17 Mart 2012 Cumartesi

TAK Yeniden Ortaya Cıktı, Tehdit Etti

Ankara - Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) kendi internet sitesinde yayınladığı bir açıklamada tehditlerde bulundu. Mevcut politikaların yürütülmesinde rolü olan tüm kurum ve kesimlerin hedeflerinde olacağını belirten TAK, turistlere de “Türkiye’ye gelmeyin” çağrısında bulundu.

“http://www.teyrenkurdistan.com” sitesinde yayınlanan bildiride, PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecride, aralıksız süren tutuklamalara, Roboski katliamı ve kimyasal silah kullanımına dikkat çekilerek, “AKP terörüne karşı elbette sessiz kalmayacağız. Başkan Apo’nun şahsında tüm Kürt Halkına yönelik yapılan tüm saldırılara hak ettikleri cevabı mutlaka vereceğiz” tehdidi yapıldı.

“AKP faşizminin katliamcı soykırımcı saldırılarının intikamının çok büyük ve misliyle alınacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Bunların hesabını soracağız” diyen TAK, “2012 yılına girerken bir kez daha belirtmek isteriz ki; Türkiye’nin her yeri bizim için bir savaş cephesi, mevcut sistem ve politikaların yürütülmesinde rolü olan tüm kurum ve kesimler hedefimiz olacaktır. Bu kesim ve kurumlar kendilerini biliyorlar, herkeste onları tanıyor” ifadelerini kullandı.

TAK turistlere de uyarıda bulundu: “Bu vesileyle turizm amacıyla Türkiye’ye gelecekleri tekrardan uyarmak istiyoruz. Ödediğiniz her kuruş Kürt halkına karşı silah, bomba ve katliam olarak geri dönmektedir. Bununun farkında olarak tercihinizi yapmalısınız. Yürütülen katliamlara ortak olmamak ve yürüteceğimiz savaştan zarar görmemek için Türkiyeye gelmeyin. Savaştan dolayı görülecek zararların sorumlusu AKP olacaktır. Bu açıdan tüm dünya kamuoyuna çağrıda bulunuyor ve Türkiye’ye seyahat amaçlı gelinmemelidir diyoruz. Olacak olanlardan dolayı hiç bir sorumluluk bize ait olmayacaktır.”

Açıklamada son olarak, “Geliştireceğimiz savaş ve yükselteceğimiz direnişle 2012 yılını Kürt halkına ve değerlerine yönelik tüm saldırıların geri püskürtüleceği bir yıla dönüştüreceğiz. Kürt halkının savaş ve eylem örgütü TAK olarak bunu her zamandan daha fazla başaracak güç ve imkânlara sahibiz” ifadeleri yer aldı.

TAK en son 20 Eylül 2011’de Ankara Kızılay’da 3 kişinin ölümüne 30’u aşkın kişinin yaralanmasına yol açan bombalı saldırıyı üstlenmişti.

Taksim’de 31 Ekim 2010’da bir kişinin ölümü, 15’i polis 32 kişinin yaralanmasına yol açan intihar saldırısı da TAK tarafından gerçekleştirilmişti.

Yine İstanbul Halkalı’da 22 Haziran 2010’da askeri personel servis aracına yönelik düzenlenen bombalı saldırıda 6 kişi ölmüş, çok sayıda kişi de yaralanmıştı. Saldırıyı TAK üstlenmişti.

ANF NEWS AGENCY

Diyarbakır Newroz'u 18 Mart'ta Kutlayacak


AMED - AKP rejiminin Newroz kutlamalarına karşı yasak kararını değerlendiren BDP, kutlama tarihlerine halkın karar vereceğini belirterek, kutlama tarihlerinde değişiklik olmayacağını duyurdu. Diyarbakır'da da kutlamanın 18 Mart günü yapılması kararı alınırken, BDP İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt, "'Halk kararını verdi, Newroz'u 18 Mart'ta kutlayacak" dedi. Açıklamanın ardından halk BDP İl binası önünde kutlama yaptı.

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), İçişleri Bakanlığı tarafından yayınladığı gizli Newroz genelgesi ile valiliklerin 18 Mart'ta yapılacak kutlamalara izin vermemesi kararını değerlendirerek, tutumunu açıkladı. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş başkanlığında Diyarbakır'da toplanan BDP'li seçilmişler, Diyarbakır Newroz'u ve diğer iller dahil olmak üzere 18'inde ve diğer tarihlerde yapılacak kutlama tarihlerinin değiştirilmeyeceği yönünde karar aldı.

