerek ve bilenerek çıktı. Dün on kişiyle başlandı, bugün on milyonu buldu.
Irkçı Türk rejimi yüz yıldır katliamlarla rüzgar ekti, bunun karşılığında 25 yıldır fırtına biçiyor ve Kürt hareketine her yeni yönelişle fatura Türk tarafı için daha da ağırlaşıyor.
Kürtler güç oldular; Kürtler korku duvarlarını parçaladılar; Kürtler gölgelerinin üzerinden atlama becerisini gösterdiler. Artık bu saatten sonra kimse, ne Ankara, ne de hınk deyicileri Kürtlere geri adım attırabilirler.
Avrupa’daki Kürtler ne yapmalı? Avrupa’da yaşayan göçmenler içinde en örgütlü olanları Kürtler. Bu hem Almanya ve Fransa’da, hem de Avrupa’nın en kuzeyindeki Norveç ve İsveç’te onyıllardır böyle. Etkinliklerde onbinlerce Kürt bir hafta gibi kısa bir süre zarfında biraraya gelebiliyor, hem de hemen hemen her ay. Ama bu devasa güç ve enerji ne yazık ki Avrupa kamuoyuna yansımıyor, karşılığını bulmuyor.
Yüzbinlerce Kürt Avrupa Birliği üyesi devletlerin vatandaşı ve seçmen durumunda. Bu, aynı zamanda devasa maddi bir güç de. Kürtlerden onbinlercesi artık üniversite mezunu; bilimadamı, doktor, mühendis. Kürtlerden onbinlercesi büfe, lokanta, market de olsa işyeri sahibi. Kürtlerin herbiri en az iki-üç lisan biliyor. Ve Kürtler Avrupa’da yaşayan müslümanların en sekülerleri.
Şayet yeni dönem örgütlenme modeli, lobi ve kamuoyu faaliyetlerine on yıl önce yoğunlaşılsaydı, Kürtler bugün kimi mevzilerin sahibi olmuş olurlardı. Kürtler bu işe on yıl önce başlamış olsalardı Almanya, İsveç, Danimarka, Belçika, Hollanda ve Fransa gibi ülkelerde en azından birer temsilcilikle bu ülkelerin parlamentolarına yansımış olurlardı. Kürtler şayet on yıl önce bu tür adımları atmış olsalardı, bugün Avrupa Parlamentosu’na Almanya, Fransa, İsveç ve Danimarka’dan birer Kürdü göndermiş olurlardı. Ama beceremedik ve zaman akıp gitti.
Zamanın akıp gitmesine göz yumma gibi bir lüksümüz yok. Bugün hemen başlamalıyız. Ve bugün başlarsak şayet, Kürtler üç-beş yıl sonra Avrupa’da dikkate alınması gereken bir güç durumuna gelebilirler.
Kürtler ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir halk. Bu nedenle de sadece belli bir siyasi eğilime angaje olmak bizim işimiz olmamalı. Beş bin değil, iki bin Kürt Almanya’da Hıristiyan Demokrat CDU’ya üye olsa, CDU değişmek zorunda kalır. On bin değil beş bin Kürt Almanya Sosyaldemokrat Partisi SPD’ye üye olsa, SPD Kürt politikasında balans ayarı yapmak zorunluluğu hisseder. Alman Yeşillerine beş bin değil, üç bin Kürt üye olsa Türk lobisinin çanına ot tıkanır.
Ama salt sıradan bir üyelik değil kastettiğim. Faal ve belli bir koordinasyon dahilinde.
Fazla değil yüz tane lokanta, büfe ve market sahibi Kürt Berlin’de ortak hareket etse, Berlin eyalet yönetiminin tutumu farklılaşır. Bu daha da detaylandırılabilir, ama ihtiyaç yok.
İhtiyaç duyulan ise ivedilikle ve gecikmeksizin Avrupa’nın her ülkesinde birleşik ve tüm parçalardan Kürtleri çatısı altında biraraya getiren Kürt Konseylerinin oluşturulması ve bunların Avrupa Kürt Konseyi şemsiyesi altında toparlanmasıdır. Bu yapıldığı zaman Kürtlerin değil televizyonuna dokunma, tavuğuna bile kiş diyemezler.
Avrupa’daki yönelimlere bir de bu açıdan bakmakta ve gereğini yerine getirmek için gecikmeksizin adım atmakta yarar var.
Not bir: Zor günlerinde ROJ-TV ve KNK’li arkadaşların yanında olamadım. Bu nedenle de mahçup ve borçluyum.
Not iki: Avrupa dingin sularda olduğu hissine sakın kapılmasın. Kürdistan’ın bağrından geçmesi planlanan Nabuco Enerji Nakil Hattı AB’nin zayıf karnıdır.

AKIL TUTULMASI



Umut ve öfke.
AKP ikisini de 29.Mart Yerel seçimlerinde yaşadı.
Kürt illerinde “Fetih” taktik ve stratejisiyle girdiği seçimlerde sahip olduğu umut ve iddia, zafer yerine yenilgiye dönüşünce başta Başbakan olmak üzere parti kurmaylarında gizlenemez bir “öfke” patlamasına neden oldu.
“Devletin oğlu” diye nitelendirilen hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, seçimin hemen ertesindeki bir bakanlar kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada seçim sonuçlarına “stratejik” olarak bakılmasını isteyerek, sanki “seçim bir Kürdistan haritası çizdi” demeye getirdi. O kadar öfkeliydi ki, hemen ardından Hürriyet’ten E.Berberoğlu’na, “DTP Iğdır’ı da kazandı, Ermenistan sınırına dayandı” diyecekti.
Böylece, “milli birlik ve kardeşlik” gibi teraneleri ağızlarına sakız etmiş hükümet edenler, görece de olsa demokratik bir seçim sonucunu bu şekilde; “ülkenin bölünmesi”nin anlamlı ve tehlikeli bir işareti olarak görünce sokaktaki İzmir’liyi, Trabzon, Bursa, Sakarya’nın Akyazı’lısı, Konya’nın Bozkır’lısını tutmak mümkün müydü artık?
Ne de olsa Fırat’ın öte yakasıdır oralar.
Kanunlar bir başka işlemektedir oralarda. Beyoğlu’nda çocukları kovalayan “pompalı” koruma altındadır. Sevgili Hrant Dink’i öldüren delikanlı “çocuk” mesabesindedir. Oralarda vak’asına göre değişir rengi kanunların, pembe beyazdır, suyun bu tarafında ise yasaların rengi değişmektedir; acımasız, hain, kızıl/ karadır. Mesela ille de birilerinin kafasının kırılmasıyla mı maçlar tatil edilir; aylar önce taraftarlarının Diyarbakır Spor’a ettiği bölücü eziyet sonunda Bursa Spor’a ne gibi bir ceza verildi, anımsayanınız var mı?
“Sözde açılım”ın sahibince güvenlik güçlerine ferman buyurulmuştu ya önceden, “kadında olsa, çocukta olsa gereği yapılacaktır!”diye.
Zaten değil midir ki, o zamandan bu yana üç yaşındaki bebeden on üç yaşındaki sabiye kadar onlarca Kürt çocuğu öldürülmüştür.
Değil midir ki, Newroz giyimli kadın ve kızlar tekmelerin altında ezilmiş, ezilmektedir..
Ve zaten değil midir ki, elinde sapanla yakalanan Kürt çocukları, yaşlarının iki misli cezayla cezalandırılmak üzere tutuklanmaktadır.
Süregelen bir öfkenin güvenlik güçlerine enjekte edilmesinin sonuçları değil midir?
Fırat’ın bu yandaki ceza evlerinde yatacak yer kalmadı!.
Öfkesi dinmemiştir AKP’nin; fakat aptalca bir yanılgı içindedir: PKK’nin çeyrek asır önce bu zindanlarda filizlendiğini unutmuşa benziyor. O zindanlarda direnmenin destanını yarattığı söylenenlerin çocuklarını bu kez aynı hücrelere tıkıştırmaktadır.
Nasıl bir aymazlıktır bu?
Hem devlet hem de hükümeti adına AKP fırtına biçmektedir de haberi yok!
Yıllar önce ve halen aynı eylemi yapan Filistin çocuklarına ağızları sulanarak “küçük generaller” diyenler, iş coplar altında inleyen anaların, avuçlarında yarım limonla yakalanan çocuklarına gelince “terörist” muamelesidir onlara biçilen.
12 Eylüldekiler yetmedi; yeni Diyarbekir “zindan” kahramanları”na daha ihtiyaç duyuluyor anlaşılan.
Daha dün, Urfa’da gürlüyordu hazret yine, “açılım dan vazgeçmeyeceğiz!” diye. Peki, nedir açılım, var olan kavganın sükûte ermesi değil midir? Diğer bir tarifle, toplumsal esenliğe ulaşmak değil mi?
İyi de be adam, bu meselede “hakiki taraf” olan ve milyonlarca taraftarı olan bir siyasi hareketi, bu harekete kan veren, can veren insanları türlü çeşitli bir biçimde ötele, “yok etme”ye çalış, o fukara halkın yegane dili, sesi kulağı olan ROJ TV gibi bir vasıtanın fişini çekmeye çalış, sonra da, “Ben yaptım oldu” mu”diyeceksin?
Olur mu yani böyle?
İyi de barışı kimle yapacaksın o zaman, kiminle?
Kulakları sağır edecek denli haykırarak sormak istiyorum: Kiminle, kiminle?
Muhatabın yetmiş iki milyon insanmış..
Git o zaman Bursa’ya, Antalya, Trabzon’a git, gece gündüz bas bas bağır oralarda. Bak bakalım barış geliyor mu? İlk günden sonra her ne kadar üstünü örttüysen de, açılımdan murat “Kürt’le barış” olduğunu bilmiyor mu herkes?
Ê, o halde?
Ne diye evirip çeviriyorsun?
Bir konu hakkında ille de konuşmak isteyip de konuşamamak değildir ki “akıl tutulması” sayın Başbakan; kimi zaman ağır bir mesele karşısında mantıklı bir şey önerememek, çözüm bulamamak da akıl tutulmasıdır.
Bir yandan parlamentodaki uzmanlarına “İrlanda” örneğini inceletip, rapor hazırlat, (ki, o meselede muhatabın İRA olduğunu cümle alem biliyor) diğer yandan alanlarda her gün yüz binlerin “ Burada, burada!” dediği bir örgütü yok etmek için “yedi düvel” kapılarında yalvar yakar dolaşıp dur!
Yazık, yazık; Türk’üyle, Kürd’üyle bu ülke insanlarının onuru bu kadar mı?
Bu devlet ve hükümetleri gözlerini açmalıdır artık. Evet ABD “stratejik ortaklık” ya da kaba deyimle namus belasına, “PKK ikimizin de düşmanıdır.vs.” gibi teraneleri yineleyip duruyor yıllardır. İyi de, yıllar önce peşmerge birlikleriyle El Ensar güçlerine iki gün içerisinde binlerce zayiat verdirerek tamamen etkisizleştiren Amerikan askerleri bu güne kadar neden bir tek PKK’ gerillasına kurşun sıkmamıştır.
Düşündürücü değil mi bu?
Bununla şuraya varmak istiyoruz: Son Ermeni soykırımı oylamasını bir yana bıraksak bile ABD için, epey bir zamandır Ortadoğu’da stratejik ortaklık meselesinde Kürtler Türklerin önündedir. Cümledeki “Kürt”lerden kasıt “PKK” değilse bile, ABD’nin direkt olarak PKK’ye saldırması halinde, Kuzey Irak’la ilgili her türlü politik/stratejik yatırımlarının onarılmaz yara alacağını herkesten çok kendisi bilmektedir.
Şunun için çok iyi bilmektedir ABD, Başka türlüsü mümkün olmayacağına göre PKK’ye yapacağı herhangi bir saldırıyı mutlaka Kuzey Irak üzerinden yapacaktır. Bunun da kendisi için tek güvenceli yer olarak düşündüğü Irak Kürdistan’ındaki “istikrarın” berhava olmasından başka nasıl bir sonuç doğurur ki? Küçük aklımızla bunları düşünüyoruz da AKP bilmiyor mu bütün bunları, elbette biliyor. Ne ki, ne kadar uzak olduklarını söyleseler bile bir virüs gibi genlerinin derinliklerinde yerleşen “dinsel milliyetçi”likleri yüzünden istemedikleri “Kürt barışı”nı açıktan değil de yedi düvel eliyle torpillemek istemektedirler.
PKK’ya terörist diyen Batı dünyasına karşı Hamas’ı salt “seçilmiş” olmasından ötürü meşruiyet çizgisinde tutmaya çırpınırken, dünyanın gözleri önünde analarının ak sütü temizliğindeki oylarla seçilen Kürt Belediye Başkanlarını, binlerce siyasetçi ve bebelerini balık istifi zindanlara tıkmanın senin “açılım”ına ne kadar faydası olacağını hep birlikte göreceğiz sayın Başbakan!
Demokratik vatan, demokratik ulus, demokratik cumhuriyet ve demokratik anayasa!
İşte, her tür “bölünme” fobisini ortadan kaldıran formül.
Bu ülkede bunlar, “demokratım” diyen her bireyin ortak özlemi değil midir?

