5 Mayıs 2012 Cumartesi

Cemil Bayık: İran’la Türkiye Arasındaki Çatışma Şiddetlenecek

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, bölgede bir güç çatışması içinde olan Türkiye ile İran arasında çatışmanın, çelişkinin giderek derinleşeceğini belirterek, ‘’ İran’la Türkiye arasındaki çekişme artacaktır. Özellikle bu Irak üzerinde şiddetlenecektir. Türkiye ileride İran’a saldırının üssü olacaktır. İran’la Azerbaycan gerilimi çıkarır, sınır gerilimi çıkarır, nükleer silah pürüzü ortaya çıkarır. İran bunu görmüştür’’ dedi. Arapların Türkiye’nin Suriye’de çok etkili olmasını istemediğine dikkat çeken Bayık, Ankara’nın Ortadoğu’da ABD’nin ajanı olduğunu belirtti.

* Güney Kürdistan’la Irak arasında petrol, ‘tartışmalı bölgeler’ konusunda bir gerilim ortaya çıktı. Bu gerilim Kürtlerin Irak’tan ayrılmasına kadar gider mi?

- Kuşkusuz bu gerilimin uluslararası ve bölgesel boyutları da vardır. Ancak buna zemin sunan da Irak’la Federal Kürdistan bölgesi arasında var olan sorunların çözülmemesidir. Anlaşılıyor ki, Irak anayasası temelinde Güney Kürdistan federasyonunun hakkı olan konularda anlaşmazlıklar sürmektedir. Hala bazı konularda egemen ulus zihniyeti bırakılmamıştır. Tarihten gelen hakimiyetçi otoriter zihniyet çeşitli biçimlerde kendini dışa vurmaktadır. Örneğin tartışmalı bölgeler olarak ifade edilen bölgeler esas olarak Kürdistan'a aittir. Irak anayasası gereği referandumla sonuç belirlenecekti, ama bu konuda bugüne kadar bir girişim olmamıştır. Kerkük, Xanekin gibi yerler hala anayasanın öngördüğü biçimde referandumla nereye ait olacağı tespit edilememiştir. Bu durum sorunlar ortaya çıkardığı gibi, merkezi hükümetin yaklaşımları konusunda kuşku uyandırmaktadır. Öte yandan petrol gelirleri konusunda belirli bir anlaşmazlık olduğu görülüyor. Bu konuda özellikle merkezi hükümetin daha duyarlı olması gerekir. On yıllardır süren sömürgecilik vardı. Petrolün önemli düzeyde Kürdistan'da çıktığı düşünülürse Güney Kürdistan federasyonunun isteklerine, taleplerine karşı daha pozitif bir yaklaşım gösterilmesi gerekmektedir. Biz tabii ki Güney Kürdistan federasyonunun bu haklı talepleri karşısında Irak merkezi hükümetinin yetersiz yaklaşımlarını kabul edilemez görüyoruz. Bu sorunların Irak’ın demokratikleşmesi içinde çözülmesi tabii ki Kürtlerin tercihidir. Kürdistan parlamentosunun yaklaşımı da, bölgesel yönetimin yaklaşımı da böyledir. Sorunların Irak içinde çözülmesi tercih edilmektedir. Bizce de doğrusu budur. Demokratik yaklaşımlar içinde sorunlar çözülebilir. Ancak bu konuda sorunlar olduğu anlaşılıyor. Bu sorunlar çerçevesinde bağımsızlık gündeme getiriliyor.

‘DEVLETLEŞMEK SORUNLARI ÇÖZMEZ’

Kuşkusuz her siyasi gücün, her halkın kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Kürtlerin de bu hakkı ve talebi meşrudur. Biz hareket olarak sorunların devlete sahip olmakla çözüleceğine inanmıyoruz. Devletleşmek sorunları çözmek değildir. Demokratikleşme sorunları çözer, demokratikleşme toplumları güçlendirir. Devletleşme toplumları güçlendirmez. Hangi devlet kendi toplumunu güçlendirmiştir? Bu açıdan Irak'ın demokratikleşmesi içinde kendi sorunlarını çözmesini tabii ki biz de tercih ederiz. Temel yaklaşımımız, felsefemiz budur. Ama sorunlar tıkanır, çözülmez de Güney Kürdistanlı güçler bağımsız devlet olma tercihinde bulunursa böyle bir hakkı da vardır. Ancak biz Kürtlerin Ortadoğu'da bütün ülkeleri demokratikleştirerek kendi haklarını daha fazla güvenceye alacağını düşünüyoruz. Kendi özgürlüklerini daha fazla geliştireceklerini düşünüyoruz. Çünkü Ortadoğu demokratikleşmediği müddetçe Kürtlerin özgürlüğü ve demokrasisi güvencede değildir. Bu yönüyle Kürtlerin temel stratejisinin bulunduğu ülkeleri demokratikleştirmek olması gerektiğini söyledik. Zaten bu çerçevede Türkiye'de de Kürt sorununun Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde çözülmesi konusunda çabaladık. Politikamız, yaklaşımımız hep bu oldu. Biz Güney Kürdistan'da Kürt halkının, Kürt siyasi güçlerinin bu imkanı büyük oranda elde ettiğini düşünüyoruz. Türkiye'de, İran'da ve Suriye'de olmadığı kadar Güney Kürdistanlı güçler kendilerini demokratikleştirerek, Kürdistan demokratikleşmesi temelinde, demokratik yaklaşımı temelinde Irak’ın demokratikleşmesini sağlayabilirler. Irak'ın demokratikleşmesinde etkili rol oynayabilirler.

Gerçekten de gelinen aşamada Irak'ın demokratikleşmesindeki en dinamik güç Kürtlerdir. Şiilerin, Sünnilerin, çeşitli güçlerin demokratik olmayan karakterini bile Güney Kürdistanlı güçler doğru politikalarla aşıp onları da Irak'ın demokratikleşmesinin bir parçası haline getirebilirler, onları bu yönlü zorlayabilirler. Böyle bir potansiyel Güney Kürdistan'da vardır. Daha doğrusu Kürtlerin genel olarak böyle bir potansiyeli vardır. Bunu şunun için belirtiyoruz: Böyle bir Irak'ın demokratikleşmesini sağlatma temelinde, böyle bir demokrasi mücadelesi temelinde, tartışmalı bölgeler, petrol ve diğer sorunları demokratik temelde çözerlerse bu aslında Kürtlere Irak’ta bir devletin kazandırmayacağı kadar bir güç olmasını sağlatır.

‘KÜRTLER BÖLGEYİ DEMOKRATİKLEŞTİREBİLİR’

Örneğin şöyle bir düşünelim: Irak politikasını etkileyen Kürtler, demokratikleşmesi temelinde İran'ın politikalarını etkileyen Kürtler, demokratikleşme temelinde Türkiye ve Suriye'nin politikasını etkileyen Kürtler eğer böyle bir konuma ulaşırlarsa bu Kürtlerin Ortadoğu'nun en etkili gücü olmaları anlamına gelir. Biz bu yönüyle Kürtlerin kendilerini demokratikleşme temelinde bütün bölge ülkelerinin demokratikleşmesinde ve siyasetin demokratikleşmesinde en etkili güç olarak 21. yüzyılı Kürtlerin yüzyılı haline getirebileceğini düşünüyoruz. Bizim genel yaklaşımımız budur.

Ancak sorunlar çözülmez, tıkanmaya gider, Kürtlerin ulusal demokratik hakları ve özgürlüğü tehlikeye girerse o zaman tabii ki Kürtler farklı seçenekleri de gündeme getirebilirler. Biz bu şartlarda böyle bir konunun gündeme getirilebileceğini düşünüyoruz. Ancak yöntem konusunda Kürtlerin gerçekten daha dikkatli olması gerekiyor. Bu tür ciddi konularda, stratejik konularda ortak tutum ve yaklaşımların geliştirilmesi önemlidir. Bu yönüyle bu tür konuların bütün Kürt örgütleriyle, partileriyle konuşulması, tartışılması gerekmektedir. Eğer ilerde bir ulusal kongre olursa, ulusal kongre bu konuları da konuşur. Kürtlerin dayanışmasına ve gücüne dayalı bir biçimde olursa tabii ki bu daha etkili sonuçlar doğurabilir.

