31 Ekim 2012 Çarşamba

Erdoğan Yalan Söyledi, Merkel Hayretle İzledi

Başkent Berlin'de Merkel ile basının karşısına çıkan Türk başbakanı Erdoğan Türkiye'de 'sadece 1 kişinin ölüm orucunda olduğunu' iddia ederek "Onlar sadece şov yapıyor" dedi. Aynı saatte Ankara'da Alman Adalet Bakanı Schnarrenberger ile görüşen Türk Adalet Bakanı Sadullah Ergin ise "Şu anda 66 ayrı cezaevinde 683 kişi açlık grevinde" dedi.

Bugün Berlin'de protesto mitingiyle karşılanan Türk başbakanı Erdoğan, Alman başbakanlık binasında başbakan Angela Merkel ile yaklaşık 1,5 saatlik görüşme yaptı. Görüşme ardından iki lider basın toplantısı düzenledi. Suriye politikası konusunda Merkel'den yardım istediğini ima eden Erdoğan "Almanya’nın bu konudaki desteğine ihtiyacımız var. Özellikle Almanya’nın Rusya ve Çin’le ilişkileri bu bağlamda çok önemli" dedi.

Merkel'in kendisine PKK konusunda verdiği desteği artırma sözü verdiğini söyleyen Erdoğan, "Bu konuda bakanlarımıza da talimatlarımız verdik. Batı destekli bir terör örgütü olmamalıdır. Batı bu konuda net tavrını koymalıdır. Pek çok ülkeyle suçlu iadesi anlaşmamız var. Biz pek çok suçluyu iade ettik. Aynı tavrı batıdan da bekliyoruz" diye konuştu.

PKK konusunda Türkiye’ye destek vermeye hazır olduklarını belirten Alman başbakanı Merkel ise "Özellikle PKK ve terör konusunda Türkiye’ye her zaman destek vermeye hazırız. Terör yurtdışından destek alıyorsa bu konuda da müsteşarlar bir araya gelerek birlikte çalışma ortamı sağlayabiliriz" dedi.

ERDOĞAN'DAN BERLİN YALANI!

Basın toplantısında Rûdaw gazetesi muhabiri Armanc Egîd Nêrweyî'nin "Açlık grevleri konusunda Türkiye’de en temel hakların bile ihlal edildiğini görüyoruz. Şiddet dışında ne gibi alternatifleriniz var?" sorusuna ise Erdoğan cebindeki bir kağıttan BDP’li vekillerin yemek yeme görüntüleriyle ilgili dün olduğu gibi bugünde çarpıtmalarda bulunarak şöyle konuştu:

"Öncelikle Almanya’dan tüm dünyaya sesleniyorum: Türkiye’de ölüm orucunda olan sadece 1 kişi vardır. Onlara ölün diyen siyasi parti ve bölücü terör örgütüdür. Onlara ölün diyenler ise bu sırada kuzu kebap yiyorlar. Tam tarihini de vereyim. 17 temmuz 2012’de milletvekilleri ve terör örgütünün bazı üyeleri Ahmet Türk’ün verdiği yemekte kuzu kebabı gayet şen şakrak götürdüler.

Şu anda açlık grevi falan yoktur. Bunlar tamamen şovdur. Bunların yarısından fazlası da dilekçeyle bundan vazgeçtiklerini açıladılar. Bu konuda bir sağlık sorunu doğarsa da buna müdahale edilir. Bunlar neyi talep ediyor diye baktığınızda talepleri bölücü örgüt başının bırakılmasıdır. Bizim meselemiz Türkiye’de sadece Kürt kardeşlerimizin değil 75 milyonun meselesidir. Siz bir etnik unsur adına konuşuyorsunuz ben ise tüm Tük milleti için konuşuyor ve onların derdini çözmeye çalışıyorum. Aramızdaki fark bu."


BAKAN ERGİN, ERDOĞAN'I YALANLADI!

Erdoğan'ın Berlin'de konuştuğu saatlerde ise Türk Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Alman Adalet Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger ile görüştü ve Türk başbakanını yalanladı. Cezaevlerindeki açlık grevleriyle ilgili son durumun sorulması üzerine Ergin ''Şu anda 66 ayrı cezaevinde 683 kişi olarak gözüküyor bizde'' bilgisini verdi.

Cezaevindeki eylemlerin hiçbirinin cezaevi koşullarına ilişkin olmadığını iddia eden Adalet Bakanı Ergin ''Talepleri tamamen siyaset alanında tartışılması gereken konulara ilişkindir. Bu eylemlerin sonlandırılmasını beklediğimi ifade ediyorum'' diye konuştu.

Erdoğan-Merkel görüşmesine yaklaşık 300 metre uzaklıkta yapılan protesto mitingi ise Alman basınında geniş yer aldı. Türkiye ve Kürdistanlı göçmen grupların mitingini Alman haber ajansı DPA, gösteride taşınan Erdoğan'ı vampir gösteren fotoğrafı servis etti. Alman haber siteleri ise "Erdoğan, Berlin'e geldi ancak Brandenburg Tor'a giremedi" başlığını kullandı.


ANF

Tutsaklar: Eylemimizi 10 Bin Kişiye Çıkaracağız

Kürdistan ve Türkiye cezaevlerindeki PKK’li ve PAJK’lı tutsaklar adına açıklama yapan Deniz Kaya, açlık grevlerine müdahale sinyali veren AKP Hükümeti’ni uyardı. “En ufak bir müdahale karşısında kıyameti koparacağız” dedi. Talepleri karşılanmadan eylemlerini sonlandırmayacaklarının altını çizen Kaya, açlık grevlerinin daha da yaygınlaşacağını da belirterek, “700 kişiyi aşkın arkadaşımız tarafından sürdürülen eylemimizi, on bin kişiye çıkaracağız” şeklinde konuştu.

Türkiye ve Kürdistan cezaevlerinde 50.gününe giren süresiz dönüşümsüz açlık grevinde bulunan tutsaklar adına Deniz Kaya yazılı bir açıklamada bulundu

“50 gündür Kürdistan ve Türkiye cezaevlerinde bulunan arkadaşlarımız büyük bir kararlılık ve inançla, coşkuyla çıplak bedenlerini ölüme yatırmış durumdadır” diyen Kaya bir kez daha taleplerini yineledi.

“Taleplerimiz çok açık ve net; Önderliğimizin sağlık, güvenlik ve özgürce hareket etme koşulları sağlanmalıdır, ana dilimiz üzerindeki ırkçı ve inkarcı uygulamalara son verilerek, başta mahkemeler olmak üzere, eğitim ve öğreniminin önündeki engeller kaldırılmalıdır” dedi.

‘TALEPLERİN MUHATABI AKP HÜKÜMETİDİR’

Taleplerin muhatabının AKP Hükümeti ve Adalet Bakanlığı olduğunu kaydeden Kaya, eylemin sonuçlandırılması çağrısına da şu yanıtı verdi:
“Bu taleplerimiz karşılanmadan, bizlere, kamuoyuna eylemimizi bitirme çağrıları yapmak boş ve anlamsızdır. Taleplerimizi karşılaması gereken AKP hükümeti ve bakanlık, taleplerimizi konuşmak, karşılamak yerine, kamuoyunu aldatan, yönlendirmeye çalışan, yalan-yanlış bilgiler ve aldatmalar içerisine girmektedir.

Başta başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP hükümetinin maaşlı soytarıları ve tasmaları AKP devletinin elinde olan soytarıları, günlerdir halkımıza, bizlere, bedenlerini açlığa yatırmış arkadaşlarımıza hakaretler etmektedirler.

Bu soysuzlar bilmelidir ki, güneş balçıkla sıvanmaz. Hiçbir yalan, hiçbir manipülasyon, hiçbir sahtekarlık ve hiçbir aldatma direniş gerçeğini değiştiremez-değiştiremeyecektir.

Gerçek olan şudur: Kürdistan ve Türkiye de bulunan tüm cezaevlerinde, 700 kişiyi aşan arkadaşımız, 50 gündür süresiz ve dönüşümsüz açlık grevindeler ve eylemlerini büyük bir kararlılık ve coşkuyla sürdürmeye devam ediyorlar-sürdürmeye devam edecekler.

Başbakan Erdoğan, AKP devleti ve Erdoğan’ın soytarıları bu gerçeğe göre konuşmalı ve hareket etmelidirler.

Kendilerine aydın, yazar, gazeteci, köşe yazarı diyenler başta olmak üzere, halkımızın yeminli düşmanları ve kral soytarıları, sözlerini bilerek, tartarak konuşmalı. Aksi durumda sonuçlarına da katlanmayı bileceklerdir.

AKP devletinden maaş alan, AKP koridorlarından ayrılmayan, televizyon kanallarını dolaşarak, arkadaşlarımız ve önderliğimiz hakkında sorgu dosyaları hazırlayan ve kendilerine Kürt diyen yeminli işbirlikçi ve ihanetçilere de söyleyecek bir sözümüz var:

Ya bu ihanetinize son verin, ya da size çorba veren efendilerinizin köşklerinize sığınarak, def olup gidin ülkemizden. Açık söylüyoruz; Kürdistan halkı ve halkımızın tükürüğünde boğulacaksınız.”


‘KÜRT HALKI HAKARETİ KABUL ETMEMELİ’

Açıklamada Kürdistan halkına da şu mesaj verildi:
“Önderliğimiz üzerinde 13 yıldır vahşi bir işkence uygulanıyor,önderliğimiz insanlık tarihinin görmediği, tanık olmadığı bir baskı ve tecrit politikası altında, zamana yaydırılmış bir ölüme sürükleniyor.

Halkımızın en değerli evlatları her gün her saat öldürülüyor. Sayıları on binleri aşan insanımız-yurtseverimiz, çalışanımız sürek avları ile zindanlara dolduruluyor.