Abdullah KAYA - Kozluk
Hevriz1952@hotmail.com

Dersimliler’de kimlik bunalımı

Son günlerde Dersim ve Dersimlilik kavramı çok tartışılıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca asimilasyon ve katliamlarla karşı karşıya kalan Dersimli Kürtler özellikle 12 Eylül sonrası büyük bir kimlik bunalımını yaşıyor.  Özellikle katliam sonrası öz be öz Türk olan Dersimli Kürtler şimdilerde Zazalığı, Dersimliliği ve Aleviliği keşfetti. Biliyorum bu konuda çok yazıldı. Son olarak A.Karsan imzasıyla  dersimsite.org/silvis.html sitesinde geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesinde Kürt yönetmen Caner Canerik'le yapılan röportajda ifade edilenlerle ilgili bir eleştiri yazısı yazıldı. Sözkonusu röportajı  okumadim ama A. Karsan'in tepki dolu yazısında öne çıkan noktalar üzerinden birkac şey söylemek mümkün. En başta şunu söylemek gerek. İnsanlarlar, bireyler kendilerini ne ve nasil hissediyorsa ve tanımlıyorlarsa  öyledirler. Böyle aidiyet ve kimlik konularini tartışmak yalnış olur. Ama işin içine politika ve siyaset girince, özgürlük sorunu girince yorum yapmak zorunlu oluyor. Bir insan kendisine Zaza diyebilir, Kirmanc diyebilir veya  Kürt diyebilir. Ve hiç süphesiz  ne diyorsa da öyledir, en azından sözkonusu o birey için.

A.Karsan’ın yazisinda Dersim halkı olarak tanımlanan ayrı bir halk var mıdır acaba? Yani bu sadece bir şehirde yaşayan insanları genellemek için yapılmış bir tanımlama mı yoksa ayri bir halka işaret etmek için kullanılmış bir kavram mı? İkincisiyse sosyal açıdan bir anlamı olmadığını söylemek zorundayım. Çünkü  halklar yaşadıkları topraklar temel alınarak ayrı bir halk olarak tanımlanamazlar. Dersim denilen bölgede çogunluğu Alevi olmakla beraber Sunni-İslam inancına mensup insanlar da yaşar. Dersim Zaza'dır demek en başta Dersim nüfusunun neredeyse yüzde 30'unu oluşturan ve Kürtçe'nin Kirmanci lehçesini konuşan insanları dışlamaktır. Çünkü onlarda kendilerini Dersimli olarak nitelemekte. Mazgirt, Pertek gibi ilçelerde durum böyledir örneğin. Yine diger ilçelerde ve merkez de de Kirmanci konuşan kendini Zaza olarak tanımlamayan köyler ve insanlar var.

Başta da dediğim gibi işin içine politika ve politik çıkarlar girince söylenen sözlerin, yapılan eylemlerin niyetlerden bağımsız olarak bir işlevi ve etkisi olur. Tabiiki Alevi hareketi hep vardı. Kimi zaman bastırıldı, kimi zaman su yüzüne çıktı. Alevi hareketi derken de hangi Alevi hareketi diye de sormak gerek. Kürt Aleviler, Türk Aleviler veya Zaza Aleviler mi? Neyse fazla ayrıntıya girmeye gerek yok.

Caner'in röportajında belirttiği ve A.Karsan’ın yazısında aktardığı paragrafda yer alan “Alevilğin, Alevilerin Kürt hareketine karşı kullanıldığı ve hatta önünün açıldığı” belirlemesine aynen katılıyorum. Çünkü bu, eskilerin deyimiyle bir vakıadır. Yani Alevilerin veya Alevi hareketinin Kürt özgürlük mücadelesine karşı kullanılması bir gerçektir. Bunu birçok kez devlet yetkilileri de ifade etmişlerdir. CHP'nin bu kadar Alevici olması boşuna değildir. Yine son zamanlarda Zaza ve Zazacılığın da böyle bir kullanılmaya maruz kaldigi başka bir gerçek. Örneğin çok iyi hatırlıyorum MGK eski genel sekreterlerinden,  ismini şu an hatırlayamadım ama soyadi Kılınç’dı; "Kürtler yok ama Zazalar var" demişti. Bu sözün anlamını biraz siyasetten anlayan, yaşamın anlamını birazcık çözmüş ve az çok da okuma yazma bilen herkes bilir. Devlet Kürt hareketine karşı farkli araçlar, yöntemler kullandı. Aleviliği, İslamı ve Zazalığı kullandı. Amaç kendisine karşı gelişen gücü zayıflatmaktı. Hizbullah nasıl Kürt hareketine karşı kullanıldıysa, ki bu durum mahkeme kayıtlarında da mevcut, Alevilik de aynen Caner'in röportajında ifade ettiği gibi Kürt hareketine karşı kontrollu bir şekilde geliştirildei, önü açıldı. Bu durum özellikle 12 Eylül sonrası ve 1990’lar sonrası böyledir.  Bu nedenle Dersimliler şansında yaşanan kimlik bunalımı aslında genel olarak Aleviler ve özellikle Kürt Aleviler arasında yaygındır. Henüz Kürt Aleviler bile bir bütünsel yaklaşıma ve tutuma sahip değildir. Dersim ve diğer Kürt Alevi merkezleri –Varto, Elbistan, Pazarcık ve Bingöl’ün belirli ilçeleri gibi- arasında toplumsal ve bireysel düzlemde yaşanan gerginlik de bunun sonucudur.  Ama bu olgu tabiki daha kapsamlı bir yazının konusu. 

Peki bütün bunları söylemek bağımsız bir Alevi hareketinin ve bağımsız bir Kürt Alevi yapılanmasının olduğunu inkar etmek anlamına gelir mi. Kuşkusuz hayır. Bağımsız bir Alevi hareketi vardır. Seksen öncesi Turk solu icindeydi agirlikli olarak, 80 sonrası ise dernekler ve cemevleri etrafinda örgütlendi. Kürt  hareketi içinde de Alevilik ve Alevi hareketi çok güçlüdür. Bu nedenle devlet bazen de bunu kullanarak "PKK Alevi, Komünist” propagandası yapmıştır ve yapmaktadır.

Bir olgunun var olması ayrı bir konudur, o olgunun farklı güçler tarafından, siyasetin farklı noktalarında yer alan akörler tarafından kullanılması ayrı bir durumdur. Bu nedenle ben A. Karsan'ın Caner'in tespitlerine alınmasına ve duygusal bir tepkiyle yazmasina anlam verebiliyorum.
Şu bir gerçek, gelinen aşamada Dersimli Kürtler kadar kimlik bunalımı yaşayan toplumsal bir kesim az Türkiye ve Kürdistan'da. Dersimliler Türk mü, Kürt mü, Zaza mı, Alevi mi, Arap mı, yoksa kendi başına apayrı bir Dersim halkı mı var? İşe böyle bir kafa karışıklığı Dersimliler’in birçok yönet savrulmasına yol açıyor. Her yöne çekilen, hala yoğun bir kimlik bunalımı yaşayan insanların sosyal ve siyasal açıdan tabiki "kullanılması " veya "kullanılmaya açık" hale gelmesi doğal. Bu nedenle Kürdistan’daki birçok katliamın sorumlusu olarak bilinen Veli Küçük’e bile Alevi kökenli olduğu için sempati duyan Kürt Aleviler var, aynı durum Susurluk kazasından ülkücü/katil Abdullah Çatlı’yla beraber aynı araçtan çıkan alevi kökenli polis Hüseyin Kocadağ için de geçerli.