‘HALK CEVABINI 18 MART’TA VERECEK’


Diyarbakır'da yapılacak kutlama tarihinde bir değişiklik olmadığını, kutlamanın 18 Mart günü yapılacağını duyuran BDP Diyarbakır İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt, hazırlıklarının devam ettiğini söyledi. Zümrüt, "Devlet, AKP şunu çok iyi gördü, bütün operasyonlara rağmen, bütün yasaklamalara rağmen Diyarbakır halkı ve bütün Türkiye genelinde halk Newroz çalışmalarına devam etti. Ama şu görüldü ki milyonları da aşacak şekilde Diyarbakır açısından nihayetinde en küçük ve en ücra köşesine bile çok coşkulu Newroz'lar kutlandı" dedi. "Diyarbakır genel itibarı ile merkezi hükümet, kimsenin bu halkın özgürlük mücadelesi yürüyüşüne engel olamadığı ve halkın iradesini kıramayacağını gördüler" diyen Zümrüt, "AKP, devlet dedi ki 'biz bu operasyonları yapmamıza rağmen Kürt halkı hala ayaktaysa 18 Mart'ta yapılacak Newroz'a sahip çıkacaksa bu ciddi bir direniş ruhudur.' Halkın en büyük cevabının ayın 18'inde vereceğinin farkına vardı" dedi.

HALK KARARINI VERDİ

"Hiç birimizin, bu konuda halkın taleplerinin önüne geçemeyeceğini herkesin bilmesi gerekir" diyen Zümrüt, "Bizler de bu halkın talepleri üzerine çalışmalarımızı ayın 18'i olarak belirleyerek, çalışmalarımıza da bir bütün halinde devam ettiriyoruz. Hiçbir yerde engel tanımadan, çalışmaları yürütüyoruz" dedi. Valiliğin kararını değerlendirdiklerini ifade eden Zümrüt, "BDP olarak ne bizler bunun kararını verebiliriz ne valilik ne de hükümet. Halk 18'inde de kutlar 21'inde de kutlar. Bugün eğer milyonlara ulaşmış bir Newroz kutlamaları gerçekleşiyorsa bu halkın kendi öz iradesi ile bugüne getirmiştir. Halkın vereceği bütün kararlarda biz de BDP olarak bunun öncülüğünü yapmaya hazırız. 18 Mart'ta olduğu gibi çalışmalarımız devam ediyor" dedi. Zümrüt, "Halk Newroz'unu 18'inde Newroz'un alanında kutlayacak" şeklinde konuştu.

Zümrüt'ün açıklamasının ardından İl binasında toplanan halk, il binası önünde ateş yakarak kutlama yaptı. Müzik eşliğinde halay çeken kitle sık sık, "Bijî serok Apo" sloganları attı.

Öte taraftan Newroz nedeniyle BDP il binası yeşil sarı kırmızı balonlarla süslendi.

ANF NEWS AGENCY

TeCavüz Devleti ve Pensilvanya – Pozantı Hattı

Bir zamanlar “büyük” olduğunu düşünenler, küçüldükçe megalomaniye (büyüklük hastalığı ya da aşağılık kompleksi) yakalanırlar. Etrafa kof bir büyüklük taslarlar. Etraf onlarla dalga geçer. Fakat bu hastalık duyularını o kadar felç etmiş ki olup biteni görüp duyumsamazlar. 

TC devleti şimdi tam da böyle bir durumu yaşıyor. Bu hastalığın diğer adı Faşizmdir. Bu hastalık, devlet kurulurken mayasına işledi. Çünkü öncülü Osmanlı devleti, kılıç ve işgal üzerinden geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Ömrünün son demlerinde ise Batılıların deyimiyle “hasta adam” durumuna düşmüştü. Bu hastalık, ateşli bir faşizme dönüştü ve İttihat-Terakki olarak yüzeye vurdu. Osmanlı yıkılıp da onun genetik devamı olarak kurulan Türk devletinde ise bu hastalık karşımıza Kemalizm olarak çıktı. Fakat paralelinde yürüyen, onun tarafından bastırılan ve gölgede kalan Osmanlı “saltanat-hilafet” artığı bir yapı da kendisini hep his ettirdi.  Osmanlının son dönem iktidar yapısındaki bu çatallanma kendisini revize ederek TC’de sürdü.