Ülkemizin dağlarına, taşlarına bombalar yağdırılıyor. Kahraman gerillamıza gücü yetmeyen, faşist ve ırkçı AKP devleti, çocuk-kadın-yaşlı demeden sivil-savunmasız insanlarımızı katlediyor. İşte Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, İşte Aydın Erdem, Solin Bebek ve daha onlarcası yüzlercesi.

İnsanı insan yapan, ona ruh veren, can katan, kimlik ve kişilik kazandıran ana dilimizi yasaklıyor, hakaret ediyor, yok sayıyor, alay ediyor.

Kendisine insanım diyen, onurlu yaşamak isteyen, kendi ülkesinde özgürce var olmaya çalışan hiç kimse ama hiç kimse bunlara sessiz kalamaz-kalmamalıdır. Bu ırkçı ve inkarcı uygulamalara, baskı ve işkencelere sessiz kalmak, sadece bunları onaylamak demek değildir, aynı zamanda buna ortak olmak, insanlıktan çıkmak demektir.


‘ÖLÜME TİLİLİ ÇEKİYORUZ’
Bizim yaptığımız budur; bu işkence ve zülüm düzenini, bu bezirgan saltanatını, bu faşist uygulamaları kabul etmiyoruz; kendi ülkemizde, özgürce ve kendi kimliğimizle, kendi dilimizle yaşamak istiyoruz.

Herkes bilsin, herkes duysun; Bunun dışında dayatılan hiçbir şeyi kabul etmiyoruz-etmeyeceğiz. Özgürlüğün bedeli ölüm olacaksa, ölüme de tilili çekiyor ve ölüm nereden gelirse gelsin, hoş geldin-sefa geldin, diyoruz.”


Deniz Kaya insan hakları savunucularına, tabip birliklerine, barolara ve tüm duyarlı çevrelere de seslendi.

“AKP devleti, açlık grevinde olan arkadaşlarımıza saldırma, müdahale etme kararı almış durumda. Tüm halkımızı, duyarlı tüm kesimleri, halkımızın dostlarını, barolar ve insan hakları savunucularını, tüm basın ve yayın kuruluşlarını, tabip birliklerini cezaevlerinin önünde toplanmaya, ölüm sınırındaki arkadaşlarımıza sahip çıkmaya, arkadaşlarımızı korumaya çağırıyoruz” dedi.

AKP HÜKÜMETİ’NE UYARI

Açıklamada Türkiye Başbakanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’ne uyarılar da yer aldı.

“Taleplerimiz bir an önce karşılanmalıdır; önderliğimiz üzerindeki tecrit kaldırılmalı, ana dilimiz üzerindeki hakarete son verilmelidir. Bir kez daha belirtiyoruz; açlık grevimiz 50. gündedir. Arkadaşlarımız ölümün sınırındadır. Yaşanacak olan en ufak olumsuzluktan, Erdoğan, AKP hükümeti ve bakanlık sorumlu olacaktır” denildi.

Deniz Kaya açlık grevi eyleminin daha da yaygınlaştırılacağını belirterek olası bir müdahaleyi kabul etmeyeceklerini de vurguladı.

Açıklama şöyle devam etti:
“Arkadaşlarımıza karşı yapılacak en ufak bir müdahale karşısında kıyameti koparacağız. Şu an 700 kişiyi aşkın arkadaşımız tarafından sürdürülen eylemimizi, on bin kişiye çıkaracağız.

Başta ailelerimiz olmak üzere, tüm halkımızı ve halkımızın dostlarını bizlerle dayanışmaya, sesimize ses katmaya, bizlerle birlik olmaya, kesintisiz serhıldana çağırıyor; tutsak düşmeyen yüreklerimizle, selam-sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Halklarımız kazanacak, özgürlük kazanacak, komplocular ve zalimler kaybedecektir.


ANF

Peri: Karşılarında Gerillayı Bulurlar

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sülbüs Peri
BEHDİNAN - AKP Hükümeti’nin cezaevlerindeki açlık grevine müdahale sinyallerine yanıt veren KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sülbüs Peri, “PKK bugüne kadar kontrollü bir mücadele yürüttü. Ancak cezaevlerine dönük çözüm değil de operasyonlarla, irade kırmaya dönük bir saldırı gelişirse Kürt halkının ve gerillanın tutumu bir bütünen değişecektir” diye konuştu.
PKK ve PAJK’lı tutsakların başlattığı ve yüzlerce tutsağın sürdürdüğü açlık grevi eylemi bugün 50. gününe girdi. Ancak taleplerin karşılanması konusunda herhangi bir adım atılmadı.

ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi üyesi Sülbüs Peri, grevin Kürtlerin özgürlük eylemi olduğunu belirtti. Cezaevlerinde açlık grevlerine saldırı durumunda PKK’nin her yönüyle direnişi yükselteceğini sözlerine ekledi.

Cezaevlerinde yürütülen açlık grevleri 50. gününe girdi. Bu direnişleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cezaevlerinde sürdürülen açlık grevlerini büyük bir saygı ile selamlıyorum. Bugün, AKP devletinin her alanda yürüttüğü soykırım operasyonlarına, cezaevlerinde büyük bir direniş ile karşı durulmaktadır. Bununla paralel toplumun, mücadelenin diğer alanlarında da, HPG’de de büyük bir direniş yürütülüyor. Bu mücadelenin, direnişlerin paralellik arz etmesi önemlidir. Çünkü AKP devleti başından beri her alanda Kürt halkına dönük ciddi bir soykırım politikasını uyguluyor. Gerillaya dönük, demokratik legal kurumlara dönük operasyonlar da bu kapsamda yapıldı. Yaşamın her alanına dönük büyük bir terör politikası uygulanıyor. Buna karşı direnerek, iradesini ortaya koyarak özgürlüğünü direniş üzerine kurma çabasıdır cezaevlerindeki direnişler.
‘ÖLÜME KARŞI OLANLAR NEDEN SAVAŞ POLİTİKASINI GÖRMÜYOR?’

Türkiye'de bazı liberal-demokrat kesimler tarafından AKP politikaları eleştirilse de işin özünde Kürt sorunu ve özgürlük mücadelesi olduğunda Kürt halkının temel talepleri hakları olduğunda liberal, aydın, demokrat denilen kesimlerin AKP politikalarıyla örtüştüğünü görüyoruz. Bu anlamda açlık grevleri etrafında gelişen tartışmalar aynı kesimler tarafından çarpıtılıyor. İşi şuraya getiriyorlar; biz hümanistiz, insan ölümleri üzerinden bir hak talebini doğru bulmuyoruz, deniliyor. İnsanlar ölmesin diyorlar. Doğru da, bu ölüme kendilerini yatıranlar, bu politikalara karşı duranlar ölümü çok sevdikleri için bunu yapmıyorlar ki. Kendilerine düşman değiller ki. Daha özgür, daha onurlu bir yaşam için bunu yapıyorlar. İşi bu kadar uçtan, bu kadar manipüle ederek AKP politikasını aklayan, meşrulaştıran bir durum olamaz. Mücadele verilsin ama açlık grevleri üzerinden olmasın, silahlı mücadeleyle de olmasın, toplumsal alanda, legal alanda çalışan insanlar fikirlerini beyan edip, hak talebinde bulunduklarında da böyle açıkça fikir beyanı olmasın deniliyor ve zaten bunlara dönük operasyonlar yapılıyor ve zindanlara dolduruluyorlar. Peki, bu insanlar ne yapacaklar. Nasıl mücadele edecekler? Bu noktada işin esasını görmeyip, soykırımcı AKP politikaları görmeyip işi tersinden göstermek tam bir kandırmaca…
‘BİNE YAKIN KİŞİNİN NEDEN BUNU YAPTIKLARI TARTIŞILMIYOR’

AKP’yi bu kadar hoyratlaştıran, Kürtlere karşı bu kadar saldırganlaştıran, değerlerine saldırmasına neden olan bu tür yaklaşımlardır. AKP kendi iktidarını büyütürken, kendisine muhalifim, demokratım, liberalım diyen bazı kesimler böyle işin özünden uzak, kıyısından, kuyruğundan tutan, sonuçlar üzerinden tartışan ve çarpıtan tutum içindedirler.
Ölüm orucuna girmiş insanların ben ölümü benimsiyorum, benimsemiyorum ölçüsünü buraya oturtup da bunun üzerinden değerlendirme yapmak akıl karı değildir. Bu açık bir akıl tutulmasıdır. İşin özü üzerinden tartışmak gerekir. Bu direnişi ortaya koyan insanların sayıları bine yakındır. Bunun sebeplerini tartışmak, ortaya koymak gerekir. Ama bunların işine gelmediğinden bunu tartışmıyorlar, ortaya koymuyorlar. Kürtler; zindanda, dağda, legal alanda direnmesinler ki ölmesinler, bu da hümanist, demokratik yaklaşım oluyor. Yaklaşım budur işte, demokratların, liberallerin yaklaşımı budur. Bu da AKP’yi güçlü kılıyor, hoyratlaştırıyor, hukuksuz kılıyor. Erdoğan bundan dolayı bu kadar saygısız olabiliyor.

İşin gerçeğine yaklaşan kesimler de var. Bunlar da örgütlü olamadıkları, direniş cephesini ortaklaştıramadıkları için çabuk düşüyorlar.

Açlık grevlerinde kritik eşik aşıldıktan sonra bir tepki gelmeye başlandı. Sizce toplumsal duyarlılık neden bu kadar geç oluştu?

Yıllardır Kürt sorunu dediğimiz sorunun kaynağı ve çözüm yöntemleri nedir, buradan bakarak hareket edilseydi şimdiye dek sorun çözülmüş olurdu. İşe tersten bakma durumu var. Eğer sadece Kürt halkı değil diğer demokratik, özgürlükçü, liberal kesimler tarafından güçlü bir direniş, ortak bir tavırla karşı durulsaydı, bugün durum farklı olurdu. Şimdi neden dağa çıkışlar oluyor, HPG neden eylem yapıyor, BDP neden basın açıklaması yapıyor, cezaevlerinde neden direniş gelişiyor, deniliyor. Her tarafta soykırım operasyonları var. 12 Eylül sürecini aşan bir süreçtir. O zaman bile bu kadar insan zindanda yoktu. Toplumsal kurumlar bu kadar terörize edilmemişti. 12 eylül darbesinin zihniyeti bugün iş başındadır, faşist rejimdir.

Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın, "içeride aç falan kimse yok, gereken yapılacaktır", açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erdoğan ve AKP topluma dönük özgür Kürde dönük, kurumlarına dönük soykırım operasyonları geliştirirken cezaevine koyduğu bu insanlardan bir direniş gelişebileceğini beklemiyordu. Hedefi basın yayın üzerinden devletin tüm imkanlarını seferber ederek gerçekleri manipüle etmek, Kürtleri, kamuoyunu tüm toplumun beynini bu manipülasyonla karıştırmak, bunun üzerinden de operasyonlar yaparak halkın iradesini, Kürt özgürlük hareketinin ve dolayısıyla özgür kürdün iradesini tümden kırmaktı. Ama bu olmadı. Şimdi toplumda toplayıp da kendince kırmak istediği irade şimdi cezaevinde daha fazla örgütlenmiş ve büyük bir kararlılıkla eylemini ortaya koymuştur.

AKP İktidarı kendisine karşı benim realitem, gerçekliğim budur ve ben böyle yaşamak istiyorum diyen bir irade gördüğünde üzerine, teslim almaya, ezmeye çalışıyor. Çünkü ondan korkuyor. Bu şekilde birçok kesimi sindirdi. Bazı duruş sahibi olan insanlar var, ama önemli oranda sindirildiler. Kürde dönük de bunu yapmaya çalışıyor ama başaramadı. Bu irade şimdi cezaevinde ölümüne direniyor. Dağda direniyor, İmralı öncülüğünü yaparak direniyor. Toplum direniyor. Önderliğimizin tecridi 463. Gününe girdi. AKP’nin iki yüzlü yalancı politikalarına karşı en büyük tutumu Önderlik almıştır. İnsanlık direnişini Önderlik İmralı’da başlatmıştır ve ardından da Türkiye ve Kuzey ayağı ve gerilla paralel direnişi geliştirmiştir. Bu direniş katlanarak devam ettirilmektedir.

İnsanlar en doğal haklarını neden canlarını ortaya koyarak almak durumunda bırakılıyor? Sizce tartışılması gereken bu değil mi?

Kesinlikle öyle. Haklar gasp edilmiş, bunu almak için canını ortaya koyuyor. Binlerce şahadet, sakatlık bunun için yaşandı. Bu zihniyet, sistem sorgulanmıyor da neden insanlar canlarını ortaya koyuyorlar deniliyor. Bu yanlış bir söylemdir. Türk aydınının yanlışı budur. Bu inkardır, tasfiyedir, faşizmdir. Kendi faşizm politikalarıyla kendileri dışında kimseye bir hak tanınmamadır. Bu insanlara canı pahasına direnmek kalıyor. Bu hakkı dilenerek değil, direnerek alacaktır. Sen bu hakkı vereceksin, vermek zorundasın. Hakkı verme dışında bir yol yoktur. Bugünkü cezaevleri direnişi geleneğini 1980’lerden alıyor. Ama bugünkü koşullar farklıdır. Ne var ki, Türk devletinin, AKP hükümetinin o günkü zihniyetten farkı yoktur. Bunun içten ve dıştan da desteğini de alıyor. Kürt özgürlük hareketinin, halkının direnişi de o döneme göre daha fazladır ve direnilecektir.

Bu açlık grevlerinden dolayı bazı kesimler hareketinizi suçluyor. “Örgüt insanları ölüme gönderiyor, bu talepler için ölüme yatmaya gerek yok” diyorlar..

Bu hareket tek vücuttur. Dağda, bayırda, zindanda her yerde yekvücuttur. Siyasette, diplomaside, toplumsal alanda her yerde de soykırımla karşı karşıyadır. Buna karşı da elbette ki direnişi benimseyecektir. Dağdaki dağda, cezaevindeki cezaevinde, legal kurumlardaki orada direniyorlar. Bu temelde kim kimi ölüme gönderecek, ne için kullanacak. Bu hareket yekvücuttur. Siyasal, toplumsal amacı bellidir. Özgürlük amacı bellidir. İradesini tanımayan, hakareti reva gören düşmana karşı, AKP diktatörlüğüne karşı her yerde direnecektir. Bu hareket bir talimat hareketi değildir. Özgürlüğe gönül vermiş, kimliği yaşama sebebi olarak gören bir halktan oluşmaktadır.

Şimdi Gülen ve AKP basını şöyle bir çarpıtma yaptı. Dediler ki işte 300 kişi Öcalan niye açlık grevine girmedi de biz niye girmişiz, diyerek güya açlık grevini bırakmışlar, diyorlar. Canını kimliği, onuru pahasına ortaya koymuş insanlar üzerinden böyle konuşulur mu? Bu kadar düşülür mü? Düşmanlık sınırları bu kadar geniştir Kürtlere karşı.


Tutsakların talepleri konusunda da bir karalama var. Öcalan’ın özgürlüğü için, bir insan için bu kadar insanın ölüme yatması olur mu diyenler var.

AKP'nin tüm politikası siyaseti maniple etme, kendisini aklama üzerinedir. Soykırım politikalarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Önderliğin Kürt halkı içindeki konumunu bildiği halde böyle yapıyor.

Kürt halkı, hareketi olarak içinde bulunduğumuz süreç belki de tüm zamanların en fazla güçlü olduğumuz, inisiyatifi elimizde tuttuğumuz süreçtir. Kürtler sıkışmış da, başka seçeneği yok da gelip zindanlarda bedenlerini ölüme yatırmışlardır, durumu yoktur. Her yerde yeni bir süreç vardır. Haziran ayından itibaren HPG tarafından başlatılan devrimci halk savaşı temelinde alanları genişletme, vuruş üstünlüğü elde etme, taktik üstünlük vs. burada elde edilen başarılar oldu. Batı Kürdistan'da Kürt halkının çok önemli mevzilenmesi ve elde ettiği bir kazanım var. uzey Kürdistan’daki zindan ayağı da direnişe geçti. Zindandaki Kürt halkının temsilcileri, çocukları dışarıda olsa üç misli daha fazla halkla birlikte direneceklerdir. Zindanlara tıkadınız ama bu sefer orada size karşı direniyorlar. Bu zindan direnişi etrafında Kuzey Kürdistan toplumsal alanının bu sürece katılması gerekiyor. Daha fazla katılmalıdır. Şahadetleri önleyebilecek, Önderliğin özgürlüğünü sağlayacak, Kürt sorununun çözümünü ortaya çıkaracak durumda değildir.


30 Ekim’le birlikte BDP’nin başlattığı seferberlik süreci var. Ölümlerin yaşanmaması için neler yapılmalı?

Erdoğan yiyip içiyorlar, diyor. Gerektiğinde de müdahale yapılır, dedi. Bu gerekli müdahaleler dediği Hayata Dönüş Operasyonu benzeridir.

Şimdiye kadar PKK'nin ortaya koyduğu eylemsellik, dağda ve ovada her zaman kontrollü olmuştur. Gücümüz çok fazla olmasına rağmen kontrollü kullanılmıştır. Türk ordusu bugün gerilla karşısında dize gelmiştir. Bu bir gerçektir. Onca özel ordu vs. istihbarat, teknik ama yine yapamıyor. İradesi kırılmıştır. AKP toplumsal itibar açısından dibe vurmuştur. Bu anlamda hem siyasal hem eylemsellik açısından PKK'nin eli güçlüdür. Bugüne kadar ortaya koyduğu mücadele çok kontrollü olmuştur. Bunun amacı da beraber yaşamanın zeminine zarar vermemektir. Ama cezaevlerine dönük çözüm değil de operasyonlarla, irade kırmaya dönük bir saldırı gelişirse Kürt halkının ve gerillanın tutumu bir bütünen değişecektir. Bunu da AKP'nin çok iyi bilmesi gerekir. Bunu sadece söz olsun diye söylemiyorum. Her anlamda buna gücümüz vardır. Ancak Kürt halkı bu direnişler etrafında sarsılmaz iradesini ortaya koymalıdır. Eylem Kürdün özgürlük eylemidir. Daha özgür bir yaşam için bu insanlar kendi yaşamlarını ortaya koymuşlardır. Bu eylemin etrafında herkes güçlü durmalıdır.


ANF

Savaşın ve Barışın Tarafları

İBRAHİM YAYLALI
Eski Esir Asker Roboski'den Ankara'ya barış yürüyüşünü yazdı...

Savaşlarda mutlaka taraflar vardır,yoksa bu sıfat zaten kendi özüne aykırı bir durumu ifade ederdi.Bizim içerisinde yaşadığımız coğrafyamızda savaşı ele almak ve taraflara bakmak ve oradan barışı tariflendirmek en doğrusu olurdu.

Bizim coğrafyamızda şu iki tanımlamayla tarafların varlığına ulaşabiliyoruz. Birinci tanım bizim yola cıktığımız kürdistanda yaşayan insanlarımıza ait. Ben Barış yürüyüşüne Nusaybin'den başlayarak Ankaraya kadar olan hatta yürüdüm. Hani derler ya Adım adım, karış karış yürüyerek o iki tanımlamaların yaşadığı coğrafyalardan gectim.

İlk tanımlamaya geri dönecek olursam planlı-plansız yani çat kapı yaptığımız evlerde, savaştan haberdar olunduğunu ve savaşın bitmesi ve sadece kendi coğrafyalarında değil, türk halkına etkilerindende bahsederek bütünlüklü savaşın sonlandırılmasından yana bir tavır olduğunu gördük.