Konuyu dağıtmadan Dersimli Kürtler’in kendi içinde de tarihten gelen bazı ayrımların ve önyargıların var olduğunu hatırlatalım. Dersim’deki Zaza-Kırmanç farklılaşması aslında her iki kesimde Alevi inancına mensup olsalar da yüzlerce yıl geriye gider belkide. Örneğin ve ben ve yakın ailem kendimizi Kürt olarak tanımlarken, (Alevi kökenli) akrabalarımın çoğunluğu öz be öz Türk olduğumuzu ve aynı zamanda Muhammed'in soyundan olduğumuzu söyler dururlar.  Ama her ne hikmetse yaşlılarımız Kürtçe'den başka da dil bilmez(di). Köylerimizin, dağlarımızın adı yüzlece yıldır Kürtçedir. Yazılı belgelerde de bu böyledir. Ama biz hem Türk hem de Arab'ız ve  sadece Kürt değiliz. Ha bu arada dilimiz Kürtçe tabi. Ama kendimiz Kürt değiliz. Komedi gibi. Siz hiç aynı aileden olan kardeşlerin birinin Alman, diğerinin İngiliz anne babanın İtalyan ama ana dillerinin de İngilizce olduğunu duydunuz mu? Çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Ama birçok Dersimli Kürdün yaşadığı böyle bir kimlik bunalımıdır işte.

Şu gerçeği teslim etmek gerekir.  Dersim’de yaşayan insanların lehçe-dil ve din farkı vardır. Kurmanci ve Dimilki (Zazaki veya Kirdaski) konuşanlar pek birbirini sevmez. Bu eskiden beri böyledir. Tabi son kuşakta durum giderek değismekte. Bizim yaşlılarımız Dersimli derken Zazaca konusanları tarif ederlerdi. Yani kendilerini onlardan saymazlardı. Ki bu durum Dersim katliami sırasında direnen aşiretlere sırtlarını dönmelerinden de bellidir.
Peki böyle karışık bir konuyu, böyle kimliksel tanimlamalar üzerinden giden Dersim tartışmasını nereye oturtmak gerek. Dersimliler nedi: Kürt, Türk, Zaza, Alevi vs. Başta söylediğimi tekrarlıyorum. Herkes kendini nasıl tanımlıyorsa öyledir. Ama iş politik arenaya gelince tabiki yaptığınız herşey, kendinizi tanımlamanız bile sizi taraf yapar. Tıpkı Zazaca konuşan Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu’nun Sunni-İslam kökenli AKP'lier karşısında düştüğü komik ve rezil durum gibi. Şimdi soralım Kılıçdaroğlu'nu kim kullanmaktadir? Aleviler'in özellikle Dersimli Aleviler'in umudu olarak piyasaya sürülen, öne çırarılan Kılıçdaroğlu’nu kullanan Aleviler midir, yoksa CHP şahsında devlet ve  Ergenekoncular mı Alevileri kullanmaktadır. Veya  AKP'liler mi Kılıçdaroğlu’nu kullanıyor desek? Haydi son bir yoksayla bitirelim, yoksa Kürt hareketine karşı mı kullanılmakta bu zat? Öyle ya son iki dönemde en azından merkezde DTP şahsında Kürt legal hareketinin temsilcileri belediyeyi seçimlerini kazanmakta ve Dersim Kürt kimliğine geri dönmekte.
 
kurdishcinema@hotmail.com

Ankara bu sinsi oyunların farkında mı?

PKK’ye, Kürt kurumlarına ve Roj TV’ye yönelik İtalya, Fransa ve Belçika’da düzenlenen operasyonlar, ABD ve Nato’nun birinci planda Kürt Hareketi’ni tasfiye etmeyi, başarılı olmazsa PKK'yi dize getirmek istemesi olarak algılanabilir. Oysa Avrupa Birliği’nin Türkiye politikası PKK’yi kışkırtıp savaşı sürdürme planıdır. Her halükarda operasyonlar sömürgeciliğin ve faşizmin merkezi olan, Birinci ve İkinci dünya savaşlarında yüz milyona yakın insanın ölümüne yol açan, Batı Avrupa’nın sinsi yüzünün bir tarafı olduğu ortadadır. Saldırılarılar hukuksuzcadır. İddia edilen deliller olmaksızın, Avrupa’nın birçok ülkesinde bu saldırıların eşzamanlı olarak yapılması, saldırının sıradan bir asayiş sorunu olmadığını açıklamaya yetmektedir.
Batı Avrupa’nın diğer yüzü, bilim ve sanat devriminin başlangıcı olan Rönesans, demokrasi ve çoğulculuktur. AB oluşumuyla daha da güçlenen Batı Avrupa, Çin ve Rusya karşısında gücünü korumak zorunda. Diğer yandan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme ihtimali, henüz oluşumunu tamamlayamamış Avrupa’yı korkutuyor. Nufusu seksen milyona dayanan, her yönüyle çarpık, dini ve kültürü farklı Türkiye, Avrupa Birliği’ne alınmak istenmiyor. Bu yapının Avrupa’yı sulandıracağı zaman zaman dillendirilse de, asıl sorun, AB’nin nufusu beş, on ya da 40-50 milyondan ibaret ülkelerden oluşması. Bu nedenle nüfusu seksen milyona dayanan Türkiye’yi istemiyorlar. İstemediklerini elde tutmak için Türkiye’ye açık da söylemiyorlar. Avrupa Birliği Türkiye’yi stratejik değil, taktiksel bir müttefik olarak görüyor. Tarihsel sorunlarını çözmüş ve demokrasisini rayına oturtmuş bir Türkiye yerine, hep içinde çatışan, savaşan bir Türkiye istendiği açık. Bu açıdan AB Türkiye’yi içine değil, yedeğinde tutarak kullanmak istiyor.
Kendi imkanlarımla yılardır Türkiye-AB ilişkilerini gözlemleyen birisi olarak bu operasyonlara ilişkin şunu tekrarlamakta yarar görüyorum : Bu operasyonlarla Türkiye’ye iyilik yapılmak isteniyormuş gibi davranılıyor, ancak hiç de Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmiyor. Türkiye’nin bu oyunlara kafası basmadığı söylenemez. Ya Kürt hareketini tasfiye etme rüyasıyla oyunlara geliyor ya da oyunlara getirilmek zorunda bırakılıyor. Oysa PKK Kürt sorununu çıkarmadı, Kürt sorunu PKK’yi çıkardı. Bu anlamda PKK’ye darbe vurmak sorunu çözmeyeceğine göre PKK’yi bitirme rüyalarına bir on yılı daha kurban etmenin anlamı var mı ? Eninde sonunda bu sorun çözüleceğine göre… Türkiye’nin diğer paradokslardan biri de, Batı’ya hiç güven duymadığı halde oyunlarına gelme tekrarından hiç kurtulamaması… Fakat eteklerine hep tutunma mecburiyetinde de bırakılıyor. Aslında bu oyunları bilen Ankara, sorunlarını kendi içinde, demokratik yöntemlerle, Kürtlerle oturup hal etme cesaretini gösterebilse, uluslararası oyunlardan ve bu yıpratıcı savaştan da kurtulurdu.
Bu operasyonların diğer amaçlarından biri, Türk-Kürt çatışmasının kızıştırıp, Türkiye’yi daha fazla insanlık suçlarına bulaştırmak olmasın? Tam boyunduruk altına alma planları, bu yöntemlerle gerçekleşir. Saddam’a ve Miloseviç’e açıkça bunu yaptırmadılar mı ? Sonra da bir güzel canlarına okumadılar mı ? Kürtleriyle barışmış bir Türkiye Avrupa’yı korkutuyor, işine gelmiyor.
Düşünsenenize, Kürtleriyle İspanya’nın Katalanlarıyla barıştığı gibi barışmış bir Türkiye, Avrupa Birliği’nde nüfusu, parlementoda sandelye sayısı, stratejik konumu, üç tarafının denizlerle çevrili olması, iş gücü, ihtirasları yüksek genç nüfusu ve daha farklı potansiyelleriyle Fransa’dan ve İspanya’dan daha avantajlı, hem de Almanya kadar da güç sahibi olacak. Almanya ve Avrupa Birliği’nin diğer üyeleri bunu hazm ederler mi ? Nitekim Markel ve Sarkozy Türkiye’ye özel Statü  istemeleri, Türkiye’yi stratejik değil de, taktiksel müttefik gördüklerini açıklamaya yetmiyor mu? Her açıdan dünyaya hükmeden Batı’nın oyunları, Osmanlının geri kalmış oyunlarından daha sinsi ve daha sonuç alıcıdır.
Kendi halk ve azınlıklarının haklarını tanıyan ve çoğulcu demokrasiyi esas alan Avrupa Birliği, Türkiye’ye, kendi kriterlerine uygun temelde ve bunu samimice dayatmaması ilginç değil mi? Çünkü sorunlarını çözmüş ve güçlenmiş bir Türkiye değil, kapısında bekletilecek çaresiz bir Türkiye isteniyor. Umarız Ankara bu oyunların farkına varıp, sorunlarını içişlerinde Kürtleri muhatap alarak çözer. Bir ülkede onbinlerce insanın ölümüne yol açmış bir dava ve bu dava sahibi olan bir halk hareketi muhatap alınmadı mı barışın sağlanması mümkün müdür ?
Her türlü yaşam hakları kısıtlanan Kürt halkının dünyaya açılan penceresi Roj TV’ye yönelik bu saldırıyı nefretle kınıyoruz.

  
Aydın Dere
dere@bluewin.ch

Kadınlar ve erkekler

Her 8 Mart’ta, kadınların doğurmuş olduğu oğullar tarafından, ezdikleri kadınlara övgüler düzülür. Bıktırıcı övgü yazılarını, birbirini tekrar eden bıktırıcı sendika haberleri gibi okur geçerim. Bu yazıların hiç biri bende bir iz, bir düşünce, bir duygusallık bırakmaz…

Çünkü ne yazılırsa yazılsın, bilirim ki, kadın erkek ilişkisi atom bombasının da kullanıldığı İkinci Dünya Savaşı gibi çetin ve eşitsizdir… Kadın erkek ilişkisindeki bozukluğun temelini, kadınların doğurduğu oğulların, kadınlara ait hayat iktidarını bir uçkur davası yüzünden onların elinden almış olmasından kaynaklanır. İktidar, çıkarcılıktır; iktidar, parayı ve serveti ele geçirme serüvenidir.