Kendilerini ideolojik olarak “farklı” gerekçelere dayandırsalar da bu kliklerin genetik yapıları aynıydı. Bir madalyonun iki yüzüydüler. İkisi de megalomani müptelasıydı. Bu “büyük”lük kompleksini tatmin etmek için ise yeterli büyüklüğe sahip değildiler. Bu yüzden hep dış büyüklere dayandılar. Örneğin Mustafa Kemal ilkin Sovyetlerin gölgesine sığınmayı denedi. Fakat burada yeterlice tatmin olmamış olacak ki Anglo Sakson çizgisine yanaştı. Ardılları da önce İngilizler, sonra da ABD’ye dayandılar. O gün bugündür de ABD ile güya “müttefik”ler. Fakat ABD gibi bir ızbandut ile yaşamanın da bedeli olacaktı. Bu da bulunulan alanda onun jandarmalığını yapmaktı. TC devletinin ömrünün büyük kısmı bu jandarmalıkla geçti. Hatta bunun için eğitimden de geçti. İlk eğitim merkezi ABD’nin Florida eyaleti oldu. Öncü kişi Alparslan Türkeş idi. Gizli ders kitabının adı da “Sahra Talimnamesi” idi. 

Gün oldu devran döndü ve bu sefer kendilerine “muhafazakar” adını, yanına süs olarak da “demokrat” etiketini koyan Osmanlı hilafet artığı iktidar kliği başa geçti. Oyun değişmedi. Sadece aktörler ve replikler değişti. Bir de eğitim merkezi değişti. Merkez derken ülke olarak değil eyalet olarak! Yani Florida oldu Pensilvanya. Türkeş’in görevini Fetullah Gülen devraldı. Gizli kitabın adı da “BOP ve Ilımlı İslam” oldu. Madalyonun iki yüzü demiştik ya Türkeş ile Gülen’i iyi tanıyanlar, ikisinin de ruh ikizi olduğunu iyi bilir. 

Türk devleti böylesi “değişim”ler geçirirken Kürt halkına yaklaşım açısından herhangi bir değişim olmadı. Sadece nicel açıdan bir değişim söz konusu oldu. Söz konusu megaloman-faşist yapıdan kaynaklanan asimilasyon, soykırım, katliam ve tecavüzün dozajı arttı yani. Kısacası TC ilk günden beri hep TeCavüz devletiydi. 

Pensilvanya’da oturan “ABD-CIA Şeyhülislamı” Fetullah Gülen, ABD ve ordusu “düzenli bir biçimde” İslam dinine hakaret edip Kur’an-ı Kerim’i yaktığında tek laf etmezken, onur savaşı veren Kürt halkına “lanetler” yağdırmakla meşgul…

Bu “lanetli vaazlar”ı huşu içinde dinleyen CIA Şeyhülislamının asker-polisleri de ilk iş olarak Kürde saldırıyorlar. Önce Roboski köyünde 34 gencecik Kürdü katlettiler. Bu öncenin de sayılamayacak kadar çok öncesi var elbette. Son olarak da Pozantı’da Kürt çocuklarını, kendi ürünleri olan “muhafazakar sapıklar”ın içine attılar. Hatırlanırsa AKP’nin lağım “gazete”lerinden “Akit”in yöneticilerinden biri de böyle bir “tür” idi.

Pensilvanya’dan dalga dalga gelen “lanetli vaaz”lar peş peşe Kürt çocuklarını ve gençlerini vuruyor. Şeyhülislamın askerleri kendilerine örnek olarak ABD askerlerini alıyorlar. Örnek aldıkları eğitmenleri bu konuda son derece tecrübeliler. Yıllardır Guantanamo, Irak, Afganistan ve daha pek çok yeri bu konuda laboratuar olarak kullandılar. Şimdi o laboratuardan çıkan dersleri, Fetullah ile Tayyip’in askeri ve polisi Kürdistan’da uyguluyor.

