30 Mayıs 2012 Çarşamba

HPG: Özel Savaş Hükümeti ve Medyasının Maskesi Düştü

HPG Anakarargah Komutanlığı, gerilla güçlerinin gerçekleştirdiği eylemler karşısında zorlanan Türk devletinin medya üzerinden yalan haber, açıklamalar ve yanlış bilgilerle süreci kendi lehine çevirmeye çalıştığını belirterek, “hareketimiz tarafından gerekli açıklamalar yapılana kadar halkımız bunlara itibar etmemelidir” dedi.

HPG Ana karargah Komutanlığı yaptığı yazılı açıklamada son haftalarda Türk medyasındaki “yalan haberler” ve “manipülasyonlara” dikkat çekti. HPG, “Kürdistan halkının savunma güçleri olarak geride bıraktığımız Mayıs ayı boyunca yoğun bir savaş sürecini yaşadık. İnkâr ve imhacı TC hükümeti ve ordusu Mayıs ayı boyunca Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen tüm bölgelerinde işgal operasyonlarını arttırarak sürdürmüştür” dedi.

Açıklamada devamla şu ifadeler yer aldı:Devrimci Halk Savaşımızın gelişim sağladığı bu süreçte gerçekleşen eylemlilikler karşısında zorlanan özel savaş hükümeti ve onun medyası yalan haber, açıklama ve yanlış bilgilerle gerçekleri manipüle ederek güçlerimizin yoğun kayıp yaşadığı iddiasıyla halkımızın moralini bozmayı amaçlayan açıklama ve yayınlarla süreci kendi lehine çevirmeye çalışmıştır. İlk olarak 13 Mayıs tarihinde Kulp, Sason, Muş üçgeninde başlatılan ve 14 günlük imha operasyonu sonucunda helikopterler desteğinde sonuçsuz bir şekilde geri çekilen imha operasyonu esnasında önce 4 ardından 5 gerillamızın şahadetinin yaşandığı haberleri basına yansıtılmıştı. Aynı şekilde 17 Mayıs tarihinde gerilla güçlerimizin Hatay’da gerçekleştirdiği başarılı eylem ardından da 4 gerillamızın şahadetinin yaşandığı haberi basında yer almıştı. En son olarak da 27 Mayıs tarihinde Muş valiliğince Muş-Varto’ya bağlı Güllüce köyü kırsalında 3 gerillanın yaralı ele geçirildiği yönünde bir açıklama yapılmıştı. Aileler arası sorunlar sonucu yaralanıp gözaltına alınan üç sivil insanın gerilla olarak lanse edilmesi haberleriyle özel savaş politikaları yürüten hükümet ve medyanın maskeleri kendileri tarafından düşürülmüş ve gülünç duruma düşmüşlerdir. Tüm bu olaylar da en açık bir biçimde göstermektedir ki çaresizliğin dibe vurduğu bir özel savaş gücü, hükümeti ve basını ile karşı karşıya bulunmaktayız. Utanmazca, hiçbir basın-yayıncılık ilkesini tanımadan sürdürülen bu özel savaş medyasının yalan haber ve açıklamalarının tükeniş ve yok olmaktan başka bir ifade taşımadığı tüm halkımız ve demokratik çevreler tarafından bilinmelidir.

Gerilla güçlerimizin her türlü teknik ve imkânın seferber edildiği bir savaş ortamında imha amaçlı yönelimlere karşı geliştirdiği eylemler ve yaşanan çatışmalar sonucunda TC ordusu çoğu zaman kaybını dahi açıklamamaktadır. Yaşanan birçok çatışmanın sonucu tarafımızca netleştirilmezken, bu kadar ağır kayıp yaşayan bir ordunun hala kendini üstün göstermesi umutsuzluğun getirdiği nafile çabalardan öteye bir şey değildir. Tüm bunlar her türlü özel savaş medya patronluğunu en üst düzeyde sürdüren hükümetin işi olarak örgütlenerek ve talimatlar verilerek yapılmaktadır. En sınırlı kayıplarını dahi en kısa zamanda basının gündeminden çıkarttıran TC hükümeti ve ordusu gerçekleri gizlemeye, kayıplarını saklamaya ve güçlerimiz karşısında halen ‘Bitirdik’ edebiyatını umutsuzca ve ikiyüzlü bir biçimde sürdürmeye çalışmaktadır.

Yurtsever halkımız ve demokratik kamuoyu, dizginlerinden boşalan özel savaş medyasının bu çığırından çıkan yalan haber ve açıklamalarına, hareketimiz tarafından gerekli açıklamalar yapılana kadar itibar etmemelidir.”


ANF NEWS AGENCY

Roboskî'den 'Tasmalı' Basına, Aziz Thomas'tan Türk Basınına...

Özgür Amed
 
 
Sıfır derece bir atmosfer, yani ‘normal şartlar altında’ oksijen soluyan her insan evladının M.M. Caravaggio’nın tablolarında ki ışık-gölge kullanımı karşısında hayrete düşmemesi ayıptır. Kişisel iç-iktidar sesimi, kurgumu kullanma hakkına yaslanarak söylüyorum; cidden çok ayıptır… Yaw de bırak şimdi, “Aybı tak teybe, sonrada oyna” diyen ve kullanımı baya bir azalan Amed deyimi ile aynı fikirdeyseniz, basit bir kuralı hatırlatıp meramıma geçeceğim…

Genel bir ölçüt olarak, karşınızda duran bir tablonun ilk etapta anlamak isteyeceğiniz bir hikâyesi vardır. Bakılan şeyi anlamak için ilgili malumatın “bilgisine” ihtiyaç duymadan önceki aşamasından bahsediyorum. İki şey gereklidir. Birincisi akıl, ikincisi ise duygudur…

***

Fransızların sıra dışı romancısı Henri Charrière’yi ortaokul yıllarımda keşfettim.

