17 Ağustos 2011 Çarşamba

Fettullah Gülen Hareketi Misyonerlik mi Yoksa Milyonerlik mi?



Bati'daki dünyayı sarsan Komplo Teorileri'ne taş çıkartacak bir konu.  Kimdir Fethullah Gülen? Asr-ı Saadet için Altın Nesiller yetiştiren büyük bir gönül adamımı yoksa, "devleti ele geçirmek" için herşeyi mübah gören bir takkiyeci mi?




1980 öncesi "Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin Yurt çapında etkinleşmesinde çok önemli roller oynadı. Bu derneklerin CIA ile bağlantıları iddialari o dönem sağ kesimde "Komünizmle Mücadele" kutsal olduğu için çok fazla irdelenmedi.


1980'lerde adı pek duyulmayan Fethullah Hoca, 1990'lara gelince yeniden beliriverdi. SSCB'nin dağılmasıyla birlikte hem eğitim, hem iş hem de yönetim konularinda Orta Asya'daki Türk devletlerine yardım etmek için  Orta Asya'ya açıldı. Büyük Türk Kucaklaşması adına OrtaAsya'daki Türk devletlerinden çok büyük destekler aldı. Orta Asya'nın bakir pazarı Hoca'ya ilaç gibi gelmiş hem yurtdışı okul işletmeciliğinde, hem ekonomik açılımda çok büyük kazançlar elde etmesine yaramıştır.

 
 Bu dönem Türk iç politikasında " savunmacı,iyi niyetli bir ulvi" rollerinde olduğu için 28 Subat'a kadar pek bir problem yaşamadi. Yıllardan beri gölgesine girdiği ANAP, DYP gibi partiler Hoca için çok büyük kalkan oluşturmuşlardı.
28 Şubat sürecinde tedavi olmak için ABD'ye gitti ve tedavisi halen sürmektedir !

 
2000'li yıllara doğru gazetelerde bir yanda hoca'nın okullarında yetişen çocukların Uluslararası başarıları bir yandan da Şakirtlerinin bazı Orta Asya ülkelerinde darbelere karıştığı, CIA adına operasyonlar yaptığı ve Türkçe'yi yabancı dil olarak çocuklara ögretmesine rağmen aslında İngilizce'yi ve Amerikan tarzı bir bakış açısını seçilmiş yabancı öğrencilere öğrettiği yazılmaya başlandı.

Görkem ve kuşku bir aradaydı....


Soğuk savaş dönemi sonrası gerek Çin'in büyümesiyle gerek SSCB perdesinin Orta Asya'nın üzerinden kalkmasıyla ekonomik faaliyet ve kaynak açısından dünyanın iki merkezi çok hareketlendi. Orta Asya ve Afrika. Bu coğrafyalar doğal kaynaklar olarak hem dünyanın kalbi ,hem de tüketim olarak dünyanın geleceğiydiler.Çok büyük bir potansiyel barındırıyorlardı.


Bu coğrafyalarda nufüz kurma mücadelesi veren ABD'nin çok büyük handikaplari vardı. Orta Asya'da SSCB döneminden kalan " Anti Amerikancılık" ve ABD'nin SSCB'nin demir perdesinden dolayı bu ülkeleri kültürel olarak tanımaması.


Afrika'da ise 1820ler'de başlayan Batı Kolonizasyonunun yakın zamanlara kadar Afrika'yı iç savaşlara ,göçlere,ayrımcılığa, kaynak talanına maruz bırakması sebebiyle ABD'nin buralarda itibar kredisinin çok düsük olması ve ayrıca Çin'in 1970ler'den beri Afrika'da çok ince diplomasi ile kurduğu bugün devasa boyutlara gelmiş siyasi ve ekonomik ilişkileri...
  Fettullah Hoca'nın okul ve iğş faaliyetlerinin ABD'nin oncelik verdigi cikar cografyalarinda olmasi gercekten cok ilginc.
 Yillar once Moon Tarikati adiyla kurulan bir tarikat de Pasifik Asya'yi hem Hristiyanlastirma hem de ABD nufuzuna sokmada cok onemli roller oynamistir. Nufusunun tamami Asya dinlerine ait olan Kore, ABD eliyle ikiye bolundukten sonra Guney Kore halkinin %50'si Hristiyanlastirilmistir. Bugun Guney Kore ile ABD arasinda hem ekonomik hem de siyasi olarak buyuk ittifaklar vardir. Bu ortaklikta Moon tarikatinin yarattigi " nufuz" calismalari da cok etkili olmustur.

Bir onceki
AKP nicin Dizayn edildi? Turkiye'nin ve Ortadogu'nun AKPlilestirilmesi sureci ve tarihi
yazimizda ABD'nin ulkemizde ve Ortadogu'da Ulusal ve Etnik merkezli bir devlet yapisi istemedigini anlatmistik. Bu yuzden Ulusalcilik ve Milliyetcilik gibi ideolojilere dayanan Kemalizm, Baaz Tipi Arap Sosyalizm'i hatta Islami Monarsiler ve oteki diktatorlukler birer birer dagitilacak, yerlerine AKP+ Fettullah tarzi Bati Demokrasisi ve Liberalizmi ile uyumlu Protestan bir Islam insa edilecektir.
 Hem Turkiye'ye cizilen yeni devlet modeli acisindan ,hem Orta Asya'da ve Afrika'da Amerikan ilgi alanlarina ve cikarlarina sasilacak derecede uyumu acisindan Fethullah Hoca Hareketi bugun itibariyle "Asr'i Saadet icin Altin Nesil " yetistirme hikayesinden cok uzaktir.
 Actigi okullar ve isletmeler “Turkce ogretiyoruz ve Turkiye'ye para kazandiriyoruz “bahanelerine de dayansa ne hikmetse Orta Asya'da ve Rusya'da Mit degil,CIA ajanligi suclamalariyla ya kapatilmaktadir,ya da kati bir kontrole tabi tutulmaktadir.
 Afrika'da Cin sirketleriyle ve actigi okullarla Cin nufuzuna karsi Fethullah Hoca'nin muthis bir kavgasi vardir. Okullarinda Ingilizce ve ABD Egitim mufredati ogretilmektedir.ABD son derece memnundur bu isten.
 Bir kac ay once basinda Fethullah hoca'ya ait bir Turk okulu ogretmeni Yemenli gostericilerin fotografini kucuk ogrencilerinden isteyince cocuklarin aileleri durumun farkina varmis ve ogretmeni komaya sokacak kadar dovmuslerdir.
 Orta Asya'da ve Afrika'da Tabelasi ve calisanlarinin Turk oldugu Fethullah hoca sirketlerinin ve okullarinin gercek bilinmemektedir.
 Afrika’da ABD cikarlarina orantili bir sekilde nufuz yaratan hoca’nin Sakirtleri yerli Afrikali halk tarafindan Turk-Musluman olmalari dolayisiyla “bizim beyazlar” diye adlandirilmaktadir.
  Turkce’yi yabanci dil, Ingilizce’yi asil dil olarak ogreten hoca ABD egitim mufredatiyla “Altin Nesilleri “ ABD  kulturuyle yetistirmektedir.

Fethullah hoca’ya Islami Cemaatlerden Islami carpittigi hatta Allah’a sirk kostugu konusunda yogun elestiriler gelmektedir. Bu konuya Protestan Islam baslikli bir yazida deginecegim ve Fethullah Hoca orgutlenmesine dair farkli bir konuya daha temas edecegim. 


 

Fetullah Gülen'e Türkmenistan'da Okul Darbesi




Rusya'nın ardından Türkmenistan da Fetullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı. Okulların, Gülen Cemaati’nin bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı, ABD için casus toplamaya çalıştığı gerekçesiyle kapatıldığı iddia edildi.

Haberi, Fars Haber Ajansı (FHA) duyurdu. Ajansın haberine göre; Türkmenistan yönetimi Nur Cemaati’nin Türkmenistan’da dini – siyasi nüfuzundan duyduğu kaygı yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten tüm Türk okullarının faaliyetini askıya aldı. Türk okullarından sadece Başkent Aşkabat’taki Mustafa Kemal Atatürk Okulu’nun, öğrencileri eğitimlerini tamamlayınca dek faaliyetini sürdürmesine izin verildi.
 