Ve “Müslüman”lar, “solcu”lar, “devrimci”ler ve diğerleri sus pus… 

TeCavüz iğrenç yapılardan kaynaklanır. Bu yapı, Pozantı deşifre olduğundan bu yana ortaya koyduğu pratiklerle de TeCavüzü sahiplendiğini ortaya koydu. Dolayısıyla onlardan “vicdan”, “utanma”, “ar” ya da “haya” gibi tutumlar beklemek beyhudedir. Onuru olanlar utanır. Bu anlamda Pozantı’daki çocukların kamera ve fotoğraf makinelerinden yüzlerini gizlemeleri anlamlıdır. Ama kelimenin gerçek anlamında Kürt çocukları ve gençleri utanılacak hiçbir şey yapmadı. Güzel yürekleri ve yüce onurlarıyla halkının özgürlük mücadelesinde ön saflarda yer aldılar. Bu onur ve güzellik onlara da Kürt halkına da yeter. Lağıma dönüşmüş TeCavüz devletinin medya organlarından yüzünü eksik etmeyen yaratıklardan onur ve utanma beklemek ise gerçekçi değildir. 

Gerçekçi olan onur savaşçılarının tüm pislik, lağım ve onur yoksunu yapıları layık oldukları yere süpürecekleridir…

Akif Roj

Türk Özel Savaşının Yeni Bayatlamış Oyunları -3

Evet, tam 5 kez PKK bitirilmiş de meğerse haberimiz yokmuş. Genel manada süreci takip edenler bilirler ki bu tür söylemleri sadece Yeşil Türki Faşistler kullanmıyor. Bu tür söylemleri Türkiye cumhuriyeti devleti diye bilinen aygıtının hangi iktidar gücü gelmişse kullanmıştır. Ve bu söylemler sadece bugünle sınırlı değildir. Kürdistan’da yaşanan direnişlerde de her zaman bu tür söylemlere başvurarak direnişçilerin ruhsal dirençlerini kırmayı hedeflemişlerdir. 

Özcesi yeniden dönüyoruz “bin yalan sadece bir doğru etse bile bu yalana devam et” stratejisine. Denilecek ki dünyanın her yerinde iktidar odakları iktidarlarını pekiştirmek için bu tür yalanlara başvururlar. Bu da elbette yabana atılacak bir tespit değildir. Dünyanın tüm egemenleri, iktidar odakları mutlaka iktidarları pekiştirmek için yalana, dolana, insan psikolojisiyle oynamaya, yönlendirmeye, moral bozukluğu yaratmaya başvururlar. Lakin dünyanın hiçbir yerinde bu kadar asılsız, mesnetsiz, desteksiz, dayanaksız yalana kimse başvurmaz. Dünyanın başka yerlerinde böyle aslı astarı olmayan yalan dolana başvursalar bile kitlelerin önüne çıktıklarında en azında renk atarlar, kızarırlar, bozarırlar. Biraz utanırlar, öksürürler, insanın gözlerinin içine direk bakarak konuşmazlar. Ne de olsa yalan söylediklerini bilirler, içlerinde az da olsa var olan ar perdesi onları böyle yapmaya zorlar. İnsan denilen varlık ciddi tahribatlara uğramışta olsa bir toplumsallığı vardır. Toplumsallık ise ahlak demektir, moral değerleri demektir. Başka bir deyimle onur demektir. 

Ne var ki Türkiye cumhuriyeti devletinin ve özelde de bu aygıtın son temsilcisi durumunda olan Yeşil Türki Faşist yapı tüm bu değerlerden yoksun olarak korkunç ve bayatlamış yalanlar üstüne yalan üretiyor. Bu gayri ahlaki yapının en son hokkalı yalanı 28 Şubat post modern darbesinin kendilerine dönük yapılmış olduğunu söylemeleridir. Öyle ki televizyonlarda, gazetelerde çarşaf çarşaf mağduriyet teorileri yaparak kitlelerin duyguları sömürülmektedir. 

Çok derin teorik analizler yapmadan basit bir soru ile Akepe’nin 28 Şubat’ın mağduru mu yoksa 28 Şubat’ın yaratımı mı olduğunu tespit edelim.

Soru şudur: 

28 Şubat post modern darbede en kazançlı çıkanlar kimlerdir? 

Ya da tersini soracak olursak 28 Şubat post modern darbesiyle en çok kaybeden kimlerdi? Ya da bu darbe kimlere karşı yapıldı? 