Kardeşimi sınava götürmüş, o içerdeyken dışarıda ki zalim sıcağın altında gölge arıyordum. Aynı ağacın altına gelip, gölge yoldaşlığı yapan ve sohbete başladığımız, şuan ses tonu ve önerdiği üç kitaptan başka hiçbir şeyi aklımda olmayan o arkadaşın ikinci verdiği isimdi Cüzamlıların asil dostu Henri. Ve elbette ki o meşhur kitabı Papillon yani ‘Kelebek’…

Okuyanlar hatırlayacaktır, korkunç hücre cezalarına çarpıtılıyordu kendisi ve dost edindiği arkadaşları. Hücre cezası çok önemlidir çünkü oraya giren bir mahkûm ya ölü olarak ya da ölüden beter olarak çıkmaktadır ki hücrenin mahkûmlara arasındaki adı “insan yiyendir”. Kötü fiziki şartlara ek olarak hücrede mutlak bir sessizlik uygulanmakta mahkûmlar da akıl sağlıklarını yitirmektedir. Henri Charrière bu hücre için kitabında aynen şunu yazar:

“Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği”

***

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Bakır Çağlar’ı öldükten bir gün sonra tanıdım.

Bilemiyorum, belki daha önce bir gazete haberi yâda TRT’nin sarhoşluk kokan, yanlı ola ola pizza kulesi gibi eğilip bükülmüş, faşist hezeyan sanrıları gibi akıp giden bültenlerinde “övünç kaynağı” olarak mecburi geçmiştir. Denk gelmişimdir, ama hatırlamıyorum. Üzgünüm, keşke daha önce tanımış olsaydım Bakır hocayı.

Kendisi yıllar boyu Strasbourg Mahkemeleri'nde Türkiye lehine davalara baktı. Görevi bu idi… “Türk devletinin avukatlığını yaptığım için pişmanım” diyerek gitti.

99’da Neşe Düzel ile yaptığı röportajda kişisel değişimine dair çarpıcı tespitleri vardı.

Şöyle diyordu: “Güneydoğu davaları, köy boşaltma, köy yakma, insanlık dışı aşağılatıcı muamele, yargısız infaz gibi davalardı. Ben uzun süre Fransa'da eğitim yapmış, İstanbul'da oturan, Kıbrıs'ı seven ve Strasbourg'u yadırgamayan biriyim. Ama günün birinde tanık dinlemek için Strasbourglu yargıçlarla birlikte Güneydoğu'ya gittim. Ankara'nın ötesine geçmemiş biri olarak büyük bir kültür şoku yaşadım. Şırnak'a gittim ve hayatım ikiye bölündü benim. Amerikalıların bir 'Vietnam sendromu' var ya, bir insanın hayatının öncesi ve sonrası diye ikiye bölünmesi demektir bu, o sendromu ben de yaşıyorum ve hâlâ kurtulamadım. Ruhsal olarak sakatlandım. Şırnak'tan döndüğümde ben artık aynı insan değildim.

Gerçeği gördüm. Türkiye'nin dörtte birinde farklı bir hayatın yaşandığını gördüm. Orada insanlıklarının dahi farkına varamayan insanlar var. Bugün orada 20 yaşına gelmiş gençlerin hiçbiri 'olağan hali' henüz yaşamadı. Hepsi doğduğundan beri 'o hali' yaşıyor. Böyle bir ortamdan yurttaş yaratabilir misiniz? Sakatlanmış insanlar onlar. Ben Güneydoğu'ya gittiğimde bir spagetti western mekânında yaşadığımı anladım. Oysa o güne dek John Ford'un westernlerinde yaşayan biriydim. Bilirsiniz, western filmlerinde iki farklı ekol vardır. Birincisi klasik western, yani John Ford ekolü.İkincisi spagetti western, Sergio Leone ekolü. John Ford'un filmlerinde kovboy barın hemen üst katındaki odasından aşağıya iner ve çarpan kapıdan çıkıp dışarı bakar. Gün doğmaya başlamıştır, "Ne güzel bir hava" der. Sergio Leone'nin kovboyu da odadan alt kata bara iner, çarpan kapıyı açar ve dışarı çıkar.

Ve beyninin ortasına bir kurşun yer. Ben de kafası delik dolaşan bir insanım artık.”

***

1981 yapımı, sarsıcı, oscarlı, 99’a kadar Türkiye’de yasaklı bir başyapıttır Yol filmi. Yılmaz Güney’in ölümsüzlüğünü iki adım öteye taşımıştır. Dışarısı da hapis değil mi? sorusuna sağlam bir cevap aldığımız filmin Urfa’nın yeşilliklerine at üstünde, ağır çekimde, iç parçalayan nağmesi Ahmedo ile girdiğinde benim için filmin en unutulmaz karesi de olmuştu. Ömer’in hikâyesine de öyle giriş yapıyordu üstat Güney. Çok geçmeden bir traktör içinde ‘ayakları görünen ölü bir beden’ kapısına geliyordu. Kardeşi halkın tabiri ile “gedê derva”, sosyolojik tabir ile “dışarıdakilerden” idi. Kolluk kuvvetleri ile sunulmuş iki çift ayak…

***

Tarih 29 Aralık 2011. Şırnak Uludere… Roboskî Köyü…

Onlarca ayak, bir traktörden sarkmış, tüm dünya Yılmaz Güney’den 31 yıl sonra görüyor.

Bir iktidar geleneğini çatırdatan, alt üst eden bir olay. Sivil kıyımı…

Algı ve politikayı sonuna kadar çıplaklaştıran, tüm propaganda yöntemlerine yenik düşen; Tasfiye tezlerini kırılgan seyre sokan bir vaka.

