25 Mart 2011 Cuma

Çerkesler Anadili Eğitimi ve TV Yayını İçin Miting Yaptı


Anadillerinde slogan atan, konuşma yapan, şarkı söyleyen Çerkesler, dillerinin yok olmak üzere olduğuna dikkat çekti, "Çocuklarımızın anadilde konuşmalarını, radyo ve televizyon yayını yapabilme imkanının devlet tarafından Çerkeslere de sağlanmasını istiyoruz" dedi.
 
Çerkes Hakları İnisiyatifi'nin çağrısıyla, Türkiye'nin dört bir yanından Ankara'ya gelen Çerkesler, kültürleri ve dillerini yaşatmak için anadilde eğitim, televizyon ve radyo yayını talep etti.

Binlerce Çerkes, Abdi İpekçi Parkı'nda miting düzenledi. Sıhhiye Toros Sokak'ta toplanan Çerkesler, 'Biz bu topraklar için ölürken Türkçe bilmiyorduk', 'Yaşasın Çerkes kalma mücadelemiz', 'Anadili eğitimi istiyoruz', 'Dayatılmış kimliklere hayır', 'Abızsua zcıdzız zegi yacıdzid-Dilini kaybeden her şeyini kaybeder', 'Eğitimi olmayan dil yaşamaz' yazılı pankartlar taşıdı.

Sıhhiye Köprüsü'nün üzerinde yürüyüş yapan genç, yaşlı, çocuk, kadın binlerce kişi, yıllardır korumaya çalıştıkları dillerini ve kültürlerini kaybetmeye başladıklarını belirterek, 'Anadilde televizyon istiyoruz', 'Anadilde eğitim istiyoruz' şeklinde sloganlar attı. Bazıları eyleme at üstünde katılırken, bazılarının yöresel kıyafetleri olan kara kalpak ve siyah yamçi giydiği görüldü. Eyleme Ezilenlerin Sosyalist Partisi üyeleri de katıldı.

Abdi İpekçi Parkı'nda gerçekleştirilen miting, sürgünde ve farklı yerlerde yaşamını yitiren Çerkesler anısına yapılan saygı duruşu ile başladı.

KAPLAN: YOK SAYILMAYA TAHAMMÜLÜMÜZ KALMADI
 
Mitingin açılış konuşmasını Çerkes Hakları İnisiyatifi yürütme kurulu sözcüsü Kenan Kaplan yaptı. Kaplan, tarihlerinin, kültürlerinin ve dillerinin yaşadıkları ülkenin kitaplarında yer almasını, anadillerinde kitap okumayı, televizyon izlemeyi beklediklerini söyledi.

Çerkes halkının 1864 yılında Rusya'da Çarlık rejimi tarafından topraklarından koparılarak sürgün edildiğini hatırlatan Kaplan, Çerkeslerin yerleştikleri topraklara uyum sağlamayı bilen bir halk olduğunu söyledi.

2009 yılında AKP Hükümetinin 'Demokratik Açılım' politikasını gündeme getirmesi ile Çerkes halklarının umutlandığını dile getiren Kaplan, ancak hayal kırıklığına uğradıklarını vurguladı.
Kaplan, Çerkeslerin, Türkiye'de Kürtlerden sonraki en kalabalık etnik nüfus olduğuna dikkat çekti, 'Çerkes halkının artık görmezden gelinmeye, yok sayılmaya tahammülü kalmamıştır. Anadilimiz doğuştan hakkımız, çok kültürlülüğün ve çok dilliliğin bir zenginlik olduğunu yeniden hatırlatarak, Çerkes onuruyla bekliyoruz' dedi.

VARLIĞIMIZI GELECEĞE TAŞIMAK İSTİYORUZ
 
Olga SokurSadece sesi çok çıkanların değil, diğer unsurların haklarının da fark edilmesi gerektiğini kaydeden Kaplan, Başbakan Erdoğan'ın, bir gün de 'Çerkes kimliğini tanıyoruz, Çerkeslerin sorunlarına sahip çıkıyoruz. Onların yok olmasına göz yumamayız, onlar bizim zenginliğimizdir' demesini beklediklerini açıkladı.

Kaplan, geçmişte olduğu gibi bugün de toplumsal barışı zedelemeden, demokratikleşme sürecine azami katkıda bulunacaklarını belirterek şunları söyledi: 'En önemlisi yok olmamak, varlığımızı geleceği taşımak istiyoruz. Artık bizim de renklerimizin bu ülkeye yansımasını istiyoruz. Dilimizi, kültürümüzü, kimliğimizi kaybetmek istemiyoruz. Çocuklarımızın anadilde konuşmalarını, anadilde radyo ve televizyon yayını yapabilme imkânının, devlet tarafından Çerkeslere de sağlanmasını istiyoruz.'

Kaplan, 'Demokrasinin geliştirilmesi, toplumsal hakların teslim edilmesi için hemen şimdi adım atılmasını istiyoruz' dedi, çağrılarını hükümetin yanı sıra, tüm muhalefet partilerine ve kamuoyuna yaptıklarını da sözlerine ekledi.

Kaplan'ın okuduğu açıklama metni Oset ve Adigece dillerinde de okundu.
 
Kendi dillerinde slogan atan, konuşma yapan Çerkesler yine kendi dillerinde şarkılar söyledi. Çerkesler, İshak Akbay'ın sunuculuğunu yaptığı ve bir de parça seslendirdiği programda Kafkasya Devlet Sanatçısı Olgo Sokurova, Münteha Jan Gülsu ve Nurhan Fidan Kafkas ezgilerinden örnekler verdiler,  platform önünde oluşturdukları alanda Çerkes dansları yaptılar. (HABER HİT)

Türkiye, Libya ve Emperyal Rezalet


Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümetleri en az yirmi yıldır açık olarak ifade ettikleri imparatorluk heveslerini, her önemli olayda olduğu gibi Libya konusunda da hayata geçiremediler. Bu kez, yıllardan beri uluslararası planda geride duran Fransa’nın fiskesiyle sahne dışına itildiler.