Kürdistan bölgesinde bu gözlemimiz öyle çatışmasız bir süreçte de olmuyor.Açıkca yürüyüşümüz esnasında geçtiğimiz her şehre ve her ilçeye gerilla cenazeleri gelirken bu gözlemleri yapıyoruz. Hatta bu anlamda taziyeye giden bir çok aile yolda yanımızda durarak ölümlerin bitmesi ve savaşın durmasını içeren bir çok paylaşımız oluyor.Üstte beli rtiim gibi sadece gerilla ölümleri değil,asker polis sivil ölümlerin durması için olan çağrılardı.

Birinci gözlemimi aktarırken yine fırat'ın diğer tarafında yürüyüşümüze takılan iki gözlemide aktarmak gerekiyor

TELAŞLI ÇOCUK YÜZÜ

Geçtiğimiz yol güzergahı üzerinde bir aileye misafir olmak istiyoruz.Öğle saatleri sıcak ve bir parça gölge bir parça su arıyor gözlerimiz,bir hanenin gölge sağlayan ağacını gözümüze kestirip oraya doğru yöneliyoruz.Uzatmadan devam edersek evin küçük çocuğunun tedirgin yaklaşımı tüm grubun dikkatini çekiyor.İstediğimiz suyu bize getirmek için yanımızdan ayrılan küçüğün ardından ne yapalımın kırıtiğini gurup ile yaparken evin babası da ortaya çıkıyor.Uzun paylaşımlarımız sonrasında bulunduğumuz yerde bir iki gün önce gerilla yol kontrolu yapmış asker daha sonra gelip aileye bu yüzden baskı yapmış,hatta bu da yetmemiş ajanlar göndermiş oradaki aileyi kontrol etmiş,bizde bu durumun üzerine oraya gidince bizden ajan diye şüphelenmişler.Yöntemlerden biiri olarak yürüyüşümüz, geçmişe dönük hak ihlallerini yerelliklerde basın açıklamalarıylada dile getirmekti

İzlenimlerimiz göre 90 yılların yöntemi hala varlığını devam ettiriyordu. Değişen tek şey bu sefer bu uygulamaları yeni egemenler devam ettiriyordu.Bunun gibi bir çok örneği sıralamak çok mümkün, yüzümüze gülen devletin kolluk kuvvetleri arkamızdan halkı bizi ağırlamamaları konusunda ikna (siz bunun tehtit okuyun) ediliyorlardı

TAZİYEDE BİR ANNE VE SESSİZLİĞİMİZ

Suruç bölgesine ulaştığımızda eski bir reno ile biraz önümüzde bir aile durdu.Arabaya yaklaşıp aileyi selamlayıp neden yürüdüğümüzü aileye aktardık.Aile önce yürüyüşümüzü selamladı, sonrasında ise paylaşımlarından öğrendik ki ölen yakınlarını toprağa vermek için Suruç'un bir köyüne gidiyorlardı.Diger arkadaşlarımın o an gözleme fırsatı bulamadım. iki şeyden gözlerimi kaçırdım,biri arabada oturan anne, diğeride yanı başımda yol arkadaşlarımdan.Anne ve yanındaki aile bireylerinin tek yürek olmuş gibi barış herkese gelsin sesi yer yanımda yankılanıyordu.Asker polis gerilla ve tüm siviller ve tüm halklar için denmesi hepimizi müthiş etkisi altına almıştı.Bu yüzden olabilir yada patlama duygusunu önleme amaçlıda olabilir selamlaşıp bir an önce oradan uzaklaşmak istedim.Halil ve biz yavaş yavaş uzaklatığımızda iki kadın arkadaşımızı geride bırakmıştık,biz ilerlerken arkadan hıçkıra hıçkıra ağlama sesleri karşıkarşıya kalmıştık.Ben ve halil belkide hiç olmaması gereken ölümün kanıksanması hastalığına yakalanmıştık.Halil ile ben yaşadığımız deneyimlerden dolayı olabilir,bir çok ölümlerlle karşıkarşıya gelmiştik,belkide ölümleri artık kanıksamaya baslamıştık.Kadın arkadaşlarımız için durum böyle degildi ve böyle olmaması da gerekiyordu.Sadece o an için yapabildiğimiz hiç konuşamadan bir süre birbirimize sarılmak ve yanyana bir sonraki durağımız tesislere kadar konuşmadan ve gözlerimizi birbirimizden kaçırarak gidebilmekti.

İkinci tanımlama,savaşın diğer tarafı...

Barış mı nerede savaş var?,Neyin barışı?, kimin barışı ?.Bu tanımlama fırat'ın bu tarafında karşılaştığız sorulardan biriydi.Bu tarafın edimleri kendiliğinden gelişmiş değildir.Osmanlı'dan çıkış süreciyle,ittihatcılarla devam eden,var olan içerisinde bulunduğumuz sistemin başlangıcıyla tepe noktasına varan tekleştirmeci-inkarcı-asimilasyoncu politikaların bireye yansımasından başka bir şey değildir.

Bu tanımlamaya ilişkin bir çok örneklemeyi,Antep alın Ankara'ya kadar gördük.Beraber barışı tartışmaya çalıştık.Karadenizli olarak beni Türkiye'nin milliyetçi şahdamarı olarak da tanımlıyan oldu.Onların değişiyle Türkiye'de birliğin beraberliğin teminatı olarak görüldüm.

KÜRT HALKIYLA ETKİLEŞİMİ AZ OLAN YA DA HİÇ OLMAYANLAR İÇİN

"Karadeniz'li ve şahdamarısın Türkiye'nin, ah siz olmasanız.."

Fırat'ın bu tarafında karşılaştığımız, uzun uzun konuşmaya çalıştığımız bir çok kişi öğretilmiş gibi karadenizli olduğumu söylediğimde karşılaştığım bir yaklaşımdı.Yukarıda bu yaklaşımı getirenlerle ölümler durmalı dediğimizde,bunu nasıl durdurabiliriz diye sorduğumuzda,gerilla ölümleri,sivil ölümleri,ya da Kürt halkının ölümlerini atlayarak,sürekli vurgu yaptığı ölümler asker ölümlerinin bitmesi vurgusuydu.

Aynı yaklaşım siz karadeniz'liler olmasaydınız,birlik ve bütünlüğümüzü koruyamazdık."Siz Türkiye'nin sahdamarısınız,sizin milliyetçiliğiniz olmasa türkiye ne olurdu' diyorlar.Bu kesim barışı görmüyor ve karşı tarafın yok edilmesiyle birliğin geleceğini savunuyor

Fırat'ın bu tarafıyla ilgili önemsediğim ve belkide bu etkileşim sayesinde barış gelecektir.

KÜRT HALKIYLA ETKİLEŞİMDE OLANLAR İÇİN...

Urfa'da Karadeniz'li hoca...

Urfa'da mıra'sının meşhur olduğu bir köye gittik.Bu köyün iki özelliği var.Birncisi özelliği magara evleri olması,ikinci özelliği ise 80 öncesi bu mağara evleri askeriye tarafından işkencehaneye çevrilmesiymiş

Bizi böylesi bir köyün ağırlaması ağırlaması güzel ve anlamlıydı. Muhtarına kadar bu köy barışı haykırıyordu.Türkiye kesiminde göremeyeceğimiz birisi daha vardı'ki beni çok şaşırttı.

Hem karadeniz'li hemde cami imamı güzel bir insanla karşılaştım.İkimizde birbirimize bakıp, ben Trabzon'dan imam Samsun'dan barış isteyecek adam çıkmaz diye birbirimize takıldık.

Saatlerce sohbet ettik,camilerin savaş dilini nasıl yeniden yeniden ürettiğini vurguladı.Karadenizliydi ve sivil cumalarının dilinin barış dili olduğunu,caminin resmi diline karşı olumlu karşıladığını açıkladı

Daha neler neler konuşmadık'ki, ikimizin keyfine diyecek yoktu.

İKİ KARADENİZLİYE YOL GÖSTERİR VİCDANLARI

İkimizde devletin saklamaya çalıştığı gizin farkına varmıştık.İki karadenizli olarak bu derdi nasıl yaşadığımız yerlere taşırız derdi yaşıyorduk.ikimizde bir çok kez bunu denemiş sonucu ikimizide üzmüştü.Bu bizim vazgeçtiğimiz anlamına gelmiyordu.İkimizde en büyük haziyeye kavuşmuştuk.O en değerli hazine vicdanlarımızdı

O bize ne olursa olsun nasıl haraket etmemizi gösteriyordu.

Sonuç yerine:

1) Kürdistan'ı adım adım yürüdüğümde gördüğüm ortak şey ayrımsız barış istemiydi.Kürdistan'da barış istemi sadece bir tarafa ilişkin değil,toplumsal barışı istiyor ki bu durumu çok önemsiyorum.

Savaş barış ikiliminde Türkiye kısımında çok vahim durumda olduğumuzu biliyoruz.Savaş iktidarının, savaş politikaları sonucu Kürt halkının nasıl yalnızlaştırıldığını biliyoruz.Kürdistan'da Kürt halkının bu durumu görmesine rağmen sağduyusunu koruyor

2) Türkiye kesimi sistemin kürt halkına yönelik sömürgecilik ilişkileri üzerinden organize edilmiş şekilde ataerkil-şovenist-ırkçı saldırıya maruz kalmaktadır.Bu saldırılar üzerinden Türk halkının vicdanı-kalbi tüm duygularıyla esir alınmıştır.

3) Kürdistan'da neredeyse bin yıldır devam eden kürt halkına karşı sömürge politikaları uygulanmaktadır.Cumhuriyet tarihi aynı politikaları günümüze kadar taşırmıştır.Bu politikaları aynı şekilde sürdürebilmek için, ezilen halkı inkar etmiş,ezen halk kimliği oluşturmuş,birini inkar ederken ve soykırıma tabii tutarken ezen halkın iradesinide çeşitli manipule araçlarıyla etkisiz hale getirmiştir.Bu araçlarla eş zamanlı olarak Kürdistan'da katliam yapmış ve yaptığı katliamın saklanmasını yani gizlenmesini sağlamıştır.Bu durum böyle olunca Kürdistan'daki bugünde devam eden sömürgeci politikalardan bir haber olan Türk halkı mevcut bu politikalarının uzantısı haline geldi.