‘FARKLI ARAYIŞLAR GÜNDEME GELEBİLİR’

Biz Kuzey Kürdistan'da da, Kürt sorununun Türkiye sınırları içinde demokratik temelde çözülmesini istiyoruz. Bundan yanayız. Ama bu olmadığı takdirde kendi çözümümüzü kendimiz gerçekleştirmeyi de bir seçenek olarak ortaya koyduk. KCK çözümü ayrı bir devlet çözümü değildi. Onların belirttiği gibi paralel devlet de değildir. Türkiye'nin yapamadığı çözümü kendi demokratikleşme gücümüzle Kürt sorununu çözme yaklaşımıydı. Ama Türkiye'nin demokratik karakteri ve Kürt sorununu çözme yaklaşımı olmadığı için KCK’nin çözüm projelerini her zaman olduğu gibi bölücülük olarak gördü, saldırdı, ayrı bir devlet olarak değerlendirdi. Bu durum böyle devam ederse tabii ki Türkiye'nin birliğini hedefleyen KCK çözümüne de böyle bir saldırı olursa, bu demokratik birlik içinde çözüm yaklaşımımız kabul edilmezse o zaman Kürtler farklı çözüm arayışına da girebilir. Bu tür sorunlar evlilik ve boşanma sorunu gibi ele alınmaktadır. Zorla evlilik olacak diye bir şey olabilir mi? Hele demokratik bir zihniyette zorla evlilikten söz edilebilir mi? Eğer zoraki evlilik dayatılacaksa, her gün tecavüz kültürüyle yaklaşılacaksa Kürtler bu zorla egemenlik altında tutulma, tecavüz kültürü anlamına gelen yaklaşım karşısında tabii ki farklı seçenekler düşünürler. Bizim devletçi zihniyetimiz yok, devletin çözüm olmadığını düşünüyoruz, ama Türkiye'nin yaklaşımları, çözümsüzlükleri toplumları bu tür şeylere de götürebilir. Ama biz yine de PKK, KCK olarak Türkiye'nin sınırları içinde Kürt sorununu çözmek istiyoruz. Kürt halkının özgürlüğünü ve demokrasisini bu seçenekte görüyoruz. Hala Güney Kürdistan'ın tartıştığı gibi olmazsa devlet oluruz yaklaşımı içinde değiliz, ama Türk devletinin de hareketimizin yaklaşımları doğru değerlendirmesi gerekir.

Güney Kürdistan'da ayrı devlet olmak bir seçenek olarak gündeme alınacaksa bunun tüm yolları denendikten sonra düşünülmesi gerektiğini söylüyoruz. Bağımsızlık her şeyi çözecek, her şeyi güllük gülistanlık hale getirecek gibi yaklaşımlar gerçekçi değildir. Ayrı devlet ilanıyla egemen bir bürokratik kesim ortaya çıkar. Egemenlerle toplum arasındaki mesafe ve çekişme bugünkünden katbekat fazla artar. Bugün Kürt yönetimiyle toplumu arasındaki mesafe aslında demokratik yaklaşımla önemli oranda aşılabilir. Ama devlet olunduğunda toplumdan kopukluk artacaktır. Kaynaklar bugünkünün katbekat üstünde asker-sivil bürokratik mekanizmalara aktarılacaktır. Dolayısıyla ayrı devlet olmanın toplumun demokratikleşmesi ve özgürleşmesi açısından bir çözüm olacağını düşünmemek lazım. Bu yönüyle sınırların giderek aşıldığı 21. yüzyılda bütün bölgenin demokratikleşmesi temelinde sorunlarını çözmeleri devletleşmeden katbekat daha fazla Kürtler için önemli sonuçlar doğurur. Demokratikleşme, sınırları da anlamsız hala getirir, Kürtler arasındaki birliği de her türlü ilişkiyi de geliştirir. Ancak bütün çabalara rağmen sorunlar çözülmez, ayrı devlet olma gündeme gelirse, bunun da bütün parçaları ilgilendiren bir konu olduğu düşünülerek bütün siyasi güçler arasında bir görüş alışverişi ve ortak irade biçiminde ortaya çıkmasının tercih edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Kuşkusuz böyle bir devletleşme, yani bağımsızlık ilanı ve projeleri düşünülürken bunun sadece Güney Kürdistan değil, bütün Kürdistan parçaları açısından yaratacağı sonuçların da dikkate alınması lazım. Ne kadar olumlu sonuçları olur, ne kadar olumsuz sonuçları olur bunların hesaplanması gerekmektedir. Yine ortaya çıkacak yan etkiler ve yeni sorunların aşılmasının nasıl olacağının da önceden irdelenmesi ve ortaya konulması gerekir. Ayrı bir devlet olasılığında hem Güney Kürdistan'daki sorunları çözüme kavuşturacak hem de diğer parçaları da dikkate alan bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Yoksa zaman zaman Kürt Halk Önderinin belirttiği gibi küçük bir Kürdistan karşılığında Türkiye'nin de, İran'ın da, Irak'ın da, Suriye'nin de razı olduğu bütün Kürdistan parçalarını feda eden bir durumla karşı karşıya gelinebilir. Öte yandan dış güçlerin böyle bir küçük Kürdistan temelinde hem Kürtleri kendi politikaları doğrultusunda kullanması ve bağlaması hem de bölge ülkelerini kendi politikalarının parçası haline getirmesi gerçekleşebilir. Kürtlerin böyle bir yaklaşımı olamaz. Belki dış güçlerin böyle bir yaklaşımı olabilir. Bu yönüyle bağımsızlık ilanı düşünülürken tabii ki bunun tüm Kürtleri güçlendirecek biçimde ele alınması ve hazırlıklarının bu çerçevede ele alınması gerekir. Yoksa daha fazla dış güçlere bağlı hale getirecek, Güney Kürdistan’ın elini kolunu bağlayacak bir biçimde olması durumu yaşanır. Dediğimiz gibi bütün Kürtlerin iradesi, ortak tutumu olursa o zaman bu olumsuz sonuçlar engellenir, bütün parçaların ve Güneyin çıkarına olan bir sonuç ortaya çıkarılabilir.

‘İRAN SİYASET BİLİR’

* Erdoğan İran ziyaretinde Suriye’deki çatışmanın İslam ile Arap milliyetçileri arasında olduğunu savunarak İran’ı çatışmanın tarafı yapmaya çalıştı. Bazıları Erdoğan rejiminin Arap milliyetçiliğini hafife aldığı yorumunda bulundu. İran ve Türkiye arasındaki ilişkilerde nasıl bir döneme girildi, bu söylemlerin İran’ı etkileme şansı var mı?

- Şunu bilmek gerekir. İran politika bilmez, anlamaz olarak görülmemeli. Bazıları mollalardır, siyasetten anlamazlar biçiminde yaklaşım göstermektedirler. Bunlar doğru yaklaşımlar değildir, oryantalist yaklaşımlardır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; İran politikada çok güçlüdür. Dünyanın en eski devletidir. Kesintisiz en uzun süreli süren bir siyasi güçtür. Siyaset biliminden bahsedilir. Siyaset biliminin ilk kitabı bile İran’dan çıkmıştır. Nizam-ûl Mülk’ün siyasetnamesi ilk siyaset bilim kitabıdır. Yönetim tecrübelerini, bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini çok rafine biçimde anlatır. Bu bakımdan İran’ın siyasetini küçümsemek, dolayısıyla İran’ın Türkiye tarafından kandırılacağı, kendi çizgisine getirileceği söylemlerinin fazla bir anlamı yoktur. İran da kendi çıkarı doğrultusunda izliyor. İran’daki mevcut politika da aslında İran milliyetçiliği üzerine de kuruludur. Ama bu milliyetçiliği Şia ideolojisi ve gücüyle pratikleştirmektedir. Türkiye de belirli Arap güçleri de Sünniliği kendilerini güçlendirmek için kullanıyorlar. Türkiye İslam’ı Türk milliyetçiliği için kullanıyor. Şu andaki yönetimin ideolojisi Türk-İslam sentezidir. Bu bakımdan Türkiye'nin biz İslam mücadelesi veriyoruz, Suriye’deki mücadele Arap milliyetçilerine karşıdır; bu konuda ortak davranalım, oradaki rejimin değişmesi için birlikte hareket edelim, demesinin İran’da bir karşılığı yoktur. Çünkü İran Türkiye siyasetinin İslam’la alakalı olmadığını bilir. İran politikasının belli İslam hassasiyetleri vardır ama Türkiye’nin yoktur. Türkiye’nin bırakalım İslam hassasiyetleri olan bir politika izlemesini, aslında Ortadoğu’ya, İslam coğrafyasına girmiş bir batı Truva Atıdır; kapitalist modernite ajanıdır. Türkiye Ortadoğu toplumlarının toplumsallığını dağıtıp, kapitalizmin bireyselliğinin Ortadoğu’ya yerleştirilmesinde bir sıçrama tahtasıdır. Bu açıdan Türkiye'nin biz İslam’ız, Suriye’de Arap milliyetçiliğine karşı İslam’ı destekliyoruz, söylemi bir demagojidir. İran’ın buna inanması kesinlikle mümkün değildir.

