17 Mart 2012 Cumartesi

Halepçe'nin Kayıp Çocukları ve Taşları...


Özgür Amed
 
 
2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan Körfez savaşı, 90’lı yıllarda yeni yeni çevresini ve olan biteni anlamaya başlayan neslin de Saddam’ı ilk defa duyduğu yıllardır.

Hiç unutmam, köydeyiz. Bir telaş, bir söylem karışıklığı ki sormayın. Bize söylenen tek şey, “Gaz atılacağı ve yaş havluları yanımızdan ayırmamamız” gerektiği idi.

Hele ki çoğu ailenin sığınak kazdığını görünce korkumuz katlanmıştı. Saddam kimdi ve neden gaz atacaktı, biz ne yapmıştık ki? Hem bizim köyü nereden biliyor, nasıl buraya atacak ki? diye uzanan onlarca masum sorumuzu büyüklerimize değil, kendi arkadaşlarımıza sorardık. Çünkü korkmuştuk. Köydekilerin telaşı ve konuştukları şeyler büyük bir paniğin de yüzü idi.

Biraz zaman geçince ve gerçek “gazlarla” tanışınca meseleyi idrak etmiştim. Bahsedilen Saddam meğersem yakınımızda imiş. Hem de bir değil, iki değil. Onlarca varmış…

Köyümüz tarumar edildi, bombalar yağdırıldı, yetmedi. Asker gelip 2-3 kez ateşe verdi.

Her şeyimiz gitti. Öyle çıplak ve yapayalnız kışın ortası ortada kaldık. İç Halepçe’mizi yaşamıştık. Etkisi anlatılamaz derecede korkunç ve hala bünyede tam gaz devam ediyor.

Sonrasını biliyorsunuz. Göç yolları ve Kürdün bitmek bilmez hikâyeleri…

Halepçe’yi anlatmamıştı ebeveynlerimiz. Neden diye sorma gereği de hissetmedim.

Bunu üniversite yıllarında, 16 Mart sunumunda bir babanın “Halepçe’yi çocuğuma elbette anlatmalıyım. Ama nasıl?” dediği günden beri de hak verdim. O gün anladığım başka bir şey de bizim ve başta kendimin olmak üzere “Halepçe” algısının çok eksik olduğu idi.

Bizde Halepçe demek Şivan Perwer’in şarkısı demekti. Ötesine gidememiştik.

Bir de hafızalara kazınan birkaç önemli fotoğraf. Sadece “bakmakla” yetiniyorsun.

Her yıl düzenli olarak yapılan resmi basın açıklamaları “Bir insanlık ayıbıdır. Bir katliamdır” diyerek başlıyor ve takvimsel bir ezber olarak yerini alıyor.

Dokunmanın, yani içsel bir tasarı olarak Halepçe’ye dokunma eşiği ve çelişkisini hazırladığım onlarca 16 Mart Halepçe sunumunda da yaşadım. İlla eksik bir şey vardı.

Bu eksikliğin ne olduğunu 2011 yılında anladım. Halepçe’ye ilk defa biraz dokundum.

Arkam Hidou’nun “Halepçe: Kayıp Çocuklar” filmi tüm meseleyi çıplak olarak önümüze sermişti. İzlerken, yükselen bir iç yangını etrafı sarıyor. Gözyaşları anlam kazanıyor.

Peki, ne anlatıyor bu yapım?

Bir Halepçe öyküsünü. Bu öykü gaz bombalarının atılıp onlarca bedenin katledildiği günden 2 gün sonra başlıyor. İranlılar ve yakın çevre ancak 2 gün sonra Halepçe’ye girebiliyor. O sırada herkes ölmemiş. Anne ve babasız onlarca çocuğun kaldığı görülür.

Çoğu çocuk alınır ve götürülür. Bakımı üstlenir.


İşte bu durum Halepçe içinde yepyeni bir kuşak başlatır. “Kayıp Çocuklar” kuşağıdır bu.

Film 21 yaşındaki Ali’nin İran’dan Halepçe’ye gelmesi ile başlar. Ali kendi mezarına gider. Adı ölenler arasındadır. Kendi mezarı başında konuşur ve “Bu benim mezarım” der.

Ali’nin gelişi esasında Mamoste Faxredîn’in bir girişimi ile olur.

Mamoste Faxredîn Halepçe’de öğretmen. Ve o kara günde 3 çocuğunu kaybetmiş.

Daha sonra “Kayıp Çocuklar Derneği” kuruyor ve bu dernek üzerinden bu çocukların akıbetini bulmaya çalışıyor. Mamoste’nin bir umudu da Ali’nin onun oğlu olma ihtimalidir. Çünkü aynı isimde kaybolan bir çocuğu var. Biz Ali ve Mamoste’nin öyküsünü paralel izlerken araya diğer öykülerde serpiştiriliyor. Yavruları kaybolan ve halen bulunamayan yüzlerin kadrajı, hikâyeleri.

Mamoste Faxredîn çok ayrı ve özel bir insan. Çünkü onun Halepçe algısı ve savaşını gördükten sonra utandım.

Kendisi aynı zamanda bir sanatçı. Halepçe’nin durumunu “Şehadet” olarak anıyor ve her biri onun için şehit. Her gün sokakları arşınlıyor. Ve bedenlerin yere serildiği yerlere gidip toprak, taş topluyor. Bu onun için şehitlerin anısıdır ve yaşatılmaları gerek.

Topladığı taşları ufaltıyor ve her birini resme dönüştürüyor. Muazzam işler, yüzler çıkartıyor.

Bizim fotoğraflarda gördüğümüz anne ve çocuk fotosuna yada yere serili, ölü bedenleri yan yana yığılı gencecik çocukların fotolarına o çok ayrı bir yerden bakıyor. Fotoğraftaki yerlere gidip, o görünen taşları topluyor. Taşın kendisi ile ilgileniyor.

Mamoste Fexredîn diyor ki “O taşlar tanıktır ölüme. O taşlar en büyük tanıktır. Ve onları topluyorum”…

Mamoste ve eşi o taşları dinliyor bahçelerinde. Okulda çocuklara ders anlatırken bazen kendi çocuklarının yüzlerini sırada gördüğünü söylüyor. Bu acıyı içine atıp kendini bitirmemiş, tam tersine takdir edilesi bir “farkındalığa” çevirmiş. Bir aydın gözü ile taşlardan, onların tanıklığından yola çıkıp, yeni anlatım teknikleri buluyor. Yeni bakış açıları sunuyor ve anlama, hissetme konusunda çokça yardımcı oluyor. Arkam Hidou’nun büyük bir armağanıdır mamoste ve onun çalışmaları. Belgesel finale doğru gelirken Ali’ye 4-5 aile taliptir ve DNA testine tabi tutulurlar.

Herkes toplanır, DNA testi sonuçları basın önünde açıklanır. Ali mamostenin oğlu değildir.

Ve Ali orada, herkesin önünde “Baba” gibi gördüğü mamosteye sarılır, ağlarlar. Çokça ağlarlar. İşte Halepçe bu iki insanın sarılırken ki hali idi. Öyle içinize işler, öyle dokunur ki.

Kürdün bu büyük yarasını ve şehitleri tekrar saygı ile anıyoruz.

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: