18 Haziran 2012 Pazartesi

AKP Kürt Sorununu Çözmez ve Çözemez!

Adil Bayram


Türkiye ve Ortadoğu uzmanı Adil Bayram, AKP’nin Kürt sorununun çözmeyeceği ve çözemeyeceği tespitinde bulunarak, “AKP, Kürt sorununu iktidarını güçlendirmenin aracı yapıyor” dedi. Bayram, son haftalarda Kürt sorunu etrafında yaşanan gelişmeleri değerlendirdi.

Türkiye ve Ortadoğu uzmanı Adil Bayram, Frankfurt merkezli Yeni Özgür Politika gazetesinin bugünkü sayısında yer alan köşe yazısında, AKP iktidarının en “sıkışık ve zor anını” yaşadığını belirterek, bu dönemde ortaya atılan “açılım” politikasını değerlendirdi.

Bayram’ın “Ayînesi iştir kişinin” başlıklı yazısı şöyle:

Bir süreden beri AKP’nin yoğun bir arayış içinde olduğu görülüyor. Fakat bu arayışın başta Kürt sorunu olmak üzere ülkemizin temel sorunlarını çözmek için mi, yoksa oyalama yapıp zaman kazanarak iktidarını güçlendirmek için mi olduğu pek belli değil. Burası tartışmalı.

Kış boyunca Kürt direnişini kıramaması ve ezememesi, yine kısmen oluşmuş demokratik birliği dağıtamaması AKP’yi bu duruma getirdi. Baharın ve yazın gelişi AKP’lilere kabuslar yaşatmaya başladı. Buna bir de Suriye’de ABD’nin krizi sürece yayma politikası eklenince AKP iktidarı tarihinin en sıkışık ve zor anını yaşar hale geldi.

ERDOĞAN ÇİFT TARAFLI ATEŞKES ÇAĞRISI YAPTI

“Denize düşenin yılana sarılması” misali, AKP iktidarı da mevcut krizi aşabilmek için şimdi önüne gelen herkese tutunmaya çalışıyor. Bu politikasını sıfırı tüketmiş bazı sözde Kürt politikacılarını ülkeye getirmekle başlattı, şimdi Amerika’daki Fethullah Gülen’i Türkiye’ye çağırarak devam ettirmek istiyor. Bunlarla Kürt direnişinin ve demokrasi hareketinin kitle tabanını zayıflatıp parçalanma yaratmayı ve kendine muhalif İslamî kesimleri zayıflatmayı hedefliyor.

Diğer yandan BDP’yi, KDP’yi ve bazı gazetecileri araya koyarak PKK’yi aktif silahlı direnişten vazgeçirmek istedi, şimdi bu politikayı “CHP projesi”ne sarılarak yürütmeye çalışıyor. Bu kapsamda KDP yöneticileriyle yaptığı görüşmeler ardından “Silahlar susarsa operasyonlar durur” diyerek çift yanlı ateşkes çağrısı yaptı. Şimdi de benzer çağrılar yapılıyor, “Kürtçe seçmeli ders”ten söz ediliyor.

ARABULUCULUK GİRİŞİMLERİ ETKİSİZ KALIYOR

Bütün bunlara PKK cephesinden “PKK Lideri’nin sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü sağlanmalı ve protokoller temelinde müzakere yapılmalı” biçiminde çok net bir yanıt geliyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP bunları kabul etmeye hazır değil. O, daha çok oyalama, zaman kazanma ve iktidarını güçlendirme peşinde.

Bunun sonunda da arabuluculuk girişimleri etkisiz kalıyor. “Siyasetle müzakere” denerek adres gösterilen BDP ile şimdi neredeyse ipler tümden kopmuş durumda. KDP ile yapılan görüşmelerin ekonomik sonuçlarının ötesinde bir siyasal ve askeri sonucu olmadı. Avni Özgürel gibi bazı gazetecilerin gözlem ve düşüncelerini açıklamasına bile izin verilmedi. Bu girişimlerin boşa çıkması ardından şimdi “CHP Projesi” ve “Leyla Zana’nın sözleri” tartışılıyor. Dikkat edilirse CHP projesine CHP’lilerden çok AKP yöneticileri sahip çıkıyor. Ama içini boşaltarak. CHP’yi bu biçimde Kürtlere karşı yürüttüğü özel savaşın yedeği haline getirerek.