Şu anda kadınla erkek arasındaki ilişki, daha çok para ve servet elde etmek için girilen ilişkilerin toplamı kadar rezilcedir.

Mahalleli kız, mahallesindeki bekçi veya gardiyanla evlenmenin hayallerini kurmaktadır.

Bayan öğretmenin hedefinde, bekar olan okul müdürü vardır.

Hemşire Hanım, çalıştığı bölümdeki Doktor Bey’le düşünmektedir izdivacı.

Doçent Doktor Hanım, Profesör Doktor Bey’den aşağısını kabul etmez…

İnşat işçisi Memo, ağzıyla kuş tutsa maliyedeki bayan memurla evlenemez. Bayan bir doktorun temizlik işçisi bir beyle evlenmesi loto gibi bir şeydir…

Paraya, güce, iktidara dayalı siyasal ilişkinin aynısı, kadın-erkek ilişkisinde mevcuttur.

Kadın kesinlikle bu değildi. Kadını dinlerin, iktidarların, paranın tapıcısı erkek bu hale getirdi ve şimdi yönetemiyor. Tıpkı Türk devletinin Kürtleri yönetememesi gibi…

Evli ve güzel bir kadın düşünün. Eşine ve çocuklarına sadık bir kadın… Yüz adet erkek, değişik yol ve yöntemlerle bu kadının karşısına çıksın ve kadını baştan çıkartmaya çalışsın… Erkeklerin bu kadını alıp götürme şansı yüzde bir veya iki bile değildir…

Fakat aynı güzel kadın, değişik yer ve zamanlarda evli veya bekar yüz erkeğin karşısına çıksa, yüz erkekten en az doksanbeşini alır götürür. Ölüme mi götürür, sevişmeye mi, yoksa parasını mı almaya, hiç önemli değildir. Erkek milleti gider… Arpa tutulmuş koç gibi gider…

Kadını egemenliği altında tuttuğunu sanan erkeğin yenilgisidir bu. Uçkuruna düşkün erkek, kadın karşısında kişiliksizdir. Zaten bu kişiliksiz tutumdan dolayıdır ki, kadını şiddet ve parasal iktidarı altına alan erkek bin yıldır kadının bacak arsının bekçiliğini yapmaya çalışmakta, fakat bunu da becerememektedir. Onun için ölümden sonrayı da kurtarmak için hurili ve perili masallar uydurmuştur kendisine.

Doğada diğer canlılar arasında fuhuş denen bir şey yoktur. Diğer canlılar da genelev de olmaz. Kadın ayarlamak için bar ve pavyon da gidilmez. Hayatın döllendiği kadının cinsel organına para basmak uçkuruna yenilmiş erkeğin rezilliğidir. Kadını gasp eden erkek, aşkı, sevgiyi, flörtü, cinselliğin doğal olanını da gasp etmiştir.

Kadını elde etmek için elli tür numara, yalan, dolan ve entrika çeviren uçkur düşkünü erkek yüzünden kadın cinselliği, özellikle kapalı toplumlarda karaborsadır. Batı’da da, paraya ve güce dayalıdır. Bir haftalık bir keyif için tatile gidilecekse, tatil parasını yoksul da olsa erkek ödeyecektir… Garip ve anlaşılmaz bir durumdur bu…

Ben hayata, kadınlar karşısında yenik başladım. Anası ölen bir çocuk baştan yeniktir. Bu yenikliği ancak, hayat karşısında duyarlı olanlar ve hayatın sırrını çözmüş olanlar anlayabilir. Annem olmadığı için gittiğim bütün evlerde, kimseyi rahatsız etmemek için kapıya yakın otururdum. Dikkat çekmemek için yemeğin azını yerdim. Elbisenin ucuz olanını giyinirdim. Okul harçlığının en azıyla yetinmek zorundaydım. Üvey annesi olan bir gence hiçbir kız dönüp bakmaz. Herhangi bir kız, üvey annenin gelini olmak istemez. Üvey annemden baskı ve şiddet gördükçe beni doğurup erkenden ölen annemin mezarına öfkeden taş fırlatır, akşamları mezar toprağına uzanıp, ondan özür dilerdim…

Bu nedenle benim için iki tür kadın vardır. Beni doğuran kadın ve üvey annem... Kendimce iyi bulduğum kadında özlemini duyduğum öz annem belirir, kendimce iyi bulmadığım kadında üvey annemin suretini görürüm.

Ben böyleyim. Bu psikoloji, kadınlar karşısında hayata yenik başlayanların psikolojisidir ve tedavisi yoktur.

Kendimle ilgili bu örneği duygusal takılmak için vermedim. Kadının, hayatın kendisi olduğunu; yaşamı onun doğurduğunu ve biz oğulların ve kızların kişiliğinin anne eteği tutan, tehlike zamanında onun kalçasının arkasına gizlenen vakitlerde oluştuğunu anlatmak için verdim bu örneği…

Erkeklerin kadına hükmettiğini sanan uyduruk erkek halinin ancak birkaç bin yıllık bir geçmişi vardır… Ondan öncesi zamanların hakimi kesinlikle kadınlardır. Kopya insan dahi erkeğe ihtiyaç duyulmadan kadınlardan yapılabilmektedir.

Peki erkek ve kadın arasında sürmekte olan İkinci Dünya Savaşı’na denk kavga, gerilim ve iki yüzlülük ne zaman son bulacak? Kolayca son bulmaz. Çünkü egemen erkek para, iktidar ve dinler aracılığıyla kadınların çoğunu kendisine bağlamış, kendisi de ona bağlanmıştır. Şu andaki kadın erkek hukuku; aileler, devletler ve sistemler gibi dökülüyor, çürüyor ve zamanın koşullarını içine almayı beceremiyor.

Bu haliyle gittikçe daha çok uyduruk bir cins haline gelen erkek cinsi, kadın karşısında kişilikli durduğunda, kadının cinselliğini elde etmek için elli tür numara çekip, kırkdokuz takla atmadığında ve kas ve para gücüne bakmadan doğurganlıktan kaynaklanan doğal iktidarı kadına iade ettiğinde, işte o zaman, kadınla erkekler arasında doğal, eşitlikçi, çıkarsız ve karaborsa olmayan bir yeni ilişki türü başlayacak; erkek ve kadın dünyası cinsel ve parasal tatminsizlik altında böyle cinnet geçirmeyecektir.

Kadını ve erkeğiyle beyinsel tecavüze uğranmış bu cinnet zamanların geçmesi dileğiyle, 8 Mart kadınlar günü, daha çok insanlık ve daha yaşanılır bir dünya için direnen kadınlara ve insanlığa kutlu olsun…



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Irak Seçimleri mi, Ortadoğu Bölgesel Seçimleri mi?

Bomba yüklü araçlarla yapılan saldırılar gölgesinde 7 Martta gerçekleştirilecek Irak genel seçimlerinde yarışan partiler birbirinden ilginç taktiklerle seçimi karşılayacak.


Bomba yüklü araçlarla yapılan saldırılar gölgesinde 7 Martta gerçekleştirilecek Irak genel seçimlerinde yarışan partiler birbirinden ilginç taktiklerle seçimi karşılayacak. İç dinamikler kadar, dış dinamiklerin de yoğun bir şekilde müdahil olduğu seçimlerden ilginç sonuçlar çıkacağa benziyor. Bu durum kıyasıya bir rekabeti ortaya çıkarmış durumda. Ortaya çıkan bu durum Irak’la sınırlı seçim sürecini aşarak, adeta bölgesel güçlerin güç gösterisine dönüşen bir sürece dönüştü.
İktidar gücünü ele geçirmek ve Irak üzerinde söz sahibi olmak isteyen devletler bu amaçlarına ulaşmak için her yolu denemeyi mübah gören politik bir çizgi izliyorlar. İrili ufaklı 165 liste bünyesinde 6172 adayın yarışacağı seçimlerde, birbirine ters gibi gözüken partilerin tek listede ittifaka girmesi bunun sonucudur.
Seçim Kanunu Kürtler Aleyhine Düzenlendi
Seçimlerin belki de en önemli yönü, seçimlerden önce yapılan değişiklik ile Kürtleri Bağdat’ta etkisizleştirilmeye dönük geliştirilen düzenlemedir. Türkiye ve İran’ın dayatması yanında Şii ve Sünni Arapların ortaklığıyla parlamentodan geçirilen yeni seçim yasasından önce 275 olan parlamenter sayısı yapılan düzenleme ile 325’e çıkarıldı. Yeni düzenlemede Kürt illerinin parlamenter sayısı artırılmadı, bu hile ile Federal Kürdistanlılara böylece ilk darbe vuruldu.

İkinci darbe ise daha önceki seçim yasasında seçimlere katılan listeler, Irak genelinde aldıkları oy oranına göre sandalye kazanırlarken, yapılan son düzenleme ile bunun da önüne geçildi. Böylece listelerin Irak genelinde aldıkları oylara göre değil, şehir sınırlarında aldıkları oylara göre parlamenter çıkarılması kararlaştırıldı. Yeni düzenleme ile Hewler, Süleymaniye ve Duhok dışında kalan bölgelerde Kürtlerin ciddi sayıda parlamenter çıkarma şansı zora girdi. Musul, Kerkük, Diyala vb bölgelerde Kürtlerin istedikleri sayıda parlamenter çıkarması zor görünüyor.