İkinci soruya verilecek cevap herhalde Sayın Erbakan ve partisi ile Kürt özgürlük hareketidir demek yanlış olmayacaktır. Sayın Erbakan’a yapılan darbe ayan beyandır. O yıllarda Sayın Erbakan’ın Kürt özgürlük hareketiyle, akan kanın durması için ilişkiye geçtiği biliniyor. 1997 yılının başında çeşitli kanallarla Sayın Erbakan’ın bu sorunu çözmeye dönük girişimde bulunduğu dediğimiz gibi biliniyor. 28 Şubat post modern darbesiyle birlikte Erbakan istifaya zorlanmış, Kürt özgürlük hareketine karşı da kapsamlı bir saldırı başlatılmıştır. 14 Mayıs 1997 yılında gerçekleştirilen Çevik operasyonu ya da 14 Mayıs operasyonu bu post modern darbenin sonucudur. O meşhur “Zap Cumhuriyetine karşı operasyonlar” hep o dönemin saldırılarıdır. 

Birinci soruya verilecek cevabın tek bir şıkı vardır:  Bugünün Akepelileri. Dönemin Refah Partisi biliniyor kısa bir süre sonra kapatıldı. İçeride Erbakan’a karşı yeni bir çıkış yaptırılmak istense de başarılı olmadı. Bu oluşumun adı Fazilet’ti. Fazilet’i de hızla kapatarak, önemli isimlerine siyaset yasağı getirtilerek sözde yenilikçilerin önü açılmış oldu. Unutulmasın, Sayın Erbakan’a karşı post modern darbenin özü milli görüşe karşı yapılan darbedir. Eskinin sözde milli görüşleri olan bugünün Akepelileri yenilikçi olduklarında sarf ettikleri ilk sözler “milli görüş gömleğini çıkarttık” olmuştur. Başka bir deyimle darbeye maruz kalanları terk ederek, hatta arkadan hançerleyerek vurmaları olmuştur. 

Her şey bu kadar ayan beyan ortadayken Akepelilerin 28 Şubat post modern darbenin mağdurları olduğunu söylemeleri tek kelimeyle yalandır. Sahtekârlıktır, yüzsüzlüktür. Akepe 28 Şubat post modern darbesinin nur topu çocuğudur. Hem de altın çocuğudur. Sistemi zorlayacak olan Sayın Erbakan gitmiş yerine sistemle uyumlu hale gelen ya da getirilmiş olan Akepeliler gelmiştir. 

Başka çarpıcı bir gerçeklik ise 28 Şubatçıların milliyetçi ve militarist zihniyetlerinin herkesçe bilinmesidir. Andıç olayı esasta 28 Şubatçılar’ın başka bir yüzüdür. Peki, Andıç gerçekliği en çok kime karşı kullanılmıştır ya da Andıçla en çok kime vurmuştur bu faşizan zihniyet? Verilecek cevap özgürlük hareketine ve ona yakın duran dostlarına, tabanınadır. 

Peki, bugün 28 Şubat post modern darbesinin nur topu çocuğu olan Akepe ne yapıyor? Özgürlük hareketine, dostlarına, gerillasına, özgürlükçü Kürde, sivil toplumuna, legal siyasetine, aydınlarına, basınına, kültürüne derken ne kadar özgürlükçü duruş sergileyen Kürt varsa hepsini hedefliyor. Başka bir söylemle 28 Şubat post modern darbesinin 1997 yılında yaptıklarını şimdilerde onların yaratımı olan nur topu çocukları olan Akepe yapıyor. 

Gerçekler bunlarken bayatlamış oyunlarla ortamı bulandırmak sadece ve sadece yalandır. Sahtekârlıktır, yüzsüzlüktür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi “suç üzerine kurulu olan bu sistem” Naziler’in propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in koyduğu ilkeler temelinde hareket ediyorlar: 

“1- Söylediğin yalan ne kadar büyük olursa, o kadar çok kişi inanır 
2- Yalanı, daha büyük bir yalanla kapat 
3- Sen suçla, o temizlemeye çalışsın.” 

Türklerin bir atasözü vardır: “Geçti Bolu pazarı sür eşeğini Niğde’ye” diye. Bayatlamış yalanlarınız değil, Bolu’da malınızı satın alacak kimse kalmamıştır. En iyisi siz geç olmadan malınızı gidin Niğde’de satın. O da eğer oraya kadar malınız bozulmaz ise…

Kasım Engin

Türk Özel Savaşının Yeni Bayatlamış Oyunları -2

Bir önceki yazımızda özgürlük hareketine karşı her koldan yalanlar üzerinde inşa edilmiş silahlarla saldırıldığını anlatmıştık. Yeşil Türki Faşistlerin kendilerine has geliştirdikleri; “bin yalan sadece bir doğru etse bile bu yalana devam et” strateji ekseninde hareketleri öyle görülüyor ki daha da sürdürülecektir. 