FHA’nın haberinde, söz konusu Türk okullarının eğitim çalışmalarının yanı sıra hedef ülkelerde Türk milliyetçiliğinin propagandasını yaptığı ve okullardan mezun olan öğrencileri hedef ülkelerde anahtar mevkilere atamak için rüşvet bile verdiği ifade edildi.

Haberde ayrıca şu değerlendirme ve iddialara da yer verildi:

“Geçtiğimiz yıllarda bu okulların ‘Türkiye’ adına yetiştirdikleri zannedilen öğrenci ve elemanları aslında ABD casusluk teşkilatı CIA'ya bağladığı ve Türk milliyetçiliği ve Osmanlı hayallerinin aslında bu gençleri kandırmak için bir tuzak olduğu, tuzağın CIA'da ayarlandığı ortaya çıkmıştı.
 
“Fethullah Gülen, merhum Şeyh Said Nursi hareketini kendi adına bölerek kurduğu bir cemaat çalışmasını Amerika'nın Pensilvanya Eyaletinden yürütüyor. Nur cemaatinin diğer kollarının bu tür ajan faaliyeti bulunmuyor ve bu nedenle de onlara pek meydan verilmiyor.”

Bu arada NTV’nin haberine göre; Türkmenistan’da kapatılan Gülen okullarının tamamı normal okullara dönüştürülecek. Türkmenistan’daki bir Türk üniversitesi için de aynı yönde karar alındığı belirtildi.

New York Times Gazetesi'nde 2003’te yayınlanan bir haberde, Gülen okulları Türkmenistan’a şeriat ihraç etmeye çalışmakla suçlanmıştı. 


Kaynak:  http://www.gazetecileronline.com/

Rusya'da Fethullah Gülen Cemaatine Operasyon


Rusya’nın Güneyinde bulunan Ural Bölgesinde Fethullah Gülen Cemaatine ait ‘evlere’ yapılan baskında iki kişi tutuklandı. İntertass’ın İçişleri Bakanlığına dayandırdığı haberi, “terör örgütü Nurcuların çalışmaları önlendi” başlığıyla duyurdu.

Çelyabinsk Polis Merkezinden yapılan açıklamaya göre Çelyabinsk kentinde iki, Kurgan kentinde bir ‘hücre evine’ yapılan baskında çoğu şiddet ve dini içerikli 525 yazılı materyal ele geçirildiği bildirildi. Açıklamada sözkonusu materyallerden bazılarında patlayıcı yapımına ilişkin olduğunu öne sürüldü. Rus İçişleri Bakanlığı da sözkonusu ‘evlerin’ eğitim çalışmalarının yürütüldüğü ‘hücre evleri’ olduğunu kaydetti.

Açıklamada, ‘eğitmenlerin ölümü kız çocuklarına pozitif bir şey olarak dayattığı’ ifadeleri dikkat çekti. Kurgan ilindeki ‘evlere’ yapılan baskınlarda ise çok sayıda kız çocuğunun eğitildiğinin görüldüğünü ve çoğunun ailesinin bundan yeterince haber olmadığı iddia edildi.

Rusya Federasyonu Yüksek Mahkemesi Fetullah Gülen Cemaatine ait okullar başta olmak üzere Nurcular hareketini 10 Nisan 2008 yılında ‘dini nefreti körüklediği’ gerekçesiyle ceza kanun 282. 2 maddesiyle yasaklanmıştı.

İbrahim Tatlıses: PKK'den Hiç Tehdit Almadım

Yalanının bini bir para, fakat yalanları ne yutan, ne de hesap soran var. Türk basınının Kürt hareketi ve PKK’nin üzerine yıkmaya çalıştığı ünlü sanatçı İbrahim Tatlıses'e silahlı saldırıya dair iddiaların gerçekle yakından-uzaktan ilgisinin olmadığı birinci ağızdan teyit edildi. Saldırıya ilişkin polise 4 saat ifade veren Tatlıses “PKK hiç tehdit almadım” dedi.

“Tatlıses saldırısının PKK fotoğrafı” (Yeni Şafak), “İşte PKK bağlantısı” (Sabah), “Tatlıses'e 2. suikast emri” (Bugün), “Tatlıses'e saldırı PKK'ya uzandı” (Habertürk), “PKK'nın İbrahim Tatlıses şifresi” (Takvim), “Tatlıses'e saldırıyı PKK üstlendi” (TRT)… Manşetler, haberler böyle uzayıp gitti, 14 Mart akşamı kurşunlara hedef olan ünlü sanatçı İbrahim Tatlıses’in vurulması olayında Türk basını “Gökten taş yağsa Kürtlerden ve PKK’den bilecekler” misali bir yargısız infaza daha imza atmıştı.

Günlerce süren yalanlar dizisinin başlama fişeğini ise Hürriyet gazetesi atmıştı. Olayın üzerinden daha bir saat geçmeden Hürriyet internet sitesinde şöyle bir haber geçti: “Saldırıda uzun namlulu silah kullanılması, olayın arkasında PKK’nın bulunduğu şüphelerini doğurdu.” Uzun namlulu silahlardan yola çıkan ve bütün uzun namlulu silahları PKK’ye mal eden Hürriyet uzunca bir yalana imza atmıştı.

TATLISES’TEN BİZZAT YALANLAMA


Kendisine yönelik silahlı saldırı olayıyla ilgili Organize Şube Müdürlüğü ekiplerine ifade veren Tatlıses, PKK’ye yönelik iddiaları kesin bir dille yalanladı. Polisin yönelttiği 15 sorudan birisinin de “PKK’den tehdit aldınız mı?” olduğu öğrenildi. Ancak 4 saat süren ifadede Tatlıses’in yanıtı “PKK’den hiç tehdit almadım” şeklinde oldu.

Tatlıses olay gecesini de şöyle anlattı: “Hayranlarımla fotoğraf çektirdikten sonra otomobile bindim. Otomobil hareket halindeyken bir otomobil geliyordu. O otomobile yol verdik. Tam arkamı dönüp asistanıma bir şey söylecekken saldırı oldu. Daha sonradan yol verdiğimiz aracın benim saldırganlarım olduğunu öğrendim.”

Tedavi gördüğü Darüşşafaka Cemiyeti'ne ait merkezindeki odasında müşteki olarak ifadesini alan polislere Tatlıses ayrıca saldırganlardan şikayetçi olduğunu söylerken, “Abdullah Uçmak saldırı öncesinde sizi tehdit etti mi?" sorusuna ise "Hayır son olaydan önce Abdullah Uçmak beni tehdit etmedi" şeklinde yanıt verdi. 1998 yılından bu yana süren Abdullah Uçmak ile arasındaki husumeti de anlatan Tatlıses’ın kimseyi teşhis etmediği öğrenildi.

BASIN-AKP-POLİS’TEN ‘TATLI’ BİR YALAN!

Tatlıses suikastını fırsat bilen Türk medyası, olayı PKK’ye karşı bir karalama kampanyasına dönüştürmek istemişti. Başbakan Erdoğan ise “Bana saldırıdan önce gönderdiği mesajda AK Parti’den aday olmak istedi” şeklindeki sözleriyle Türk medyasının ekmeğine yağ sürmüş, hükümet-basın-polis el ele yalanın senaryosunu hazırlanmıştı.

Senaryo ise çok basitti; Tatlıses, 12 Haziran seçimlerinde BDP’den değil de AKP’den milletvekili adayı olmak istemiş, bunun üzerine PKK tarafından tehdit edilmişti. Tehditlere kulak asmayan sanatçı PKK tarafından cezalandırılmıştı. Kürt hareketine saygılı olan Tatlıses’in PKK tarafından vurulmak istendiği iddiasında zorlanan basın, bir büyük yalan daha ortaya atmış, yalan aleminde battıkça batıyordu.

Sözüm ona saldırı için zorlanan PKK, suikastı ülkücü mafya çetesinin lideri Abdullah Uçmak’a yaptırmıştı. BDP’ye operasyon yapmak için fırsat kollayan polis de boş durmamış, birçok BDP’li gözaltına alınmıştı. Hatta olayın ardından gözaltına alınanlardan BDP PM Üyesi Ruşen Mahmutoğlu'nun suikasttan değil de "Örgüt üyeliği"nden tutuklandığı ortaya çıktı.

BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ise sanatçı İbrahim Tatlıses suikastı ile ilgili partilerinin ağır itham altında bırakıldığını söylemişti. Kopartılan fırtınan ardından açıklama yapan Beştaş "Bu komployu hazırlayanlar, komployu titizlikle hazırlamışlar. Buna baktığımızda, AKP'nin partimize karşı her yolu denediği ortadadır. Amaçlanan partimizin karalanması ve seçimlerdir. AKP, Tatlıses olayı ile ilgili partimizi karalayacak kadar düşmüştür" şeklinde konuşmuştu.

‘CADI KAZANI’ BOŞA KAYNADI!


Olayın ertesi günü açıklama yapan KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı “33 yıllık PKK tarihi boyunca, PKK hangi sanatçı ve yazarı vurmuştur?” Türk basınına ve hükümete sorusunu yöneltiyordu. Ağır yaralanan Tatlıses’e saldırıyı kınayan KCK’nin “İbrahim Tatlıses Kürt halkının özgürlük davasına ve özgürlük hareketine hep saygılı davranmayı bilmiştir” açıklaması saldırının kimler tarafından yapıldığına dair ipucular da veriyordu.

Basının Tatlıses suikastını PKK’ye mal etmesi ise o dönem tesadüf değildi. 12 Haziran seçimleri öncesinde AKP ‘yandaş’ ve ‘ulusalcı’ basınla ortak Kürtler ile PKK’ye karşı karalama kampanyası başlatmış, ‘cadı kazanı’ yine kaynıyordu. Senaryo yine bildikti; “PKK, Kürt aydınlarını ölümle tehdit ediyordu.” Tatlıses’in yanı sıra en önemli malzeme ise sanatçı Şivan Perwer’in TRT-6’ya gideceği ve PKK tarafından tehdit edildiği yönündeki iddialardı.

Roj TV Avukatı: Bu Dava AİHM'e Giderse Danimarka Altında Kalır


Danimarka tarihinde bir ilk olan Roj TV davasının ikinci duruşması da sert tartışmalarla geçti. Savcı, Wikileaks belgelerini görünce “konsantremi bozmayın” dedi, Roj TV avukatı ise savcının davayı ajan ve itirafçıların ifadeleriyle sürdürdüğüne dikkat çekerek, “Bu dava AİHM’e giderse hem siz hem de Danimarka altında kalır” diye uyardı.

Roj TV davasının ikinci duruşması bu sabah 09.30’da başladı. Çok tartışmalı davada, Türkiye-ABD-Danimarka üçgeninde Roj TV üzerine yapılan pazarlıklar gündeme getirildi, Ocak 2011’de yayınlanan Wikileaks belgeleri mahkemeye sunuldu. Savunma avukatı Biorn Elmquist, davanın düşünce özgürlüğü davası olduğunu belirtti. Avukat sunumunda, Roj TV üzerindeki pazarlıkları anlatırken, ABD’nin Danimarka eski büyükelçisi James P. Cain’in tanık olarak dinlenmesini istedi. Avukat ayrıca, Osman Baydemir, Leyla Zana, Haluk Gerger, Kerim Yıldız, Hakkari eski belediye başkanı Metin Tekçe, Yüksekova eski Belediye Başkanı Salih Yıldız ve Danimarkalı gazeteci Jacop Sunssen’in de tanık olarak mahkemeye davet edilmesini istedi.

Savcı Leyla Zana ve Osman Baydemir’in dinlenmesine gerek olmadığını, zira sözkonusu olanın Kürtlerin durumu ve statüsü olmadığını belirterek itiraz etti.

Savcı ise Roj TV’nin dağda gerilla ile röportaj yaparak doğrudan propaganda yaptığını ileri sürerken, bunu Danimarka Medya Sekreterliği’ne anlatamadıklarını söyledi. Savcı Medya Sekreterliği’nin nasıl ki 1999’da İngiltere Med TV’nin, 2004’te ise Fransa da Medya TV’nin yayınını durdurduysa, benzer şekilde karar almasını istedi. Ancak neden böyle bir karar almadığını anlamadıklarını sözlerine ekledi.

WİKİLEAKS SAVCI’NIN KONSANTRESİNİ BOZDU

Wikileaks belgelerini kimin doğrulayacağını soran savcı, “Hillary Clinton mu? Collin Powel mi?” derken, Roj TV avukatı Wikileaks belgelerini gösterdiğinde savcı öfkelenerek tepki gösterdi ve burada Danimarka’nın dedikodusunun yapıldığını savundu. Savcı, Roj TV tarafına dönerek “benim konsantremi bozmayın” dedi.

BU DAVA AİHM’E GİDERSE DANİMARKA ALTINDA KALIR

Bunun üzerine savunma avukatı, “Bu dava AİHM’e giderse hem siz hem de Danimarka altında kalır. Ben bunlar gibi sokak ağzıyla konuşmayı sevmiyorum” diye karşılık verdi.

ROJ TV HABER VERİYOR ÇATIŞMAYI KÖRÜKLEMİYOR

Savunma avukatı savcıların izlettiği görüntüler ve öne sürdüğü iddiaların çatışma ortamını yansıttığını ifade ederek, “O halde tarafları getirelim, konuşsunlar. Olaya şahit birçok kişi var. Kim kiminle çatışıyor soralım ve açığa çıksın. Roj TV haber yapıyor, çatışmayı körüklemiyor” dedi.

“LEYLA ZANA’YI ÇAĞIRALIM ANLATSIN”


Danimarka istihbarat raporunda PKK’nin Kürt siyasetçileri vurduğunun iddia edildiğine dikkat çeken avukat, “Ben PKK’nin böyle bir şey yaptığını duymadım. O zaman çağıralım Leyla Zana’yı, dünyanın tanıdığı bu Kürde soralım. PKK böyle bir şey yapmış mı yapmamış mı?”

İSTİHBARAT RAPORU YALAN VE ASPARAGAS

İstihbarat örgütü PET’in yalan ve asparagas raporlar hazırladığını, tarafsız bir rapor olmadığını kaydeden savunma avukatı, “Raporda Roj TV kriminalize edilmek isteniyor. Kim para vermiş, nasıl vermiş yok. Oysa kimin parayı verdiği belli ve belgelidir. Parayı veren imzalayarak vermiş” dedi.

Savcıya, “Siz iki polis ve ajanların raporları ile davayı sürdürmeye çalışıyorsunuz” diyen savunma avukatı, “Çok basit ve kabul edilemez bir durum. Ben burada PKK avukatı değilim. Roj TV avukatıyım ama siz PKK’ye karşı istihbarat örgütü PET’in raporlarını getiriyorsunuz” diye konuştu.

Avukat, savcının tanık olarak gösterdiği itirafçıları kabul etmediğini vurgulayarak, “Bunlar itirafçılar. Türkiye’de ne iş yaptıklarını, ne ceza aldıklarını, kaç kişi öldürdüklerini, Türk istihbaratının ne işler yaptırdıklarını anlatmışlar mı?” diye sordu.

DANİMARKA TARİHİNDE BİR İLK

Bu davanın uluslar arası bir dava olduğunu ve Danimarka tarihinde bir ilk olduğunu kaydeden avukat, “Bizim tanıklar gelsin ve dinlensinler. Bu gerçeği anlatsınlar. Bunlar siyasetçi, akademisyen ve insan hakları savunucularıdır. İddia makamının şahitleri ise ajan ve itirafçılardır” diye ifade etti.

Bir sonraki duruşma Perşembe gününe ertelendi. Tanıkların dinlenip dinlenmemesine de üçüncü duruşmada karar verilecek.

Foti Benlisoy: Türkiye Tampon Bölge Kuruyor

Türkiye'nin Suriye politikasını değerlendiren Foti Benlisoy, ''Türkiye'de ordudan AKP'ye egemen çevreler, Suriye'de bir tür tampon bölge oluşturmak gibi bir yolu izleyebilir. ABD ve Türkiye Suriye’de kontrollü bir şekilde Esad’ın zayıflaması istiyor. Türkiye Suriye ile ilişkisini Kürt hareketinin oradaki gelişmelerden nasıl etkileneceği üzerine tartıyor'' dedi.

Araştırmacı-tarihçi Foti Benlisoy, Suriye’de devam eden şiddet sarmalı sonrasında ortaya çıkacak olan belirsiz durumdan dolayı aslında ABD, İsrail ve Türkiye’nin Esad rejiminin hızla çözülmesinden yana olmadığını söyledi. Benlisoy, Türkiye’nin Suriye konusunda bir tampon bölge oluşturmak seçeneği üzerinde durduğunu söyledi.