Cumhurbaşkanının 7-8 gün sonra “duyduğu”, Başbakanın bir tek “oh olsun, az bile oldu” demediği kalan, Ordusuna teşekkür ettiği, mevzu hakkında yazanları-çizenleri aforoz ettiği, para ile ölü satın almak gibi bir eyleme girişen açıklamalar, gariplikten çıkmış tanımsız yara deşme ritüelleri falan fistan…

Geçmişin tüm kirli yükünü aklında mıh gibi tutan, sırtında acımasızca taşıyıp kuşaklar arası zehri akıtan ulusal basın ise artık Başbakanın deyimi ile "Tasma" takan ve köpekleşen bir mecra. Yapacak bişi yok.

***

Başa dönelim…

Caravaggio çok erken öldü, yaşam öyküsü ibretliktir. Dehasını konuşturduğu tablolarını yaparken, çalıştığı modelleri sokaktan bulup getirir, kendi stüdyosuna sokardı. Burada kendi “anlayışına göre ona şekil verip, istediği hale sokardı”… Bu konuda başarılı idi, kendi köpeğine iki arka ayağı üzerinde yürümeyi bile öğretmişti… Varın gerisini siz düşünün!

İşte yıllardır her türlü şekle sokulan, “Aşk Köpekliktir” diyen Ahmet Ümit’e ikinci kelimeden selam çakan, her türlü klavye milliyetçiliğini es geçemeyen Türk medyasının Fransa’dan devr aldığı bir miras milyonlarca Kürdün nezdinde, 34 Kürde dokunuyordu: “Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlar, Fransızlarsa sessizliği” …

Evet, o sessizlik onlardan alındı…

Lakin sadece alınmakla kalmayıp, gerekli tüm “kaçak” yollardan canlarına da kast edildi…

Kürt söz konusu olunca, ikiyüzlülüğe hamile basın olmanın şerefine bu ülke defalarca erişti.

En özet ve öz tabir ile Kürde bakışı da seri katil Theodore Robert Bundy’den farksızdır. Çünkü bu adam şunu demişti: “Biz her yerdeyiz. Ve gelecekte daha çok çocuğunuz ölmüş olacak”

Silip attığı adaletine, mürekkebine her daim güncel kurban olarak Kürdü görmekten haz alan Türk medyası, Henri Charrière’nin tabiri ile “insan yiyendir”…

Vatandaşına John Ford kesilen bir şiirselliktedir bu acımasız medya.

Meridyen ve boylam doğuya, acının kalbine, gözü yaşlı, zulümden beyaz tülbentini askerin ayaklarına atan barış annelerine dahi yanaşınca Sergio’laşıp devr alırlar manzarayı.

Türk medyasının Kürt algı esprisi basittir. Akıl ve duygu yok. Türetilmiş bir yoksunluk bu. Hali ile “hikâye” de çok…

Aziz Thomas, İsa’nın yarasına şüphe ile yaklaşıp, elini içine gömmüştü. Gerçekliği hissetmek istemişti. Hakikatine ters düştüğünü bile bile…

Bizim medyanın en sevdiği olay budur. Örneğin sürekli bir “telsiz”i eline alıp kurcalıyor…

Şimdi Kürtaj, yarın sondaj, ertesi gün viagra... Bizans'ta oyun bitmez.

Sürer gider böyle suni yaratı gündemleri

Koca bir ülkeye akan kan, deşilen yaraya “Gördüğünüz gibi değil, kan yok yara yok” deniyor.

Yani?

Yanisi Oblomow’da gizli. Son sözü ona bırakalım...

“Ben de olsam ses etmezdim. Ne gerek var! Dönüp arkamı uyurdum. Hırkama dokunmasınlar da…

ANF NEWS AGENCY

Petrolün Yolu PKK’den Geçiyor

HPG Gerillalarının Sabotaj eylemlerinden biri...
İki hafta önce ‘Kürt devletinin diyeti ya da barışın ücreti’ başlıklı bir yazı yazmış, Türk devleti ile Güney Kürdistan arasında yaşanan ‘barış havasına’ dikkat çekmiştim.

Güney liderliğinin Türk devletiyle petrol başta olmak üzere birçok alanda ‘stratejik işbirliğine’ gittiğini belirtmiş, bunun olası sonuçlarını irdelemiştim.


Ayrıca Güney Kürdistan petrolünü alacak olan Türk devletinin PKK’ye ‘barış diyeti’ ödemek zorunda kalacağını, aksi durumda sürecin çökeceğini iddia etmiştim.


Bazı okurlar, ‘bu da nereden çıktı?‘ diye sormuş, bazıları yazımı zamansız, bazıları ise gerçek dışı bulmuştu.


Ne var ki aradan geçen on gün içinde bu konuda önemli gelişmeler yaşandı.


Güney liderliği, Türkiye’ye günde 1 milyon varil petrol taşıyacak bir boru hattının inşa edileceğini açıkladı.


Güney’in petrol denizi olan Taktak bölgesinden Adana’ya uzanacak olan boru hattının beş ayda tamamlanacağı ve petrol sevkiyatının 2013 yazında başlanacağı bilgisi kamuoyuyla paylaşıldı.


Güney Kürdistan Başbakanı Neçirvan Barzani ise Hewler ile Bağdat hükümetleri arasındaki gerilimin giderilememesi halinde Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanlığı görevinden istifa edeceğini söyledi.


Kürt başbakanı ayrıca, Maliki hükümetinin Saddam döneminde olduğu gibi Kürdistan’a ekonomik ambargo uyguladığını da iddia etti.


Bağdat’ın Kürdistan’dan çıkarılan ham petrolden günde 140 bin varil Kürdistan’a vermesi gerektiğini ancak, şimdiye kadar günde sadece 33 bin varil verdiğini ve geçen haftadan bu yana da bu rakamı 15 bine indirdiğini belirtti.