4) Barış yürüyüşü bu anlamda şu durumu açığa çıkardı. Kürt halkıyla etkileşim halinde olanlarla-olmayanlar arasında mutlak değişik tavırlar olduğunu ortaya çıkardı.Bir şeyi daha ortaya çıkardı'ki eğer Kürdistan'da hala olan soykırım politikaları görünür kılınabilirse buna duyarsız kalınmadığını,birebir paylaşımlarımızdan gördük.

5) Roboski'den Ankara'ya uzanan ölüm yolunda öyle anlatımlarla karşı karşıya kaldık'ki, otuz yıllık savaş sürecinde öyle travmalar yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor'ki ,ben bir çok şeyi bildiğimi düşünürken şaşırıp kaldım.Mutlaka bir an önce,ortaya çıkan savaşın ürettiği bu travma süreci ortadan kaldıracak çalışmalar yapılmak zorundadır.Ölümlerin gitgide kanıksanmaya başlandığını gözlemledim'ki bu durumun çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

6) Türkiye'de özellikle savaşa dahil olan asker veya polis yakınını kaybeden ailelerin travmasını halletme durumu var'ki bu durumun vahamiyetini ortaya seriyor.Bu aileler savaşın devam etmesi ve savaşlarda insanların ölmesi üzerine yaşamlarını normalleştiriyorlar Bunda bir çok asker,polis ve savaşta yaşamını kaybedenlerin yakınlarıyla dayanışma için kurulan dernek ve kuruluşların etside büyüktür.Tabi devletin genel tutumunu asla unutmamak gerekir.Bu durumun etkisini kıracak, insanlarımızın yaşadığı bu travmayı ölüme değil yaşama kanalize edilecek çalışmalar gerekmektedir..

7) Kürdistanda da savaşa bağlı travmalar yaşanmaktadır,Burada sevindirici olan hem yeni olsada burada travmalar üzerine sivil toplum örgütlerinin çalışması hala devam etmektedir.Burada travma yaşayan insanı ise yaşama bağlayan şey ise bir gün mutlaka barış gelecek ve bu coğrafyadaki diğer halklarla birlikte barış içerisinde yaşayacağız.

Bizim barış yürüyüşümüzün başında dediğim gibi iki tarafı var,sa vaş ve barış tarafı,bizim 50 günlük bu yürüyüşümüz elbette her şeyi bitirmeyecek ve barışı getirmeyecek.Bu yürüyüşümüz bize barışın hangi güzergahı takip ettiğimizde geleceğini göstermesi anlamında öğreticiliği büyüktür.Savaşla hesaplaşma ve barışın gelmesi için,artık elimizi değil bedenimizi taşın altına koyma zamanıdır.Savaşın elini zayıflatmak ancak bu sekildeki tavrın hayatileştirilerek,yaşamın her alanına hakim kılmaktan geçtiğini bu yürüyüş bir kere daha bize göstermiştir.

biz küçük bir adım attık barış adına,bu tavrın büyüyüp büyümemesi ise bu tavrın sahiplenip büyütülmesine bağlı olduğunu düşünüyorum Savaş kliği bu tavra bağlı olarak ya geriletecek ve barışı bu coğrafyaya hakim kılacağız.Ya da savaş rızasıyla ölüme razı edileceğiz.Yaşamımızı çürüteceğiz.


ANF

Cemaat Bataklığından Gerillaya Bir 'Abi'nin Hikayesi...

Cemaat diliyle, Üstad dedikleri Sait Nursi’nin deyişiyle her cemal (güzellik) ve kemal (olgunluk) sahibi gibi ben de cemal ve kemalimi görmek ve göstermek isterim.

Belki çok görüldü, duyuldu ama ben de hikayemi anlatmak isterim. Cemaat diliyle, Üstad dedikleri Sait Nursi’nin deyişiyle her cemal (güzellik) ve kemal (olgunluk) sahibi gibi ben de cemal ve kemalimi görmek ve göstermek isterim. 

Ben cemaatteyken de cemaatten çıktıktan sonra da esprisi çok yapıldı “İnsanlar doğarken emzik alırlar benim elime risale vermişler.” (Risale hemen hemen her cemaatte farklı sayıda olan Said Nursi’nin kitaplarına verilen ad: Risale-i Nur Külliyatı) Biraz abartılı olsa da gerçek. Çok küçük yaşta bulaştım cemaate. Daha ilkokuldayken başladım, neredeyse benden daha ağır kırmızı kaplı kitapları okumaya. Yakın akrabalarımdan cemaatte olan ince bıyıklılar vardı. Cemaat gerçeğini bilmeyen ailem dıştan bakınca siyasete bulaşmayan, sorun çıkarmayan, “efendi”, namazı niyazındaki her dem gülen (bu gülüş genelde karşıdakini bilmeyen cahil ve yardıma muhtaç zavallı gören küstahça bir gülüştür.) insanları iyi sanıp beni onlara teslim ettiler. Aynı aldanmaya bende kapılıp aşk derecesinde ne olduğunu bilmediğim cemaate sevdalandım. Sayıları baya fazla olan cemaatlerden birçoğunun içine girip ne olduklarını öğrendiğimi sandıktan sonra Fetullahçıları en laçka ve samimiyetsiz, diğerlerini de pek etkisiz görüp halk arasından Nurcular diye bilinen disiplini sağlam “Meşveret cemaatinde” yer aldım. En büyük hayalim büyüyünce ince bıyık bırakıp vakıf olmaktı. Aslında istediğim bilmekti, bilen olmaktı. Dünyanın nasıl yaratıldığından Allah’ın ne olduğuna kadar her şeyi bilmek istiyordum, bilmeyi seviyordum. Bilmek içinde vakıf olmak şarttı. Vakıf her hangi bir iş yapmaz, her şeyini cemaate vermiş, her şeyini cemaatin verdiği, Hıristiyan rahipleri gibi evlenmez, en az dört yıllık üniversite bitirmiş (bu üniversite yılları boyunca dershane dedikleri cemaat evinde kalması gerekiyor) kişiye deniliyor. Cemaatte fırsat buldukça okuyordum. Okuma programları dedikleri bir haftadan başlayıp bir aydan da fazla olabilen hiç dışarı çıkılmadan sadece okunan günler en sevdiğim günlerdi. Daha çok okunabilsin diye iki öğün yemek, az uyku olan o günlerde doymuyor herkes uyuduktan sonra geceleri de okuyor ya da bir abi ayarlayıp tartışıyordum. Günler, aylar, yıllar geçiyor ben okuyor, okudukça eski oluyordum. Eskiyip abi olunca artık ben de diğerleri gibi her şey hakkında kendini beğenir tarzda çirkin bir gülümsemeyle konuşmaya başlıyordum. Ne de olsa dışarıdaki bilgiler gülünecek, cemaatte öğrendiklerim ise yeryüzünün en doğru şeyleriydi. Küstahça gülümseyerek, hafif ses tonuyla, merhamet göstererek konuşmaya başlıyordum. Cemaatteki hiyerarşi tarzı abi-kardeş ilişkisinden dolayı herkese abi demeyi bırakıp kimilerine kardeş demeye başlamıştım. Artık benim de bin bir yolla örgütlediğim ya da kandırdığım yeniler vardı.  Yenilerle çok şey yaşamama rağmen iki olay hep incitir beni. Birincisi; hala cemaatte olan bir Kürt gencinin karşıma geçip “Allah senden razı olsun, senin sayende cemaatle tanıştım” demesi ki o vakit buna çok sevinmiş olmama rağmen her zaman vicdan azabı çekmeme sebep oldu. İkincisi; en sevmediğin sanatçı kim diye bir soruya bizzat örgütlediğim Türk birinin “Ahmet Kaya değil mi?” diye sormasıydı. Bütün sanatçılara aynı yaklaşıyoruz diye bir cevap vermiştim ama ben Kürt olarak her şeyimden vazgeçmişken o Türk haliyle kendisinden, siyasetinden pek bir şey vermemişti. Beni çok düşündürmesine rağmen abiydim ve abi gibi cevap vermeliydim. 

Kadın konusu ise başlı başına bir dertti. Kadınlarla herhangi bir alışverişe girmemekle beraber onlarla konuşmuyordum bile. Şimdi düşündüğümde korkunç bir gerilik olsa da o dönemlerdeki düşüncemde cennete girmek değil de Allah rızasını kazanmak için bu gerekli ve gerçekti. Allah rızasını kazanmak için Allah’ın yarattığı bir insanı şeytanla bir tutup her namaz sonrası cemaatle birlikte tesbihat denilen duada “euzu billehi mineşşeytani ven nisa” yani Allah’ım beni şeytanın ve kadının şerrinden koru diyordum. Asıl acı ve anlaşılmaz olan kadınların da aynı şeyi söylüyor olmasıydı. Gerçi ben bir dönemden sonra bunun anlamını biliyor ve canı gönülden söylüyordumsa da birçok erkeğin ve kadının ne dediğini bilmeden söylemesi daha da korkunç bir durumdu. 

Bu bataklık içinde mutlu mesut ve önüm açık, geleceğim parlak bir şekilde ilerlerken lise yıllarımda kafama sorular takılınca ve sorularıma kaba anlamıyla “Allah’ın işi” tarzı yada beni tatmin etmeyen cevaplar (ki asıl sıkıntım bundaydı, cevaplarıyla tatmin olmuyordum) verilince geçmişte asla okumayı düşünmediğim, cemaatte her soruma cevap bulurum fikriyle gereksiz gördüğüm felsefi ağırlıklı kitaplar okumaya başladım. Okudukça sorularım arttı, sorular arttıkça okumam gerektiğini fark ettim. Bilmeyi seven bana, anlamı bilgi sevdalılığı olan felsefeden daha iyi bir şey gelmiyordu. Cemaatte aldığım bilgilerle dinle ilgili sorulara, çelişkilere karşı bilimsel ispatta bulunurum derken bir baktım ki (her ne kadar yanlışta olsa) koyu ateist, kaba materyalist olmuşum. Birçok insanın kısa sürede bu değişim deyip hayret kaldığı süre aslında benim için uykusuz geceler, toplumdan kopuk gündüzler şeklinde uzun bir yoğunlaşma süreci anlamına geliyordu. 