Bu kaçıncı “emperyal rezalet”tir, sayısı oldukça fazla olduğu için bilinmiyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu –kandırabileceklerine karşı- iyi pazarlamacılar. Rezaleti bile başarıymış gibi pazarlıyorlar.

Hangisini anlatmalı?

İran ile zenginleştirilmiş uranyum konusunda ABD-AB arasında arabuluculuk çabası fiyaskoyla sonuçlandı.

İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk çabasından da sonuç alınamadı.

Türkiye, çok istemesine rağmen, Lübnan’daki hükümet krizine müdahale edemedi ve ülkede İran yanlısı hükümet kurulmasını engelleyemedi.

Dönüp dolaşıp “Arap ülkelerinde halk Tayyip Erdoğan’ı çok seviyor” söyleminden başka sığınacak yer bulamadı.

Bu sevginin pratik anlamı olmadığı üzerinde durulmadı, diyemeyeceğim, zira Erdoğan ve Davutoğlu gibi dış politikadaki acemilikleri sürekli sırıtan bu iki politikacının konuyu anlayabildikleri bile kuşkuludur.

Arap halkının Erdoğan sevgisi, bu sevgiyi karar organlarına yansıtacak mekanizmalar yoksa fazla anlam taşımaz.

Arap halkının Erdoğan sevgisini, bulundukları ülkenin izlediği dış politikaya yansıtacak mekanizmalar yoksa, hoşa giden gösteriler olarak kalır.

Bizdeki medya sevgi gösterilerini iyice şişirir, ama bu sevgiden hangi sonuç elde edilmiştir sorusunu sormaz.

Burada söz konusu olan yazılı ve görsel medyadaki yaygın AKP yandaşlığından ibaret değildir. Yaptıklarına kendileri de büyük oranda inanıyorlar. Türkiye’nin emperyal bir ülke olmasını istiyorlar, hükümet beceremeyince kızıyorlar, ama istemeyi de sürdürüyorlar.

Libya konusu AKP hükümetinin dış politikada ne kadar çapsız, beceriksiz ve öngörüsüz olduğunu yeniden gösterdi.

AKP, süper ligde şampiyon olan bir Anadolu takımına benziyor. Bu takım ülkede şampiyon oldu, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na katıldı ve karşılaştığı her takımdan birkaç tane gol yiyerek ülkede güçlü olmanın dışarıda ne kadar anlam taşıdığını da gördü.

AKP’nin dış politikadaki durumu da bunun gibidir.

Libya konusunda önce Fransa’nın tutumundan başlayalım.

ABD, Fransa ve İngiltere, Libya’da Kaddafi ile isyancılar arasındaki savaşta önce sessiz kaldılar. Yönetimin şiddet kullanmasını eleştirmekten öteye gitmediler.

Bizdeki bazı naif solcuların inandığı gibi asıl konu Libya’nın petrolü olsaydı, hemen harekete geçmeleri gerekirdi.

Libya’yı kendi başına bir ülke olarak değil; Tunus, Mısır, Ürdün, Suriye, Bahreyn, Yemen ve öteki Arap ülkeleriyle birlikte değerlendiriyorlardı. (Bunlara belirli oranda Irak’ı da eklemek gerekir.)

Libya’ya yapılacak erken bir askeri müdahale, Arap ülkelerinde yaygın olan ama son halk ayaklanmalarında duyulmayan anti-ABD ve anti-İsrail söylemini yeniden ortaya çıkarabilirdi.

Ek olarak, Irak işgaliyle bölgedeki prestiji zaten iyice yıpranmış olan ABD, Libya’da da benzer bir duruma kolaylıkla düşebilirdi.

Libya’daki muhalefetin Tunus ve Mısır’da olduğu gibi yönetimi çekilmeye zorlayabileceğini düşündüler. Ne ki, anılan iki ülkedeki fazlasıyla eksikli demokratik mekanizmalara bile sahip olmayan Libya’da iç savaş başladı. Kaddafi, Afrika ülkelerinden parayla getirttiği askerlerin de desteğiyle isyancılara karşı saldırıya geçti ve onların merkezi Bingazi kapılarına kadar geldi.

Bu aşamada Fransa, isyancıların kurduğu yönetimi tanıdı ve ardından İngiltere ile birlikte Kaddafi ordusuna karşı hava saldırılarına başladı.

Burada iki soru vardır:

Neden bu kadar beklediler ve neden ABD ön planda rol oynamadı?

Konuyu genişletmemek için İtalya’nın tutumunu ele almıyorum.

Beklemelerinin bir nedenini yukarıda açıkladım. Öteki neden de önemlidir:

Libya’da isyanın bastırılması, Suriye ve Yemen başta olmak üzere halk ayaklanmalarının mayalandığı ya da patladığı ülkeler için kötü örnek olacaktı. Bu nedenle Kaddafi’nin ordusu Bingazi kapılarına dayanınca harekete geçtiler.

Bu arada BM Güvenlik Konseyi’nden de Libya hava sahasının uçuşa kapalı bölge ilan edilmesi kararı çıkmıştı. Bu karar, savaş demekti. Kaddafi ordusunun uçakları havalanırsa düşürülecekti.

Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti oylamada çekimser kalarak kararı bloke etmediler. Ek olarak Arap Birliği de Libya hava sahasının kapatılmasını istedi.

Harekete geçmenin yasal zemini böylece hazırlanmış oldu.

İkinci soru da önemlidir.

ABD 6. Filosu Girit adasında üslenmiş durumda olmasına karşın, bu ülke, hava saldırılarında neden geri planda durmuş ve Fransa’nın öne geçmesine razı olmuştur?

Soru, Türkiye açısından da önemlidir. Gazetelerde yer alan habere göre, Obama ile Erdoğan arasında anlaşma sağlanmıştır. Medya, bu anlaşmayı, Fransa’ya karşı ortak tavır gibi görmektedir!

Olacak şey değil, ama oluyor!