Ortadoğu ve Arap baharı konusundaki yazıları ve tarihsel olaylara ilişkin çalışmalarıyla bilinen akademisyen Foti Benlisoy ile Arap baharı ve Suriye konularını konuştuk.

* Öncelikle Arap baharı olarak adlandırılan ve birçok Arap ülkesinde iktidarları tahtından eden halk hareketleriyle başlamak istiyorum. Tunus, Mısır, Yemen, Libya gibi ülkelerdeki bu ayaklanmalar, halkların özgürlük taleplerini yerine getirecek devrimci karaktere sahip mi? Yoksa dışarıdan yapılan bir takım emperyal yönlendirmeler mi ağırlıkta?

- Bu husus başından itibaren oldukça popüler bir tartışma başlığı oldu. Hatta Türkiye’de haddinden fazla tartışıldı diyebilirim. Aralık ayında Tunus’ta başlayan gösterilerle birlikte geniş bir bölgeye yayılan kitle hareketlerinin otantik bir halk hareketi olup olmadığı, başka bir ifadeyle dışarıdan koordine edilen bir planın gerçekleştirilmesi olup olmadığına dair hararetli tartışmalar gerçekleşti, gerçekleşmeye devam ediyor. Bence Arap Baharı olarak adlandırılan devrimci sürecin, yani Mağrip’ten Maşrık’a geniş bir coğrafyada tanık olduğumuz halk ayaklanmalarının en önemli özelliği, tamamen yerli dinamiklerden kaynaklanan hareketler olmasıdır. Elbette bölgede emperyalist müdahalelerin çok uzun bir geçmişi var. Dolayısıyla ne zaman bölgeyle ilgili gelişmelerle karşı karşıya kalsak, bunların berisinde bir komplo ya da kumpas aramak durumunda kalıyoruz. Bu sanırım bizi biraz paronayaklaştırdı. Tarihsel, toplumsal süreçleri komplo teorileriyle anlamaya ve açıklamaya dönük bir eğilim bizde adeta kalıcılaştı. Bu anlamda aşağıdan gelişen bu kitlesel hareketlenmeler başladığında, bizde çok büyük bir kesimin hemen bunların arkasında emperyal bir “master plan” aramasını biraz patetik bir durum olarak değerlendiriyorum.

Bu arada vurgulamak gerek: Söz konusu süreci tarif ederken devrimden ziyade, devrimci süreç tabirinin kullanılmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yani bitmemiş, tamamlanmamış, ucu açık bir tarihsel süreç. Esas itibariyle devrim siyasal bir olgudur. O güne değir siyasal sistem tarafından dışlanmış, sesi kısılmış geniş yığınların o dışlandıkları siyasal sistemi özgüçleriyle işgal etmeleri, o alanı kendi talepleriyle ele geçirmeleridir ya da buna hamle etmeleridir. Devrimci bir süreç, siyasal alanın yerleşik kalıplarını aniden sarsan, yeni sosyal aktör ve taleplerin beklenmedik bir şekilde sahneye çıkmasına neden olan bir kırılma, bir kopuşla mümkün olur. Bu anlamda da daha önce gündemde olmayan, tasavvur edilmesi dahi zor ihtimal ve imkanları açığa çıkarırlar. Tunus’taki rejimin düşüşü, Mısır’da Mübarek’in makamını terke zorlanması, bir yıl önce tahayyül edilebilecek şeyler değildi. Devrim tamamlanmış, bitmiş bir hadiseye tekabül eder, oysa devrimci süreç ucu açık bir tarihsel dönemi imler. Çok farklı alternatiflerin gündemde olduğu, neticesi ancak güç ilişkilerinde yaşanacak değişimlerle tayin edilebilecek belirsiz bir süreç söz konusu olan.

Bölgedeki güç ilişkilerini derinden sarsacak ciddi hadiseler yaşanıyor. Bilindiği gibi, Tunus ve Mısır’da süreç çok hızlı gelişti. Neticede Mübarek ve Bin Ali gitti ama rejimleri gitmedi. Her iki ülkede de eski rejimin ne kadarının ayakta kalmaya devam edebileceğini, liberal kimi kozmetik müdahalelerle her şeyin eskisi gibi mi devam edeceğini, yoksa sürecin daha da radikalleşeceği göreceğiz. Ama ne olacağını kestirmek mümkün değil, mümkün olan şu; artık eskisi gibi bir bölge olmayacak. Ortaya çıkan yeni güçlerin nasıl bir yeni statüko oluşturacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Biraz önce belirttiğim gibi, özellikle solda, bu hareketlere karşı mütereddit bir tavır var. Bunun pek hayra alamet olduğunu düşünmüyorum. Siyasetin uzunca bir müddettir dini, mezhebi ve etnik gerilimler etrafında şekillendiği, emperyal müdahalelerin belirleyici bir rol oynadığı böyle bir coğrafyada birden bire karşımıza geniş tabanlı, siyasal demokrasi ve sosyal adalet taleplerini dile getiren, seküler ve bütünüyle yerli kitle hareketlerinin devreye girdiğini görüyoruz. Bunun bölgenin son otuz yıllık tarihindeki belki de en hayırlı gelişmelerden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Halk ayaklanmalarının yarattığı muazzam bir dinamizmle, bu devrimci sürecin açığa çıkardığı ciddi bir kitle enerjisiyle karşı karşıyayız. Yeni bir kuşak bu hareketler içerisinde siyasallaştı. Mısır’da Mübarek’in koltuğunu bırakmasının ardından çok sayıda bağımsız sendika kuruldu. Başta bu iki ülke olmak üzere, yeni bir Arap solunun doğduğundan bahsetmek mümkün. Bu v benzeri gelişmeler karşısında bizim solun bu kadar mütereddit davranıp gelişmelerin arkasında illa ki bir emperyal entrika arayışını problemli buluyorum. Bu kadir-i mutlak emperyalizm anlayışının, yani bölgede yaşanan her gelişmenin mutlaka emperyal bir planlamanın ürünü olabileceğine dair algının tersinden bir oryantalizm ürettiğini düşünüyorum. Yani bu coğrafyadaki halk yığınlarına bir faillik atfetmemek, onların kendi kaderlerini tayin etme noktasındaki kolektif güçlerini küçümsemek, onların ancak bir emperyal vesayet altında hareket edebileceğini varsaymak gibi bir durum söz konusu oluyor.

Önemli bir nokta da şu: sadece bölgeyi alakadar eden bir hadise değil bu. Tunus ile başlayan sürecin dünya ölçeğinde ezenlerle ezilenler arasındaki güç dengesinde pozitif bir kaymaya neden olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı küresel ölçekte siyasal tahayyül dünyasında ciddi bir kırılmaya vesile oldu. İspanya ve Yunanistan’daki öfkeliler hareketinde ABD’de Viskonsin’deki işçi eylemliliklerinde hep Arap Baharı’nın sembolizmine başvurulduğunu gördük. Bu bir tesadüf eğil. Arap devrimci süreci önemli bir esin kaynağı oluyor dünyaya. En önemli noktası bu bence. Yani sıradan insanların, bütün olumsuz koşullara rağmen, kendi kaderlerini ellerine almaya dönük kolektif enerjilerinin gücünü ortaya koyan bir örnek teşkil ediyor. Bize alttakilerin kolektif eyleminin tarihi dönüştüren temel güç olduğunu, dayanacağımız yegane gücün bu olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla geniş bir coğrafyada mücadele etmek isteyen insanlar açısından özgüven kazandırıcı bir yanı var. Mesela sürecin son olarak ve hiç beklenmeyen bir biçimde İsrail’e sirayet etmiş olması çok önemli. Ülkede son haftalarda gelişen sosyal adalet temelli kitlesel muhalefet hareketinin Arap Baharı’ndan esinlemiş olduğu aşikar. Bütün kısıtlarına, yani İsrail’in Filistin’i sömürgeleştirmeye dönük siyasetini hiç değilse henüz problematize etmemesine rağmen bu hareket çok önemli. Yani insanlar İsrail sokaklarında Arapça slogan atabiliyor ya da Mısır bayrakları taşıyabiliyor. Hareket gelişir ve Filistinlilerin mücadele ve talepleriyle bir rezonans içine girebilirse bunun bölgedeki dengeler açısından çok ciddi sonuçları olabilir.