Bu seçim 2005 seçimlerini mumla aratıyor
7 Martta yapılacak seçimler, yapılan yeni düzenleme ve Kürtlere karşı ulaşılan mutabakat nedeniyle 15 Aralık 2005 seçimlerini şimdiden mumla aratmaya başladı. 15 Aralık 2005’te yapılan seçimlerde 12 liste parlamentoya girerken, görece daha demokratik bir işleyişi esas alıyordu. O seçimlerde Şii ittifakı geçerli oyların yüzde 41.2’ini alarak birinci çıkarken, Kürdistan listesi yüzde 21.7 ile ikinci, Sünni ittifakı ise yüzde 15.1 ile üçüncü oldu. 15 milyon kayıtlı seçmenden 12.396.631 kişinin oy kullandığı seçimlere katılım oranı yüzde 79.9 olarak kayıtlara geçti.
Yapılan yeni düzenleme Kürlerin parlamenter sayısını azaltacak gibi görünüyor. 2005 seçimlerinde kazandıkları 58 parlamenter sayısına bu nedenle ulaşmaları düşünülmüyor.
Seçim Sistemi Demokratik, Ama…
Irak seçim kanunu Kürtler aleyhinde yeniden düzenlenmesine rağmen, bu seçim kanununu yine de Ortadoğu ülkelerindeki en demokratik seçim kanunu olarak ön plana çıkıyor. Farklı partilere bir liste bünyesinde ittifak yapma koşulunu sağlaması ve seçmene liste içerisinde güven duyduğu adaya oy verme tercihi tanıması açısından demokratik değeri yüksektir. Böylece seçmen alternatifi bol tercihlerden anlayışına uyana oy verebiliyor. Seçilme sınırı oranı üzerinden oy alan adayın fazla kalan diğer oyları aynı listeden bir sonraki adaya devredilmesi oyların heba olmamasına yol açıyor.
165 listenin yarışacağı seçimlerde 12 liste ittifaklardan oluşuyor. Bu seçimlerin önemli özelliği ise homojen bir listenin bulunmamasıdır. Şii ağırlıklı ittifak listelerde Sünnileri, Şii mezhebinden olan Feyli Kürtleri, Asurileri, Keldanileri ve bazı bölgelerde Türkmenleri görmek mümkünken, Sünni ittifak listelerinde ise solcu Şiileri, bir kısım Asurileri, Süryanileri, Keldanileri ve bazı bölgelerde Türkmenleri görmek mümkündür.
Her ne kadar seçimlere 12’si ittifak toplam 165 liste ile girilse de, esas olarak 6 liste belirleyici rol oynayacak gibi görünüyor.
Seçimlerin Favorisi Nuri Maliki Başkanlığındaki Şii İttifakıdır
Irak seçimlerinin favorisi olarak Nuri Maliki başkanlığındaki Kanuni Devlet listesi gösteriliyor. Hizbul Dava Partisi etrafında ve Şiilere dayanan bu liste geniş bir ittifaktan oluşuyor. Bu listede Hizbi Dava yanında, Şii aşiretler birliği, Şii teknokratlar, Sünni solcular, Bağdat’taki Şii mezhebine mensup Feyli Kürtler, Keldani ve Süryaniler yanında kendilerini bağımsız gösteren aydın-akademisyenler de bulunuyor. Kerkük bölgesinde ise Türkmen Cephesi bir koluyla destek veriyor.
Seçimlerde ikinci sırayı alacağı düşünülen Irak Vatan İttifakı listesi Şiilerin ağırlık teşkil ettiği ayrı bir listedir. Bu liste güçlü bir koalisyondan oluşuyor. Başlıca bileşenleri İslami Yüksek Encümenler Birliği, Mukteda El Sadır Hareketi, Fazilet Partisi, İbrahim Caferi Hareketi, bazı Sünni güçler, Feyli Kürtlerden bir bölüm, Ahmet Çelebi, Muvaffak Rubaihi ve Hıristiyan olan Keldani, Asuri, Süryanilerin bir kısmıdır. Kerkük’te Türkmen Cephesi de ayrı bir koluyla bu listeye destek veriyor. Bu liste Nuri Maliki’nin listesine en büyük rakip olarak gösteriliyor.
Kürdistan Listesi Üçüncülükle Yetinecek Gibi
Bağdat parlamentosunda üçüncü güç olarak Kürdistan listesinin yer alacağı tahmin ediliyor. Kürdistan listesi 13 partinin ittifakından oluşuyor. KDP ve YNK’nin başını çektiği listede, Zehmetkeşlerin iki ayrı kolu, Kürdistan Komünist Partisi, Kürdistan Sosyalist Demokrat Partisi, Hareketi İslamiya Kürdistan ve diğer birkaç küçük parti bulunuyor.
Dördüncü sırada Sünni listesi Irak İttifak Cephesine şans tanınıyor. Bu liste İslam Partisi ve Sünni aşiret liderlerinin koalisyonundan oluşuyor. Mevcut listeleri 2005 seçimlerine giren listenin aynısıdır, ufak tefek değişiklikler dışında yeni bir farklılık göze çarpmıyor. Listenin en tanınan şahsiyeti Dr. Eyad Samerai’dir,Samerai aynı zamanda liste başkanıdır. Türkmen cephesi de bazı yerlerde bu listeye destek veriyor. Sünnilerin en önemli listesi olarak değerlendiriliyor.
Seçimlerde beşinci sırada kendine şans tanınan liste, Irak Ulusal Diyalog Grubu listesidir. Liste Şii solcular ve Sünnilerden oluşuyor. En tanınmış simaları Eyad Allawi, Tarık Haşimi (Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin yardımcısı), Usama Nucefi, Rafih Hisawi, Salih Mutlag ve cemaatinden –ki Baas’ın en etkili kadrolarındandır- oluşuyor. Bazı bölgelerde Türkmen Cephesi de bu listeye destek veriyor. Programında Arap ulusal bütünlüğünü savunan tez ön plana çıkıyor.
7 Mart seçimlerinde altıncı sırayı alacağı tahmin edilen İtilafi Yekitiya Irak listesi yer alıyor. Irak İçişleri Bakanı Cevad Bolani’nin liderliğini yaptığı liste, Ahmet El Fahir Semırahi, Ahmet Ebu Rişa -Ambar ilinde güçlüdür- ile farklı Şii ve Sünni şahsiyetlerden oluşuyor. Bu liste Irak ulusalcılığını ön plana çıkarıyor.
Belirtilen 6 liste dışında geriye kalan listelerin ciddi bir varlık göstermesi mümkün görünmüyor, onlara ciddi bir şans da tanınmıyor. Parlamentoda kilit role soyunacak kürsüye ulaşma başarısı göstermeleri beklenmiyor.
Farklı Hesaplar, Farklı Oyunlar…
4 ayrı liste halinde seçimlere katılacak Kürtlerin oyları önemli oranda bölünecektir. KDP, YNK öncülüğündeki Kürdistan listesi, Kürtlerin en güçlü ve iddialı listesidir.
Ayrı bir liste ile seçimlere giren Goran listesinin bu seçimde ne yapacağı, nasıl bir sürpriz gerçekleştireceği merakla bekleniyor. Mevcut durumda Federal Kürdistan’da yaşanan her olumsuzluk Goran’ı daha da güçlendiriyor.
Halkın değişime duyduğu yoğun ihtiyaç Goran’ı çekim merkezi yapıyor. Daha tutarlı, demokrat, halkçı bir alternatif gelişmediği için, değişim yanlıları kendilerini Goran listesi ile ifade etme dışında bir seçenek sahibi değildir. Goran’ın en büyük avantajı, Federal Kürdistan sisteminin bulaştığı yolsuzluk, rant, halktan kopukluk ve şeffaf olmayan yönetim biçimidir.
Federal Kürdistan’ın AKP’si olarak değerlendirilen Yekgirtiye İslami Partisi kendi listesiyle seçimlere giriyor. 2005 seçimlerinde amaçları halk tarafından tam anlaşılmadığı için 5 parlamenter çıkarmıştı. Ancak bu seçimlerde aynı başarıyı göstermesi pek olanaklı görünmüyor. Tüccar bir zihniyete sahip olması kadar, AKP’ye yakın politik çizgi izlemesi tabanında temel rahatsızlık konusudur. Bu açıdan ciddi bir varlık göstermesi beklenmiyor.
Komalen İslam listesi de seçimlere tek başına giren partilerdendir. Liste, ismini Komelen İslam Partisinden alıyor. Ulusal birliği istemeleri olumlanırken, İran’ın etkisinde olmaları temel eksiklikleridir.
Türkmen Cephesi Kerkük’e Yoğunlaşıyor
En kurnaz taktiklerle seçimlere hazırlanan Türkmen Cephesi listesidir. Türkiye ve Kürt kamuoyu Türkmen cephesine yabancı değil. Federal Kürdistan’da yaşanan birçok karanlık olayın ardında Türkmen cephesinin ismi anılıyor. Türkiye ile çok yakın ilişkiler içerinde bulunması, hatta politikası ve örgütlenmesine Ankara’dan yön verildiğine dair olan inanç bu kanıyı güçlendiriyor.
Türkmen cephesinin en büyük yoğunlaşma alanı Kerkük’tür. 2005 seçimlerinde en iddialı olduğu ve tüm gücüyle yöneldiği Kerkük’te sadece 1 parlamenter çıkarabildi. Aradan geçen 5 yılda Türkiye ile birlikte hazırladığı yeni girişimlerle örgütlenmesini geliştirmek için her türlü gizli kapaklı oyunu oynamaktan geri durmadı. Bu seçimlere Kerkük’te daha farklı bir taktikle giriyor. Kerkük’te dört ayrı liste ile anlaşma yaparak, 4 parlamenter çıkarmayı esas alıyor. Kerkük’teki Türkmenleri 4 ayrı bölgeye bölüp, her bir bölgenin oylarını başka listelerden belirlenen ortak adaylara verme perspektifini esas alıyor.
Bu yöntemin ne kadar sonuç alıp almayacağı merakla beklenirken, Türkmen ve Arap ittifakıyla seçilecek parlamenterlerin Kürt karşıtlığı yaparak, Kerkük’ün en az 10 yıl boyunca statüsüz bırakılmasına dönük politikalar izleyecekleri kesin gibidir.
Sandalye Sayısı İllere Göre Adaletli Dağıtılmadı
Yeni seçim kanununun düzenlenmesi ile 50 parlamenter sayısının artırıldığı ülkede dağılım illere göre eşit yapılmadı. Artırılan 50 sandalyeden 15’inin kontenjandan azınlıklara verilmesi kararlaştırılırken, geriye kalan 35 parlamenter Arap illeri arasında dağıtıldı.
Parlamenter sayısı olarak Bağdat 68 parlamenterle birinci sırada yer alırken, Musul 31 parlamenterle ikinci sırada, Basra 24 parlamenterle üçüncü sırada yer alıyor.
Kürt illerinden Süleymaniye çıkaracağı 17 parlamenter sayısı ile beşinci, Hewler 14 parlamenter ile sekizinci, Diyala 13 parlamenterle dokuzuncu, Kerkük 12 parlamenterle onuncu, Duhok ise 10 parlamenterle on altıncı sırada bulunuyor.
Boykot Yok, Manipülasyon Var
Mevcut durumda Araplar başta olmak üzere Irak’ta yaşayan tüm etnik gruplar, seçimlerin sahip olduğu önemin farkındadırlar. İktidar ve gücün parlamentodan geçtiğini gören tüm etnik gruplar bu nedenle tüm güçleriyle seçimlere yükleniyorlar. Irak gibi ancak güç haline gelmekle yaşamın garanti altına alındığı bir ülkede, dışarıda kalmak ölümle eşdeğerde görülmesi rekabeti artıran en önemli etkendir.
Irak’ta hala aşiret sisteminin çok güçlü yaşaması bunun en önemli göstergesidir. Yine farklı inanç ve etnik grupların dayanışma içinde bulunması bu nedenledir.
Tablo bu şekilde olunca, yaklaşım da ona göre belirleniyor. Bu açıdan seçimleri boykot etme kararı alan belirgin bir grup yoktur. Küçük, etkisiz, marjinal ve halktan kopmuş bazı küçük grupların seçimi boykot ediyoruz türünden ortaya attıkları söylemler, manipülasyondan öte bir yaklaşım değildir.
Seçim yaklaştıkça birbirine rakip olan listeler, karşıtının moralini bozmak ve kuşku uyandırmak için seçim boykotu söylemini dillendirebilir. Hilenin diğer bir biçimi olarak karşımıza çıkan bu durum gerçekleri karşılamaktan uzak bir girişimden başka bir şey değildir.
Baasçılar Yeniden Devrede
Bu seçimlerin flaş gelişmelerinden biri Baasçıların siyaset sahnesine çıkmaları önündeki engellerin kaldırılmasıdır. ABD müdahalesinden bu yana, bombalı saldırılarla adlarını gündemde tutan bu çevreleri sisteme yeniden entegre etme çabaları sürekli gündemde tutuldu.
ABD, dıştalamanın Baasçıları eylemlere yönlendirdiği düşüncesiyle uzun süreden beri orta bir yol üzerinde çalışmalarını sürdürüyordu. ABD’nin bu çıkmazını gören  Baasçılar, istediklerini koparmak için girişimlerini birçok çevre üzerinden yoğunlaştırarak, yeniden sistem içerisinde güç olma politikaları izlemeye başladı.
Baasçıları sisteme yeniden entegre etme çalışmaları esas olarak Türkiye üzerinde yoğunlaştı. Türkiye’nin girişim ve direktifleriyle Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi, Baasçıların siyaset yasağının kalkması için ABD nezdindeki görüşmelerini sıklaştırdı. Bu kapsamda Haşimi’nin 2 Ocak tarihinde gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde Obama ile yaptığı görüşme bir dönüm noktası oldu. Haşimi Baasçı oldukları için Irak seçimlerine girmelerine izin verilmeyen 517 kişinin haksız yere seçimlere katılmalarının engellendiğini belirterek, Sorgulama ve Adalet Komisyonunun yasal olmadığını, heyet üyelerinin parlamentonun onayından geçmediğini, bu nedenle heyetin almış olduğu kararların geçersiz olmasını gerektiği söylemesi işin rengini değiştirdi. Bu görüşmeler ardından yasaklanan Baasçıların  seçimlere katılması önünde bir engel kalmadı.
Bu gelişme üzerine Irak Soruşturma ve Adalet Komisyonu kendilerine verilen emir üzerine söz konusu 517 Baasçının seçim yasağını yeniden görüşmeye açtı. Aynı zamanda kamuoyunun tepkilerinin de ne olabileceğini kestirmek amacıyla önceden yanlış ve doğru bilgiler karıştırılarak bilgi kirliliği yaratıldı. Irak Soruşturma ve Adalet Komisyonunun 517 kişi hakkında açılan yeni soruşturma sonucunda 160 kişinin seçim yasağına devam denilirken, 357 Baasçının ise seçim yasağı kaldırıldı.
Kürt ve Şiilerden bu karara tepki gecikmedi, kararın adaletsiz ve tehlikeli olduğunun belirtilmesi, Baasçıların siyasete dönmesini isteyen ABD, Türkiye gibi güçleri yeni yol arayışlarına itti. Bir ABD projesi olması nedeniyle bu durum Kürtler arasında cılız tepkilerle geçiştirilince, Şiiler daha aktif devreye girdi. Bundan sonraki süreçte esas pazarlık Şii ve Sünni Araplar arasında yapıldı ve her iki cephe ortak mutabakata vardı. Ulaşılan mutabakat gereği Irak Soruşturma ve Adalet Komisyonunun ulaştığı kararın uygulanması bazı sorunlara ve yeni gerginliklere yol açabileceği endişesiyle 357 Baasçının bizzat kendileri değil de, bunların belirleyeceği kişilerin parlamenter adayı yapılması kararlaştırıldı.
Bulunan bu yeni formülle seçim yasaklı Baasçılardan söz etmek artık mümkün değildir. Baasçı bireyler isim düzeyinde yasaklı olsalar da, bizzat kendileri tarafından belirlenen adayların parlamentoda yer alacak olması bu durumu doğruluyor. Bu gelişme yapılan planlamanın eksiksiz yürüğünü göstermeye yetiyor.
Eylemcilerin Yoğun Olduğu Yerler de Seçimi Önemsiyor
7 Martta yapılacak seçimler Irak’ın bütün toplumsal dinamikleri tarafından önemseniyor. Çünkü gelinen aşamada güç olmanın yolu seçimlerden başarılı çıkmaya bağlıdır. Irak’taki tüm toplumsal dinamiklerin bu durumun farkında olması, seçimlere yüklenen anlamı büyütüyor.
Bağdat, Necef ve Kerbela’da yoğun eylemlerin olması zaten farklı yollardan güç olma ve iradesini diğerine kabul ettirmenin ayrı bir yöntemi olarak anlam kazanıyor. Sünni ve Şiiler arasında bu biçimde karşılık yapılan saldırılar bunun göstergesidir.
Tabi bu durum dış dinamikler olarak değerlendirilen komşu ülkelerin Irak’ta istikrar istediği ya da eylemlerin arkasında olmadığını göstermiyor. Tersine siyasi hesapların yoğun yapıldığı bir saha olması nedeniyle toplu katliamlara yol açan eylemlerin durmaması için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermeden duramıyorlar. İrade ve güç olma isteminin açığa çıkardığı çözümsüzlük ve komşu bazı devletlerin Şii-Sünni güç dengesi çelişkisini kullanması olayları körüklemede ve tetiklemede önemli rol oynuyor.
Yapılan bu girişimlerin halkın sandık başına gidişini ne kadar etkileyeceğine dair şimdiden bir şey söylemek için zaman erken ama 19 milyon kayıtlı seçmenin büyük çoğunluğu seçim öneminin farkında olduğunu belirtmek yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Şahan Dicle