Emperyal hevesleri olan Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan çocuk gibi avutuluyor ve bu rezalet bile başarı kazanılmış gibi pazarlanmaya çalışılıyor.

ABD istemeseydi ne Fransa ne de İngiltere yerinden kıpırdayamazdı.

ABD, Arap ülkelerinde artık geçmişte kalmış olsa bile izleri bulunan anti-emperyalizmi slogan düzeyinde bile olsa uyandırmamak için geri planda kaldı.

Durumu anlayan Sarkozy yönetimi de derhal harekete geçti.

Dış politikadaki başarı iç politikaya yansıtılır. Sağcılar, Sosyalistler ve Yeşiller, Devlet Başkanı Sarkozy’nin Libya politikasını desteklediklerini açıkladılar. Sosyalist Parti Meclis Grubu Başkanı Ayrault, “Libya’da evrensel değerler için savaşıyoruz” dedi.

Popülaritesi iyice düşmüş olan Sarkozy büyük bir çıkış yaptı.

Sağcıdır, emperyalisttir, burası açıktır, ama emperyal devlete uygun bir başkan olduğunu da göstermiştir.

Türkiye’ye ise “teselli mükafatı” verildi. Beş savaş gemisi ve bir denizaltı “Libya’ya uygulanan silah ambargosunu denetlemek” amacıyla bu ülke kıyılarına gitti.

Gerçek amaç, Müslüman bir ülkenin Libya’ya karşı askeri harekata katılıyor görünmesinin sağlanmasıdır. Bölgenin “örnek ülkesi” Türkiye, askeri operasyona karşı Arap halkından yükselecek tepkiye karşı bir çeşit paratoner durumundadır.

Kaddafi’nin ambargo olmasa bile Akdeniz üzerinden silah getirtmesi mümkün değildir. Silah ararsa bunu Afrika içinden yani karadan bulacaktır. Bu nedenle deniz ablukasının silah ambargosundaki rolü oldukça azdır.

AKP hükümeti büyük iş yaptığını sanabilir, ama gerçek budur.

Libya’daki iç savaşta en büyük zararı Türkiye gördü. İki yüzden fazla Türk firması bu ülkede yıllardan beri inşaat sektöründe faaliyet gösteriyordu. Büyük ihaleler almışlardı ve yaklaşık 25 bin mühendis ve kalifiye işçi bu ülkede çalışıyordu.

Bunlardan 20 bin kadarı iç savaşın başlamasının ardından tahliye edildi.

İleride geriye döneceklerini düşünüyorlar ama, gelecek şimdilik karanlıktır.

İç savaşın ve hava saldırılarının gelişmesi durumunda ise, yaptıkları inşaatlardan ne kadarının geriye kalacağı da belli değildir.

Libya konusunda hiçbir öngörüsü, geleceğe yönelik hiçbir planı olmayan Türkiye tam anlamıyla ne yapacağını şaşırmış ve Fransa’yı ABD’ye şikayet edecek duruma gelmiştir.

Genel seçim öncesinde Erdoğan’ın dışarıda başarı kazanıp bunu iç politikaya yansıtmaya fazlasıyla ihtiyacı vardı, ama yapamadı.

Fransa tarafından açık olarak dışlanan Türkiye, Sarkozy yönetiminden Avrupa Birliği üyeliğine alınmasını da hala isteyebilmektedir.

AKP’nin yaşadığı emperyal rezalette son durum budur.

ANF NEWS AGENCY

AKP'den MİT'te 'Temizlik' Operasyonu


İstihbarat dünyasını izleyen Intelligence online, Türk Milli İstihbaratı’nda (MİT) Hakan Fidan’ın kapsamlı bir ‘temizlik’ operasyonu yaptığını yazdı.

İstihbarat servislerinin faaliyetlerini yakından takip eden Intelligence Online, “Hakan Fidan MİT’i tasfiye ediyor” başlığı altında yayınladığı haberde, ‘uzun zaman anti-islamizmin kalesi olan MİT’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümetine sadakatini gösterdiğini’ belirtti.

Kabil’den dönüşünde Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan MİT Orta Asya Bölge Başkanı Kaşif Kozinoğlu’nun durumuna dikkat çeken Intelligence Online, Kozinoğlu’nun hükümete karşı komplo yapmak, Hakan Fidan’ın “İmam Fethullah Gülen organizasyonu ile olası bağlarını” araştırmak için kişisel bir soruşturma yürütmekle suçlandığını hatırlattı.

RAŞİD DOSTUM’A ÇOK YAKIN

Haberde, “Geçen ay Afet Güneş’ten sonra, Kaşif Kozinoğlu servisten uzaklaştırılan laik askeri çevreye yakın ikinci MİT’çi. Özel kuvvetlerde binbaşı olan Kozinoğlu MİT’e katılmadan ve Orta Asya üzerine uzmanlaşmadan önce 90’lı yılların ortasında PKK’ye karşı savaştı. Özbek Afgan şefi Abdul Raşid Dostum’a çok yakın olan Kozinoğlu, Çin’in Sincan bölgesinde Türkofon Uygur isyancıların eğitimini de gözetti” diye kaydetti.

Intelligence Online, “Türk kriminal organizasyon şefleri ile olan çok gelişkin bağları nedeniyle” Kozinoğlu’nun geçen yıl 5 hapse mahkum edildiğini ancak itirazda bulunarak, MİT’teki yerini koruduğunu ifade etti.

ERDOĞAN MİT’İ ELE GEÇİRMEYE ÇALIŞIYOR

Intelligence Online, bir diğer haberinde de Hakan Fidan’ın önündeki “12 çalışma dosyasına” dikkat çekiyor. “Ordu karşısında çok güvensiz olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yakınlarından biri olan Hakan Fidan’ın yönettiği Türk istihbaratının kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor” diye belirtiyor.