Irak‘ın Kürdistan petrolünün adil bir biçimde paylaşılmasından yana olmadığını söyleyen Barzani, Türkiye’yle gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerin altını çizdikten sonra da, ilişkilerin ‘kötü’ye gittiği Irak’a karşılık olarak ilişkilerin ‘iyiye‘ gittiği Türkiye’yi alternatif gösterdi.


Güney Kürdistan’dan günde bir milyon varil petrol alacak olan Türkiye’nin günlük tüketim ihtiyacı 500 bin varil civarında. Geri kalan 500 bin varilse Avrupa’ya gönderilecek.


 Sadece petrol değil, doğal gaz da aynı yoldan Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya gidecek.


 Hatırlayacaksınız; Güney Kürdistan 2010 yazında, Orta Asya’nın gaz ve petrolünü Avrupa’ya taşıyacak olan Nabucco Enerji Projesi’ne katılmıştı.


 Bu amaçla 8 milyar Dolarlık yatırım da yapılmıştı. Nabucco 2014 yılında devreye giriyor. Güney Kürdistan’ın Türkiye’ye günde bir milyon varil petrol vereceğine dair anlaşma aslında Nabucco’nun Kürdistan ayağının açılması anlamına geliyor!


Nabucco boru hattından yılda 30 milyar metreküp doğal gaz, günde ise 2 milyon varil petrol sevk edilmesi planlanıyor.


Gaz ve petrolün yarısına yakınını Güney Kürdistan tek başına sağlıyor. Kürdistan’daki rezervlerin Avrupa’nın 25 yıllık ihtiyacanı karşılayacağı söyleniyor!


Rusya’nın enerji alanındaki tekelini kırmaya çalışan Amerika ve Avrupa Birliği Nabucco’ya büyük önem veriyor. Güney Kürdistan’dan gidecek petrole ve gaza bu anlamda çok ihtiyaç duyuluyor!


Nabucco’dan gidecek petrol ve gaz Amerika ve Avrupa siyasetinde önemli bir yer tutuyor. Bu durum Kürdistan’ın ve Kürtlerin gelececeğini de yakından ilgilendiriyor.


 Türkiye gibi Avrupa’nın da Kürdistan’dan doğal gaz ve petrol alması, Kürdistan’ın Türkiye’yle olduğu gibi Avrupa’yla da ilişkilerinin yeniden düzenleneceği anlamına geliyor. İlişkilerin iyileşmesi ve gelişmesi mümkün görünüyor.


Öte yandan gaz ve petrol akışının sorunsuz sağlanabilmesi için herşeyden önce Türkiye’nin Kürtlerle olan savaşının sona ermesi, PKK’yle sorunun siyasi yoldan çözülmesini gerekli kılıyor!


Zira yalnız Güney Kürdistan petrolü değil, Azerbaycan ve Türkmenistan gaz ve petrolü de Kuzey Kürdistan’dan geçiyor.
Çok bileşenli ve 3 bin 300 kilometre de mesafeli Nabucco boru hattının kuzey ayağı Erzurum’dan, güney ayağı ise Şırnak’tan içeri giriyor ve kuzeyi boydan boya geçiyor.  


Savaşın devam etmesi halinde boru hattı ister istemez tehlikeye girecektir. Yatırımlar, anlaşmalar ve bekentiler boşa gidecektir.
Dolayısıyla iş dönüp dolaşıp PKK’nin muhatap alınmasına ve Kürt sorununun kalıcı olarak çözülmesine geliyor.


Nabucco yaklaştıkça Avrupa ve Amerika da hareketleniyor. Şimdiye kadar PKK ve Öcalan konusunda Türkiye’nin tezlerine yakın duran Avrupa’dan değişim sinyalleri geliyor. 


Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi 202 milletvekilinin Türkiye’ye Kürt sorununun çözümü için PKK ve lideri Öcalan‘la görüşme çağrısı yapması bunu gösteriyor. 


Aynı şekilde AP Başkanı Schulz’un Ankara’ya ‘Kürt çıkışı‘ yapması ve sert eleştiriler yollaması da buradan kaynaklanıyor.


Geçen gün Yeni Özgür Politika’ya açıklamalarda bulunan AB-Türkiye Sivil Komisyonu’nun Genel Sekreteri Michael Gunter de PKK’yle müzakerelerin başlaması gerektiğini söylüyor. 


Avrupa Birliği, Amerika ve Birleşmiş Milletlerin yeni müzakere sürecinde ‘arabulucu‘ rolü üstlenebileceklerini de belirtiyor.
Savaş şiddetleniyor ama, buna rağmen şartlar da Türkiye’yi  PKK’yle yeniden masaya oturmaya zorluyor.


Petrolün yolu PKK’den geçiyor.


GÜNAY ASLAN
gunayaslan@hotmail.de

Küfre Güzelleme

Kadına yönelik tartışmalar AKP’nin gündeminden inmiyor. Vajina muhabbetlerinden hemen önce, küfür eden kadınlar Başbakan’ın „nevrini döndürmüş“ sinir etmişti. Sonra asparagas ajans AA, bilimsel bir gerçekliğe işaret eden o haberi servis etti: Kadınların bilinmeyen yönü keşfedildi.

Keşfe konu eylem „küfür.“ Kadınlar, nazik, zarif, naturası ince olunca küfürle yan yana düşünülemiyor çoğu kez. Eh küfür erkek işi nasılsa, küfür eden kadının mutasyona uğradığı düşünülüyor. Fenerbahçe maçında çocuk ve kadınlar vardı tribünde ve kadınlar erkeklere taş çıkartırcasına basmışlardı küfür, kalayı… İşte bu kalay/alay ülke gündemine giriverdi birden.
Kadınlar niye küfür etmesin?