* Mısır olaylarının da durulması ile birlikte şöyle bir tartışma yapıldı kimi çevrelerce; Mısır üzerinden Ortadoğu’ya yeni bir Türkiye modeli, yani kapitalizme İslam eliyle bir cila çekileceği ya da abdest aldırılacağı şeklinde görüşler var. İşte Müslüman kardeşler en son AK Parti’nin Mısır ayağını kuruyor vs.

- Bu daha çok Mısır’da Müslüman Kardeşler üzerinden yürütülen bir tartışma. Yani Müslüman Kardeşler’in AKP tipi bir evrim yaşayarak uluslararası sistemin mevcut hiyerarşisiyle uyarlı bir konuma geleceği, ılımlı İslam çerçevesinde ABD’nin bölgedeki çıkarlarına daha uygun bir yapılanmaya evrileceği söyleniyor. Daha doğrusu bütün bu gelişmelerin ardında bölgede ABD’nin âli çıkarlarına uygun bir ılımlı İslam iktidarları yaratmaya dönük bir master planın söz konusu olduğu ima ediliyor. Mesela Tunus’taki İslamcı el Nahda partisi de benzer bir örnek olarak öne sürülüyor.

Burada bir parantez gerekli: Aslında Mısır’da rejim, Mübarek ve Müslüman Kardeşler arasında adeta bir masa altı mutabakatla devam ediyordu. Yani Müslüman Kardeşler siyasal alandan dışlanırken diğer yandan da sosyal ve kültürel alanlarda önü açılıyordu. Bu Mübarek’in karşı olduğu bir durum değildi. Tam tersine bir mutabakat çerçevesinde gerçekleşen bir olaydı. Müslüman Kardeşler’in ülkedeki eski rejim sırasındaki bu özgün konumu, onun ülkede ocak sonunda başlayan gösterilere ilk başta katılmamasının da bir nedeniydi. Müslüman Kardeşler ancak tabanındaki genç aktivistlerin etki ve zorlamasıyla devrimci sürece katıldı. Mübarek’in devrilmesinin ardından Müslüman Kardeşler ülkede kontrolü elinde tutan ordu ve eski rejim taraftarlarıyla bir uzlaşma arayışında. Müslüman Kardeşler de tıpkı ordu gibi devrimci sürecin daha da radikalleşmesinin önünü almaya çalışıyor. Dolayısıyla Müslüman Kardeşler’in devrimci süreci tıkamaya, onu sınırlı bir çerçeveye hapsetmeye dönük girişimlerine şahit olacağız. Ancak böyle bir tutum, homojen bir oluşum olarak addetmememiz gereken Müslüman Kardeşlerin tabanında da ihtilaf ve hatta kopmalara neden olabilir.

Ancak Müslüman Kardeşlerin ordu ve eski rejim taraftarlarına yaklaşması ülkede yaşananları masa başında kotarılmış bir Amerikan oyunu olarak gören anlayışı doğrulamaz. Basit gerçek, ABD açısından Mısır’da Mübarek rejiminin devrilmesinin ciddi bir risk olduğuydu. Mübarek rejimi ABD’nin bölgedeki Suudi Krallığı ve İsrail gibi önemli dayanaklarından bir tanesiydi. Dolayısıyla Mübarek rejiminin düşmesi ABD için riskli bir durum yaratmıştır. Görünen, Mısır’daki gelişmeler ne olursa olsun, açığa çıkan sokak muhalefeti nedeniyle Mübarek tipi bütünüyle ABD çıkarlarına bağımlı bir siyasal yapının söz konusu olamayacağı. Yani ordu halen devam eden ve devrimci sürecin derinleşmesini talep eden sokak muhalefetini ezmediği müddetçe, eskisi gibi ABD’ye göbekten bağlı bir siyasetin uygulanması çok da kolay olmayacaktır. Her şeyin altında bir ABD tezgahı aramadan önce bu basit gerçekleri hatırlamak gerekli.

* Suriye’ye gelecek olursak… Bildiğin gibi orada hala bir ayaklanma ve şiddet durumu söz konusu. Suriye’deki gelişmeler de bu Arap baharının bir etkisi mi, Suriye halkları oradan mı esinlendi, yoksa geçmişten beri Kürtlerin öncülük ettiği isyanın da etkisi var mı? Orada zaten bir muhalefet vardı?

- Arap baharı ile daha bağlantılı. Qamışlo isyanı Suriye’deki Kürt halkının öznesi olduğu bir hareketti. Arap isyanları ise Suriye’nin bütün unsurlarını etkileyen bir bağlam yarattı. İsyanın başlamasına neden olan hadise de bunu doğruluyor zaten. Bir grup çocuk sanırım Dara kentinde okul duvarına Arap ayaklanmalarının meşhur “halk rejimin gitmesini istiyor” sloganını yazıyor. Bunun üzerine çocuklar gözaltına alınıp işkence görüyorlar. Bu hadisenin duyulmasıyla gösteriler başlıyor. Arap Baharı’nın bölgede siyasal imgelemde yarattığı etki çok önemli. Yani Mübarek’in ve Bin Ali’nin bir halk hareketiyle düşmüş olması, diğer ülkelerdeki insanlara da bir özgüven veriyor; biz de yapabiliriz inancını aşılıyor. Dolayısıyla Arap Baharı’nın yarattığı etki açık.

Bu arada hızla diktatörleri devirmeyi başaran Tunus ve Mısır örneklerinin bölgedeki bir dizi ülkede tekerrür etmediğini de hatırlamak gerek. Mesela Libya. Gösteriler başladı, demokrasi ve siyasal haklara ilişkin talepler dillendirildi. Buraya kadar Tunus ile Mısır örnekleriyle büyük bir benzerlik söz konusuydu. Ancak Libya’da süreç hızla militarize oldu ve bir iç savaş durumuna gidildi. Daha kötüsü ise emperyalist müdahale ile birlikte Libya’da muhalefet ‘yozlaştı’. Daha doğrusu muhalefet içerisinde emperyalist merkezlerle uzlaşı arayışında olan ve çoğu aslında Kaddafi rejiminin eski simaları olan figürlerin etkisi belirleyicilik kazandı. Dolayısıyla Libya, emperyalist müdahaleciliğin bir halk hareketini nasıl kontrol altına alıp yozlaştırabileceğinin bir örneği olarak karşımızda duruyor.

Bahreyn örneği var mesela. Orada Şii çoğunluğu sistematik ayrımcılığa tabi tutan rejime karşı demokratik muhalefet Suudi Krallığı ve Körfez ülkelerinin birleşik müdahalesiyle sona erdirildi. Suudi Krallığı, olayların ülkesinin güneyindeki Şii topluluklara da sirayet edeceği korkusuyla Bahreyn’deki muhalefeti ezdi. ABD ve uluslararası topluluk ise bu müdahale karşısında sessiz kaldı. Bu da bir diğer örnekti. Tunus ve Mısır örnekleri bütün bölgede kitle hareketlerini kışkırtıp radikalleştiren bir etkiye sahip oldu. Libya ve Bahreyn örnekleri ise Arap Baharı’nın yaşadığı ilk geri adımlardı.

Suriye ise bir başka örnek. Nasıl şekilleneceğini bilemiyoruz. Bir yandan muhalefet giderek güçleniyor. Ama diğer yandan Beşar Esad hala belli bir güce sahip. Hâlâ arkasında önemli bir toplumsal taban olduğunu söylemek mümkün. Suriye’nin bir özgünlüğü söz konusu. Bölge ülkeleri içinde kendini bir tür anti-emperyalist kamp içinde tanımlıyordu. En azından söylem düzeyinde kendisini, hem ülke içinde hem de dışında, emperyalizme ve siyonizme karşı mücadele eden Arap milliyetçiliğinin bir devamcısı olarak meşrulaştırıyordu. Ama gerçekte ne olduğu başka bir şey tabi. Dolayısıyla hadiseler başladığı andan itibaren Esad sürekli olarak muhalefete geçenlerin ABD ve İsrail ajanları olduğunu vurgulayarak, protestoların arkasında emperyal kışkırtmaların olduğunu söyleyerek bu kartı oynamaya çalıştı. Maalesef hem bölgede hem de Türkiye’de bazı sol güçler Esad rejiminin bu söyleminden fazlasıyla etkilenerek rejimin arkasına dizilebiliyorlar. En iyi örnek Lübnan Komünist Partisi; Esad rejiminin anti-emperyalist söylemi dolayısıyla halk hareketinin karşısında rejimi destekler bir konuma sürüklendi. Yine sol değil ama elbette ciddi bir güç olan Hizbullah doğrudan Esad rejiminin yanında yer aldı.