MİT’in iki numaralı ismi, askeri hiyerarşiye çok yakın duran Afet Güneş’in Ocak ayında emekliliğe zorlandığını dile getiren Intelligence Online, MİT’in ilk kadın başkanı olma arzusuyla Hakan Fidan ile karşı karşıya gelen Afet’in Eylül 2010’da Türk medyasında yer alan fotoğrafıyla zayıf düştüğünü kaydetti.

Fidan’ın da Haziran 2010’da Erdoğan tarafından MİT’in başına atandığını hatırlatan site, “Erdoğan servis üzerine kendi otoritesini oturtmak istiyor” diye yazdı.

Haberde şunları ifade etti: “Başbakan’ın eski diplomatik danışmanı Hakan Fidan, MİT’in özerkliğini güçlendirmek askerlerin istihbarat üzerindeki yetkisini sınırlamak için beyaz karta sahip. Reformlardan birinin, polise düşen mevcut rol olan bir iç ajans kurmak için servisi ikiye bölmek olduğu iddia ediliyor. Antiterörizm her zaman, temelde ordunun PKK’ye karşı ülkenin güneyindeki operasyonlarını desteklemek için Kürt ayrılıkçılara ilişkin bilgi toplamakla meşgul olan Türk istihbaratının yoksul ailesi oldu.”

ANF NEWS AGENCY

Libya'daki Savasin Galibi Silah Sirketleri Olumden Para Kazaniyor


Libya’ya saldıran ABD, İngiliz, İtalyan ve Kanada’ya savaş malzemesi sağlayan şirketlerin hisseleri tavan yaptı. Birleşmiş Milletlerin kararı ardından Libya’ya askeri harekatı başlatması piyasalarda bir istikrarsızlığa yol açmazken dünyadaki dev savunma sanayi ve silah şirketlerini de her anlamda olumlu etkiledi.

ABD borsası tekrardan 12 bin puanın üzerine çıktı, büyük silah şirketlerinin hisse senetlerinde üç işlem gününde yüzde 6’yı aşan artışlar yaşandı. Mayın korumalı araçları ile ABD ordusuna Irak ve Afganistan’da önemli destek sağlayan İngiliz BAE Systems’in hisse senetleri (BAESY) üç günde yüzde 6.36 çıkışla en yüksek artan şirket oldu. Helikopter ve savunma elektroniği alanında faaliyet gösteren İtalyan Finmeccanica yüzde 5.55 yükseldi.

Kanadalı Bombardier’in hisseleri yüzde 2.38 ile en fazla değer kazanan şirketler arasında yer aldı. Helikopter, elektronik ve savunma sistemleri dizaynı ve üretimi konusunda da uzman olan Boeing’in hisseleri yüzde 5.12 yükseldi. ABD ordusunda önemli rol oynayan Lockhead Martin’in hisseleri yüzde 1.11, küresel parça tedarikçilerinden Honeywell International’ın hisseleri yüzde 2.41, F-35 savaş uçaklarının 25’inden fazlasını üreten Northop Grumman’ın hisseleri 2.29 çıktı. General Dynamics yüzde 2.80 değer kazandı.

Silah şirketlerinin hisseleri cuma akşamından bu yana ‘al’ ya da ‘kuvvetle al’ tavsiyesiyle satılıyor. Bazı hisselerde kâr satışları başladı bile. Silah şirketleri 2009’da 401 milyar dolarlık satış yaptı. Fortune 500 listesinde 11 silah şirketi yer alıyor.

Newroz, polise tokat, Susurluk ve koruculuk...


Ve 2011 Newrozu AKP'yi Bölge'de anlamsızlaştıran, ahlaki olarak Kürtleri çürütmeye kalkan işbirlikçiliği teşhir etti. Bu Newroz başka bir Newroz... En görkemli kitleselliği, yaygınlığı, radikalliği barındıran bir Newroz. Artık kendi çözümünü inşaa etmeye başlayan bir halkın Newroz'u oldu 2011 Newrozu. Bu Newroz bir halka nasıl önderlik edileceğinin ölçüsünü ortaya koydu. Bu Newroz Kürt halkının nasıl bir önderliği tercih ettiğini gösterdi. Bu Newroz bir halkın nasıl bir örgütle ayakta kalınabileceğini gösterdi. Bu Newroz Bölge'nin gerçek renklerinin nasıl dalgalanacağını dosta düşmana gösterdi.

AKP medyasının ahlaksız yayınlarının yalanlarını açığa çıkardı. Kürtlerin aydınlanmasını dünyaya duyuran bir Newroz oldu. Birkaç "ekranKurdu"nun Kürtleri kesinlikle temsil edemeyeceği, Kürtlerin aydını olamayacağını gösteren bir Newroz oldu 2011 Newrozu. Bu Newroz ahlaki keskinliği, hakkaniyetli olmayı, onurlu durmayı gösterdi. Bu Newroz bir halkın kendi şarkılarını nasıl söyleyebileceğini gösterdi. Bu Newroz'la bu halkın birkaç devrim birden yapabileceğini ortaya koydu. 2011 Newrozu tarihte yerini bütün görkemi ile alacak.


Sebahat Tuncel'in tokadı, Bengi Yıldız'ın taşı


Bu Newroz'a gidenler AKP'nin polisinin Kürtler için ne kadar manasızlaştığını gösterdi. Arama noktalarından geçen Kürt kadınlarının zılgıtları, tülbentlerindeki renkleri ile umarsız adımlarla alanlara girmeleri Kürt kadınlarının sahip oldukları cesaretin büyüklüğünü bize gösterdi. Bu Newroz İstanbul Vekili Sebahat Tuncel'in elinin ağırlığı karşısında devletin şaşkınlığını ortaya çıkardı. Bengi Yıldız'ın elindeki taş ile Kürdün öfkesinin varabileceği noktayı işaret etti. Çünkü "En sessiz sözcüklerdir fırtınayı getiren" derdi Nietzsche... En sessiz sözcükler Kürt illerinde Kürt insanına komando zulmü uygulandığında Kürtlerin dudaklarından dökülürdü. En sessiz sözcükler Amed zindanında işkencelere direnilirken Kürt gençlerinin dudaklarındaydı. Fısıltıyla, kulaktan kulağa, insandan insana söylenen iki kelimeli bilinmeyen denklem artık formüle edilmişti: "Kürdistan Sömürgedir!" Denklemin çözümü de iki sözcükten oluşuyordu: "Direnmek Yaşamaktır!" Zaman geçti... Kimse ne zulmü, ne zulmü edeni unutmadı... Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bütün duyguların toplamı bir halkta toplandı. Başka halklarla birlikte halk olan, başka halkları kendisinde barındıran bir halk oldu Kürtler. Ve Newroz oldu... Newrozlar geçti. Her Newroz'da biraz daha çoğaldılar.