Dayak yiyor, sözlü tacize, tecavüze uğruyorlar; babadan, abiden, kocadan, sevgiliden, mahallenin bakkalından şiddet görüyorlar… 


Bıçaklanıp öldü diye sokağa atılıyor, kesilip doğranıp çöpe konuyor, aile meclisince intihara sürükleniyorlar. Hayatın her kademesinde ister okumuş ister okumamış, hemen hepsi sürekli duygusal, sözel ve cinsel şiddete maruz kalıyorlar. Bunların hiçbiri kadında öfke yaratmıyor olsun, mümkün mü böyle bir şey?

Küçük bir yanlış anlaşılma, sonuçları açısından kötü izler bırakınca; yazınca ve konuşunca doğru anlaşılamıyorsam hala, ha …..  diyorum, bitiyor iş! Karşıdan verilen yanıtın bundan daha az ağır olmadığını biliyorum üstelik…


Yeniden başa dönmek gerekirse… Erkek toplum içinde baskılandıkça, ruhunda oluşan yarayı kapamak için küfre yöneliyor. Ayrıca babadan, atadan da bir küfür halkasına dâhil olarak büyüyor. Ergenlik zamanlarında bir tür masturbasyondur, sokakta yürüyen genç bir kadına, organ gözterek laf atmak. Laf mıdır onlar, basbayağı küfür!! Üstelik karşı taraf „edepsiz, terbiyesiz... „Annen, ablan yok mu senin?“ dendiğinde ise ergen kişi nirvanaya ulaşır o hazla! Bu nedenledir ki memlekette tecavüz dizileri toplumda heyecan dalgası yaratır, fantezi unsuru olarak saldırma ve karşı koyma cezp eder herkesi. Küfre küfürle karşı koymanın da beklenmeyen etkisi vardır. Benzer bir şey köpek için de denir: Saldırgan köpek gördüğünde dur, kaçma! Korktuğunu hissederse peşinden gelir… Artık duran var mı bilmem, köpek duran kişiyi daha iyi haklıyor aslında…


Hem kadınların mahalle kavgasını izlemeyen var mıdır hala? O ne açık seçik küfürlerdir, ataya dedeye rahmet okutan cinsten… Öyle uzun uzun „kendine gel, dengesiz, külfeti bol“ laflar da değildir edilen. Nanik salapurya raziye ile başlar sokağın şiiri, taaa yedi sülalesi sayılır, ev içinde kırılan tüm cevizlerin içi sokak aralarına dağıtılır bir güzel… Ne zaman ki küfrün sonuna gelinir, eteklerdeki taşlar dildeki yaraya dönüşür; işte o zaman sokağa inilir, saçlara, eteklere yapışılır…


Çocuk kavgası ya da yıkanmış çamaşırların üzerine silkelenen halı-kilim, sofra bezi tetikler hayattaki öfke fayını. Kırılmıştır artık. Onca kelime kaç yüzyıldan, kaç dayaktan, kaç ezilmişlikten geliyorsa, gürültülü patırtılı olacaktır zaten.


Çocukluğumda bu kadın kavgalarının ortasına çok düşerdim ve ilgiyle izlerdim. Küfürler sosyal hayatın kırıcı yanından toplanıp getirilirdi. Hala dillerinde var mı bilmem, Hozat’ın nizamiyesi ile başlayan, sokağın bilmem neyi ile biten…


Nihayetinde İngiltere’de bulunan Keele Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, küfür etmenin, özellikle sık küfür etmeyenler üzerinde ağrı kesici bir gücü olduğunu saptamışlar. Bakın küfrün taze bir yanı daha: Ağrı kesici… Başınız, gönlünüz ağrıyorsa Can Yücel gibi salıyorsunuz küfrü hayatın üzerine, rahatlıyorsunuz. Ne ağrı kalıyor ne de dert.. Dönüp bakmıyorsunuz bir daha sustuğunuz tüm ağrılı yerlere… Tabii yine de küfür ağrı kesicidir diye, ulur orta küfredip gezmek, sonrasında yeni ağrılara da sebep olabilir. Ehh, bazen susmak doğru yerde, iyidir. İşte maç gibi kalabalık, heyecanlı ve savaş arenası gibi ortamlar, o susulan zamanların hınç alanıdır… Kadına da erkeğe de küfretmek iyi gelir! 


Mitinglerde yazılan yaratıcı dövizlere, pankartlara da bayılıyorum. Hepsi küfrün estetize halidir…


GÜLER YILDIZ
guleryildiz@gmail.com

Kürtaj Hak mıdır?

Bilimsel, kültürel, sanatsal herhangi pozitif bir alanda bir türlü varlık gösterememenin kızgınlığından olsa gerek ülkede, bütün çaba ve hırslar “gündemin saptırılıp, manipüle edilmesi”ne yönelmiş durumda. 

Halkın gündeminden uzak, insanları olup bitenden bihaber tutacak tartışmaları medyanın tartışma odağına oturtmak, bu ülkede bir gelenek haline geldi. En azından bu konuda AKP iktidarının bir ödülü hak ettiğini düşünüyorum.


En yakın zamanda olması sebebiyle Roboskî katliamı daha çok dillendirilse de bu topraklarda cereyan etmiş bütün katliamlar, sorumlularıyla samimi bir şekilde hesaplaşıncaya kadar halkların gündeminde kalmaya devam edecek. Bu anlamıyla, tarafsız bir medya olmanın sorumluluğu ve bilinciyle hareket eden bütün basın kuruluşları da yatıp kalkıp “Uludere” demekte ısrarcı olmak zorundadır zaten. 


İnsan olan hiç kimsenin asla unutamayacağı böylesi bir katliamın, gündemde tutulup tartışılmasını önlemek isteyen iktidar partisi, yine her insanı yakından ilgilendiren başka bir tartışmayı farklı bir yönüyle ortaya attı: “Kürtaj tartışması.”