Toplumdan Gasp Edilen Adalet - 1

Toplumsal eşitlik, adaletle kurgulanmak isteniyorsa iktidarlı sistemin tüm var oluş gerçekliklerinden köklü kopuş gerekmektedir.

Toplumsal eşitlik, adaletle kurgulanmak isteniyorsa iktidarlı sistemin tüm var oluş gerçekliklerinden köklü kopuş gerekmektedir. Bunun için ise toplumu doğru tanımlama ihtiyacı ortaya çıkıyor. Çünkü bugün toplumun nasıl oluştuğu ve insanın bir araya geliş gerekçelerinin egemen tarihçiler tarafından çarpıtılarak aktarıldığını görmek gerekiyor. Buradan da yola çıkarak toplumsal tarihi yeniden yorumlama ihtiyacını hissediyoruz. Tabi tarihsel - toplumsal zemini bizlere liselerde, üniversitelerde, tarih kitaplarında ve basın-medya yoluyla günlük olarak akıtan devletli tarih yorumlarını tekrar anımsadığımızda şunu söylemekten kendimi alamıyorum. ‘Vatan-millet-Sakarya’ edalarıyla ülke tarihlerini veren milliyetçi tarih yazarları bir yana, kendilerini ‘devrim hareketi’ olarak lanse eden bir kısım çevreler de aslında doğruyu söylemekten daha ziyade bir yalandan başka bir yalana doğru toplumsal muhalefet güçlerini koşturmakla kalmışlar.

Tabi bunu yeni bir sosyal bilim arayışı üzerinden söylediğimizi de belirtmek gerekiyor. Şimdiye kadar ortaya çıkan tüm sistem karşıtı hareketler, toplumsal varlığı bütünlüklü ele alamadıklarından dolayı doğru söyleme imkanları ve arayışları sınırlı kalmış. Bunun en temel sonucu olarak da toplumların refah içinde, huzurlu ve özgür birlikteliğini sağlayabilecek hakikatleri ortaya çıkaramamışlardır. Tarih toplumların yaşayış biçimlerini, kültürlerini, dillerini, sanat ve edebiyatlarını kısacası tüm toplumsal değerlerini anlatmakla yükümlü değil midir? Ya da biz öyle olduğunu düşünüyoruz. Fakat bunun böyle olması gerektiğini kendimizden yola çıkarak da belirleyebiliriz. Dikkat edelim, günlük olarak “beni anlamıyorsunuz?” ya da “benim duygularımı hiç mi göz önünde bulundurmuyorsunuz” gibi söylemleri kaç kez kullanıyoruz ya da kullanıldığını duyuyoruz. Demek ki toplumun bir parçası olan birey duygu ve düşüncelerinden bağımsız olarak anlama kavuşamıyor. Toplumun tek bir bireyinde böylesi bir durum yaşanıyorken, toplumun bütünü içinde benzer bir durum yaşanıyordur.

Toplumu da kendi kültür, dil, yaşam biçimi kısacası maddi ve manevi dünyasından kopuk ele almak mümkün değildir. Bir toplumu sadece tek bir yönü ile ele almak o toplumun farklı değerlerini yok saymak anlamsızlığını da beraberinde getiriyor. O nedenle toplumu var eden tüm değerleri bütünlüklü ele almak tarihsel yorumlamanın başatlarından oluyor.