Esad’ın konumunu meşrulaştırmaya dönük bir başka argümanı, rejimin çözülmesi durumunda ülkede mezhep temelli bir iç savaşın çıkacağı ve radikal İslamcıların iktidara geleceği. Ülkede ciddi bir alevi-Nusayri nüfus, Dürzü, Hristiyan ve Kürt nüfus var. Esad kendisini Selefi ya da Radikal İslamcı bir rejim olasılığına karşı Aleviler, Dürzüler ve Nusayriler gibi önemli azınlık gruplarının koruyucusu olarak sunuyor. Ben gidersem mezhep çatışması başlar ve İslamcılar gelir diye bir söyleme sahipti. Sünniler dışındaki grupların ülkede yaşama olanağı kalkar diyordu.

ESAD YAVAŞ YAVAŞ İNTİHAR EDİYOR.
* Bu söylemi bu azınlık grupları nezdinde ne kadar tutuyor?

- Kısmen tutuyor maalesef. Fakat şu tuzağa düşmemek lazım. Bizde bu hata çok yapılıyor. Esad rejimi bir Alevi rejimi değil. Esad ve ailesinden oluşan bir kast, askeri ve siyasi karar alma merkezlerinde hakimiyet kurmuş bir grup var elbette. Ama tüm Alevilerin iktidarda, karar alma merkezlerinde olduğunu söylemek yanlış. Yine aynı şekilde muhalefetin yalnızca Sünnilerden oluştuğunu söylemek de yanlış. Başından beri muhalefet, en azından büyük bölümü, kendilerini Sünni Müslümanlık çerçevesinde, yani mezhebi temelde tarif etmiyor. Mezhebi kavgaya karşı olduklarını söylediklerini ve kendilerini Suriye’nin bütünlüğünden yana tarif etiklerini görüyoruz. Dolayısıyla meseleyi Alevi-Nusayri rejime karşı ayaklanan Sünni ahali basitliğinde değerlendirmek büyük bir yanlış olacaktır.

Açıkçası Esad mezhep çatışmasına oynuyor. Bunu kışkırtarak bir kaos görüntüsü yaratmayı ve böyle bir çatışma ortamından zarar görecek toplumsal kesimleri, en başta kimi azınlık gruplarını yanında tutmaya çabalıyor. Bunda şimdiye kadar çok da başarılı olamadı. Bir grubu başka gruba kırdırma durumu Esad’ın oynayacağı son koz olabilir. Benden başka alternatif yok demeye getirmeye çalışabilir ama bunun pek mümkün olmayacağını düşünüyorum. Rejimin yavaş yavaş intihar ettiğini söyleyebiliriz.

* Esad’ın intiharı sayılan bu son kozu, azınlıkların bir kısmında olur görmezken, Sünnilerden de tepki alıyor mu?

- Elbette. Ama halihazırda sessiz bir kesim var, tarafını seçmemiş. Özellikle Halep ve Şam gibi merkezlerdeki Sünni orta üst sınıflar. İş adamlarından beyaz yakalı profesyonellere kadar uzatabiliriz bu kesimi. Bir önceki dönemde istifade de eden bu gruplar istikrar adına şimdiye kadar sessizliklerini korudular. Yani Esad/Baas rejimi onlar adına bir tür istikrar garantisiydi cidden. Bu durum hızla değişiyor. Beşar Essad bu kesimler, yani Sünni orta üst sınıflar açısından bir yük, hem de taşınması oldukça pahalı bir yük haline geliyor. Bu kesimlerin nasıl bir tutum alacağı, muhalefete katılıp katılmayacağı bu anlamda da Halep ve Şam gibi merkezlerde muhalefetin sesinin daha çok çıkmasına yansıyıp yansımayacağını göreceğiz.

Esad bu beş aylık süreç içerisinde zaman zaman reform mesajları verdi. Ama komik olan şu ki hep geç kalan açıklamalar yaptı. On gün önce bir açıklama yaptı işte kısıtlı da olsa çok partili sisteme geçilebileceğini söyledi. Olayların başında bunu söylese buraya varmamış olabilirdi. Ama yarattığı o şiddet sarmalı reformların üzerinden geçti ve kitleleri radikalleştirdi. Sömürge sonrası Arap rejimlerinin ciddi bir iç güvenlik aparatı vardır. Suriye bunun bariz bir örneği. Cumhuriyet Muhafızları ve Muhaberat aygıtları halkın terörize edilip sindirilmesinde çok etkinlerdi. Bunların yarattığı bir korku ortamı vardı. Ama şöyle bir riski var rejimler açısından ve son süreçte bunun çok sayıda örneğini gördük: o korku bariyeri bir aşıldı mı, daha fazla şiddet, kitleleri radikalize ediyor. Arap Baharı’nda bunu gördük. Suriye’de özellikle gördük. Şiddet artsa da kitle susturulamıyor. Dolayısıyla reform vaadlerinden, açık baskıdan ve yukarıda saydığım kimi meşrulaştırıcı söylemlerin bir bileşiminden oluşan siyasi çizgisi, Esad’ın devamını garanti etmiyor. Bir pat durumu söz konusu. Muhalefet henüz Şam gibi yerlerde yeterli değil. Esad’ın arkasında hala büyük bir taban var. Ama Beşar Esad’ın buna rağmen hareket kabiliyeti giderek daralıyor. Uluslararası alanda giderek yalnızlaşıyor.

Oysa aslında Esad’ın avantajı, sürecin başından itibaren kimsenin, hatta İsrail gibi muarızlarının dahi ona git diyecek konumda olmamasıydı. Mesela Esad’ın sert İsrail karşıtı söylemine karşın İsrail Esad’ın gitmesini istemiyor. Çünkü o rejimin oluşturduğu bir denge durumu var. Bunun akabinde orada ne çıkacağı garantisi yok. Bundan ABD’de korkuyor, İsrail de İran da Türkiye de kendi nedenlerinden dolayı Suriye’de rejimin hızla çözülmesinden, çökmesinden ve bunun yaratacağı sarsıntılardan endişe duyuyor. Türkiye söz konusu olduğunda bilindiği gibi Öcalan’ın gönderilmesinden itibaren zaman içinde derinleşen bir ciddi stratejik partnerlik durumu oluşmuştu iki ülke arasında.

* Başını İngiltere’nin çektiği bazı AB ülkeleri askeri müdahalenin masada olduğunu duyurdu. Bu Esad’a karşı kullanılan bir taktik mi? Müdahale olasılığı nedir? Özellikle de Türkiye’nin dahil Esad’a karşı kullanılan bir taktik mi? Müdahale olasılığı nedir? Özellikle de Türkiye’nin dahil olabileceği?

- Ben askeri bir müdahalenin kısa vadede gündeme gelebileceğine inanmıyorum. Çünkü Libya örneği var ortada. Yakın zamanda Libya muhalefetinin yeni bir karşı saldırısı başladı ama buna rağmen bir uzatmalı iç savaş durumu söz konusu. Böyle bir olumsuz örnek var emperyalist güçler açısından. Yani Libya’da askeri müdahalenin kolay ve hızlı sonuç alamaması olumsuz bir örnek oluşturuyor emperyalist merkezler açısından. İkincisi, az önce değindiğim gibi, Esad rejimi sonrasında ne olabileceğine dair bir garanti yok. Esad’a karşı olan muhalefetin Şam Deklarasyonu gibi belli açıklamaları var, Ulusal Demokratik Birlik gibi çeşitli eğilimleri birleştiren gevşek yapılanmalar falan var fakat bu muhalefetin kimlerden ve hangi güçlerden oluştuğu, kimin etkin olduğu, emperyalistlerle ne tür bir işbirliğine gireceğine dair bir açıklık yok ortada. Müdahalenin ardından ne geleceği garantisinin olmayışı, onları frenliyor ve Esad’ı sürekli reform dayatmasında bulunmalarına neden oluyor. Beşar Esad artık tümüyle bir baskı ve şiddetle bu işi bitirmeye dönük bir girişim yaparsa bu durum, yan, müdahaleye dair değindiğim tereddüt değişir mi? Ben yine olanaklı olacağını düşünmüyorum. BM’den bir müdahale kararı çıkması çok güç. Çin ve Rusya muhalif. ABD ve AB arasında görüş farklılıkları var. AB ve ABD içinde hala ekonomik yaptırımlar meselesi var. Ayrıca ABD’nin şu an sürüklendiği borç krizi varken yeni bir askeri serüveni nasıl göze alabileceğini bilemiyorum.