İran Esad rejiminin ne olduğunu bilmiyor mu? Esad rejiminin Arap milliyetçisi olması yeni bir durum mu? Erdoğan belki bazı çevreleri kandırabilir ama İranlıları kandırması mümkün değildir. İran Türkiye'nin Suriye politikasının Türk milliyetçiliği ekseninde bölgeyi kontrol etme, bölgede etkili olma politikası olduğunu çok iyi bilmektedir. Türkiye ile İran bugün bölgede bir güç çatışması içindedir. Bu güç çatışması şimdi kendini Şiilik ve Sünnilik üzerinde de dışa vurmaktadır. Türkiye Sünni-İslam’ın liderliğini oynuyormuş gibi hem Arapları kandırmaya hem de kendine bu yüzle İran karşısında bir pozisyon almaya çalışmaktadır. Nitekim Irak’taki politikasından böyle bir eğilim içine girdiği görülmektedir. Bu yönüyle İran, Türkiye’nin İslam’ı ve Sünniliği Türk milliyetçiliği için nasıl kullandığını görmektedir.

‘ARAPLAR TÜRKİYE’NİN SURİYE’DE ETKİLİ OLMASINI İSTEMİYOR’

Erdoğan’ın Arap milliyetçiliğini hafife aldığı doğrudur. Arap milliyetçiliği İslam’la karşı karşıya değildir. Siyasal İslamcılar aslında Arap milliyetçiliğini İslam kılıfı içinde yapmaktadırlar. Ortadoğu’daki siyasal İslamcılarının çoğu İslam söylemiyle Arap milliyetçiliği yapmaktadırlar. Bu bakımdan Arap milliyetçiliğinin gücü vardır. Bu gücünü de çoğu zaman İslami karakterinden almaktadır. İslam evrensel karakterdedir, ama ilk önce Arapların dini olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu bakımdan Araplıkla İslamlık iç içe geçmiştir.

Türkiye, Suriye’de İhvan-ı Müslim’le sıkı ilişki içine girerek Suriye üzerinde etkili olmak isteyince bundan en fazla Arap ülkeleri rahatsız olmuştur. Çünkü Türkiye’nin İhvan-ı Müslim’le ilişkisinin bir İslam ilişkisi olmadığını, 1517’de Ridaniye savaşını kazanarak, nasıl ki Arap coğrafyasına yönelip egemenlik kurduysa şimdi de Suriye’ye böyle hakim olarak Ortadoğu'da egemenlik peşinde olduğunu düşünerek rahatsız oldular. Araplar Türkiye’nin Suriye’de çok etkili olmasını istemiyorlar. Bu nedenle Annan planı bir BM veya Arap Birliği planı olarak ortaya çıktı. Bu açıdan Arap dünyası hiçbir dönemde olmadığı kadar Türk devletinin Türk-İslam sentezi politikası konusunda kuşku duymaktadırlar.

Yakın zamana kadar Türkiye Arap dünyasında ve Arap sokağında şu kadar etkiliydi, bu kadar etkiliydi propagandası yapıldı. Şimdi öyle olmadığı açığa çıktı. Arap egemenleri ve Arap sokağı Türkiye’nin politikalarına kuşkuyla yaklaşmaktadır. Öyle Erdoğan’ı bağrına basan bir Arap dünyası yoktur. Türkiye’nin Arapların bazı hassasiyetlerini karşılayarak, İsrail karşıtı durumlarını istismar ederek, İsrail’e kabadayılık yapıp bunun üzerinden Ortadoğu’da etkili olmak istediğini gördüler. Osmanlıcılık anlayışını böyle çok kurnaz bir politikayla Arap halklarına kabul ettirmeye çalıştığını gördüler. Ortadoğu’daki yeni dengelerin ortaya kurulması sürecinde mücadele sertleştikçe, güçlerin politikaları netleştikçe Araplar Türkiye’nin politikasını daha iyi anlamaya başlamışlardır. Türkiye’nin derdinin İsrail karşıtı olmaktan çok, bunu Ortadoğu dünyasında etkili olmak için bir enstrüman olarak kullandığını anladılar. Hatta bazıları bunun bir komplo olduğunu söylüyorlar. ABD’nin Türkiye’yi Arap dünyasına kabul ettirmek, ABD ajanlığını, taşeronluğunu kabul ettirmek için böyle bir çıkışı danışıklı dövüş olarak yaptırdığını söyleyenler de var. Bu da çok yabana atılacak bir görüş değildir. Nitekim sonuçta İsrail’i koruyan füze kalkanının Türkiye’de kurulması gerçekleşti. Gelinen aşamada İran da, Arap dünyası da dahil bütün Ortadoğu Türkiye’nin ABD’nin ajanı, taşeronu olduğunu gördü. Şu anda Türkiye Ortadoğu kültürüne de, İslam kültürüne de ihanet içindedir. Yüzyıllardır kapitalist modernitenin bütün baskı ve saldırılarına karşı düşmeyen Ortadoğu kalesi, o tarihten gelen toplumsallığın ve değerlerin kalesi şimdi Türkiye ve AKP üzerinden teslim alınmaya çalışılmaktadır. Bu bakımdan sadece İran değil, Arap dünyası nezdinde de Türkiye teşhir olmuştur.

‘İRAN İLE TÜRKİYE DAHA FAZLA KARŞI KARŞIYA GELECEKTİR’

İran ve Türkiye arasındaki ilişkiler artık bundan sonra bir gerilim sürecine girdi. Düne kadar Esad’la kardeş olan Türkiye nasıl ki hemen kısa sürede Suriye’ye en büyük düşman olduysa, Libya’da NATO’nun ne işi var, dedi, bir hafta sonra Libya saldırının üssü olduysa, ileride de İran’a saldırının üssü olacaktır. İran’la Azerbaycan gerilimi çıkarır, sınır gerilimi çıkarır, nükleer silah pürüzü ortaya çıkarır, başka sorunlar yaratır Suriye’de yaptığı “U” dönüşünü İran üzerinde de gerçekleştirir. İran bunu görmüştür. Düne kadar Maliki ile de iyi ilişkiler içindeydi. Dolayısıyla Türkiye'nin kendisine yöneleceğini gören İran’ın önümüzdeki dönemde Türkiye’yle daha fazla karşı karşıya geleceği açıktır. Ancak Kürt sorunu söz konusu olduğunda birbirlerini gözeteceklerini de akıldan çıkarmamak gerekir.

Türkiye'nin Suriye’yle ya da İran’la kavgalı olmasının nedeni demokrasi ve insan hakları değildir. Türkiye İran ve Suriye ile ilişkileri üzerinden Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiyeyi hedefliyordu. Şimdi bunu ABD'nin bölge taşeronu olarak daha iyi yapacağını düşünerek çark etti. Bu nedenle İran’la Türkiye arasındaki çekişme de artacaktır. Özellikle Irak üzerinde çekişme şiddetlenecektir. Türkiye her ne kadar mezhep durumunu gözetmediğini söylese de Sünnilerle ilişki içinde olduğundan dolayı Maliki’yle anlaşmazlığa düştüklerini bizzat Davutoğlu Habertürk’te yaptığı söyleşide itiraf etmiştir. Sünnilerle iyi ilişkimizden dolayı Maliki bu tutuma giriyor, demiştir. Böylece Türkiye Irak’taki iktidar çekişmesinde taraf olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

‘TÜRKİYE IRAK VE SURİYE’DEKİ İKTİDAR ÇEKİŞMESİNİN PARÇASIDIR’

Türkiye artık Irak’taki iktidar çekişmesinin parçasıdır, Suriye’deki iktidar çekişmesinin parçasıdır. Zaten Türkiye ben bölge gücüyüm, artık bundan sonra bölgedeki iktidar mücadelelerinde yer alacağım, kendime yakın olanı destekleyeceğim, büyük bir ülke olmanın gereği budur, diyor. Artık müdahalelerini ve bu yönlü politikalarını böyle savunuyorlar. ABD büyük devlet olarak nasıl ki dünyanın her tarafına müdahale ediyorsa, kendilerinin de Ortadoğu'nun büyük devleti olarak bölgedeki siyasal sorunlara müdahale etmelerinin hak olduğunu söylüyorlar. Türkiye böyle bir politik sürece girmiştir. Kuşkusuz bu politika kendi iç sorunlarını çözmeyen ve demokratikleşmeyen Türkiye’yi Ortadoğu’da maceralara sürüklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Türkiye Ortadoğu’da ne kadar uğraşsa da yeni bir Osmanlı olması mümkün değildir. Aksine Arapların belleğinde derin bir Osmanlı travması vardır. İran’da da bu vardır. Bu nedenle bu tür politikaların sonuç alması mümkün değildir. Ancak Türkiye demokratikleşirse, demokratikleşme gücüyle örnek ülke haline gelirse o zaman bütün Arapların, bütün Ortadoğu’nun sempatisini kazanan bir Türkiye ortaya çıkar, etkilenen bir Türkiye ortaya çıkar. Ortadoğu’nun en büyük gücü olur. Ama bunu egemenlik zihniyeti ve yeni Osmanlıcılıkla değil, demokratik değerleriyle yapar, ekonomik potansiyeliyle yapar, kültürel potansiyeliyle yapar. Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’nin kültürel potansiyeli de çok zengindir. Kürtlerdir, Türklerdir, Araplardır, Çerkezlerdir, Anadolu coğrafyasının o büyük kültürel zenginliği Türkiye’yi sadece ekonomik değil, sosyal ve kültürel gücüyle de bölgede etkili olmasını sağlar. Bu bakımdan Türkiye’nin mevcut politikalarla bölgede etkili olmasını bırakalım, sorunlarla boğuşması yaşanır. Nitekim sıfır sorundan herkesle sorun politikası içine düşmüştür. Sıfır sorunlu etkili politika ancak ve ancak Türkiye’nin demokratikleşmesiyle mümkün olur.