Cemaat bataklığından kurtulmam lise yıllarımda beni saran sorgulamaaşkıyla oldu. Bir ayağım cemaatte bir ayağım siyaset ve felsefede kısa bir süre geçirdim. Bu süre içinde benim için ‘Layetezelzel’(sarsılmaz) diyen gözdesi olduğum ağabeylerimle çatışmaya başlamıştım. Çünkü sorguluyordum. Bu çatışma döneminde cemaatin çok şeyini görmeye başladım. Siyasete bulaşmıyoruz diyor ama başta Kürt gençleri olmak üzere bütün gençleri farklı düşünmekten, sorgulamaktan, her türlü devlet yamuğuna karşı gelmekten alı koyarak büyük siyaset yapıyorlardı. PKK’ye karşı olduklarını her zaman dile getirmekten, 2002’den beri de Erdoğan’ı övüp ona oy vermeyi ise aşikâr yapmaktan çekinmiyorlardı. Risale dışında başka kitaplar okunmamalıydı çünkü okuyan sarsılırdı. Hatırlarım felsefe okumaya yeni başladığım bir dönemde bizzat örgütlediğim birinin elimde bir felsefe kitabı (sanırım Sofi’nin Dünyası’ydı) görünce bana merhamet edercesine bir bakışla “mübarek; ne diye okuyorsun bu kitapları, risale yetmez mi?” tarzındaki sözü beni düşündüren bir tebessüm yaratmıştı yüzümde. Belki karşımdaki öyle öğrendiği için söylüyordu ama büyük ağabeylerin de bildiği gibi düşünen, sorgulayan insan ne cemaatin ne de devletin işine gelirdi. Bunu fark etmek zor değildi. Kadın konusunda bu kadar radikal olmalarına rağmen vakıf olmayan ve ya olamayacak erkek ve kadınları çok çirkin ve gizli bir şekilde ve çok kirli yöntem ve oyunlarla evlendirmeleri insanı hayrete düşürüyordu. 

Filozofların değerli soru ve cevaplarıyla yaşarken devrimci düşüncelerle tanışmadan da edemezdim. Zaten toplumsal sorunlar bende de kendini yavaş yavaş hissettirmişti ki Marks’ın “filozoflar dünyayı farklı algılarlar ama önemli olan onu değiştirmektir” tarzındaki sözü toplumdan ve toplum sorunlarından uzak beni bir nebze kendime getirdi.  Bir Kürt olarak varlığım bile toplumsal bir sorunken, her gün beraber olduğum, tartıştığım arkadaşlarım da dahil cezaevine giren, şehit düşen insanların haddi hesabı yokken iki yumurta kıramayacak kadar toplumdan uzak ben Hegel’in metafizik aleminde gezinemezdim. Ne yapacağımı bilmeden kara kara düşünürken Marks da dahil daha önce okuduğum hiçbir filozofa benzemeyen Önderlik’i okumaya başladım. Çok az okuma fırsatı bulup çok az anlamama rağmen derinliğiyle Hegel’i, toplumsallığıyla Marks’ı, büyük ahlakıyla çok sevdiğim Nietzsche’yi katbekat geçiyordu. Büyük bir kısmı kadın düşmanı olan diğer kısmının ise hiç ilgilenmediği kadın konusunda ise geçmiş filozoflardan çok farklı düşünüyordu. Benim gibi cemaat yüzünden kadına hep öcü, canavar ve ya cehenneme gitme sebebi bir şeytan gibi bakmış birinin vicdan azabını dindirecek bir bakış açısı oluşturabilirdi. Sırf bu yüzden bile çok okuyup gerçekleri iyi anlamalıydım. 

Öz olarak hepsi birbirine benzeyen cemaatler özgürlüğün en büyük düşmanları olan kendi halinden memnun köleler yaratan bir fabrika rolü oynarken buna karşı anti-cemaatçi bir role soyunmakla beraber şehirde parti çalışmalarında yer almama rağmen Nietzsche’nin çıldırmasına, bir ata sarılıp ağlamasına sebep olmuş kapitalist sistem beni de çıldırtmak üzereydi. Yaşam çekilmez, insanlar konuşulmaz olmuştu. Yaşam para üzerine konuşmalar yozluk üzerineydi. Çıldırmaya ramak kala M.Ö. 650’li yıllarda çok varlıklı olmasına rağmen her şeyi ardında bırakıp dağlara çekilen diyalektiğin babası Heraklitos gibi bu sisteme karşı etkin rol oynamam gerektiğinin farkına varıp büyük ve doğru bir kararla özgür dağlara doğru yolculuğa çıktım. Şimdi özgür dağlarda bir elimde haksızlığa karşı kendimi savunduğum bir parçam olan silah, diğer elimde birçok filozofun aklına bile gelmediği derinlikteki kitaplarla Önderlik’in tam olarak anlamadığım felsefesinde Gerilla diliyle yoğunlaşmaya ve pratikleştirmeye çalışıyorum. 

Hepimizin bildiği gibi özeleştiri en iyi pratikte verilir. Bende cemaatte kendime ve bizzat örgütlediğim Kürt gençlerine karşı yaptığım tahribatı önce cemaatten çıkıp özgür dağlara gelerek şimdi de bu yazıyı yazarak bir nebze de olsa vermek istedim. Bu sadece benim değil benim gibi cemaat bataklığına bulaşıp gerçekleri sonradan öğrenmiş vicdan azabı çeken birçok kişinin hikâyesidir.

Harûn Aram

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Zindan'larda Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Direnişi


Erdoğan'ın ''Herşeyi Yiyorlar'' Açıklaması Büyük Bir Yalandır


Erdoğan'a Almanya'da Şok Protesto

Erdoğan, törene gelmeden önce, büyükelçilik binası önünde iki kişi olduğu öğrenilen eylemciler, hükümet aleyhinde sloganlar attı. Olay yerinde bulunan güvenlik güçlerinin müdahale ettiği eylemciler, olay yerinden uzaklaştırdı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'nin Berlin Büyükelçiliği'nin yeni hizmet binasının açılışına katıldı.

Başbakan Erdoğan, açılış törenine gelmeden önce, büyükelçilik binası önünde iki kişi olduğu öğrenilen eylemciler, AKP hükümeti aleyhinde sloganlar attı. Olay yerinde bulunan güvenlik güçlerinin müdahale ettiği eylemciler, olay yerinden uzaklaştırdı.


OLAĞANÜSTÜ KORUMA

İki günlük çalışma ziyareti için Berlin'e gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için alınan olağanüstü güvenlik önlemleri dikkat çekti.

Başbakanlığın koruma çemberinin dışında Erdoğan Alman özel timleri tarafından korundu. Açılışının yapıldığı Türk büyükelçiliğinin bulunduğu cadde trafiğe kapatılarak elçilik civarı bomba arama köpekleriyle arandı. Yüzlerce Alman Polisinin de görevli olduğu ziyarette gece görüşlü kamera ve dürbünlerle ve ağır otomatik silahlarla görev yapan Alman özel timinde keskin nişancı 'sniper'lar çevreyi didik didik taradı.

YuksekovaHaber.com

Siyasi Soykırım Ve Buna Karşı Direniş Gerçeği

Açlık grevleri 50. Gününe dayandı. Ölümlerin yaşanacağı günlerdeyiz. Buna rağmen hükümet talepler konusunda hiçbir adım atmıyor.

Açlık grevleri 50. Gününe dayandı. Ölümlerin yaşanacağı günlerdeyiz. Buna rağmen hükümet talepler konusunda hiçbir adım atmıyor. Kimse benden bir şey talep edemez biçimindeki despot devlet anlayışını sürdürüyor. Despot devlet sadece lütfeder. Demokrasi olan ülkelerde ise toplumsal kesimler ve bireyler taleplerini çeşitli biçimlerde dile getirirler. Bu dile getirmenin bin bir yöntemi olur. Zindanlardaki insanlar da taleplerini açlık grevleri, ölüm oruçları ya da isyanlarla dile getirirler. Çünkü egemenler dışarıdakilerden daha fazla da zindanlardaki insanlara “oturun oturduğunuz yerde, siz bir şey talep edemezsiniz, zindanlardaki insanların hiçbir şey talep etmeye hakkı yoktur” derler. Bu da zindanlardaki insanların canlarını ortaya koyma direnişine zorlar. 

Türkiye zindanları 12 Eylül’den beri siyasi tutsakların ölüm orucu ya da isyanlarına fazlasıyla tanık olmuştur. Çünkü 12 Eylül’den beri zindanlar muhaliflerin doldurulduğu mekanlar haline getirilmişlerdir. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesinin yükselişiyle birlikte zindanlar tam bir toplum sindirme yerleri olarak kullanılmaktadır. 1990’lı yıllardan bugüne kadar insanlara verilen hapis cezaları 12 Eylül’de verilen hapis cezalarını katbekat aşmıştır. 1990’lı yıllardaki tutuklamalar 12 Eylül’ü geçmişti. AKP dönemindeki tutuklamalar da 1990’lı yılları aratır hale gelmiştir. Mücadele geliştikçe sömürgeci faşist güçler daha fazla tutuklama, daha fazla tutuklama politikası izliyorlar. Bir zamanlar ABD Vietnam’da daha fazla asker, daha fazla uçak, daha fazla bombalamayla savaşı kazanmayı isterken AKP hükümeti de daha fazla uçak, daha fazla helikopter, daha fazla polis ve asker ve daha fazla ölüm yanında daha fazla zindan diyerek Kürt Özgürlük Hareketi karşısında savaşı kazanmayı umut etmektedir. 