Korucu Kamil Atak utandı!


Bu Newroz geleneğinin ortaya çıkardığı ahlaki ölçü karşısında her Kürt kendisini gözden geçiriyor. Bu Newroz'un arefesinde bir dönem Kürt illerinde koruculukla halk üzerinde terör estiren Korucubaşı Kamil Atak'ın "Korucu olduğum için utanıyorum" sözleri duyuldu. Sadece bir korucunun ya da zulüm eden birinin pişmanlığı değil, devletin Kürde reva gördüğü politikaların iflası gizlidir bu sözlerde.


Özel Timci Ayhan Çarkın halka sığınmak istedi!


Her Kürde kendi durumunu sorgulatmadı bu Newroz. Newroz'a katılan aydınları, İstanbul'dan, Ankara'dan memleketi yönetmek isteyenleri de sorgulattı. Hatta bir dönemin özel timcisi ve Susurluk skandalının kilit isimlerinden Ayhan Çarkın da Newroz'da af dileyip halka sığınmak istedi. Asıl "bebek katillerinin kim olduğunu söyledi!" Ne garip değil mi! Bazıları hâlâ kendi inşaa ettikleri gerçeklikleri bize hakikat gibi yutturmak istiyorlar. Ne diyelim! Bu halk sizi ıslah etsin!..


Bölge halklarının devrim baharı başladı... Halk çağlayanlar gibi çağıldayarak Newroz meydanlarına aktı. Sonra tarihin en büyük halayını tuttu. En kalabalık koro ile en güzel şarkısını söyledi, özgürlüğün... Görkemli duygular çağının Newrozun'unu yaşadık... Bu duyguyu bize yaşatanlara minnettar olmaktan başka ne denebilir ki!..

Tokat ve Taş


Yine düğmeye basıldı. Kan isteyen güçler yine meydana çıktı. Yine silah tekelleri mumla suç aramaya, göbeklerini gençlerin kanı ile şişiren yeşil sermayenin temsilcileri ipe un sermeye başladı.

Sebahat Tuncel milletin polisine tokat, Bengi Yıldız ise devletin güvenlik güçlerine taş atmış. Bir vekil, devletin komiserine tokat atmazmış, eline taş alıp polise fırlatamazmış. Bir vekil vekilliğini bilmeliymiş.


Herkes bir şey söylüyor. Başbakan Kürtleri tehdit ediyor, İçişleri Bakanı 'bunu kabul edemem' diyor. Bakan ve milletvekilleri 'bunun hesabı mutlaka sorulmalıdır' diye ağızlarından köpükler saçarak konuşuyorlar. Gazeteciler adeta kasap kesilmiş durumda, utanmadan, Sebahat Tuncel'e, Bengin Yıldız'a adeta küfür ediyorlar.


Onlar konuşup tartışsınlar, küfür edip basitleşsinler, Kürtleri tehdit etsinler, Kürt vekillerine karşı saygısızlık yapmaya devam etsinler. Kürtler de bildiklerini yapacak, kendi gündemlerini kendileri oluşturacaklar.


Ama Kürtlerin yaptığı ve yapacağı başka bir şey daha var; kendilerini savunmak, devletin ve AKP'nin zulmüne karşı kendi öz savunmalarını yapmak. Bu bir militan da olabilir, bir siyasetçi, bir köylü, bir emekçi, bir çocuk, bir kadın veya bir milletvekili de olabilir. Saldırıya uğrayan, işkenceye maruz kalan, devletin ve Duçe Tayyip Erdoğan'ın hedefinde olan her Kürt kendini savunacaktır. Bu bir milletvekili de olsa.


Bu süreçte en fazla savunmaya ihtiyacı olan Kürt milletvekilleridir. Dolayısıyla en fazla kendilerini savunacak olan kendileridir. Zira Kürtleri koruyacak başka bir güç yoktur. Türkiye'de bulunan üç temel savunma gücü olan Türk ordusu, polisi ve adaleti zaten her yerde Kürtlere saldırmaktadır. Bu anlamda Sebahat Tuncel'in attığı tokat, Bengi Yıldız'ın avuçladığı taş saldırıya uğrayan Kürt halkını savunma amaçlıdır.


Medyanın deyimiyle, milletin vekili olan bir vekil nasıl bir profile sahip olmalıdır? Polise taş ve tokat atan bir vekil, vekil olabilir mi?


Tabii ki olur. Neden olmasın? Fikir ile zikri bir olan bir vekil, vekilliğini yaptığı milletine karşı birinci derecede sorumludur. Bunun anlamı da iradesini temsil ettiği milletin saldırıya uğraması durumunda her türlü meşru hakkını kullanarak onu savunmaktır.


Evet, bir vekil yaşama pahasına da olsa milletini savunur. Sadece kürsüde nutuk atmaz, aynı zamanda milletine karşı yapılacak saldırı karşısında gerektiğinde gövdesini siper eder. Bu profil klasik vekilliği aşan, gerçekten de halkın iradesi ve temsilcisi olan yeni vekil profilidir.


Bu profil son üç gündür manşetlerde verilen Sebahat Tuncel ve Bengi Yıldızların profilidir.


Peki, olayların somut gelişimi nasıl olmuştu?