‘EN POLİTİK 1 MAYIS’

*Bu yıl 1 Mayıs İstanbul Taksim başta olmak üzere Türkiye ve Kürdistan'ın her tarafında coşkuyla kutlandı. AKP'ye tepkilerin yükseldiği ve “faşizme karşı omuz omuza” sloganının atıldığı bir 1 Mayıs oldu. Bu süreçteki siyasal anlamı nedir?

-Bu 1 Mayıs gerçekten de son yılların en coşkulu 1 Mayıs’ı oldu. Hatta 1970’leri saymazsak Türkiye tarihinin en politik 1 Mayıs’ı olduğunu söyleyebiliriz. Zaten politik tutumun gösterileceği 1 Mayıs olacağı sendikalardaki bölünmeyle belli olmuştu. Türk-İş ve bazı sendikalar 1 Mayıs’ın hükümetin politikalarına karşı tepkinin yükseldiği bir platform olmasını istemedikleri gibi, Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorununun demokratik çözümünün bildiride yer almasına da karşı çıkmışlardı. Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorununu dile getirmeyen ve hükümetin politikalarını eleştirmeyen bir 1 Mayıs, suya sabuna dokunmayan, özünden boşaltılmış bir 1 Mayıs olurdu. Bu açıdan Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen gibi sendikaların 1 Mayıs’ı özünden boşaltma yaklaşımlarına karşı tavır konulması doğru olmuştur. Belki bu ayrışma nedeniyle bir kısım işçi Taksim’de yerini almamıştır; ancak bunu bir olumsuzluk değil, işçilerin, emekçilerin, demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi açısından bir olumluluk olarak görmek gerekiyor. Zaten böyle bir saflaşma olmadan doğru bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütülemezdi. Türk-İş’in, Hak-İş’in, Memur-Sen’in geri yaklaşımlarında birleşmek geri adım atmak olurdu. Türkiye'deki mevcut sorunlara çözüm getirmeyen, Kürtler başta olmak üzere demokrasi güçleri üzerinde faşist baskı uygulayan AKP'nin politikalarına sessiz kalmak 1 Mayıs’ın özüne ve tarihine ters bir yaklaşım olurdu. Bu açıdan bu 1 Mayıs’ta gösterilen tutum doğru olmuştur. Bu yaklaşımın Türkiye'deki demokrasi ve Özgürlük Mücadelesine ivme kazandıracağına inanıyoruz.

Zaten Türkiye'nin en temel sorunlarından biri devletin ve hükümetin politikalarına karşı emekçi kesimlerin, demokrasi güçlerinin tutarlı bir tutum takınmamasıdır. Zaten son yıllarda görüldüğü gibi tüm muhalefeti susturan, teslim alan, edilgen kılan, böylelikle iktidarını sürdüren bir AKP hükümeti vardır. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de artık toplulukları edilgen kılan, topluluklar üzerinde egemenlerin engelsiz iktidarlarını sürdürdüğü bir zihniyet hakim kılınmak isteniyor. Bu açıdan DİSK’in, KESK’in Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen’in emekçileri, demokrasi güçlerini AKP'nin kuyruğuna takan ya da AKP'nin politikalarına karşı sessiz bırakan tutumlarına karşı tavır koymalarını önemli görmek gerekiyor. Bu tutum, 1 Mayıs alanlarına gelmeyen işçilerin sayısından daha fazla bir kesimin 1 Mayıs alanlarına gelmesini sağlamıştır. AKP Hükümetine ve politikalarına karşı bir tutum koyma yeri haline geldiği bu 1 Mayıs daha anlamlı olmuş, bu da katılımın ve coşkunun artmasını beraberinde getirmiştir.

Bu 1 Mayıs’ta kadınların ve gençlerin katılımı yoğun olarak görüldü. Bu önemlidir. Gençlik dinamizmdir; kadın ise özgürlük ve demokrasinin ruhudur, karakteridir, özüdür. Bu açıdan 1 Mayıs Türkiye tarihindeki o devrimci özüne uygun bir sosyal tabanla 2012’de yine ayağa kalkmış, Türkiye siyasetine yön verme gücünü göstermiştir. Sadece Kürt halkıyla Türkiye halklarının birleşmesi değil, kadının da Özgürlük Mücadelesinde etkin yer almasının görülmesi önemlidir. Bu yılki 1 Mayıs’ın diğer bir ayırt edici karakteri de budur.

‘FETULLAHÇILAR EMEK DÜŞMANIDIR’

Öte yandan kendisine antikapitalist Müslüman gençlik diyen bir kesimin böyle radikalleşen, politikleşen Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen’in katılmadığı bir 1 Mayıs’a katılmayı tercih etmesi, AKP ve Fetullahçıların oy aldığı kesimde, tabanda da bir rahatsızlığın olduğunu ortaya koymaktadır. Mevcut siyasal İslamcı iktidar blokunun kapitalist moderniteyle birleşmeleri, hatta kapitalist modernitenin ajanı haline gelmeleri bu kesimde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. İslamiyet’in bir toplumsallığı vardır. İslamiyet bütün dinler gibi toplumcudur. Ama bugün AKP Hükümeti ve Fetullahçılar toplumu dağıtıp bireyselleştiren kapitalist modernitenin Ortadoğu'daki ajanları konumundadırlar. Toplum düşmanıdırlar, emek düşmanıdırlar. Ortadoğu'nun bugüne kadar yarattığı tüm toplumcu demokratik değerlerin düşmanıdırlar. Müslüman antikapitalist gençliğin dediği gibi kapitalizme abdest aldırmaktadırlar. Kuşkusuz sayıları çok fazla değildi; ancak sayılarının ne kadar olduğu önemli değildir. Bu tutum, AKP ve Fetullahçıların oy aldığı tabanda ciddi bir rahatsızlığın olduğunu göstermektedir. Eğer doğru bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi verilirse, bugüne kadar onların tabanı olan özgürlük ve demokrasi özlemlerini o kesimde bulan ya da yanıltılmış bir biçimde orada özgürlük ve demokrasi arayan çok geniş kesimlerin gerçek özgürlük ve demokrasi cephesine katılacağı görülmüştür. AKP ve Fetullahçıların oy aldığı tabanda özgürlük ve demokrasi cephesinde yer alacak bileşenlerin ortaya çıkacağının görülmesi de Türkiye'de alternatif demokrasi hareketinin potansiyelinin ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan da bakıldığında 1 Mayıs 2012’nin özgürlükçü ve demokratik karakteri Türkiye’nin geleceğini belirleyecek bir toplumsal mücadele gücünün var olduğunu kanıtlamaktadır.

Katılımın bileşenlerine bakıldığında Türkiye'de önemli bir demokrasi gücünün olduğu bir daha görülmüştür. Demokrasi mücadelesinde çok geniş bir potansiyelin olduğu, ama bunların bir araya getirilmesi sorununun bulunduğu bu 1 Mayıs’ta yine görülmüştür. Çünkü demokrasi mücadelesi bir yönüyle de çok geniş yelpazede toplumsal kesimlerin yer aldığı bir mücadeledir. Bir grubun, bir partinin mücadelesi olarak görülemez. Çok geniş kitlelerin demokrasi ve özgürlük sorunu vardır. Zaten demokrasinin karakteri de böyledir. Çok farklı kesimlerin kendisini ifade ettiği bir siyasal sistemi ifade eder. Çok farklı etnik, dinsel, sosyal, siyasal toplulukların kendilerini ifade ettiği bir sistemin adıdır demokrasi. Bir yönüyle de demokrasi 1 Mayıs’taki tablonun adıdır. Bu açıdan bu tabloyu ortak bir siyasal harekete dönüştürecek, bu ortak siyasal hareketi Türkiye'nin demokratikleşmesi için bir mücadeleye sevk edecek bir anlayışın bulunması gerekmektedir.