Daha fazla zindan, daha fazla tutuklama bugünkü zindan direnişini ortaya çıkarmıştır. Çünkü  demokratik siyasetçilerin yüzde 95’i zindanlardadır. Demokratik siyasetçiler zindanlara taşınmıştır. 2009 yerel seçimleri öncesi demokratik siyaset yapanların çoğu şimdi zindanlardadır. Bir kısmı da tutuklanmamak için yurtdışına çıkmışlardır. Ovadaki siyasetçiler zindanlara atılmış, yurtdışına ve dağa çıkmaya zorlanmıştır. Bu kadar demokratik siyasetçi zindanlara doldurulacak, ondan sonra da neden açlık grevleri yapılıyor, demokratik siyaset yapsınlar denilecek! Utanmazlığın ve pişkinliğin bu kadarı da görülmemiştir. Herhalde AKP tarihe bir de utanmazlığı ve pişkinliğiyle geçecektir. 

Kürtler için zindanlar geçmişten beri siyasi mücadele alanları olmuştur. Çünkü Türk sömürgeciliği Kürtler biraz uyandığında siyasi soykırımı gerçekleştirmek için Kürt siyasetçilerini zindanlara doldurmuştur. Tabii ki yapabildiği kadar her zaman idamları ve fiili öldürmeleri de gerçekleştirmiştir. Siyasi soykırım operasyonları zindanları politik mücadele alanı haline getirmiştir. Bunu bizzat yaratan, Türk devletinin politikalarıdır. Türk devleti bu insanlara siyasi kimliğinizi bırakmalısınız, zindanda sadece sıradan bir mahkum olarak kalacaksınız, yani biteceksiniz dayatması yapmaktadır. Buna karşı da Kürt siyasetçiler “madem ki dışarıda politika yapma imkanı tanımıyorsun, o zaman biz de zindanlarda politik kişiliğimizi korur ve mücadelemizi sürdürürüz” demişlerdir. Bu nedenle mahkemeler siyasi mücadele alanı haline gelmiştir. İnsanlar bedenlerini mücadele için ortaya koymuştur. Bunu anlamamak Türk devlet gerçeğini anlamamaktır. Neden yaşamlarını ortaya koyuyorlar, bu tür eylemler yapıyorlar demek, sömürgeci Türk devletinin siyasi soykırım operasyonlarını meşrulaştırmaktır.

Rüzgar eken fırtına biçer derler. 12 Eylül, zindanları PKK'nin kökünü kazımak için kullanmıştı, ama karşısında kendisine yenilgiyi yaşatan bir zindan direnişçiliği bulmuştu. AKP hükümeti de zindanları demokratik siyasetin kökünü kazımak için kullanmaktadır. AKP'nin zindanları da kendi sonunu getirecektir. Bir hükümet kendini ayakta tutmak için zindanları bu kadar kullanıyorsa o hükümet zaten zayıflık yaşıyor demektir. Zindanlarla kendini koruyor demektir. Bu durum karşısında gerçekleşen zindan direnişçiliği de tabii ki AKP'nin ömrünü kısaltacaktır. AKP ve onun lideri bu sonu engellemek için daha fazla savaş ve daha fazla baskıya sarılmıştır. Tüm diktatörlerin başvurduğu ancak kaçınılmaz sonlarını engelleyemediği bir gerçektir bu. 

Zindan direnişleri esas olarak Türk devletinin, somut olarak da AKP hükümetinin gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu direniş esas olarak da Türk devletinin Kürtlere yönelik politikasını sorgulatmalıdır. Birkaç yıl önce Tayyip Erdoğan için “Obama gibi geldi, Bush gibi oldu” diyen Fehmi Koru bu defa da başka bir gerçeği dile getirmiştir. Açlık grevleri vesilesiyle AKP'nin siyasi soykırım operasyonlarının yanlışlığını vurgulamıştır. Fehmi Koru bazen doğruları söylüyor, ama sonunu getirmiyor. Bu doğruları söylemenin bedeli olarak da daha fazla AKP savunuculuğu yapmaya devam ediyor. Sadece Fehmi Koru değil, birçok yazar da bir doğru söyledikten sonra bunun bedeli olarak birçok konuda AKP'yi övme ihtiyacı duyuyor. Bu gerçek bile AKP'nin nasıl bir baskı düzeni kurduğunu gösteriyor. Şu anda insanlar AKP hükümetinin, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın hışmına uğramamak için kelimelerin belini kırmaktadırlar. Bir zamanlar Abdülhamit için söylenen despotluk aslında tam da Erdoğan’a denk düşüyor. Herhalde Abdülhamit için söylenenler muhaliflerinin abartısıymış; ancak bunların Erdoğan için söylenmesi tam da cuk diye yerine oturmaktadır. 

Kürt tutsakların sürekli dönüşümsüz açlık grevine başlaması, Kürt siyasetçilerin esas evlerinin zindan olması, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ne kadar zor yürüdüğünün kanıtıdır. Şu anda Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Antalya’ya kadar tüm illerdeki cezaevleri Kürt siyasi tutsaklarla doludur. Öyle ki ailelerine yakın olmasınlar, aileleri bile görüşmeye gitmesin diye bu tutsaklar en ücra köşelere gönderilmiştir. Çünkü Kürt aileler yol parası bulamayacak kadar yoksuldur. Özellikle Kürt düşmanlığının yüksek olduğu yerlere gönderilerek ailelerin gitmesi daha da zorlaştırılmaktadır. Bu tür yöntemler bile Türk devletinin Kürt siyaseti ve toplumu üzerinde nasıl bir zulüm politikası izlediğini gösterir.

Kürtler siyasi tutuklamalara boşuna siyasi soykırım demiyorlar. Kürtler için sadece fiziki soykırım yoktur; en ağır soykırımlar ise siyasi ve kültürel alandaki soykırımlardır. Zaten siyasi soykırım uygulanmadan kültürel soykırım yürütülemez. Siyasi soykırım yanında zihniyet soykırımı da yapılmaktadır. Zaten siyasi soykırım ve zihniyet soykırımı ortamında kültürel soykırım yapmak mümkündür. Zihniyet soykırımı, Türk devleti gibi düşünmek ya da Türk devletinin politikalarına boyun eğmektir. Bu da esas olarak siyasi soykırım operasyonlarıyla sağlanmaktadır. Toplumun bilinçli, düşünen, politik insanları zindanlara atılınca, sindirilince toplumda zihniyet soykırımı daha kolay yapılmaktadır.

Bu açlık grevleri vesilesiyle siyasi soykırım konusu üzerinde daha fazla durmak gerekir. Siyasi soykırımın Kürtler açısından nasıl büyük bir zulüm olduğu anlaşılırsa o zaman bu açlık grevlerinin anlamı ve büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Bu açıdan açlık grevcileri Kürtlere karşı yürütülen çok yönlü soykırıma karşı büyük bir direniş ortaya koymuşlardır. 

Siyasi soykırımın en büyüğü ise Kürt önderlerine karşı uygulanan idamlar ve zindanlarda çürütmelerdir. Siyasi soykırımlar esas olarak Kürt Önderleri ortadan kaldırılarak ya da etkisizleştirilerek yürütülmektedir. Önderleri idam etme ya da zindanlarda çürütme siyasi soykırımın sembolleridir. Bu açıdan önderliğine sahip çıkmak, siyasi soykırımlara karşı koymak Kürt halkının özgürlüğünü istemekle eş anlamlıdır. 

Zindan direnişçileri önderlerine sahip çıkarak, anadilde eğitim talebini öne sürerek birbirini tamamlayan iki soykırım biçimine –siyasi ve kültürel- dur demektedirler.

Hüseyin Ali

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Bursa’da Olaylar Durulmuyor

Bursa’nın Yıldırım ilçesine bağlı Yavuzselim mahallesinde faşistlerin Barış ve Demokrasi Partisi'ne saldırısı sonucu yaşanan çatışmalarda bir kişinin ağır yaralandığı bildirildi.

Alınan bilgilere göre gece saatlerinde ilçe binası çevresinde toplanan BDP'liler ile faşist gruplar arasında çatışmalar çıktı. Polisin de BDP'lilere saldırdığı olaylar sırasında Erzurum Oltu doğumlu olduğu bildirilen 31 yaşında bir kişi silahla başından ağır yaralandı. Yaralının hayati tehlikesi olduğu bildirildi.

Mahallede gergin bekleyiş sürerken mahalle muhtarları ve sivil toplum örgütü yöneticilerinin ortamı yatıştırmak için görüşmelerde bulunduğu bildirildi. 


ANF

Oya Baydar'dan Erdoğan'ın ''Aç Değiller, Yiyorlar'' Sözlerine Sert Eleştiri

Yazar Oya Baydar T24 sitesindeki yazısında açlık grevlerine dikkat çekti. Başbakan Erdoğan'ın "Kuzu şişi götürürken, içerdekilere ölün diyorlar" sözlerine ilişkin, "Tayyip Bey'e ilham veren fotoğrafın tümüyle provokatif bir psikolojik harekâtın, iğrenç bir sahtekârlığın parçası olduğu, BDP'lileri birlikte kır yemeği yerken gösteren bu resmin aylar önce çekildiği tartışmasız bir gerçek" dedi. Başbakan'ı uyaran Baydar, "Yarın 63 yurttaşınız kritik aşamaya giriyor. Daha sonra açlık grevine başlayan yüzlerce tutuklu onları izliyor. Açlık grevindekilerin zoru görüp pes edeceklerini düşünmeyin, örgütün zorlaması gerekçesinden medet ummayın. İnanç tehlikeli bir uyarandır, insanlar kışkırtıldıkça ve aşağılandıkça inandıkları davaya daha sıkı sarılırlar ve yaşamlarını ortaya koyarlar" diye kaydetti.