* Peki emperyalist ülkeler en sert finansal yaptırım seçeneğini uygulasa bile Esad ne kadar köşeye sıkışabilir ki?

- İktisadi yaptırımlar eğer rejimin önemli simalarının mesela banka hesaplarının dondurulması, finans ilişkilerinin askıya alınmasını falan aşarsa, daha genel bir ekonomik ambargoya dönüşürse sıkıntı yaratır. Mesela Irak örneğinde gördük ki bu yaptırımlar rejimin değil, tam tersine halkın kolektif bir biçimde cezalandırmasına neden oluyor. Irak’ta 91’de sonra uygulanan ambargodan dolayı ilaçsızlıktan onbinlerce insanın öldüğü söylendi. Böylesi bir yaptırımın, rejimi değil halkı hedef alan bir uygulamanın yanında olmamak gerekiyor. Kuşkusuz uluslararası çerçevede Beşar Esad’a daha çok baskı uygulanması lazım. Basın yayın kuruluşlarının Suriye’ye girebilmesi, Kızılhaç gibi yardım kurumlarının girebilmesi ve çatışmalardan zarar gören sivil halka yardım etmesi gibi meselelerde mutlaka baskı oluşturmak lazım. Ama bu meseleyi çözecek olan Suriyelilerin kendisidir. Esad’ın bugünden itibaren izleyebileceği iki yol var: ya muhalefetle anlaşacak, ki o sınırın aşılıp aşılmadığından emin değilim, ya da kendi durduğu yerden daha da şiddetlenen bir baskı politikası yürütecek. Bunun işaretlerini görüyoruz. Bunu yaparsa ülke bir kaosa sürüklenebilir, mezhep çatışmalarını kışkırtabilir ve kanlı bir sürece götürebilir. Böyle bir durumda uluslararası bir müdahale gündeme gelebilir mi? Olabilir. Ama şu anda bunun küresel ve bölgesel güçler açısından cazip bir seçenek olduğunu düşünmüyorum. Çıkarları henüz böyle bir kararı gerektirmiyor.

TÜRKİYE TAMPON BÖLGE OLUŞTURMA PEŞİNDE OLABİLİR
* Şimdi emperyalist batı ülkelerinin Suriye üzerindeki hesapları ile Türkiye’nin bazı hesapları birbirinden farklı. Türkiye adına mesela bir Kürt muhalefeti gerçeği var. Esad rejimine karşı geliştirilen tavır konusunda batı ve Türkiye nerelerde uzlaşıp nerelerde çatışır?

- Türkiye’de ordudan AKP’ye egemen çevreler, Suriye’de bir tür tampon bölge oluşturmak gibi bir yolu izleyebileceğini söyleyebilirim. Bunu da anti-terör-güvenlik söylemiyle ve göçmen akınını durdurmak gibi çeşitli açılardan meşrulaştırmaya soyunacaklar. Göçü sınır ötesinde durdurmak, o bölgede oluşacak kaos ortamında Kürt muhalefetinin kazanımlar elde etmesinin önüne geçmeye dönük bir müdahale yani. Az önce vurguladığım gibi, Türkiye Suriye ile özel bir ilişki geliştirdi son on küsür yılda. Ancak artık bu ilişki düzeyinin sürdürülebilmesi zor gözüküyor. Türkiye belli ki Esad’a şu mesajı veriyor açıktan: Bu oyunu artık eskisi gibi oynayamazsın, ya ciddi adımlar atarsın ya düşersin. Burada ABD çizgisiyle bir paralellik söz konusu. ABD de Esad rejiminin düşmesini istemiyor. Muhalefetle bir uzlaşı gerçekleşmesini ve onların “kontrollü geçiş” dedikleri bir çerçevenin oluşmasını istiyorlar. ABD halk ayaklanmasının muzaffer olmasını değil, Esad’ın biraz burnunun sürtülmesini istiyor. Zayıf ama başta kalan bir Esad, ABD’nin çıkarınadır. İsrail’e lafta da olsa kafa tutan bir Esad yerine, daha zayıf, ABD’ye daha bağımlı bir Esad daha çok çıkarınadır. Ama hızla çöken bir rejim, belirsizliğe sürüklenen bir Suriye ABD’nin çıkarına değildir.

Ayrıca şunu özellikle vurgulamak gerek diye düşünüyorum: ABD bölgede artık gerileyen bir güç. Dolayısıyla Arap Baharı’nı ABD’nin bölgeye dönük yeni bir hamlesi olarak değerlendiren ve daha önce tartıştığımız yorumlar bu açıdan da çok mantıklı gelmiyor. ABD Soğuk Savaş’ın sonunda ve Körfez Savaşı’yla birlikte bölgede yakaladığı belirleyici konumu, 2001 sonrasında Afganistan ve Irak’ın işgalleriyle taçlandırmıştı. Soğuk Savaş’ın hemen ardından söz konusu olan ve “tek kutuplu imparatorluk momenti” diyerek tanımlayabileceğimiz belirleyici konum giderek kan kaybediyor. Yani ABD bölgede yükselen bir güç değil artık. Bunu aklımızın bir köşesinde tutalım.

Başa dönersem, ABD ve Türkiye Suriye’de kontrollü bir şekilde Esad’ın zayıflaması ya da bu şekilde devreden çıkmasında birleşiyor. Burada bir çatışma yok. Ama Türkiye’nin tabi ki özel çıkarları var Suriye’de. Kürt meselesi var. Türkiye Suriye ile ilişkisini Kürt hareketinin oradaki gelişmelerden nasıl etkileneceği üzerine tartıyor. 91 ile başlayan 2003 ile biten Irak serüveni Türkiye’yi hayal kırıklığına uğrattı. Güney Kürdistan’da Kürtlerin uluslararası alanda tanınan bir statüye kavuşması, yani Türkiye Kürtlerini etkileyen bir “akraba devletin” oluşması Türkiye açısında ciddi bir kayıp olmuştur. Suriye’de böyle bir yöne gidilir mi kaygısı Türkiye egemenleri açısından mutlaka söz konusudur. Yani Suriye’de oluşacak belirsizliğin şu ya da bu şekilde Kürtlerin daha etkin olacağı bir yapıya evrilmesi, Türkiye için bir kabus. O yüzden süreç daha da şiddetlenirse bir tampon bölge oluşturma seçeneği devreye sokulabilir. Bu bir ihtimal elbette, ama dikkat etmemiz gereken bir ihtimal. Aslında Kürt sorununu böyle “emperyal” bir vizyonla, işte Osmanlı geçmişine falan referansla, yani sınır ötesine taşıyarak sözde çözme niyetleri Özal döneminden beri var. Sürekli olarak Kürt meselesini içeride değil de dışarıda ve askeri yollarla çözme seçeneği gündeme geliyor. Dolayısıyla bu seçeneği geçerli kılmaya dönük, insani müdahale kisvesi altında Türkiye’nin Suriye’de bir tampon bölge oluşturması ihtimalini besleyen milliyetçi ve emperyalist propagandaya karşı şimdiden mücadele etmek gerekiyor.

* Son olarak, Suriye İran’dan önceki son cephe mi, düşmesi gereken son kale mi? Böyle bir söylem var. İran’a girmeden düşmesi gereken son kale mi Suriye?

- ABD gerek Irak gerekse Afganistan’da hiç beklemediği bir şekilde İran’ı daha güçlü çıkardı. Buraların işgali İran’ı bir bölgesel aktör olarak güçlendirdi. Özellikle Irak’ta. Irak, İran etkisinin ciddi şeklide hissedildiği bir noktaya geldi. Dolayısıyla, ABD’nin bölgede gerileyen etkinliği de düşünüldüğünde bu seçenek zayıflamış durumda. ABD’nin yakın vadede İran’la doğrudan bir askeri hesaplaşma içerisine gireceğini, girebileceğini sanmıyorum. Suriye meselesi İran ve ABD arasında nasıl bir gerilime yol açar, net değil. Bir yumuşama olur mu sanmıyorum. Daha yakın zamanda Suriye’de İran’a büyük bir askeri üs verileceği açıklandı. İran Esad rejimini kendisi için bölgedeki ciddi bir ortak olarak görüyor ve düşmesini elbette istemiyor. Suriye’de yaşanacak gelişmelerin bölgede, örneğin Filistin’de ya da Lübnan’da ne gibi yankıları olacağını göreceğiz.