‘HDK’NİN DAHA AKTİF OLMASI GEREKİYOR’

HDK bu bakımdan önemliydi. Kürt demokratik hareketiyle Türkiye'deki demokrasi güçlerini bir araya getiren bir çatı örgütü, bir demokrasi hareketi olarak ortaya çıktı. Doğru bir anlayıştı, doğru bir örgütlenme modeliydi; ancak bunun anlam ve öneminin yeterince kavrandığını söyleyemeyiz. Bugüne kadar HDK’nin aktifleştirilememesi, siyasal mücadelede inisiyatif koyan bir çatı hareketi haline getirilememesi sol demokrat güçlerin, demokrasi güçlerinin bir zaafıdır. Kuşkusuz HDK’nin kuruluşu ve ortaya koyduğu yaklaşım önemliydi. Ama bunun dinamik ve hareketli hale getirilmesi gerekliydi. Ne var ki yine her bileşen ayrı ayrı hareket ettiği için, kendine göre bir politika ve mücadele programı ortaya koyduğu için, HDK öncülüğünde bir mücadele programı etrafında hareket etmedikleri için bu gerekli olan oluşum istenilen etkinliğe ulaştırılamadı. Kuşkusuz belirli bir etkisi oldu. Demokrasi güçlerinin birleşmesinde bir canlanma yarattı. Birliğin, ortak hareket etmenin kendisiyle getirdiği güvenle bir mücadele anlayışı ortaya çıkardı. Bu, 1 Mayıs’a da yansıdı. 1 Mayıs’ın bu kadar politikleşmesinde, bu kadar kitleselleşmesinde kuşkusuz HDK’nin etkisi olmuştur. Ancak 1 Mayıs alanları gösterdi ki, HDK’nin daha aktif olması gerekiyor; daha geniş kesimleri, yani 1 Mayıs’ın topladığı kitleleri örgütlemesi ve harekete geçirmesi gerekiyor. Bunu yapabilirse mevcut AKP iktidarına karşı geniş kitlelerin harekete geçirilmesinin ve AKP Hükümetinin geriletilmesinin mümkün olacağı görüldü.

1 Mayıs’lar Türkiye tarihinde her zaman özgürlük ve demokrasi güçlerinin, muhalif güçlerin kendisini ortaya koyduğu günler olmuştur. 1 Mayıs’lara katılımın fazlalığı, coşkusu, politik karakteri aynı zamanda Türkiye genelindeki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin potansiyelini, mücadele coşkusunu ve politik yanını ortaya koymuştur. 1 Mayıs’lar bir yönüyle de politik mücadelenin radikalleşmesini, daha etkili hale gelmesini teşvik eden, mücadeleye böyle bir ruh kazandıran bir özelliğe sahiptir. Bu gerçeklik düşünüldüğünde 2012 1 Mayısı’nın Taksim’de yüz binlerle gerçekleştirilmesi, Ankara’da, İzmir’de, Amed’de ve diğer tüm şehirlerde halkın AKP politikalarına tepkisini ortaya koymak için meydanları doldurması, aslında Türkiye'de AKP Hükümetine karşı yeni bir mücadele döneminin başladığını ortaya koymaktadır.

Bu 1 Mayıs, bugüne kadar bir kısım demokrasi özlemi olan insanları oyalayan AKP’nin yüzünün teşhir olduğunu, kendini muhalefet olarak gösteren CHP’nin de muhalif kesimleri tatmin etmediğini, bunun sonucu Türkiye'de gerçek muhalefetin CHP dışında yürütülmesi gerektiğini gözler önüne sermiştir. Ancak CHP dışında bir muhalif hareket yaratılırsa, örgütlendirilirse, bunların radikal bir mücadele yürütebileceği ve AKP Hükümetini geriletebileceği bu 1 Mayıs’ın en temel mesajlarından olmuştur. Bu 1 Mayıs, Türkiye'de demokrasi güçlerinin birikiminin az olmadığını, önemli bir toplumsal tabanı olduğu, ama etkili bir öncülük yapılmadığı için AKP Hükümetinin iktidarını dikensiz gül bahçesinde sürdürür gibi sürdürdüğünü göstermiştir. 1 Mayıs eğer doğru bir program, doğru bir mücadele anlayış içinde olunursa AKP Hükümetine karşı güçlü bir muhalefet yürütebileceğini, güçlü bir demokrasi hareketinin ortaya çıkarılabileceğini ortaya koymuştur.

‘AKP’YE İKTİDARI ULUSAL SOL TESLİM ETMİŞTİR’

1 Mayıs güçlü bir demokrasi ve özgürlük isteyen bir tabanının olduğunu, ama CHP gibi güçlerin AKP'ye karşı mücadele yürütecek bir muhalif hareket ortaya koymadığını, aksine bu toplumsal tabanın önünü alarak demokratik muhalefeti kendi şahsında tükettiğini göstermiştir. 1 Mayıs’ın bu kadar güçlü yaşandığı bir ülkede muhalefet güçsüz olabilir mi? AKP bu kadar rahat iktidarını sürdürebilir mi? sürdüremez. İşte bu açıdan bu 1 Mayıs’ın ortaya çıkardığı bu ruha, bu coşkuya, bu katılıma uygun bir demokrasi hareketinden söz ediyoruz. Halkların Demokrasi Kongresi’nin bu 1 Mayıs’ta ortaya çıkan gücü kapsayacak ve harekete geçirecek bir hamle yapması gerektiğini söylüyoruz.

Bu hamlenin esas olarak da Kürt demokratik hareketiyle Türkiye demokrasi güçlerinin mücadelesinin Türkiye'nin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun çözümü doğrultusunda ortaklaştırılmasını gerektirmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi buna hazırdır. Biz Türkiye demokrasi güçleriyle birleşmeyi ve ortak mücadele etmeyi her zaman önemli gördük. Zaten Türkiye'de egemenlerin bugüne kadar iktidarlarını sürdürmesini esas olarak da Kürt Özgürlük Hareketi’yle Türkiye'deki demokrasi güçlerinin ortaklaşmasının önüne geçmesine borçlu olduğunu düşünüyoruz. Eğer bu iki cephedeki mücadele birleştirilseydi şu anda Türkiye tarihi farklı şekillenecekti. Egemenler de bunu bildiği için sürekli iki halkın mücadelesinin birleşmesini engellemişlerdir.

Devletin on yıllardır en önemli çabası, Türkiye'deki demokrasi güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi'nin birleşmesini engellemek olmuştur. Bu konuda sol güçleri, demokrasi güçleri etkilemeye çalışmışlardır. Sol güçlerin, demokrasi güçlerinin Kürt Özgürlük Hareketi'yle ortak hareket etmemesi için her yol ve yöntem denenmiştir. Ergenekon diye yargılanan derin devlet, 1990’lı yıllardan yakın zamana kadar yürüttüğü psikolojik savaş ve manipülasyonlarla Türkiye toplumunu, Türkiye solunu ve demokrasi güçlerini Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzak tutmuşlardır. Çeşitli sol ve demokrasi güçlerinin Kürt Özgürlük Hareketi’yle birleşmemesi için özel çalışmalar yürütmüşlerdir. Hatta Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşıt konuma getirmek için çaba harcamışlardır. Öyle ki bu ulusal kesimin psikolojik savaş amaçlı Amerikan karşıtı sözlerine bakılarak onlarla birlikte güya ABD'ye karşı mücadele edilebilir, iktidarlara karşı mücadele edilebilir gibi büyük yanılgılar yaşanmıştır. Türk ulusalcılarının, ordu içindeki bazı kesimlerin ABD karşıtlığı 2000’li yıllardan sonra Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmelerle ilgiliydi. Derin devlet, bugün aşılan klasik iktidar güçleri sözde bu tür ABD karşıtı tutumlarla, bu yönlü yürüttükleri psikolojik savaşla ABD'yi Güney Kürdistanlı güçlerin ve Kürt Özgürlük Hareketi'ni üzerine sürmeyi hedeflemişlerdir. Ne var ki kimi sol güçler, aydınlar, yazarlar böyle bir tuzağa düşerek Kürt Özgürlük Hareketi’nden, gerçek sol demokratlardan uzak durmuşlardır. Bu durum da CHP yoluyla sağlanmıştır. Bu manipülasyon sonucu gerçek bir demokrasi hareketi ortaya çıkmadığı için de Türkiye bugün AKP iktidarına teslim edilmiştir.

Türkiye'yi AKP iktidarına teslim eden CHP’dir; ulusalcı denen güçlerdir. Bunların bir kısmı da kendisine sol maske takmışlardı. Halbuki Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin gelişmemesinin, örgütlenememesinin, etkili hale gelememesinin önündeki en temel engel, Baykal zihniyetinde görüldüğü gibi kendilerine ulusalcı, hatta ulusalcı sol denen kesimlerdi. Bunlar sözde ABD'ye, AKP'ye karşı muhalefet yaptıklarını ortaya koyarak toplumdaki antiemperyalist, antikapitalist, demokratik ve özgürlükçü kimi kesimleri ve bunların özlemlerini kendi politikalarında tüketmişlerdir. Bu yönleriyle de AKP'nin iktidara gelmesine en büyük hizmeti yapmışlardır.