Bölge'nin her yerinde olduğu gibi Batman ve Silopi'de de Newroz Bayramı'nı kutlayan Kürt halkına vahşice saldırılmış, kadın, yaşlı, genç, çocuk, vekil demeden herkes işkenceden geçirilmiş, kitlenin üzerine göz yaştırıcı bomba atılmıştır. Vekillerin gözlerinin önünde yerlerden sürüklenen kadın ve çocukları gören bir Kürt vekili bu vahşi saldırıları yapan bir polise tokat atmış, diğer vekil ise eline bir taş alıp yetkilileri uyarmıştır.


Bu saldırılar karşısında Kürt vekilleri başka ne yapabilirlerdi? Şeker mi verselerdi, ya da karanfil mi uzatsalardı? Gerçekten de siz olsaydınız ne yapardınız?


Polisin yanına gelen Sebahat Tuncel'in hangi halde olduğunu görmeyenler, ancak kör olabilirler. Sebahat Tuncel tepeden tırnağa ıslak ve barut içinde polise doğru gelip, saldırıyı durdurmak istemiştir. Ama polis şefi, saldırı emrini vermeye devam etmiştir.


Bir daha soruyoruz, Sebahat Tuncel başka ne yapabilirdi? Gözlerinin önünde kan ve barut içinde yerlerde kıvranan çocukları, kadın ve gençleri başka nasıl savunabilirdi? Polisin zulmünü, onun vahşi saldırısını, barut ve kan kokusu içinde yerlerde kıvranan kadın ve çocukları görmeyip, Sebahat Tuncel'in tokadından, Bengi Yıldız'ın avucuna aldığı küçük bir taştan fırtına yaratanlar vicdanlarını, adalet duygularını, ahlaki değerlerini tüketenlerdir.


Kürt halkına karşı yapılan devlet ve AKP saldırısına kulak tıkatacaksınız, Kürt çocuklarının katledilmelerine kulak asmayacaksınız, 13 yaşındaki Uğur'a sıkılan 13 kurşun karşısında kör-sağır kesileceksiniz, Sebahat Tuncel'in saldırgan polis şefine attığı bir tokattan dolayı her tarafı velveleye vereceksiniz. Ya 13 yaşında Ceylan'ın parçalanmış bedenini eteğinde taşıyan annenin feryadına karşı nasıl bir duruş sergilediniz? Bengi Yıldız ne yaptı? Avucundaki taşla bir Türk polisinin kafasını mı kırdı, yoksa bir Türk askerinin gözünü mü çıkarttı? Ne yaptı, söyler misiniz, ne yaptı?


"Türk polisi orantısız güç kullansa da, kitleye müdahale etse de polise karşı çıkmak doğru değildir. Türk askeri, Kürtleri öldürse de onlara dokunmayacaksınız. Eğer yapılacak bir şey varsa, bırakın biz yapalım" diyenlere, Kürtlerin yanıtı şudur:


"Hayır, yalan söylüyorsunuz. Kürtler için adalet yoktur, Kürtler için yasalarınız Duçe'nin yasalarıdır, Kürtler için vicdanınızı, politik ahlakınızı ve insani duygularınızı yitirmişsiniz. Kürtler h‰l‰ taaruz altındadır. Kurdukları çözüm çadırlarına bile tahammülünüz yoktur. Eğer bu saldırılara dur demezseniz daha birçok Sebahat ve Bengiler çıkacak. Bunu böyle bilin!

5. Kol AKP


Türkiye'de psikolojik savaşın boyutunu ve gerçeklerin nasıl çarpıtıldığını İbrahim Tatlıses olayı ve Sebahat Tuncel'in bir polisin suratına elini uzatmasında gördük. İbrahim Tatlıses'in vurulmasının Kürt Özgürlük Hareketi'yle ilişkisinin bulunmadığı çok iyi bilinmesine rağmen bu yalanın ısrarla sürdürüldüğünü görüyoruz. Polisin Bölge'de bugüne kadar yaptığı vahşi saldırılar görülmeden tokat bile denilmeyecek bir el hareketini tüm gelişmelerin önüne koymak Türkiye'deki zihniyetin ifadesidir. Kürt halkı; polis ve hukuk terörü altında inletilirken, Sabahat üzerinden yaygara koparmak tam da egemen ulus zihniyetin Kürtlere bakışıdır.

Sabahat Tuncel ve Bengi Yıldız'ın görüntüleriyle Kürt halkının Newroz'da milyonlarca ayağa kalkışı ve haykırışı görmezlikten gelinmiştir. Kuşkusuz bu resimler olmasaydı da görmezlikten gelinecekti. Diğer yandan bu resimlerle polisin halk üzerinde estirdiği terör örtülmeye çalışılmıştır. Herkes bilmeli ki AKP yandaşı basının tutumu ve çıkarılan yaygara Kürt halkını daha fazla öfkelendirmektedir. Kendisine yapılan zulmü göremeyenlere, buna isyan etmeyenlere karşı öfke duyması kadar doğal bir şey olamaz.


AKP her konuda demagoji yaptığı gibi Libya konusunda da gerçekleri saptırıyor. Bu vesileyle AKP gerçeğini biraz anlamak ve kapitalist modernitenin Ortadoğu'daki beşinci kolu olduğunu görmek gerekir.


AKP'nin 2002 yılında iktidara gelmesinin en önemli nedeni ABD'nin 2003 yılında Irak'a müdahaleye hazırlanmasıdır. ABD müdahaleden önce Türkiye'de işbirlikçi siyasal İslam'ın iktidara gelmesini kendi çıkarına görmüştür. Böylece hem Türkiye'de hem Ortadoğu'da müdahaleye karşı gelişebilecek tepkileri en aza indirecekti. Nitekim böyle olmuştur.


Belki Türkiye'nin fili olarak savaşa katılması yaşanmamıştır. Ancak AKP siyasi ve lojistik olarak müdahalenin içinde yer almıştır. Hatırlanırsa savaş tezkeresi CHP'nin ve AKP içindeki bazı Kürt milletvekillerinin hayır demesi nedeniyle çıkmamıştı. AKP'nin büyük çoğunluğu savaş tezkeresine evet demişti.