Türk özel savaş sistemin karakteridir ve belki de dünya da hiçbir güç Türk özel savaş sistemi gibi-bunun Osmanlıya uzanan tarihi vardır-kendi karşıtlarını yanına çekebilmekte gösterdiği bu mahareti göstermemiştir. Gerçekten de dünyada kendisine karşı mücadele edipte sonrada bir yolunu bulup bu düzeyde karşıtlarını yanına çeken az ülke vardır. Denilecek ki iktidarların bir karakteri, karşıtlarını tasfiye ederken bir fiziki tasfiyeyi esas almalarıdır birde karşıtlarını yanlarına alarak karşı cepheye saldırmalarıdır. Biri direk yok ederken diğer yok etme biçimi ile de karşı cephede inançsızlık, kararsızlık yaratarak daha derin tahribatlara yol açmayı hedefler.

Bugünde iktidardakilerin bu yöntemi etkili kullanmaya çalıştıkları aşikârdır. Örneğin bir kedisi olmayan zat ile sürekli küfür eden zatı bugün nasıl da kapılarına bağlayarak özgürlük mücadelesine saldırtıldıkları herkes görüyor. Elbette sadece bunlarla sınırlı değildir saldırılar. İhanetçi, işbirlikçi, kontralaşmış ne kadar tip varsa hepsini bir merkezden harekete geçirerek bin yalanlarının bir doğru etmesi için tüm güçlerini ortaya koyuyorlar. 

Demek istediğimiz şudur: inandırıcı olmaları için yalanların Kürt olmaları ve bir dönemde belki de Türkiye cumhuriyeti devletine karşı mücadele etmiş olanlar tarafından söylenmesidir. Neden böyledir derseniz söylenecek tek bir cümle vardır o da “bu sistem suç üreten bir sistem” olarak artık kabul görmüyor, deşifre olmuştur. Yani ipliği pazara çıkmıştır. En çokta şimdilerde Akepe denen yalan makinesinin ipleri pazara çıktığı için, bu kendine demokrat kendine Müslüman olan Akepeliler bu tip kişilere daha fazla ihtiyaç duymaktalar. 

Yalanların bir zirvesini en son Yeşil Türki Faşistlerin ruh bozukluğunu yaşayan içten faşist İdris Şahin dile getirmiştir.

Akepe’nin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin:” 1 Ocak 2003 ile 9 Aralık 2011 tarihleri arasında yaşanan çatışmalar ve yapılan operasyonlarda bin 268 PKK'linin hayatını kaybettiğini, 24 bin 385 PKK'linin yaralı olarak yakalandığını, bin 398 PKK'linin ise teslim olduğunu” söyledi. Yani son 9 yılda 26 binde fazla PKK’li imha edilmiştir. PKK gerillaların sayısı da 4 ile 5 bin arasında tahmin edildiğine göre bu rakam 5 hatta 6 kez PKK’nin yok edilmiş olması demektir. 

PKK 5 ya da 6 kez yok edilmiş olacak ancak halen dimdik ayakta durmasının da ötesinde Devrimci Halk Savaşı gibi oldukça iddialı bir mücadele kararlılığını tüm dünyaya ilan edecek!

PKK 5 ya da 6 kez imha edilmiş olacak ancak Yeşil Türki Faşistler peş para bile etmeyen, Kürt toplumunun nezdinde bir değeri olmayanları sağda solda toplayarak bir sürü de para yağdırarak PKK karşısına çıkaracaktır! 

PKK 5 ya da 6 kez imha edilmiş olacak ancak düne kadar aşiret reisi diye hakaret ettikleri Kürt siyasetçilerine şimdilerde yakar yalvar ederek, söyledikleri her sözden medet umarak ve adeta özgürlük hareketine karşı sarf edecekleri sözler üzerine kendi binaları inşa edecekler!