Mihri Belli'yi Kaybettik












Türkiye'nin en eski Komünist Lideri olan Mihri Belli hayatını kaybetti. Uzun süredir ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan 96 yaşındaki Mihri Belli yaşamını yitirdi.

Türkiye devrim hareketinin öncülerinden, Mihri Belli 96 yaşında İstanbul'da yaşamını yitirdi. Türkiye Komünist Partisi (TKP) MK üyeliği, İleri Gençler Birliği, TEP, ÖDP, SDP kuruculuğu, Yunan iç savaşına gerilla olarak katılan ve Demokratik Ordu saflarında tabur komutanlığı yapan, 68 gençlik hareketinde etkin rol oynayan son olarak da 2002 genel seçimlerinde Emek Barış Demokrasi Bloku İstanbul 1. bölgeden Milletvekili adayı olan Belli, toplam 11 yıl cezaevinde kalırken, 18 yıl da sürgünde yaşadı.

Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Mihri Belli 96 yaşında İstanbul'da yaşamını yitirdi. Solunum yetmezliği nedeniyle Erenköy'deki evinde yaşamını yitiren Belli'nin cenaze töreni programı belli olmazken, cenazesinin Perşembe veya Cuma günü defnedileceği belirtildi.

Barış, özgürlük ve halkların kardeşliği için mücadele dolu bir yaşam geçiren Mihri Belli, 1916'da Silivri'de dünyaya geldi. Babası Kurtuluş Savaşı yıllarında Trakya Direnişi'ni yönetenlerden Urfalı Mahmut Hayrettin Bey'dir. Marksist düşünce ve devrimci eylemle 1936'da iktisat okumaya gittiği Amerika'da tanıştı. Orada gençlik ve işçi hareketlerine katıldı. Bir süre Missisipi'de zenci yarıcılar arasında faaliyet gösterdi.1940'da Türkiye'ye döndü. TKP ile ilişkiye geçti. Tek parti yönetiminin olduğu Türkiye'ye döndüğünde, tek muhalefet partisi olan Türkiye Komünist Partisi (TKP), o sıralarda TKP'nin İstanbul İl Sekreteri olan ilkokul arkadaşı David Nea aracılığı ile illegal Türkiye Komünist Partisi'yle ilişki kurdu. TKP saflarında faaliyet göstermeye başladı. 1942 yılı sonlarında TKP'nin Merkez Komite (MK) üyeliğine getirildi.

1943-1944 yıllarında İstanbul üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Ordinasıus Profesör Fritz Neumark'ın asistanlığını yaptı. Orada İlerici Gençler Birliği'nin kurucu ve örgütleyicilerinden biri oldu. 1944'de İlerici Gençler Birliği koğuşturmasında tutuklandı, 2 yıl hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı.

1946'da yurtdışına çıktı. Yunan iç savaşına gerilla olarak katılarak, Demokratik Ordu saflarında tabur komutanlığına kadar yükseldi. Çatışmalarda iki kez yaralandı. Bulgaristan ve Sovyetler Birliği'nde tedavi gördü. 1950'de Türkiye'ye pasaportsuz girmekten ve tabanca bulundurmaktan tutuklandı ve kısa süre hapis yattı. Serbest bırakıldıktan sonra ertesi yıl, ünlü 1951 TKP tefkifatından tekrar tutuklandı ve 7 yıl hapis ve iki yıl dört ay mecburî ikamet cezasına mahkum edildi.

Mihri Belli ilk kez 1960'larda legal olarak, kendi adıyla konuşma ve yazma olanağını elde etti. "Türk Solu" ve "Aydınlık Sosyalist Dergi" adlı yayın organlarının yayınlanmasına yardımcı oldu. Bu dönemde de konuşma ve yazılarından dolayı iki kez tutuklandı, aylarca hapis yattı. Belli bu dönemde ünlü Milli Demokratik Devrim (MDD) tezlerini geliştirdi. Arkadaşlarıyla birlikte kitlesel bir nitelik kazanmaya başlayan gençlik hareketinin Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi liderleriyle ilişkiye geçti. MDD kısa süre içinde gençlik hareketi içinde belirleyici bir etkinlik sağladı ve Türkiye'de, Avrupa ve Amerika'dan farklı olarak, 68 kuşağı gençlik hareketinin devrimci ve Marksist bir nitelik kazanmasında belirleyici rol oynadı. 1962 yılında SBKP, merkezi Türkiye'de olan TKP'ye yurtdışında toplanan KP konferanslarına katılmak üzere bir Dış Büro kurulmasını önerdi. Büroyu yönetecek kişiyi de kendisi tayin etti. 12 Mart 1971 darbesinin ardından yakalanmamak için yurt dışına çıktı. Bir süre Filistin Kurtuluş Örgütü'nün konuğu oldu. Ardından Türkiye'ye giriş yaptı. Ama birkaç ay sonra tekrar yurtdışına çıkarak Batı Avrupa'ya geçti. Orada bir süre kalarak "Yurtsever " dergisinin yayınlanmasına yardımcı oldu. Ecevit'in önderliğindeki CHP'nin en büyük parti olarak çıktığı 1973 seçiminde Türkiye'deydi.

1974 Af Yasasından sonra arkadaşlarıyla birlikte 1975'te Türkiye Emekçi Partisi'ni (TEP) kurdu. Önceki dönemde, Belli dahil Türkiye'nin sol yazarları, altmışlı yıllarda, Marksist literatürü yasaklayan TCK 142. madde yürürlükte olmasına karşın, kurulu düzeni kuşatan çitleri göğüsleye göğüsleye gerilere itip demokratik hak ve özgürlükler ortamını genişletmişler, bu baskı yasasının artık uygulanamaz hale getirmişlerdi. Bu yüzden defalarca hapishaneye girmeyi göze almışlardı. Ama sonunda Türkiye Marksist literatürün en çok dokunduğu ülke durumuna yükselmişti. Sosyalist literatürün belli başlı yapıtlarının Türkçesi 20 bin olarak basılıyor ve kısa bir zaman sonra ikinci baskı yayınlanıyordu. Sosyalist örgütü yasaklayan 141. madde için de ayni hedefe yönelik bir mücadele yapılamaz mıydı? Belli ve arkadaşları bu düşünceyle TEP'i kurdular. Sonraki gelişmeler aşırı ölçüde iyimser olduklarını gösterdi.

Program ve tüzüğünde Kürt sözcüğü geçen ve Kürtlere eşit haklar savunan TEP hakkında Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından açılan soruşturma kapsamında sorulara cevap vermediği için 6 ay cezaevinde kaldı. TEP de Anayasa Mahkemesi tarafından Kürtlere eşit hakları savunduğu için kapatıldı.

1979'da kendisine suikast girişiminde bulunuldu. Saldırıda ağır yaralandı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 1981 sonlarına doğru yurt dışına çıktı. Bir süre Ortadoğu'da kaldı. "Faşizme Karşı Birleşik Cephe"nin kuruluşuna katıldı. Oradan İsveç'e geçti. Tüm bu süreç boyunca Kürt hareketini yakından izledi. 1992'de Türkiye'ye döndü.

1997'de PKK Lideri Abdullah Öcalan ile buluşarak Kürt sorununun federasyona gidilmeden de üniter devlet çatısı altında eşitlik temeli üzerinde gönüllü birliğin kurulabileceği konusunda; görüş birliğine vardıkları uzun bir görüşme yaptı. Bu görüşme sonradan kitap olarak yayınlandı.

1996'da ÖDP, 2002'de SDP kurucusu oldu. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Emek Barış Demokrasi Bloku - DEHAP listesinde İstanbul 1. bölgeden aday oldu.

2005'te 50 yıl önce yaptığı portreler, "Hapisaneden Çizgiler" adı altında sergilendi.

Toplam 11 sene hapis, 18 sene zorunlu sürgün yaşadı.