Türkiye'nin en temel demokrasi, özgürlük, hak, adalet ve eşitlik sorunu olan Kürt sorununda demokratik olmayanlar hiçbir sorunda demokratik olamazlar. Türkiye'deki çeşitli çevreler bunu görmemişlerdir. İşte bu körlük Türkiye'deki demokrasi güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi'nin ortak hareket etmesini engellemiştir. Şimdi demokrasi hareketi içinde yer alabilecek çeşitli kesimler, CHP’nin, ulusalcı güçlerin öyle demokratik karakterli olmadığını, sol karakterli olmadığını, antiemperyalist, anti-Amerikancı bir tutumlarının olmadığını, bunların aslında Kürt Özgürlük Hareketi'nin Türkiye demokrasi güçleriyle birleşmemesi için manipüle edilmiş, derin devlet tarafından kullanılan güçler olduğunu bugün önemli düzeyde anlamış gözükmektedir. Bu nedenle düne kadar Türkiye demokrasi güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi'nin birleşmemesinin önündeki bir kısım engel ortadan kalkmıştır. Öte yandan sistemin asker ve sivil hakim odakları 2000’li yıllardan itibaren klasik iktidar bloklarının, CHP’nin ve çevresindeki çeşitli güçlerin Kürt Özgürlük Hareketi karşısında etkili olamayacağını görerek bu defa AKP'nin sözde demokrat sözde Müslüman karakteriyle demokrasi güçlerini aldatma, parçalama, bölme yoluna gitmişlerdir. AKP de demokrasi güçlerinin birleşmemesi, zayıf kalması açısından büyük çaba göstermiştir. Kendisinin demokrat olduğunu, demokrasi geliştireceğini söyleyerek, böyle bir propaganda yaparak toplumda halkın demokrasi ve özgürlük özlemlerini sömürmüş; onların gerçek bir demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi içine katılmalarını engellemiştir. Bunu Türkiye cephesinde de, Kürdistan'da da yapmıştır.

‘2012 1 MAYISI ÖNEMLİ BİR NETLEŞME SAĞLADI’

Görüldüğü gibi Türkiye'deki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin sonuç almamasındaki, zayıf kalmasındaki en temel etken Kürt demokrasi güçleriyle Türkiye'deki demokrasi güçlerinin birleşememesidir. 1 Mayıs’ta görüldüğü gibi bu, önemli düzeyde aşılmıştır. Bu açıdan Türk-İş’in, Hak-İş’in, Memur-Sen’in geriye çeken yaklaşımlarına tutum konmasını tarihsel önemde görüyoruz. Bu tutum aslında Kürt Özgürlük Hareketi’yle Türkiye demokrasi güçleri arasındaki çalıların kaldırılması, iki halkın demokrasi güçlerinin birliğinin kavranması anlamına geliyor. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ancak bu iki gücün birlikteliğiyle gerçekleştiğinin anlaşılması anlamına geliyor. Bu yönüyle düşünsel anlamda, ideolojik anlamda 2012 1 Mayısı önemli bir netleşme gerçekleştirmiştir. Bunu gelecekte demokrasi güçlerinin zaferinin ideolojik ve politik doğrultusunun belirlenmesi olarak değerlendirmek gerekir. Eğer bu doğru çizgide yürünürse şimdiye kadar başarılamayan iki halkın mücadele birlikteliğinin başarılması gerçekleşecek, bu da kesinlikle demokrasi güçlerini başarıya götürecektir. İki halkın mücadele birliği gerçekleştiği takdirde kesinlikle AKP artık iktidarda kalamaz.

AKP, demokrasi güçlerini oyalama, Kürt Özgürlük Hareketi'ni geriletme üzerine iktidarda kalıyordu. Böyle bir birliktelik ortaya çıktığında AKP'nin bunu yapacak kapasitesi olmadığı, bunu başaracak gücü olmadığı görülecektir. Bunu başaracak gücü olmadığı anlaşılınca, onun bugüne kadar iktidarda kalmasının en temel etkenleri de ortadan kalkmış olacaktır. Kuşkusuz AKP kendisini bu dönemde örgütlemiş, belirli bir sosyal tabana dayandırmış olsa da mevcut duruşuyla iktidar olacak bir politik gerekçesi kalmayacaktır. İktidar olmak için bir politik hedefi, gerekçesi olması gerekmektedir. Politik hedefi, gerekçesi: Kürt Özgürlük Hareketi'ni en iyi ben bastırırım, demokrasi güçlerini en iyi ben oyalarımdı. Şimdi bunu yapacak güçte değildir. Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda da bir politikası olmadığına göre, Türkiye'nin en temel konularında olumlu ya da olumsuz bir işlevi olmayan bir güç olarak iktidar zeminini kaybetmiş olacaktır. Bu da Türkiye'deki gerçek demokrasi güçlerinin Türkiye'yi demokratikleştirmesi için etkin bir siyasi güç olmasını beraberinde getirecektir.

‘6 MAYIS ŞEHİTLERİ BİR DÖNÜM NOKTASIDIR’

* 6 Mayıs’ın kırkıncı yıldönümü, bu vesileyle Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın eylemleri ve sonuçları konusunda neler söyleyeceksiniz? Bu eylemlerin Kürt Özgürlük Mücadelesi içindeki yeri nedir?

- 6 Mayıs’ın kırkıncı yıldönümünde Deniz, Hüseyin ve Yusuf Aslan şahsında tüm Mayıs şehitlerini minnetle anıyoruz. Mayıs ayı Kürt Özgürlük Hareketi açısından şehitler ayıdır. Biz Mayıs’ı şehitler ayı olarak anıyoruz. Bu ayda Denizlerin asılması, İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesi, Haki’nin katledilmesi, cezaevinde Ferhat Kurtay ve üç arkadaşının Amed zindanındaki baskıları protesto etmek için bedenlerini ateşe vermesi, Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin’in katledilmesi, binlerce gerilla ve yurtseverin Mayıs ayında şehit düşmesi Mayıs ayını hem mücadele inancının, iradesinin şehitler şahsında geliştiği hem de mücadelenin yükseldiği bir ay haline getirmiştir.

6 Mayıs şehitleri Türkiye tarihinde gerçekten de bir dönüm noktasıdır. Mahirlerin şahadeti bu üç devrimciyi kurtarmak için yapılan eylem sonrası gerçekleşmişti. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin temsil ettiği devrimci kuşak Türkiye'de yeni bir tarih başlatmıştır. Türkiye halk gerçeğinde önemli bir zihniyet değişimi ortaya çıkarmıştır. Bu, Kürdistan'ı da etkilemiştir. 1968’liler denilen Denizlerde, Mahirlerde ve İbrahimlerde temsilini bulan devrimci kuşak ideolojik ve teorik kimi yetersizlikleri olsa da kişilik ve tutum olarak sadece Türkiye tarihi açısından değil, insanlık tarihi açısından zulme, baskıya gösterilen duruşların örnek temsilcileridirler. Türkiye toplumunda da devlete, devlet geleneğine karşı devrimci duruşun örneği haline gelmişlerdir. Türkiye toplumunda devletçilik vardır. Devlete karşı mücadele edilemez, her şey devletten beklenir. Devlet kültü toplumun genlerine işlemiştir. Bu açıdan toplumda devlete karşı tutum alma, direnme eğilimi zayıftır. Kuşkusuz Osmanlı ve Türkiye tarihinde isyanlar, direnişler olmuştur; isyanlar ve direnişlerle zulme ve baskıya karşı mücadele edilmiştir. Ama buna rağmen Türk toplum geleneği hem Osmanlı döneminde hem de Türkiye cumhuriyeti döneminde devlete karşı tutum takınmada bir zafiyet taşımaktadır. Toplumsal genlerinde devlete karşı çıkılmaz, devlet ne verirse ona uymak gerekir biçiminde bir eğilim güçlüdür. Tarihte yaşanmış isyanlara, direnişlere rağmen böyle bir gen Türkiye toplum gerçeğinde vardır. İşte Denizlerde, Mahirlerde, İbrahimlerde temsilini bulan devrimci gelenek, buna son veren, devlete karşı devrimci duruş gösteren ve devlete cepheden mücadele eden bir gelenek başlatmıştır. Bunun altını çizmek gerekir. Bu Türkiye toplumunun geleceği açısından tarihsel önemde bir gerçekliktir.