Yukarıda yaptığımız yorumlardan hareketle tarihsel - toplumsal dokuyu yeniden yapılan yorumlamalar çerçevesinde ele alıp, toplumsal adalet sistemini yeniden inşa etme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Çünkü insan olmanın bir gereği olarak anlama dönüştürdüğümüz tarih bilinci ile yaşamımızı bir düzene kavuşturuyoruz. Toplumsal tarihi doğru yorumlama ihtiyacımız da iyi, güzel ve anlamlı yaşama ihtiyacımız üzerinden ortaya çıkıyor. Yoksa yaptığımız, ölüler diyarına bir seyahat değildir. Bizden önce var olan tüm değerlerin gerçekliğini görünür kılıp, bu hakikat üzerinden de günümüzü yeniden yaşanılır kılmaktır.

Doğayı, toplumu ve evreni bütünlüklü ele alıp ahlaki, politik ve tarihsel - toplumsal dokuyu yorumlamaya çalışacağız. Yapmaya çalıştığım inceleme ve araştırmanın niteliğini baştan bir deneme olarak belirlemek en doğru yaklaşım olacaktır. Şimdi tarihsel - toplumsal doku ve evrenin oluşum düzlemini ele almakla başlamak bu nedenle çok daha faydalı olacaktır.

Evrendeki kozmos, varlığın gerçekleşme süreçleridir. ‘Kozmos’da farklılıklar birlikte, özgünlük olarak korunur. Bünyesindeki zıtlıkların varlığını yok edici olarak görmez. Yegane amacı, hiçlik düzleminde varlığı oluşturmaya ve anlama kavuşturmaya çalışmaktır. Buna özgürlük eğilimi de denilebilir. Özgürlük eğiliminin sürekli kılınabilmesi için ise müthiş bir esneklik ve çeşitliliği oluşturan bir zemin gerekmektedir. Dolayısıyla varlık düzlemi, farklılığı reddetmediği gibi karşılıklı bağımlılık ilişkisinde, farklılığı görünür kılar. Doğal toplumda da böylesi bir işlev vardır. Toplumsal ahlak içerisinde farklılığı, farkındalığı ve bu gerçekliği -metafiziksel duyarlılığı da göz önünde bulundurarak- toplumsal evrilişe katkısından dolayı kabul görür. Atom altı parçacıkların dizilişlerinde de bu görülmektedir. Farklı dizilişlerin nasıl bir denge içinde canlılıklarını koruduklarını gösterir. Dengenin bozulması, niteliksel değişim anlarında gerçekleşir. Buna krizli süreçler denilmektedir. Kriz devinimlerin oluştuğu süreçlerde ise oluşumun neye evrileceği belli değildir. Bu evrilişin neye doğru ve nasıl olacağını, atom altı parçacıklarının özgürlük istemi ve mücadelesi belirler.

Boşlukta oluşan varlığın, değişme ve dönüşme mücadelesi, evrimleşme ve kaotik süreçlerdeki devinimlerle kendini sürdürür. Geriye doğru giden evrimin, hiçliğe doğru gidiş olduğundan yola çıkarsak, bu sürekli evriliş, süreklileşme girişimi olmakla birlikte, özgürleşme istemidir. Anlam çarpıtması olmadığı müddetçe, birinci doğa (tabiat) ve ikinci doğada (toplum) özgürlük eğiliminden uzaklık gerçekleşmez. Özgürlük eğilimine doğru yaşanan devinim, düz - çizgisel bir ilerleyiş değildir. Devinim anlarında, sürekli ve esnek bir değişim gücü söz konusudur. Değişim süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan her oluşum, kendinden öncekini sürekli içinde taşır. Mutlaklık, evren yasalarında söz konusu değildir. Devinimde gerçekleşen yasalar doğallık ilkesi üzerinden yürür ve her daim kendine değişim, dönüşüm zemini bulur. Bu zeminin esnekliğinden ileri gelmektedir. Esneklik özgürlüğü, özgürlük zemini ise farklılık ve çeşitliliği doğurur ve korur.

Türkiye’de kısa bir süre önce Genelkurmay başkanlığı bünyesinde ‘kozmik oda’ adıyla bir oda ortaya çıkarıldı. Orası Türkiye’de ‘düzen’in sağlanmasında gerekli olan tüm bilgilerin toplandığı oda olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin düzenini sağlayan (!) bu odadan o aramaya kadar kimsenin haberi yoktu. Çok ilginçtir, toplumun kendi düzenini sağlayan bir oda hazırlanıyor ve o odanın bırakalım içindeki bilgilerin ne olduğunu bilmek, böyle bir odanın varlığından dahi haberdar değildik. Düşünün, toplumun bilgisi dışında nasıl veya hangi bir düzenden bahsedilebilir! Kozmik oda vakası sadece Türkiye ile ilgili bir durum değildir. Devletli tüm güçlerin nasıl bir düzen dahilinde toplumu yürütmeye çalıştıklarını ortaya koyan çok iyi bir örnektir.

Biz evrenin oluşum ve kendisini süreklileştirmesi konusuna geri dönelim. Evrenin kozmos haline, ahlaki düzen de denilebilir. Evrendeki tüm canlıların birbirleri arasındaki etkileşimli bağ içerisinde farklılıklar birbirini bastıran ve öteleyen değildir. Bastırma, yok etme girişimleri de sistemden kopmaları getirir. Bu kopuşlarda da kara deliklerin rolü belirleyicidir. Belki kara deliklerin sırrı tümden çözülmüş olsaydı, bugün bu tanımlamamızı daha güçlü yapabilirdik. Elde olan bilgiler üzerinden yapabileceğimiz tanımlama, galaksi sisteminden kopan varlıkların, kara delikler tarafından yutulduğudur. Bu durum gösteriyor ki esas olan sistemin varlığı, bütünlüğü, birlik –teklik anlamında değil- ve savunmasıdır. İkinci doğada (insan toplumsallaşmasında) yaşanan çarpıtmalar hem birinci doğada hem de ikinci doğada hiçliğe ve özgürlük isteminden -iyi, doğru ahlak- uzaklaşmaya neden olur. Bu durumu ikinci doğada anlam kaymaları, toplum kıyımları ve kültürel yok etmeler; birinci doğada ise doğa felaketleri ve ekolojik dengeye yaşatılan tahribat ve çıkmazdan gözlemleyebiliyoruz.

Nietzsche ve Kadın

Friedrich Nietzsche, 20. yüzyılın en büyük ahlak filozoflarından biridir. Fakat eril sistem, onun bu gerçekliğini hiç olmadığı kadar çarpıtmış ve onu,