İktidarın halkın gündemini belirleme oyunlarına gelmeme adına bu konuya hiç girilmeyebilir ama ben, kürtaj konusunun gündeme oturtulmasını tesadüfî bulmadığım gibi çok tehlikeli tartışmaların ipuçları olarak da görüyorum. 


Çünkü; kürtaj hak mıdır, cinayet midir tartışmalarının en kısa zamanda kürtaj yasaklansın kampanyalarına dönüştürüleceği açık.

 
Kürtaj konusunda en tutucu Katolik kiliselerin yanında yer alıp yasakçı zihniyetleri dayatmak, tutucu iktidarlardan beklenen bir durumdur. Kürtaja yol açan koşulları hiç irdelemeden kaba bir mantıkla, bir kalemde üstünü çizerek “kürtaj cinayettir” demek sorumluluk bilinciyle hareket etmekten uzaktır. Burada asıl tartışılması gereken konu, kürtaja neden ihtiyaç duyulabileceği konusu olmalıdır. Zira, kürtajın büyük oranda ekonomik ve sosyal koşulların olumsuzluğu neticesinde ortaya çıktığını biliyoruz. 


Tayyip Erdoğan, her kadına en az üç çocuk doğurmasını salık verirken, kadının iradesine ipotek koyma niyetlerini bir kenara bıraksak dahi söz konusu üç çocuğa layıkıyla bakabilecek ekonomik ve sosyal koşulları yaratmak için neler yapıyor? 


Evli olmadığı için çocuk doğurmasının üzerinde ciddi bir toplumsal baskı hisseden kadınların üzerindeki sosyal-psikolojik baskıları kaldırmak için neler yapılıyor?


Yetişkin ve özgür iradesini kullanabilecek yetkinlikteki bir kadının, keyfi bir şekilde ve bütün tıbbi risklerini de göze alarak kürtaj yaptırdığını düşünmek, hariçten gazel okuyan, tuzu kuru bireylerin işinden başka bir şey değil. İnsafsızlıktır da aynı zamanda. 


Kabul edelim ki insanca olanı; kürtaja gidebilecek yolları baştan kapatarak, hamileliğin oluşmadan önlenebilmesidir. Dolayısıyla kürtajın bir doğum kontrol yöntemi olarak kullanılmasının savunulacak bir tarafı yoktur. Hele hele günümüzde, doğum kontrol yöntemleri, istenmeyen hamilelikleri önleme konusunda riskleri en aza indirgenmiş ve başarıyla kullanılabilecek yöntemler haline gelmişken… 


Asıl sorun, hamileliği önleyebilecek bu söz konusu yöntemlere herkesin en rahat şekilde ve parasız ulaşabilmesi sorunudur. Devlet kürtajı tartışmak yerine, önce bu konudaki görevlerini tam olarak yerine getiriyor mu önce ona bakmalı. 


Mutlaka çocuk sahibi olmak istediği halde sırf ekonomik veya sosyal koşulları buna el vermediği için hamileliğini sonlandırmak durumunda kalanlar var. Kürtaj cinayettir derken, kadınların bakamayacağı çocukları yokluk ortamına doğurup, yoksulluk ve sefalet içinde büyütmelerine seyirci kalmak, devlet cinayetinin başka bir boyutu değil midir?


Kaldı ki bütün kürtajlar evlilik içi ilişkilerde meydana gelmiyor. Evli olmayan kadınların çocuk doğurmasına toplumda ahlaki bir skandal gözüyle bakıldığı için kadınların tek başlarına çocuk yetiştirmeleri, devlete ve topluma karşı ciddi bir yasal, sosyal ve psikolojik savaş vermeyi gerektiriyor. Bunun için kadınlara evlenmeden de çocuk sahibi olabilmenin hukuki ve sosyal koşullarının yaratılmasını sağlamak, devletin görevidir. 


Bunun dışında; tecavüz sonrasında hamile kalma durumları veya herhangi bir nedenle hamileliğin anne sağlığını tehdit eder duruma geldiği vakalarda, gebeliğin kürtajla sonlandırılması zorunluluğunu dillendirmeye bile gerek yok.


Kürtajın ekonomik, sosyal ve psikolojik koşullarının ortadan kaldırılması için hiçbir şey yapmadan kürtajı yasaklamaya kalkmak, çözümsüzlük üretmekten başka bir anlam ifade etmez.


Ayrıca; kendi bedeni üzerinde karar verme yetkisinin tek ve mutlak sahibinin, kadının kendisi olması gerektiği tartışılamaz bile. Bu konunun tartışmaya açılması dahi insan haklarına aykırıdır. 


BİLGİN ESKİ
bilgineski@hotmail.com

“Kalleşçe” Bir Konuşma

"GATA'da Burak Ulukaya geçtiğimiz günlerde şehit oldu. Uludere'de Gülyazı köyüne 3 km mesafede el yapımı bombayla yaralandı. Bu iş anlatıldığı gibi kolay değil. Dikkat ederseniz kaçakçıların hiçbiri bu bombalara basmıyor. Harita kimlerin elinde olabilir? Haritayla beraber pek de bunların üzerine basmıyor.”
Bu sözler Başbakan Erdoğan’a ait. Meclis Grup Toplantısında yaptığı konuşmada böyle laflar etti.

Sanırım ne demek istediğini anladınız. İçişleri Bakanı ne demişse, işte onu demiş.

Böylece Roboski katliamından aylar sonra, hükümet “savunma” konumundan “saldırı” konumuna geçmiş bulunuyor. Güya PKK’nin döşediği bombaların haritaları “kaçakçı” denilen Roboski köylülerinin elindeymiş. O halde onların “katli vaciptir”

Şimdi soruyoruz:

Madem öldürttüğünüz köylüler PKK’nin işbirlikçileriydi, neden “özürse özür, tazminatsa tazminat” laflarını ettiniz?