AKP ne derse desin Irak'taki savaş ve yüz binlerce insanın ölümünden kendisinin de sorumluluğu vardır.


AKP şimdi de Libya'ya karşı kullanılıyor. Biz Libya halkına silah çekmeyiz diyen AKP, şimdi Libya'nın kuşatılmasında görev alıyor. Dolayısıyla biz Libya halkına silah sıkmayı sözü hiçbir anlam ifade etmeyen bir demagojidir. Savaş; piyadesi, havacısı, muhaberecisi, lojistikçisiyle bir bütün olaydır. Lojistikçisi "ben silah sıkmıyorum" diyerek savaşın dışında olduğunu iddia edebilir mi? Kaldı ki bir savaşta her zaman en önemli destek siyasi destektir. Çünkü siyasi destek savaşın meşruiyetini sağlayan ve savaşı yaratan en temel olgudur.


Zaten hiç kimse de Türkiye'den muharip güç istemiyor. Türkiye de "bizi anlayışla karşılayın, bir Müslüman ülke olarak muharip güç göndermemiz iyi olmaz, biz size en iyi diğer alanlarda destek vererek yararlı oluruz" demektedir. Gerçekten de Türkiye bu tür katılımıyla savaşa en önemli desteklerden birini vermektedir.


Dikkat edilirse hiçbir Arap ülkesi Türkiye gibi silahlı güçle destek vermiyor. Her ne kadar birçoğu Kaddafi'yi sevmez ve yıkılmasını istese de silahlı güçleriyle katılmayı düşünmez. Ancak sessiz kalarak ya da haklı görerek destek veriyorlar. Zaten Arapların en kötü özelliklerinden biri içten hesaplı olmaları ve birbirini sevmemeleridir. Ancak yine de silahlı destek vermeyi hiçbir Arap iktidarı göze alamamaktadır.


Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Libya'ya müdahalenin hiçbir haklı yanı yoktur. Tamamen ABD ve Batı'nın Ortadoğu'da yaşanan halk isyanları sürecinde bölgedeki inisiyatifini arttırmak istemesiyle ilgilidir. Libya demokrasi ve özgürlükler söz konusu olduğunda diğer Arap ülkelerinden göreceli olarak daha az olumsuz durumdayken askeri müdahalenin Libya'ya olması manidardır.


Libya şimdi değil, on yıllardır ABD ve NATO'nun hedefindedir. ABD ve NATO Libya'nın kendilerine çıkardığı sorunları hiç unutmamıştır. Bir fırsatını bulup cezalandırmak istemişlerdir. İşte şimdi yaptıkları, bu saldırı için buldukları bahane ve fırsattır.


Libya'da halk isyanı söylendiği gibi değildir; abartılmıştır. Bir nevi bir zamanlar devrilen Romanya devlet başkanı Çavuşesku'ya yönelik propaganda yöntemi Libya'da da devreye sokulmuştur. Zaten halkın tepkisi yetersiz olduğundan müdahale etmişlerdir. Kuşkusuz Libya'nın eleştirilecek çok yanları ve demokrasi eksikliği vardır. Ama diğer ülkelerdeki iktidarlar kadar toplum karşısında meşruiyetini kaybetmemiştir. Libya buna dayanarak direnişe geçince müdahale gerçekleşmiştir.


Libya'ya müdahaleyle diğer ülkelere yönelik müdahaleyi benzetmek çok yanlıştır. Bilindiği gibi Irak'a kimyasal silah var denilerek müdahale edilmişti. Görünürde buna dayanarak meşruiyet sağlanmaya çalışılmıştı. Aslında Saddam'ın Kürtlere yaptığı zulüm ve Halepçe katliamı bu savaşın esas meşruiyetini sağlamıştı. Eğer Kürtlere karşı işlediği ağır suçlar olmasaydı Saddam dünyada o kadar yalnız kalmaz ve kendisine yapılan saldırı meşruiyet kazanmazdı.


Libya'ya saldırının ise ciddi bir gerekçesi yoktur. Kendilerinin desteklediği ve silahlandırdığı isyancılar ile Kaddafi güçleri arasında çatışmalar olmuştur. Sadece isyancılar değil, Kaddafi güçlerinden de ölenler olmuştur. Bir müdahaleyi gerektirecek trajedi söz konusu olmamıştır. Aksine bu müdahaleyle insanlık trajedisi yaşanacaktır.


Bunları belirtirken yanlış anlaşılmamak için şunları söylemek istiyoruz: Ortadoğu'daki halk hareketlerini tereddütsüz ve canı gönülden destekliyoruz. Tunus ve Mısır'da başlayan halk hareketleri Ortadoğu'da halkların baharını başlatmıştır. Ortadoğu'da halkların zamanı gelmiştir. Bu ayaklanmaların bundan sonra da etkisi olacaktır. Arap dünyasındaki tüm otoriter rejimler bir bir yıkılacaktır. Şu anda Ortadoğu'da siyasi meşruiyeti kalmış tek bir iktidar yoktur. Tümü halkların üzerinde zulüm ve baskı uygulamaktadırlar. Tümünün yıkılması meşrudur ve yıkılması için demokrasi güçlerinin ve halkların destek vermesi gerekmektedir.


Bizim belirtmek istediğimiz ve karşı çıktığımız Libya'daki durumun çarpıtılması ve dış bir müdahalenin yapılmasınadır.

Maydanozdan Karargâh Iddianamesi


Devrimci Karargâh İddianamesi’nde, Maydanoz Cafe, Devrimci Karargâh oldu. Gözaltında kayıplar “sözde” olarak yer aldı. Bir kişinin yıllardır kullandığı lakabı, kod ismi oldu. Çatı Partisi çalışması bile suç sayıldı. Yasal parti üyelerinin bütün ilişkileri, “örgütsel ilişki” kabul edildi.