Friedrich Nietzsche, 20. yüzyılın en büyük ahlak filozoflarından biridir. Fakat eril sistem, onun bu gerçekliğini hiç olmadığı kadar çarpıtmış ve onu, ahlakın kaynağı olan kadın karşısında eli kırbaçlı koyu bir kadın düşmanı gibi sunmuştur. Oysaki Nietzsche’nin ahlak arayışının temelinde kadın vardır. Onu ahlak arayışına sürükleyen esas etken kadındır. Bu bakımdan Nietzsche’nin karanlığa çekilmiş hakikatini, eril sistemin tüm çarpıtmalarından arındırarak yeniden gün yüzüne çıkarmayı, kadınlar olarak önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. Zira Nietzsche gerçekliği, sanılanın aksine kadın toplumsallığının, kadın ahlakının ve en önemlisi de özgür kadının gerçek arayışçılığıdır.
Bilindiği gibi Nietzsche, yaşadığı çağın insanını aşk ve dostluk gibi kutsal olgular açısından son derece özünden boşalmış ve sahte buluyordu. Bu yüzden de koca insan toplulukları içerisinde kendisini yapayalnız hissediyordu. Ama bu durumu hiçbir zaman kabullenmedi ve daima bir mücadele içerisinde oldu. Çünkü o, bu sahteliği kabullenecek kadar çağının insanı değildi. Bu nedenle de kendisi ve insanlık için, yeniden bir hakikat arayışına girdi. Ona göre bu sahteliğin kaynağında, kesinlikle hakikatin yitimi yatıyordu. 
Peki, bu hakikat neydi ve nasıl yitirilmişti? Nietzsche de, her filozofun yaptığı gibi işe ‘Tanrı’dan başladı. Hakikat yolunun daha ilk adımında Tanrının öldüğünü ilan ederken, sağlam adımlarla ilerlediğinden oldukça emindi. Ancak tam da ‘Tanrı öldü’ dediği bir sırada Salome ona, ‘Tanrı öldüyse ahlak sorunu doğar, ahlakın yerine neyi koyacaksın?’ sorusunu yöneltir. Salome, yaşamı boyunca Nietzsche’yi en fazla etkileyen, felsefi yoğunlaşmaları üzerinde daima belirleyici bir etkisi olan zeki ve güçlü bir kadındı. Salome’nin kendisine yönelttiği bu son derece önemli olan soru, Nietzsche için sonun başlangıcı oldu. Bu sorunun ardından esasın ahlak olduğunu fark eden Nietzsche, bundan sonraki hakikat arayışını; ahlakın kaynağı nedir sorusunun yanıtını bulmak olarak belirledi.
Ahlakın kaynağına dair arayışı, Nietzsche’yi Zerdüşt’e götürecek ve Zerdüşt ahlakına vardıkça da, eril çağın zihniyet formlarından sıyrılıp, yeniden kadına dönüşü yaşayacaktır. Çünkü Zerdüşt felsefesi, erkeğin eril tanrısına karşı, kadının toplumsal ahlakını buyuruyordu. Bu yüzden de Zerdüşt felsefesinin derinliklerine daldıkça, ahlakta kadının gücünü keşfediyor ve yitirilen ahlakın, aslında yitirilen kadın olduğunu anlıyordu. Keza toplumsal ahlak, son tahlilde kadın olarak gerçekleşmişti. Bunun üzerine Nietzsche, kendisini Zerdüşt buyruğunun müritliğine adadı.
Artık Nietzsche’nin bütün çalışmalarının esasını, kadın ve onun ahlakı oluşturacaktı. Zira hakikat yolunda ulaştığı bütün sonuçlar; ona insanlığın kurtuluşunun kadın ahlakından geçtiğini söylüyordu. Aslında Nietzsche, en başından beri bu dişil hakikatin fideliğinde yetişmişti. Çocukluğunu annesi, kız kardeşi, anneannesi ve evlenmemiş iki teyzesiyle birlikte geçirmişti. Yaşadığı bu deneyim, onu 20. yüzyılın gerçek bir ahlak filozofu ve hakikat arayışçısı yaptı. Ölünceye kadar da hayat akışını bu dişil hakikat belirledi. Dolayısıyla Nietzsche için hakikat, dişildi. Ancak yaşadığı çağın eril karakteri, bu hakikatin varlığına imkan tanımıyordu. Bu nedenle Friedrich, yaşadığı çağı ‘erkek çağı’ olarak tanımladı. Bu, onun deyimiyle şu anlama geliyordu; dişil hakikat, eril duygunun kızgın çağında yaşıyordu. Bu yüzden de birkaç yüzyıl içerisinde bütünüyle erkeğe dönüştürülmesi tehlikesi vardı. Nietzsche bununla eğer ki durdurulamazsa, hakikatin sonsuza dek eril sistemin karanlığına gömülebileceği tehlikesine dikkat çekiyordu. Buna dur demenin tek yolu ise ‘üst insan’ı yaratmaktı. Bundan dolayı Nietzsche, ahlaki kopuşu yaşayan sistem toplumsallığına karşı, kadın ahlakına yeniden dönüş anlamındaki ‘üst insan’ çıkışını gerçekleştirdi. Ancak onun bu üst insan çıkışı, çok yanılgılı ele alınacak ve sistem tarafından büyük çarpıtmalara uğratılacaktı. Eril sistem, topluma aşıladığı ırkçılık hastalığının teorik malzemesini onun bu kavramına dayandırdı. Bu yüzden de üst insan kavramı, uzun bir zaman birçok tartışmanın merkezinde yer alan ‘tartışmalık’ bir kavram haline getirildi. Oysaki Nietzsche’nin ‘üst insan’la kastettiği; ahlaka yeniden dönen insan olarak, ahlaktan kopuşu yaşayan hiçlik dolaylarındaki insan gerçekliğini aşmaktır. Yani ‘üst insan’a varış, aslında toplumsallığın özü olan kadın ahlakına yeniden dönüşün gerçekleşmesiydi. Bu yüzden de Nietzsche, üst insanı bir varoluş tarzı olarak yorumladı. Zira kadın ahlakı, toplumun varoluş tarzıydı.
Dolayısıyla Nietzsche’nin “kadınlara mı gidiyorsun, öyleyse kırbacını unutma” sözünün mesajı, aslında biz kadınlara sistem tarafından yoğunca çarpıtılarak sunulmuştur. Keza yaşamı, felsefesi ve ahlak arayışçılığı göz önünde bulundurulduğunda Nietzsche’nin bu sözüyle; fahişeleştirilmiş, cinsel bir objeye dönüştürülmüş ve kadınca duygularından arındırılıp erkekleştirilmiş kadın gerçekliğine karşı duyduğu nefreti dile getirmek istediği çok açıktır. Ancak eril sistem onun bu söylemini ‘kadına karşı şiddet meşrudur’ şeklinde yorumlayarak toplumda yanlış bir algı oluşmasını sağlamıştır. Böylece Nietzsche’nin oluşturmak istediği toplumsal refleksin de gelişimi önlenmiştir. 
Oysaki bu ünlü söyleminde geçen kırbaç kavramı, tamamen mecazidir. Nietzsche bununla düşürülmüş ve fahişeleştirilmiş kadın gerçekliğine karşı tüm erkeklerin (hatta tüm toplumun) bir öfkesi olması gerektiğini belirtmek istemiştir. Keza bu sözünü de, frengi hastalığını kaptığı bir genelev deneyiminden sonra söylemleştirmiş ve bu olaydan sonra da bir daha hiçbir kadınla cinsel ilişkiye girmemiştir. Hatta bunu daha da ideolojik bir formata kavuşturarak; kadınla ilişkiyi salt cinselliğe indirgeyen bu durumu, kapitalizmin ‘zevk ahlakı’ olarak değerlendirmiş ve reddetmiştir. Artık onun için cinselliğin tek bir anlamı vardır; o da ‘sürüleşme’dir. Anlaşılıyor ki Nietzsche bu sözüyle yalnızca düşürülmüş kadın gerçekliğine karşı bir öfkenin olması gerektiğini haykırmakla kalmamış, aynı zamanda cinselliğe indirgenmiş aşkın, şehvetin pençesinde can çekiştiğini ve bu durumun insanlığın sonunu getireceğini de haykırmıştır. Nitekim yaşamının daha sonraki dönemlerinde bu durumu çok daha güçlü bir ifadeye kavuşturarak şunu söyleyecektir: “Şehvet varoluşun dehşetini yaşatır.” Bu açıdan Nietzsche’nin, yaşanan durumun vahametini ortaya koyabilmek için kırbacı özellikle seçtiğini düşünülebilir. Çünkü çağın rengini belirleyen bu durumun vahameti, ancak böylesi bir mecazla anlatılabilirdi. Dolayısıyla Nietzsche gerçekliği, tüm bu belirtilenlerden de anlaşılacağı üzere bir kadın düşmanlığı değil, tersine bir özgür kadın arayışçılığıdır. 

Ekin Gever

Sürecin ve Siyasetin Seyri

Son yirmi güne baktığımızda, bir gün öncesinden manşet olan bir haberin, ertesi günde yerine külleri bırakması ve farklı bir haberin manşetten verilmesi gibi bir durumun bütün hızıyla devam ettiği ve bırakalım gün gün ne yaşandığını, herhangi bir günün içinde dahi yaşanabileceklerin kestirilemediği bir dönem yaşanmaktadır. Tabi durum böyle olunca yaşanan her türlü gelişmeye de, geniş bir yelpazeden yorumlar, eklemeler, spekülasyonlar, tırnaklamalarla birlikte oluşturulan senaryolar, yorumlar da haberlerin hız seyrine göre gelişmektedir.
Yani somut durumda; bardağın hangi tarafını görmek isteyen varsa, ona göre yorumların dizilmesi gerçekleşti. Bunların içinde methiyelerde oldu, yergiler de. Artık kim neyi görmek istediyse biraz da ona uzandı. Peki, bu dönem durulacak mı? Mevcut gidişata bakılırsa, pek de durulacak, sakinleşecek bir döneme benzemiyor. Bilakis daha da hareketlenecek ve hatta ciddi siyasi komplikasyonlarla, spekülasyonlarla devam edecek bir hale eviriliyor.
Bu kadar hararetli ve hareketli döneme yönelik geliştirilen temel yorumların basında; demokratikleşmenin doğum sancılarının yaşandığını söyleyenlerle, büyük ve yenilmez Türk devletinin temelinin çatırdamaya başladığını söyleyen iki keskin çizgi ve birbirine marjinal yorumlar gelmektedir.
Enformasyonun bini bir para olan bu mantalitenin içinde, bu sürgit düşünsel angajelerin içinde biz aslında biraz daha hikâyenin özüne ve perdenin arkasına bakabiliriz. Hikâyenin özü ya da salt tabirle perdenin görünmeyen yüzü son derece anlaşılır olmaktadır. Zaten ifade etmeye çalıştığımız enformasyon erozyonunun temel nedeni de, sanki bir noktada bunların flu edilmesine yönelik bir canhıraş mübadelenin tezahürü olmaktadır.
Hikâyenin özü sudur;
Evvela Türkiye ciddi anlamda bir demokrasi sürecine hala girememiştir. Bunun için mevcut haliyle bırakalım bilmem kaç fırın ekmek yemesi gerekiyor felsefesini, daha yemesi gereken ekmeğin buğdayını dahi ekememiştir. Onun için denildiği veya seslendirildiği gibi “demokratikleşmenin sancılarını” kesinlikle yaşanmamaktadır.
Yorumların diğer tarafında yer alan “devlet, cumhuriyet elden gidiyor” debdebelerine de hiç ihtimal vermemek gerekiyor. Bu anlamda yaşanmakta olanlar statükoyu alt etmenin yerine, onu daha çok dönemin koşullarına göre revize etmektir.
İşte tüm bunların ortasında yaşanan çatışmaların hüsnüniyeti de; baskın siyaseti esas alarak, menfaat dünyasının o ufacık hülyalarında kendi rantını oluşturmanın derdine yaren bulmaktır.
Daha da somutlaştırmak gerekirse; büyük ihtimalle AKP’ye yönelik Mart’ın ortalarında veya sonlarına doğru bir kapatma davası açılacaktı. (Bugünün manşetlerinde Anayasa paketinin meclise gönderileceği yazıldığı için geçmiş zaman ekiyle ifade etmeye çalışıyorum) Eğer iktidar böylesi bir durumla karsılaşırsa; erken seçim diyerek, halkı sandığın basına götürecekti. Fakat bunun için de, meydanlarda siyaset yapabilmek için biraz sermaye gerekiyordu.
İktidar partisi bu sermayeyi oluşturabilmek için de, tekrardan “açılım” safsatalarına, operasyonlar adı altında Kürt halkının demokratik örgütlülüğüne yönelme ve ordunun çeşitli kesimlerine yönelik operasyonel faaliyetlerle gözaltılar, mahkemeler ve sonrasında üçlü zirveler, ikili görüşmelerle çeşitli anlaşmaların gerçekleşmesine yönelik çok yönlü ve çok yüzlü siyaset yapmaktadır.  Kısacası; yaşanan bu gelişmelerin içerisinde, ayyuka çıkarılan bütün senaryoların altında yatan temel neden bu olmaktadır.
Fakat ifade etmeye çalıştığımız gibi öylesi bir siyasi arena var ki, gelişmelerin hızını saptayabilmek hiç de kolay olmuyor. Bugünün manşetlerinde yer alan “anayasa paketinin” önümüzdeki dönemde meclise, sürecin karakterine uygun bir şekilde hızla götürülmesinin altında yatan gerçekliklerde tamamen bundan ibaret olmaktadır.
Tüm bunların yanında Kürtler açısından duruma yönelik geliştirilecek en makulü ve mantıklısı, meydanlarda yürütülecek serhildanlarla birlikte, önümüzdeki gelişmelere güçlü bir şekilde hazırlanmak olmaktadır. Her türlü gelişmelere açık olabilecek bir dönemden geçtiğimizin bilinci ve farkındalığıyla, örgütlü gücünü daha da geliştirmek, bu temelde mücadelesini tüm alanlarda ve meydanlarda yürütmek olmaktadır. Gerek siyasi, gerek kurumsal ve gerekse de öz savunma anlamında kendisini bu sürecin belirleyeni, baş aktörü olarak görmeli ve bu şekilde çalışmalarını, en az bu sürecin seyri gibi seri ve hızlı bir şekilde pratik duruşa dönüştürebilmelidir.

Toprak Cemgil