Çünkü onlar, bu katliamı bilinçli olarak yaptılar.

“Kaçakçılar PKK’nin figüranıdır” diyerek bombaladılar.

“Kaçakçılar PKK mayınlarına basmıyorlar” diyerek yok edildiler.

Neden?

Çünkü AKP, Kürt coğrafyasını barajlarla sele vererek ve sınır boylarındaki köylülerin sınır ticaretini “kaçakçı katliamlarıyla” çökerterek insansızlaştırmaya çalışıyor.

Başbakan’ın bu sözleri, tüm İran-Türkiye, Irak-Türkiye ve Suriye-Türkiye sınır boylarındaki Kürt köyleri için büyük bir tehlikeyi haber veriyor. AKP Hükümeti bu köylerde sınır ticareti yapan Kürt halkını “düşman” olarak ilan etmiştir.

Bu sınır boylarındaki Kürt köylerinin bir kısmı, geçmiş iktidarlar tarafından “koruculaştırılmış” ve onların “sınır ticaretine” göz yumulmuştu. Ama Güney Kürdistan’da Kürtlerin statü kazanmasından ve Güneylilerin Türk hükümetiyle birlikte PKK’ye karşı silahlı saldırı siyasetine son vermesinden sonra, o sınır boyu Kürtlerinin durumu nesnel olarak kökten değişmişti. Türk devletinin İran’la ittifakı çöktükten ve Suriye’de Kürtler statü kazanmanın eşiğine geldikten sonra, AKP hükümeti için artık sınır boylarındaki Kürt “güvenilir” Kürt olmaktan çıkmıştı.

AKP’nin Roboski katliamı, stratejik bir kararın “hatalı” uygulamasıdır. Bombardımanı yapanlar, büyük olasılıkla “kaçakçıların arasında bir PKK’linin varlığı”na dair istihbaratı fırsat saymış ve sınır ticareti yapan köylülere karşı kanlı saldırıyı “aralarında PKK’li vardı” diyerek haklı göstermeyi planlamıştı. Belli ki, istihbarat yanlış çıkmış, asker alana köylülerden önce gelemediği için katliama uğrayanların yanına silah v.s. bırakma fırsatı bulunamamış, aynı zamanda Roboskili kafilenin yarıdan çoğunun çocuk olacağı tahmin edilememişti.

O nedenle Hükümet aylardır ağzındaki baklayı çıkartamamış, ıkınıp durmuş ve sonunda gerçek yüzüyle ortaya çıkmıştır.
Şimdi İçişleri Bakanı Roboskili köylüleri “PKK figüranı” olmakla suçluyor ve Başbakan da onların elinde PKK’nin “mayın haritası” olduğu yalanıyla yaptırdığı katliama kılıf bulmaya yelteniyor. “Aralarında PKK’li vardı, o nedenle vurduk” diyemedikleri için, “onlar figürandı ve ellerinde PKK’nin mayın haritası var” diyerek, kanlı katliamı “bilinçli” olarak yaptıklarını itiraf ediyorlar.

Başbakan’ın bu konuşmasından sonra, AKP Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik başta olmak üzere, İdris Naim Şahin’in istifasını talep eden AKP yanlısı yazarlar ve aydınlar ne yapacak? Artık bu konuşmayla açığa çıkmıştır ki, Başbakan Erdoğan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’le tıpa tıp aynı “insani olmayan” görüşlere sahiptir ve hükümetin Kürt sorununda izlediği siyasi çizgi bu “insani olmayan” görüşler temelinde icra ediliyor.
Roboski katliamı karşısında takınılan bu tutum, hükümetin kesinlikle bir “iç savaşı” göze aldığını kanıtlıyor. “Terörle savaş, siyasetle müzakere” laflarının özündeki alçakça demagoji Başbakanın bu konuşmasında gözler önüne serilmiştir. Başbakan ağzını bozarak şöyle demiştir:

“Türkiye, BDP’li kalleşlerin, PKK’lı kalleşlerin benim subayımı askerimi gelip arkadan şehit ettiği bir ülke değildir."

Roboski köylülerini PKK’nin “figüranları” diyerek bombalatan Başbakan, BDP’yi “subayımı, askerimi gelip arkadan şehit eden” parti olarak suçladığına göre, durum açıktır: AKP yalnız PKK’ye karşı değil, BDP’ye ve hatta düne kadar koruculuk yapan “kaçakçı” Kürde karşı kanlı bir savaş açmıştır.

“Kalleş BDP ve kalleş PKK benim subayımı şehit ediyor” diyen bir adamın “terörle mücadele, siyasetle müzakere” laflarına hala bir anlam verenler, “hükümet elbette terörle savaşacak, ama önemli olan hükümetin siyasetle müzakere yapmasıdır” diye konuşanlar, BDP’yi her defasında “savaşın sonuçlarını” kınamaya çağıranlar Başbakanın son konuşmasından sonra kendi konumlarını gözden geçirmelidirler.

Bu konuşmadan sonra, savaşın tüm kanlı sonuçlarından yalnız ve yalnızca AKP Hükümeti sorumludur. Roboski katliamına kılıf bulma çabaları, bu savaşın artık tüm Kürt halkını hedef alan bir savaş olduğunu göstermiştir.

Başbakan’ın dünkü konuşması “tarihidir”. “İnsani olmayan” kalleşçe” bir konuşmadır.


VEYSİ SARISÖZEN

Kürdistan Kopmuştur!..