Özcesi yalan ve suç üzerine kurulu olan bu sistem bu yeni Yeşil Türki Faşist sistem görülüyor ki Nazilerin propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in koyduğu ilkeler temelinde hareket ediyorlar: 

“1- Söylediğin yalan ne kadar büyük olursa, o kadar çok kişi inanır

2- Yalanı, daha büyük bir yalanla kapat 

3- Sen suçla, o temizlemeye çalışsın.” 

Doğrusu Yeşil Türki Faşistler yani “apdestsiz namaza duran yalancılar” bu işi iyi yapıyorlar. İyi yapmaya iyi yapıyorlar da birde hesaplayamadıkları vardır. Örneğin bir onbaşı olan Onur Karakuş’un ölmeden önce yazdıklarını ya da onun gibi birçok gerçeği dile getirilenleri saklayamıyorlar. Ne yazıyor Onur Karakuş ölmeden önce Facebook’a:

“Burası ne cennet ne harikalar dünyası. Burası insanların sustuğu, mermilerin konuştuğu, güllerin yerine barutun koktuğu, ırmakların yerine kanların aktığı, kuşların uçmaya, kurtların yaşamaya korktuğu Gabar dağlarının tam ortası. Şırnak Beytüşşebap’tır burası. Batıda şafak sayanların değil tezkereye bir gün kala şehit olanların yeri.”

Şimdi senin askerin bunları yaşarken nasıl oluyor da sen PKK’yi 5 kez hatta 6 kez bitirdiğin diye sormazlar mı Bakan Bey?

Devam edecek 

Kasım Engin

Halepçe'nin Kayıp Çocukları ve Taşları...


Özgür Amed
 
 
2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan Körfez savaşı, 90’lı yıllarda yeni yeni çevresini ve olan biteni anlamaya başlayan neslin de Saddam’ı ilk defa duyduğu yıllardır.

Hiç unutmam, köydeyiz. Bir telaş, bir söylem karışıklığı ki sormayın. Bize söylenen tek şey, “Gaz atılacağı ve yaş havluları yanımızdan ayırmamamız” gerektiği idi.

Hele ki çoğu ailenin sığınak kazdığını görünce korkumuz katlanmıştı. Saddam kimdi ve neden gaz atacaktı, biz ne yapmıştık ki? Hem bizim köyü nereden biliyor, nasıl buraya atacak ki? diye uzanan onlarca masum sorumuzu büyüklerimize değil, kendi arkadaşlarımıza sorardık. Çünkü korkmuştuk. Köydekilerin telaşı ve konuştukları şeyler büyük bir paniğin de yüzü idi.

Biraz zaman geçince ve gerçek “gazlarla” tanışınca meseleyi idrak etmiştim. Bahsedilen Saddam meğersem yakınımızda imiş. Hem de bir değil, iki değil. Onlarca varmış…

Köyümüz tarumar edildi, bombalar yağdırıldı, yetmedi. Asker gelip 2-3 kez ateşe verdi.

Her şeyimiz gitti. Öyle çıplak ve yapayalnız kışın ortası ortada kaldık. İç Halepçe’mizi yaşamıştık. Etkisi anlatılamaz derecede korkunç ve hala bünyede tam gaz devam ediyor.

Sonrasını biliyorsunuz. Göç yolları ve Kürdün bitmek bilmez hikâyeleri…

Halepçe’yi anlatmamıştı ebeveynlerimiz. Neden diye sorma gereği de hissetmedim.

Bunu üniversite yıllarında, 16 Mart sunumunda bir babanın “Halepçe’yi çocuğuma elbette anlatmalıyım. Ama nasıl?” dediği günden beri de hak verdim. O gün anladığım başka bir şey de bizim ve başta kendimin olmak üzere “Halepçe” algısının çok eksik olduğu idi.

Bizde Halepçe demek Şivan Perwer’in şarkısı demekti. Ötesine gidememiştik.

Bir de hafızalara kazınan birkaç önemli fotoğraf. Sadece “bakmakla” yetiniyorsun.

Her yıl düzenli olarak yapılan resmi basın açıklamaları “Bir insanlık ayıbıdır. Bir katliamdır” diyerek başlıyor ve takvimsel bir ezber olarak yerini alıyor.

Dokunmanın, yani içsel bir tasarı olarak Halepçe’ye dokunma eşiği ve çelişkisini hazırladığım onlarca 16 Mart Halepçe sunumunda da yaşadım. İlla eksik bir şey vardı.