ZANA’NIN AÇIKLAMALARINA EN ÇOK AKP’LİLER SAHİP ÇIKIYOR

Yine Leyla Zana’nın açıklamalarına da en çok AKP’liler sahip çıkıyor. Leyla Zana’nın “Kürt sorununu Tayyip Erdoğan çözer” biçimindeki sözleri AKP’lileri çok rahatlatmış görünüyor. Bütün bunların sonucu da basına “Silahı bırak, ev hapsini tartışalım” biçiminde yansıyor. Yani bunların hepsi AKP’nin bahardan beri sürdürdüğü arayış politikası içinde anlam buluyor.

BDP, KDP ve Avni Özgürel ardından CHP ve Leyla Zana da arabuluculuk kervanına katılmış oluyor. Bu kesimler kendi içlerinde tutarlı olabilirler, Kürt sorununun barışçıl-siyasal yöntemlerle çözülmesini isteyebilirler. Buna bir şey demiyoruz. Fakat mevcut arabuluculaştırma durumunun AKP arayışı temelinde gündeme geldiği de bir gerçek. Öncelikle herkesin bunu görmesi gerekir.

AKP NE YAPMAK İSTİYOR?

Peki bu arayışın içeriği ne? AKP gerçekten sorunları çözmek mi istiyor, yoksa oyalayarak iktidarını güçlendirmek mi? İşte sorunun püf noktası burası.

Bu konuda BDP yöneticileri “AKP’nin oylama içinde olduğunu, AKP’nin çözüm istediğine dair inançlarının kalmadığını” açıkladılar. CHP yönetimi MHP’yi etkilemeye çalışıyor. Leyla Zana ise “Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceğine inandığını” belirtiyor. Beşir Atalay ve benzerleri “Kapsamlı görüşmeler yaptıklarını“ ifade ederek neredeyse çözümün eşiğinde oldukları imajı veriyorlar. PKK yönetiminden ise, “Kendilerinin bu tartışmaların dışında oldukları ve herhangi bir görüşmenin yapılmadığı” açıklaması geliyor.

TOPLUMUN KAFASI KARIŞTIRILMAK İSTENİYOR

Mevcut haliyle insanların kafası karışık. Topluma çok karşıt hususlar aynı anda ve gerçekmiş gibi veriliyor. Belli ki ortada ciddi bir psikolojik savaş var. Toplumun kafası karıştırılmak, bilinci çarpıtılmak, yersiz beklenti içine sokulmak isteniyor. Öncelikle bu gerçeği iyi görelim, söz ve davranışlarımızı buna göre oluşturalım. Yoksa mevcut psikolojik savaşın bir parçası haline geliriz.
Bu konuda özellikle Kürtler ve demokratik güçler dikkatli olmalı. Çünkü bu kesimler direnmek ve demokratikleşmeyi geliştirmek zorunda. PKK açıklamaları dikkate alınırsa, Koordinatör Bakan Beşir Atalay’ın söylediklerinin gerçekle hiçbir bağı yok. Bu sözler sadece Kürtleri yanıltıp beklenti içine sokarak mücadeleden uzak tutmayı hedefleyen psikolojik savaşın bir parçası oluyor. Öncelikle bunu görmek ve psikolojik savaşın etkisine girmemek lazım.

SEÇMELİ DERSİ NASIL YORUMLAMALI?

İkinci olarak ise, “Kürtçe seçmeli ders” açılımını doğru yorumlamak lazım. Bir toplumun anadilinde eğitim yapmasını “Seçmeli ders” kapsamında ele almak, o topluma açıkça hakaret etmektir. Bu durum, kültürel soykırımın bir parçası ve açık göstergesidir. AKP böyle yapmak yerine, Bülent Arınç’ın ağzıyla “Kürtçe medeniyet dili değil” derken kendi çizgisinde daha tutarlıydı. Şimdi takke düşmüş, kel iyice görülmüştür. Madem Kürtçe bir dil, anadil, bu dilde eğitim yapılabilir; o halde niye Kürtler kendi anadilleri olan Kürtçe ile eğitim yapmıyorlar da, Kürtçe’yi “Seçmeli ders” olarak okuyorlar? Bu tutum sömürgeciliğin ve kültürel soykırımın itirafı oluyor.