Orduyu, polisi, adliyeyi ve medyayı ele geçirip, baykuş misali tepelerine oturarak, onları, ipi parmak ucundaki kukla gibi yöneten, savunma ile hücum kıtası olarak kullanan rejimlere çetecilik deniyor. Açtığı dükkanda, akıl boyu kısa, bilinç yoksulu kalabalıklara din ve ırkçılığı bir arada sunarak, taraftar kazanan çeteye Faşizm, çetebaşına da Faşist…

Bu tür soysuz rejimlerde, çetebaşı, yarı ilah mertebesinde muktedirdir. Görüşleri, bakış ve emirlerine karşı gelinmezdir. İnsan hayatı, iki dudağının kıpırtıları arasında var, ya da yok olur.


Çetebaşı için toplum, güdülmeyi bekleyen koyun sürüsüdür. Sürüyü hayali sunumlarla güdüp, yönlendirmek onun işidir.


Kimin ne düşüneceğine, hangi duruşun dost, hangı bakışın düşman, kimlerin terörist olduğuna, kadınların kaç çocuk doğuracağına o karar verir. Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın deyimiyle, o varlığıyla, kadınların vajina bekçisi, yazar Serdar Akinan’ın kalemine göre, görüşlerine ters düşenler uluslararası yıkıcı vajina örgütüdür.


Eğer yurdu, dili, kültürü, ayrı mensubiyeti, farklı halk olmaktan doğmuş, bütün özgürlükleri gasp edilmiş, çalınmış, üstüne oturulmuş Kürt isen, nefes almayı büyük bağış kabul edecek, günde beş kere, “çok yaşa çete başı“ diye bağıracaksın.


Kürdistan, destursuz (izin istemeden) girdiği bağ, keyfine varmak için cinayetler işlediği ormandır. Cinayetlerine yüz buruşturmak, “hayır” diye fısıldamak, katledilmişlerin yasını tutmak, uzmanlık alanı diye Hayvancılık Bakanına, geride parçalanmış insan bedenleri saçarak, iki ayak üstünde yürüyen hayvanın türünü sormak “nekrofil”lik, yani “ölüsevicilik”tir. Katile “katil” demek, kutsadığı ırkçı soykırıma, uluslararası komplo hazırlama suçudur.


Her neyse, Kürdistan, kırım ve yangınlar arasında, ırkçı vandallığın her türlüsünü gördü. Denenmemiş olarak, bir tek heybelerinde dini söylemle ortalıkta dolanan dinciler kalmıştı.


Kürtler, bunları vicdanlı dindar sanıyorlardı. Ta ki, köleliği dayatıp, sür-git etmek için, Kürdistan dağlarına zehir yağmurları yağdırana, halkı rehin almak üzere toplama kampları kurana, esir alınmış çocuklara tecavüz ve en son sınır ticareti yapan Roboskî gençlerinin bir araya toplayıp, hava saldırısıyla paramparça edene kadar…


Irkçıdan dindar çıkmıyordu. Kutsadıkları üzere, “tek millet” naralı ırkçıdır onlar. Kendisiyle aynı dinden de olsa, hizmetkarı olduğu ırka mensup olmayan halka, kavme kindardır, Faşist.


Kürtler, dindarlıklarına inanarak ağır bedeller ödediler.


Ama geç de olsa, din satan faşistin dünyasında, insandan sayılmadıklarını anladılar. Roboskî katliamı, yanılgılarının tarihten silinmeyecek delilidir.


 Dinci rejimin başı Recep Tayyip, Roboskî katliamını “milli hamle” ilan ediyor, “sen orada insanlık suçu işledin” diyen Kürtleri, “istismarcılık, ölüsevicilik”le suçluyor, katliamı unutturmaya çabalıyordu.


Katledilenlerle aynı dinden olduğunu aklına getirmeyerek…


Fakat, “din kardeşlerim” dediği Pakistan’lı askerlerin, Amerikalılar tarafından yanlışlıkla vurulmasını mesele ediyor ve Amerikayı, özür dilemeye çağırıyordu.!!!


Oysa, Roboskîli çocukların katliamında yanlışlık da yoktu. Roboskîliler, güpe gündüz evlerinden çıkarken havadan takibe alınmış, yolculukları, geri dönüşleri saniyesi saniyesine kaydedilmiş, akşam karanlığı çökende, önleri barajlanarak bir araya toplanmış, atışların isabeti için tepelerinde aydınlatma fişekleri patlatılmış, sonra “neye mal olursa olsun, vurun” emri yerine getirilip, bombaya tutulmuşlardı.


“Neye mal olursa olsun vurun” emrinin sahibi Recep Tayyip mi? Araştırıyoruz dediği kendi sesi mi?


Ses kime aitse, bir türlü bulamıyor, ama İsrail’in egemenlik haklarını çiğnemeye gönderdiği gemide ölenlerin sorumlularını, anında tesbit ediyor ve haklarında ceza davası açabiliyordu.


İki değil, bin yüzlülüktür, bu. Pakistan’da, İsrail sularında anında adalet dağıtıcısı, Kürtlere sıra gelince, “araştırıp, soruşturuyoruz” oyalama, kandırmaclığıyla unutturma, katliamın üstünü örtme taklaları…


Dindarlıktan vazgeçtik, ahlakın asgari değerleri nerede? Ahlak, insan evlarına dağılırken, bunlar neredeydi bilemiyorum, ancak Kürtlerin hiç bir güveni, adaletlerinden ümidi, beklentileri yok. Olan da Roboskî’de tükendi.


Yüz yılı aşkın süreden beri kurtuluş mücadelesi veren, son isyanla insanlık kavgasını doruğa çıkan Kürtler, zaten kopmuştu.


Kopma duygu ve düşüncededir. Görünmezdir.


İşgal ordularının tehditleri de, zehirli gazları, toplama kamplarıyla, halkı rehin ve esir tutması da kopmayı önleyemez, gidişi geri getiremez…


AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com