Bu eksikliğin ne olduğunu 2011 yılında anladım. Halepçe’ye ilk defa biraz dokundum.

Arkam Hidou’nun “Halepçe: Kayıp Çocuklar” filmi tüm meseleyi çıplak olarak önümüze sermişti. İzlerken, yükselen bir iç yangını etrafı sarıyor. Gözyaşları anlam kazanıyor.

Peki, ne anlatıyor bu yapım?

Bir Halepçe öyküsünü. Bu öykü gaz bombalarının atılıp onlarca bedenin katledildiği günden 2 gün sonra başlıyor. İranlılar ve yakın çevre ancak 2 gün sonra Halepçe’ye girebiliyor. O sırada herkes ölmemiş. Anne ve babasız onlarca çocuğun kaldığı görülür.

Çoğu çocuk alınır ve götürülür. Bakımı üstlenir.


İşte bu durum Halepçe içinde yepyeni bir kuşak başlatır. “Kayıp Çocuklar” kuşağıdır bu.

Film 21 yaşındaki Ali’nin İran’dan Halepçe’ye gelmesi ile başlar. Ali kendi mezarına gider. Adı ölenler arasındadır. Kendi mezarı başında konuşur ve “Bu benim mezarım” der.

Ali’nin gelişi esasında Mamoste Faxredîn’in bir girişimi ile olur.

Mamoste Faxredîn Halepçe’de öğretmen. Ve o kara günde 3 çocuğunu kaybetmiş.

Daha sonra “Kayıp Çocuklar Derneği” kuruyor ve bu dernek üzerinden bu çocukların akıbetini bulmaya çalışıyor. Mamoste’nin bir umudu da Ali’nin onun oğlu olma ihtimalidir. Çünkü aynı isimde kaybolan bir çocuğu var. Biz Ali ve Mamoste’nin öyküsünü paralel izlerken araya diğer öykülerde serpiştiriliyor. Yavruları kaybolan ve halen bulunamayan yüzlerin kadrajı, hikâyeleri.

Mamoste Faxredîn çok ayrı ve özel bir insan. Çünkü onun Halepçe algısı ve savaşını gördükten sonra utandım.

Kendisi aynı zamanda bir sanatçı. Halepçe’nin durumunu “Şehadet” olarak anıyor ve her biri onun için şehit. Her gün sokakları arşınlıyor. Ve bedenlerin yere serildiği yerlere gidip toprak, taş topluyor. Bu onun için şehitlerin anısıdır ve yaşatılmaları gerek.

Topladığı taşları ufaltıyor ve her birini resme dönüştürüyor. Muazzam işler, yüzler çıkartıyor.

Bizim fotoğraflarda gördüğümüz anne ve çocuk fotosuna yada yere serili, ölü bedenleri yan yana yığılı gencecik çocukların fotolarına o çok ayrı bir yerden bakıyor. Fotoğraftaki yerlere gidip, o görünen taşları topluyor. Taşın kendisi ile ilgileniyor.

Mamoste Fexredîn diyor ki “O taşlar tanıktır ölüme. O taşlar en büyük tanıktır. Ve onları topluyorum”…

Mamoste ve eşi o taşları dinliyor bahçelerinde. Okulda çocuklara ders anlatırken bazen kendi çocuklarının yüzlerini sırada gördüğünü söylüyor. Bu acıyı içine atıp kendini bitirmemiş, tam tersine takdir edilesi bir “farkındalığa” çevirmiş. Bir aydın gözü ile taşlardan, onların tanıklığından yola çıkıp, yeni anlatım teknikleri buluyor. Yeni bakış açıları sunuyor ve anlama, hissetme konusunda çokça yardımcı oluyor. Arkam Hidou’nun büyük bir armağanıdır mamoste ve onun çalışmaları. Belgesel finale doğru gelirken Ali’ye 4-5 aile taliptir ve DNA testine tabi tutulurlar.

Herkes toplanır, DNA testi sonuçları basın önünde açıklanır. Ali mamostenin oğlu değildir.

Ve Ali orada, herkesin önünde “Baba” gibi gördüğü mamosteye sarılır, ağlarlar. Çokça ağlarlar. İşte Halepçe bu iki insanın sarılırken ki hali idi. Öyle içinize işler, öyle dokunur ki.

Kürdün bu büyük yarasını ve şehitleri tekrar saygı ile anıyoruz.

ANF NEWS AGENCY