O dönemdeki reel sosyalizmin ideolojik, teorik, siyasi anlayışındaki kimi eksiklerin bu devrimcilerin ideolojik-teorik yaklaşımlarına yansımış olması bu büyüklüğü, bu büyük gerçekliği gölgelemez, etkilemez. Çünkü onların duruşu özü itibarıyla gerçek bir devrimci duruştu, gerçek bir demokratik ve sosyalist duruştu. Onların duruşu, tutumu, kişilikleri reel sosyalizmin ideoloji ve teorisindeki zayıflıkları aşan, gerçekten özgürlük, demokrasi ve sosyalizmin özünü doğru bir biçimde temsil eden kişilikleri ve duruşları olmuştur.

Zaten karakterleri böyle olduğu için onlar katledilmiş olsa da kişilikleri ve duruşları öldürülememiştir. Bu etkili kişilikler ve duruşlar katledilmeden çok kısa bir süre sonra Türkiye toplumunu Türk’üyle Kürt’üyle derinden etkilemiştir. Eğer 1970’ten sonra kısa sürede Türkiye'de gençlik içinde Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin etkisinde büyük bir devrimci hareket ortaya çıkmışsa, gençlik kitleler halinde bu devrimcilere sempati duymuşsa, bunların anıları ve özlemlerini gerçekleştirmek için sisteme karşı bir örgütlenme ve mücadele içine girmişse bunda bu kişiliklerin ve gösterdikleri devrimci duruşun etkisi belirleyici olmuştur. 1970’lerde ortaya çıkan kimi örgütlerin yetersizlikleri, eksiklikleri bu gerçeği değiştirmez. Eğer bunların şahadetlerinden sonra yüz binlerce, milyonlarca insan özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için harekete geçmişse, büyük bir toplumsal hareketlilik ortaya çıkmışsa, bunu esas olarak sağlatan, ortaya çıkan grupların önderleri, yöneticileri ve bunların yürüttüğü çalışmalar değildir. Kuşkusuz bunlar da çalışmalar yürütmüştür, ama onların da bu çalışmasına imkan veren, onların örgüt olmasını, eylem yapmasını sağlatan kesinlikle bu büyük devrimcilerin ortaya koyduğu mücadele pratiğidir, devrimci duruşlarıdır, iradeli duruşlarıdır; iradesi kırılamaz bir devrimciliği temsil etmeleridir .

İşte bu kişilikler Türkiye toplumunu mayalamıştır. Kürdistan toplumunu ve gençliğini de etkilemiştir. Zaten 1968 kuşağında direnen, şehit düşen gençlerin önemli bir bölümü de Kürt’tü. Deniz’le birlikte idam edilen Hüseyin İnan Kürt’tü. Kızıldere’de şehit düşen Ömer Ayna, yine Mahir Çayan’la birlikte Maltepe’de kaldığı evde vurulan ve daha sonra şehit düşen Hüseyin Cevahir Kürt’tür. Dolayısıyla 1968’deki bu devrimci direniş içinde Kürtler olduğu gibi, bu devrimci direniş Kürt gençliğine ve Kürt toplumuna da bu karakterlerini yansıtmışlardır.

Onlar devlet karşısında, düşman karşısında, zalimler karşısında boyun eğmediler; son nefeslerine kadar başları dimdikti. Özgürlüğün, demokrasinin iradeli duruşunu ortaya koydular. Tarihteki egemenlere karşı mücadele eden bütün adsız kahramanları en doğru biçimde temsil ettiler. Öyle ki devlet bu çelikten devrimci iradeye sahip bu büyük devrimciler karşısında aciz kaldı, ezik kaldı, ezildi. İdam sehpasında kaybeden Denizler olmadı; İşkencehanelerde katledilen İbrahim Kaypakkaya değil, Türk devleti kaybetti. Kızıldere’de Mahirler direnerek esas kazanan onlar oldu. Onların inançlarının, iradelerinin, duygularının büyüklüğü ortaya çıktı. Zaten her zaman toplumsal mücadeleler esas olarak inanç, duygu, düşünce, amaç düzeyinde olur. İnanç, duygu, düşünce, amaç düzeyinde güç olanlar kaybetmezler. Eğer doğru temsil ederlerse, zalimler karşısında dimdik ayakta dururlarsa o anda ölseler de, katledilseler de kazanan kesinlikle yine onlar olur. Bunu en somut olarak Denizlerin idamında görüyoruz, Mahirlerin ve İbrahim Kaypakkaya’nın direnişinde görüyoruz. Bu açıdan biz 6 Mayıs’ı büyük özgürlük ve demokrasi değerleri yaratan gün olarak ele alıyoruz.

‘SOSYALİZMİ BU DEVRİMCİLER TEMSİL ETMİŞTİR’

Sosyalizmi gerçek özüyle de bu devrimciler temsil etmiştir. Eğer bugün hala bunlar Türkiye devrimci hareketini, demokrasi hareketini, sosyalist hareketi etkiliyorsa, bu büyük devrimcileri neredeyse herkes sahiplenir hale gelmişse bunu yaratan, onların kişilikleri ve ortaya koydukları duruşlardandır. Kısa yaşamlarının felsefi, ideolojik ve toplumsal değerleridir. Bugün çok sınırlı bir kesim dışında bu devrimcilerden övgüyle söz edilmektedir. Neredeye onların idam edilmesini alkışlayanlar şimdi Denizlere sahip çıkmaya çalışıyorlar. Bu, bu devrimcilerin duruşunun gücünü göstermektedir.

1970’lerde büyük bir toplumsal, devrimci demokratik hareketlilik ortaya çıkmıştı. Her ne kadar ortaya çıkan örgütler bu devrimcilerin anılarını, özlemlerini yeterince temsil edememiş, başarılı sonuçlara götürmemiş olsalar bile onların kişiliklerinin ortaya çıkardığı toplumsal dinamizmin gençliği, bütün toplumu etkilemesi, devrimci duyguları ortaya çıkarması hala Türkiye toplumunu etkilemektedir. Her ne kadar 12 Eylül’le bu devrimci gençlerin anılarını, özlemlerini ortaya çıkaran birikim ezilmiş de olsa, ezilerek etkileri kırılmak istenmiş de olsa, ancak o yıllardaki toplumsal dinamizm, toplumsal mücadele, toplumsal uyanış Türkiye gerçeğini etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir. 1970’lerin o politikleşmesi bugün Türkiye'deki politik dinamizmi var eden tarihsel etkenlerdendir.

O devrimci hamlenin ortaya çıkardığı gelişmeler devleti çok ürkütmüştü. Bu, 12 Eylül’ün zulmünde de kendini ortaya koymuştur. Öyle ki devrimcileri ezmek ve bir daha ayağa kalkamaz hale getirmek için her türlü zulüm ve psikolojik savaş yöntemini uygularken, toplumdaki bu devrimci dinamizmin önüne geçmek, bir daha Türkiye'de sol, demokratik toplumsal dinamizmin ortaya çıkmasını engellemek için siyasal İslam’ın önünü açmışlardır. Devrimcilerin korkusu Türk devletini, hatta uluslararası gericiliği işbirlikçi siyasal İslam’ın önünü açmaya zorlamıştır.

‘PKK ŞAHSINDA TEMSİLİNİ BULDU’

Bu büyük devrimci önderlerin en büyük etkilerinden biri de Kürdistan'da olmuştur. PKK şahsında esas ve gerçek temsilini bulmuşlardır. Kuşkusuz diğer örgütler de onların anılarını, özlemlerini gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir, ama örgüt anlayışlarıyla, mücadele anlayışlarıyla bu devrimcilerin anısına yeterince cevap verildiği söylenemez. Nitekim ortaya çıkan büyük birikim 12 Eylül’de ezilmiştir. Tabii ki 12 Eylül’de ortaya çıkan bu birikimin ezilmesini sadece 12 Eylül’ün baskısına bağlamamak gerekiyor. Bu tür örgütler içinde 12 Eylül zulmü ortamında iradesi kırılan teslimiyetçiler, oportünistler, hatta sistemin uzantıları denilebilecek kişilikler 12 Eylül darbesi karşısında doğru tutum ortaya koyamadıkları gibi; direnebilecek güçleri, direnişten alı alıkoydukları, geriye çektikleri de bir gerçektir. Eğer bu tür kişilikler olmasaydı, devrimci örgütleri ve mücadeleyi içten hançerleyen bu tür kişilikler ve duruşlar olmasaydı 12 Eylül rejiminin bütün baskılarına rağmen 1970’lerde büyük devrimcilerin anısının ortaya çıkardığı birikim 12 Eylül’e karşı direnebilirdi. Direnen bu güçler Kürt Özgürlük Hareketi’yle birlikte Türkiye'nin siyasi tarihini değiştirebilirdi. Ancak hem mevcut örgütlerin bu kişilikleri aşamaması, 12 Eylül’ün karşı devrimci saldırısı karşısında örgütsel ve eylemsel mücadele gücü gösterememesi, var olan büyük bir birikimin tasfiyesiyle sonuçlanmıştır.