SDP ve TÖP üye ve yöneticileri ile Bilim ve Gelecek, Red ve Demokratik Dönüşüm dergisi çalışanlarının yargılanmasına 12–13 Nisan günlerinde başlanacak. SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan’ın da içinde bulunduğu muhaliflerin, örgüt üyeliğinden 7,5 ila 15 yıl arasında hapsi isteniyor. 22 kişi hakkında açılan dava kapsamında, 13 kişi 7 aydır tutuklu olarak yargılanıyor. İddianamenin sanıklarından biri, eski polis şefi Hanefi Avcı.

POLİS YAZMIŞ İTİRAFÇILAR OYNAMIŞ

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılacak yargılamanın iddianamesi akıllara durgunluk verecek ‘deliller’ ile dolu. İddianame temel olarak “Son tezgâh” isimli gizli bir tanık ile itirafçıların söylediklerine dayanıyor. Söz konusu ‘tanıkların’, Türkiye’deki devrimci örgütler ile ilgili değerlendirmeleri uzun uzun iddianamede yer alıyor.

SDP üyeliğinin illegal örgüt üyesi olmakla eş değer tutulması dikkat çekerken, Demokrasi İçin Birlik Hareketi (DBH) ya da daha bilinen adıyla Çatı Partisi faaliyetinde bulunmak da suç olarak kabul ediliyor.

Haklarında dava açılan muhaliflerin, bir polis operasyonunda yaşamını yitiren Orhan Yılmazkaya’nın anmasına katılmaları da, SDP’nin Devrimci Karargâh ile “organik bağı”na ve “örgüt üyeliği”ne kanıt olarak gösteriliyor.

BÜTÜN DERGİ VE GAZETELER DELİL

Polisin bastığı evlerden topladığı “Özgür Halk”, “78’ler Tükenmez”, “Teoride Doğrultu”, Demokratik Kadın Hareketi” gibi onlarca dergi de yasadışı yayın muamelesi görüyor, “ele geçirildi” ifadesiyle iddianamede yer alıyor. Akademisyenler Temel Demirer ile Sibel Özbudun’un yazdığı makaleler de örgütsel yayın oluyor.

Sanıklar hakkında daha önce açılan davaların da iddianamede yer alması dikkat çekiliyor. Hatta, yıllar önce yapılan ev aramalarında bulunduğu öne sürülen ‘deliller’ yeniden ‘delil’ olarak dosyaya konuluyor.

GÖZALTINDA KAYIPLAR SÖZDE KALDI

SDP üyesi Sultan Seçik Kubilay’ın geçmişte katıldığı eylemler sıralanırken “sözde gözaltındaki kayıpları protesto etmek” ifadesinin kullanılması da ilgi çekici. Yine Sultan Seçik Kubilay’ın 1997 yılında tutuklandığında evinde yapılan aramada bulunan materyaller, son yapılan aramada çıkmış gibi yansıtılarak iddianamede yer aldı.

HER ŞEY ÖRGÜTSEL İLİŞKİ

Ayrıca SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan'ın diğer SDP üyeleri ile yediği bütün yemekler ile restaurant ya da kafede buluşmaları da iddianamede ayrıntılı olarak yer alıyor ve örgütsel ilişki olarak gösteriliyor.

İddianamenin en ünlüsü ise, Maydanoz Cafe. Ankara’da olan bu kafe, savcıya göre, devrimci karargâh. Bunun kanıtı ise TÖP üyesi Tuncay Yılmaz ile Sosyalist Parti üyesi Mahir Sayın arasında 12 Mart 2010 tarihinde yapılan bir telefon görüşmesi. Söz konusu görüşme iddianamede şöyle yer alıyor:

TUNCAY: Siz nerdesiniz parti... (anlaşılmadı)

MAHİR: Maydonoz da gel

TUNCAY: Maydanozdasınız

MAHİR: He he

TUNCAY: Haa

MAHİR: BURASI DEVRİMCİ KARARGÂH yaa

TUNCAY: Tamam peki başka kim var orda, sizinle kim var

MAHİR: Gel tamam buradayız

TUNCAY: Hadi görüşürüz tamam

İDARE MÜDÜRÜNÜN YAYIN YÖNETMENİYLE GÖRÜŞMESİ DE SUÇ

Bilim ve Gelecek dergisinin idari müdürü Baha Okar’la ilgili ‘deliller’ de çok ilginç. Okar’ın derginin genel yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu ile yaptığı telefon görüşmesi da örgütsel ilişki olarak sunuluyor.

Baha: Alo

Belirsiz şahıs: Kardeşim kurtulamadın şu burjuva alışkanlıklarından ya.

Baha: Niye abi ya?

Belirsiz şahıs: Niye öyle emperyalist Fransızlar diliyle alo diyorsun telefonu açarken. DEVRİM SENİ SELAMLIYOR diyeceksin. Ha, ha, ha.

Baha: Ha, ha, ha… Hayırdır gaza gelmişsin ne oldu ya?

Söz konusu telefon görüşmesini de örgütsel ilişkiye dâhil eden savcılık, sanık Aksoy, Bilim ve Gelecek dergisinde çalıştığı halde, “hazırlıkları sürdürülen derginin adını” soruyor.

YILLARDIR KULLANILAN LAKAP KOD OLDU


Baha Aksoy’un hem ev sahibi hem de dostu olan Arif Şen’in yıllardır kullandığı Kaptan lakabı da iddianameye kod isim olarak giriyor.

Aksoy’un ‘89 bahar eylemlerinin içinde yer alan eski sendikacı Ercan Atmaca ile yaptığı söyleşi de iddianamede, “Ercan Atmaca kimdir, söyleşinin konusu nedir? Bahar eylemlerinin 20. senesi olarak neyi kastediyorsunuz” sorularıyla yer alıyor.

Aksoy’un, idari müdürlüğünü yaptığı Bilim ve Gelecek dergisine her gün gitmesi de polisin gözünden kaçmıyor! Aksoy için, “dergi çevresinde görüldü, girdi, çıktı” deniliyor.

ANF NEWS AGENCY