Yazar Oya Baydar, T24 sitesindeki köşe yazısında Başbakan Erdoğan'ın süresiz-dönüşümsüz açlık grevindekiler için söylediği "Aç değiller, yiyorlar" sözlerini eleştirdi. Başbakan Erdoğan'ın sözlerinin 12 yıl önce de dönemin yetkilileri tarafından ölüm oruçlarında olanlar için kullanıldığını hatırlatan Baydar, "Sadece tarih değil vicdansızlık da tekerrür edermiş meğer" diye kaydetti.

Baydar'ın yazısı şöyle:

Yarın 50. gününü dolduracak ve kritik eşiğe ulaşacak açlık grevleri karşısında devletin, hükümetin, çözüm üretmekle görevli yetkililerin, siyasilerin ve bir kısım medyanın tutum ve sözleri bu ülkede insanî değerlerin, vicdanın, duygudaşlığın (empati) fena halde aşındığını bir kez daha gözler önüne serdi. Bırakalım evrensel insanî değerleri bir yana, devletin-hükümetin siyasal basiretten ne kadar yoksun olduğunu, gerilim siyasetinden medet umduğunu, barışa, uzlaşmaya, yumuşamaya niyetsizliğini, bir kez daha ayan beyan gördük. Çocukların, gençlerin, kadınların, erkeklerin, bu ülkenin insanlarının kanı hiç bu dönemde olduğu kadar ucuza gitmemişti. Kadınların hedef olduğu namus(suzluk) cinayetlerinden küçücük çocukların yakınları tarafından hunharca öldürülmelerine; yan baktın, eğri durdun, solladın, yolladın cinayetlerine; kimisine şehit, kimisine "ölü ele geçti" dense de onbinlerce insanımızın şu kirli savaşta aynı ölümle ölmelerine toplum alıştı, kanıksadı. Bu ülkenin insanlarını, hele de siyasilerini kan tuttuğu, sürmekte olan açlık grevleri karşısında takındıkları tavırdan belli.

Biz bu filmi daha önce de gördük

On iki yıl önceydi, hatırlarsınız. F tipi hapishaneleri protesto eden tutuklular açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürdüler. Yakından, yüreğim yanarak izlediğim, ölümleri engellemek için elimden geleni yapmaya çalıştığım acı bir olaydı. Gencecik kızlar ve erkekler kendilerini ölüme terk ettiler. Benim bildiğim, izlediğim, hatırladığım kadarıyla o dönemde 153 tutuklu yaşamını yitirdi. Ölüm oruçlarını sonlandırmak için, korkunç ve iğrenç bir ironiyle Hayata Dönüş adı altında girişilen operasyonda (devlet katliamında) otuz tutuklu yakılarak, vurularak öldürüldü, iki de asker öldü.

Bugün beni ürperten, içimi soğutan, son kırıntılarını tüketmekte olduğum umudu karartan; on iki yıl önceki devletlûların sözlerini, tutumlarını Başbakan Erdoğan'ın on iki yıl sonra aynen, hatta sözcük sözcüğe tekrarlaması; tekrarlamakla yetinmeyip kendine özgü kahvehane üslubuyla katkılar getirmesi oldu. Bu topraklarda devlet urbasını sırtına geçiren devletleşiyor, zalimleşiyor; hele de kişiliği müsaitse... Başbakan'ın üslubuna gelince, o da kişiliğiyle, yetişme koşullarıyla, çevresiyle ilgili. İfadei meram, ayniyle insan, derdi eskiler.

Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda gazetecilerin konuya ilişkin sorularına, "Aç değiller, yiyorlar... Gerektiğinde müdahale edilir" cevabını veren Sayın Başbakan, ertesi gün hızını alamadı, "Kuzu şiş götürürken, içerde olanlara ölün diyorlar. Oturmuş Kızıltepe'de kuzu kebabı yiyorlar" incisinin ardından "Devlet şantaja pabuç bırakmaz" sözü geldi. Söyleyene değil söyletene bak; on iki yıl önce de aynı cümleyi duymuştuk.

Kim ne yiyor, neden yiyor?

Bazen, Tayyip Bey'i çevresi yanlış mı bilgilendiriyor, diye düşündüğüm oluyor. Aşağılayıcı, biraz da alaycı, en önemlisi de acımasız bir tonda "Aç değiller, yiyorlar" derken, bilerek bilmeyerek açlık grevi ile ölüm orucunu bir tutuyor. Şu sırada tutuklular açlık grevi yapıyorlar ve bu süreçte, kesin ölümü hızlandırmayacak bazı yaşamsal önlemler alınır. Alınır; çünkü talepler kabul edilme yoluna girilirse iş işten geçmiş, insan yaşamı dönüşsüz biçimde etkilenmiş olmamalıdır. Şekerli su, B vitamini, başka minimum takviye... Ne var ki, bir an gelir açlık grevi ölüm orucuna dönüşür. İnsan, hele de inanan insan, bir de üstüne varıldığında, kimliğinin kişiliğinin ayaklar altında çiğnendiğini hissettiğinde, Başbakan'ın yaptığı gibi provoke edildiğinde, o sıkıştırılmışlık koşullarında; bu işten hiç anlamayanların, en küçük duygudaşlık gösteremeyenlerin sandığı gibi, öyle örgüt baskısıyla falan değil, kendi iradesiyle ölüme yatar. Onun kendine saygı duyabilmesinin, kimliğini pekiştirmesinin, yaşamına bir anlam kazandırmasının, ne yazık ki o koşullardaki tek yoludur bu.

Ölüm orucunu, yöntem olarak hiç benimsemedim, ölümün kutsanmasını ve teşvikini eleştirdim. Hep, "Yapmayın, ölmeyin çocuklar", dedim. Ama ölüme yatanları anladım, iradelerine, inançlarına saygı duydum ve yaşamın korunmasının herkesden önce devletin sorumluluğunda olduğunu düşündüm. 12 yıl önceki açlık grevleri karşısında toplumun suskunluğu, hepimizin suskunluğu vicdanımı o kadar yaraladı ki, Erguvan Kapısı romanını bir çığlık gibi yazdım. Yazarken, o ruh halini, o süreci çok daha iyi anladım. Belki de bu yüzden Başbakan Erdoğan'ın vicdanı - insanı ıskalayan sözleri yüreğime oturdu.

"Kuzu şişi götürürken, içerdekilere ölün diyorlar. Oturmuş Kızıltepe'de kuzu kebabı yiyorlar" sözlerini ne vicdanla ne de sorumlu devlet adamlığıyla bağdaştıramadım. Öncelikle, Tayyip Bey'e ilham veren fotoğrafın tümüyle provokatif bir psikolojik harekâtın, -eşyayı adıyla çağıracak olursak- iğrenç bir sahtekârlığın parçası olduğu, BDP'lileri birlikte kır yemeği yerken gösteren bu resmin aylar önce çekildiği tartışmasız bir gerçek. Ayrıca, BDP'lilerin yediğinin içtiğinin konuyla en küçük bir ilişkisi yok. Bu kadar düzeysiz bir polemikle mi hallolacak Kürt sorunu? Üste çıkmanın, hasmı yenip -o neyin kanlı zaferiyse- zafer kazanmanın mümkün olacağını düşünen bir kafayla bu ülke nereye gidecek? Kürt sorunu nasıl çözülecek? Barış nasıl sağlanacak?

Kimin ne yediği, neden yemediği, neden kendini açlığa ve ölüme mahkûm ettiği sorusu gündeme geldiğinde, "Siz neler yiyorsunuz Sayın Başbakan?" diye sormadan edemiyor insan.

Sorumlu ve suçlu olursunuz

Sayın Erdoğan! Açlık grevlerinin ölüm orucuna dönüşmesi ve insanların ölmesi, anlayamadığınız, hesaplayamadığınız sonuçlara gebedir. Bırakalım insanı, vicdanı bir yana, bu dil size yabancı gelebilir. Daha kolay anlayabileceğiniz bir dille söylenecek olursa, açlık grevlerinin sona erdirilmesi için adım atmamanızın siyasal sonuçları öylesine büyür ki, sizi de iktidardan götürür. Bu ülkenin insanlarının yaşamından herkesten fazla siz sorumlusunuz. Elinizde olduğu halde, açlık grevlerini Hayata Dönüş Operasyonu türünden caniyane yöntemlerle değil insanca yöntemlerle çözmeyi başaramazsanız, hayat bu hiç bilinmez, yarın öbür gün yitirilen yaşamların hesabını vermek durumunda kalırsınız.

Yarın 63 yurttaşınız kritik aşamaya giriyor. Daha sonra açlık grevine başlayan yüzlerce tutuklu onları izliyor. Çevreniz sizi yine yanıltmasın. Benden size bir kıyak: Açlık grevindekilerin zoru görüp pes edeceklerini düşünmeyin, örgütün zorlaması gerekçesinden medet ummayın. İnanç tehlikeli bir uyarandır, insanlar kışkırtıldıkça ve aşağılandıkça inandıkları davaya daha sıkı sarılırlar ve yaşamlarını ortaya koyarlar.

Size, o insanları anlayın, vicdanınızla hareket edin demeyeceğim, bundan umudum yok. Zararın neresinden dönseniz kârdır, diyeceğim. Gerektiğinde pragmatik davranmayı iyi biliyorsunuz; açlık grevindekilerin talepleri o kadar haklı ve gerçekten barış isteniyorsa haklılıklarının teslimi o kadar kolay ki, bu konularda küçücük adımlar atmak, bir umut ışığı yakmak sadece barışa ve dolayısıyla size yarayacaktır. Çünkü gelinen tarihsel aşamada, bölgenin özel koşullarında, dünyanın önümüzdeki günlerinde savaş, ülkeyle birlikte sizin iktidarınızı da yıkıma götürür.

YuksekovaHaber.com