Önder Apo şahsında PKK ise daha baştan itibaren Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin anısını en iyi biçimde temsil etmeye çaba göstermiştir. Onların fedai ruhunu sadece sözde değil, yaşamda, eylemde, örgütlemede gerçekleştirmeye çalışmıştır. Apoculuk bu nedenle daha ilk çıkışından beri varlığını halkının özgürlüğüne adayan bir fedailer topluluğu olarak ortaya çıkmıştır. Sistemle köprüleri tümden atan bir militan hareket olarak mücadeleyi başlatmıştır. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin kişiliği, yaşamı, ruhu bu örgütlenmede yaşatılmıştır. Zaten PKK'nin bu karakteri nedeniyle bu büyük devrimci şehitleri izleyen büyük Türkiyeli devrimciler olan Haki ve Kemal de Önder Apo'nun yoldaşları olmuşlardır. Önder Apo’nun yürüttüğü mücadelenin önder kadroları olarak saflarda yerlerini almada tereddüt etmemişlerdir. Hatta Önder Apo “Beni en iyi anlayan yoldaşlar Haki ve Kemal yoldaşlardır” diyerek aslında Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin temsilinin kendi mücadelesinde gerçekleştiğini söylemiştir. Haki ve Kemal gerçekten yiğit Türk devrimcileriydi. Onlar Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin anısının en iyi Apocular şahsında yaşatılacağını, bu saflarda yürütecekleri mücadeleyle bu devimcilerin özlemlerini somutlaştıracaklarını gördükleri için Önder Apo’yla yol arkadaşı, yoldaş olmuşlardır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Apocular, PKK ve Önder Apo hiçbir zaman Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin anısına saygısızlık etmek istemedi; hep tutumlarıyla, çabalarıyla onlara layık olmaya çalıştı. Sorumsuz ve ciddiyetsiz yaklaşımlarla bu büyük devrimcilerin anılarına ihanet edecek bir duruma düşmedi. Bir kere bu gerçeğin bütün Türkiye halkı ve Türkiyeli devrimciler tarafından bilinmesi gerekiyor. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan Önder Apo'nun da bulunduğu Mamak Cezaevi’nden götürülerek idam edilmişlerdi. Önder Apo o gün onlara söz vermiştir. Öyle bir mücadele yürütmeliyim ki, bu büyük devrimcilerin uğradığı akıbete uğramasın; başarılı bir örgüt, başarılı bir mücadele ortaya çıkarayım demiştir. Bu sözünü yerine getirmek için böyle bir sorumlulukla, böyle bir anlayışla, böyle bir ciddiyetle grubunu oluşturmuş, bu ciddiyet ve bu sorumlulukta en ufak bir gevşeme yaratmadan bugüne kadar mücadeleyi sürdürmüştür. PKK ve Önder Apo gerçeğini anlarken bu ciddiyeti, bu sorumluluğu, bu anılara bağlılığı, bu vefayı, bu yoldaşlığı görmek gerekiyor.

‘ONLARIN ANILARI MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR’

Onların anıları mücadelemizde yaşıyor. Onlar Nurhak’ta gerillacılık yapmak istediler. Filistin’e giderek gerilla eğitimi alıp Türkiye ve Kürdistan'da gerilla mücadelesi yürütmek istediler. Ama tecrübeleri zayıf olduğu, Türk devletini yeterince tanımadıkları için başarılı olamadılar. Ama niyet buydu, amaç buydu, özlem buydu. Önemli olan budur. Bu özlemi, bu umudu, bu duruşu son nefeslerine kadar sürdürdüler. PKK işte onların anısına bağlı kalarak bugün Kürdistan'ın bütün dağlarında, ovalarında gerilla direnişini sürdürmektedir. Onların özlemi bugün Kürdistan'da en zor koşullarda mücadele eden bir halk gerçekliği haline getirilmiştir. Bugün gerilla her yerde vardır. Daha dün Nurhak dağlarında bir gerilla şehit düşmüştür. Bugün Kürdistan'da gerillanın olmadığı tek bir dağ, vadi yoktur. Hatta bu devrimcilerin anısına bağlılığın gereği Amanoslardan Karadeniz’e kadar gerilla uzanmıştır.

PKK, Kürt Özgürlük Hareketi yenilmeyerek, direnerek bu devrimcilerin anısını sürdürmeye devam etmektedir. Bu mücadeleyi de gerçekten Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt halkının özgürlüğü için yapmaktadır. Kürt halkının Kürdistan'ın özgürlüğü temelinde Türkiye'yi özgürleştiren bir mücadele yürütülmektedir. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin Türkiye'yi de doğrudan etkilediği açıktır. Her ne kadar devlet Kürt halkının özgürlük mücadelesinin Türkiye'yi etkilemesini engellemeye çalışsa da, engellenmesi mümkün değildir. Zaten Kürdistan'ın yarısını göçerterek bu devrimci ruhu Türkiye'nin metropollerine, şehirlerine taşımıştır. Kürt Özgürlük Hareketi sadece direnişiyle değil, iki halkın mücadele birliği anlayışıyla da onların anısını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Onlar Kürt halkının özgürlüğünü savundular, onlar iki halkın mücadele birliğini savundular. PKK bugün onların bütün özlemlerine karşılık vermektedir. İki halkın mücadele birliğini bugün en yüksek sesle dillendiren Kürt Özgürlük Hareketi’dir, Önder Apo’dur. Önder Apo; Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin özlemini gerçekleştirmek için çabalamıştır. PKK bunun için çabalamaktadır, Kürt Özgürlük Hareketi bunun için çabalamaktadır.

Kuşkusuz PKK ilk başta Kürt halkının özgürlüğü ve demokrasisi için mücadele etmektedir. Ama mücadelesi sadece Kürdistan’la sınırlı değildir; Türkiye'yi de özgürleştiren ve demokratikleştiren bir anlayışla hareket etmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye'nin demokratikleşmesi, İran'ın, Irak'ın, Suriye'nin demokratikleşmesi temelinde tüm Ortadoğu'nun demokratikleşmesini, özgürleşmesini; tüm Ortadoğu'da özgürlükçü, demokratik, toplumcu değerlerin gelişmesini hedeflemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi'nin demokratik sosyalist anlayışı, toplumcu anlayışı, demokratik komünal anlayışı, ahlaki toplum değerlerine dayalı yeni yaşam arayışı zaten Ortadoğu'nun genlerinde var olan toplumcu yaşam anlayışını güncelleştirmek, güncel değerlerle demokratik sosyalist bir Ortadoğu yaratmayı hedeflemektedir. Ancak bu amaca ulaşmanın da özgürlükçü, demokratik değerlerle olacağını, özgürlükçü, demokratik bir toplum yaratmadan toplumcu değerlerin, eşitlikçi değerlerin, adaletçi ve komünal değerlerin hakim kılınamayacağını da hem mücadelesiyle öğrenmiştir hem de teorik olarak bunun böyle olduğunu düşünmektedir.

Önder Apo İmralı’da yaptığı savunmalarla aslında tüm tarihteki özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin, toplumsal mücadelelerin, son iki yüzyıldır da sosyalistlerin ve sol demokratların yürüttüğü mücadelenin doğru bir sentezini yaparak, bütünlüklü bir felsefeyi, ideolojik ve teorik sistemini ortaya koyarak tarihteki bütün direnenlerin özlemlerine en doğru karşılığı vermeye çalışmıştır. Bu açıdan biz Önder Apo'nun ideolojik-teorik duruşu, örgüt anlayışı, demokratik toplum anlayışı ve hedeflediği ahlaki politik toplum gerçeği şahsında tarihteki tüm özgürlük savaşçılarının anılarına karşılık verdiği gibi, en başta da yanı başından götürülüp idam edilen Denizlerin, Yusufların ve Hüseyinlerin anılarını, özlemlerini yaşatmak ve onları özgür ve demokratik bir toplumda somutlaştırmak istediğini vurgulamak istiyoruz. Düşüncesi de, felsefesi de, teorisi de, ideolojisi de, örgüt ve mücadele anlayışı da tamamen bu değerlerin somutlaşması ve yaşaması içindir.

Önder Apo, PKK, Kürt Özgürlük Hareketi dün olduğu gibi bugün de 6 Mayıs direnişçilerinin anısına bağlı kalacaktır. Onların özlemini, demokratik Türkiye, özgür Kürdistan gerçeğinde somutlaştıracaktır. Demokratik Türkiye ve özgür Kürdistan gerçeği sadece Türkiye halklarını özgürleştirmeyecek, Ortadoğu halklarını da özgürleştirmenin önünü açacaktır. Özgür ve demokratik toplumun yaratılmasıyla bu şehitlerin sömürüsüz, baskısız, eşit ve adaletli dünya özleminin gerçekleşmesinin toplumsal zemini gerçekleştirilmiş olacaktır.

ANF NEWS AGENCY