ZANA’NIN SÖZLERİ…

Üçüncü olaraksa Leyla Zana’nın sözlerine ilişkin birkaç şey belirtelim. Elbette yapılan açıklamanın hepsini yanlış bulmuyoruz. “Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceğine inanıyorum” sözündeki ''çözüme teşvik ediciliği'' de anlıyoruz. Fakat bu sözler söylendiği şu zaman diliminde çözüme mi, yoksa psikolojik savaşa mı hizmet ediyor; bunun da iyi ölçülmesi gerekiyor.
Tayyip Erdoğan sıradan birisi değil, başbakan. Muhalefette değil, iktidarda. Yeni iktidar olmamış, on yıldır başbakanlık yapıyor. O halde Kürt sorununu çözecekse çözsün! Zaten görevi bu. Niye on yıldır çözmüyor? Kim engelliyor kendisini?
Ama dikkat edilirse çözmüyor. Kürt sorununu çözmek yerine, kendi iktidarını güçlendirmenin aracı yapıyor. Çözemiyorsa nedenini açıklasın! Ama açıklamıyor. Engel olan varsa onları belirtsin! Ama belirtmiyor. O halde hala nasıl inanacağız Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceğine? Ayînesi iştir kişinin lafa bakılmaz!

ERDOĞAN’IN 10 YILDA YAPTIĞI ÜÇ İŞ!

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununda on yıldır yaptığı işlere bakalım. 


Olumlu yöndekiler: 

1- Çözecek beklentisi yaratmak. 

2- Kürt kökenli demek. 

3- TRT-6’da Kürtçe AKP propagandası yapmak.

 Hepsi bu kadardır. Dikkat edilirse, bunların hepsi de Kürt toplumunu aldatarak desteğini almaya dönüktür. AKP “Kürt” diyerek kültürel soykırımı yürütmektedir.

Tabi bunlar yanında bir de olumsuz yöndekiler var:


 Kürtlerin haklarını savunan kaç parti AKP iktidarı döneminde kapatıldı?

 Kaç Kürt aydın ve siyasetçisi hapiste?

 Kaç belediye başkanı ve milletvekili hapiste?

 Kaç Kürt çocuğu “Taş attı” diye hapiste?

 Kaç insan polis terörüne maruz kaldı?

 Kaç kişi gözaltına alınıp soruşturuldu?

 Leyla Zana’ya on küsur yıllık yeni ceza hangi suçtan dolayı verildi?

Bu tür sorular çoğaltılabilir. Sadece 14 Nisan 2009’dan bu yana Kürt demokratik siyasetine dönük yürütülen operasyonlar bile AKP’nin Kürt sorununu çözmek istemediğini görmeye ve anlamaya yeter. Kürt siyaseti olmazsa, Kürt toplumunun siyasi iradesine izin verilmezse, o zaman Kürt sorununun siyasi çözümü kiminle olacak?

AKP KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEZ VE ÇÖZEMEZ


Demek ki AKP Kürt sorununu çözmüyor. Çözmez ve çözemez. Kürt sorununu iktidarını güçlendirmenin aracı yapıyor. Onun için oyalama ve oy kazanma politikası yürütüyor. Şimdi bölgesel gelişmelerden ve Kürt direnişinin gelişiminden dolayı sıkışmış, bu sıkışıklığı aşabilmek için çeşitli çareler arıyor. Arayışçılığı ve yeni bazı sözleri bu çerçevededir.
Elbette AKP yönetimi arayış içinde olabilir. Fakat Kürt siyasetçiler AKP’nin mevcut sıkışıklıktan çıkış arayışının aracı olmamalıdır. Bu onların ne işidir ne de görevi. Tersine kendi işleri olan Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme üzerinde yoğunlaşmalı ve çözüm mücadelesini geliştirmelidirler.


‘Tek Parçada Özgürlük’ Olmaz

“Kazanımlar nasıl korunur?” Bütün başarılı demokratik mücadelelerden sonra elde edilen kazanımlar gün gelip tehdit altına girdiği zaman işte sorulması gereken en temel soru budur! “Tehlike altındaki kazanımlar nasıl korunur?”

Bu soruya tarihte neredeyse kural olarak üç farklı yanıt verilmiştir:


Birincisi kazanımları korumak adına, daha öte kazanımlar için mücadeleye son vermek; yani teslimiyetçi uzlaşmadır. Burada esas olan “kazanımları yeterli görmek”tir.


İkincisi, elde edilen kazanımları “küçümsemek” ve onları “korumak için gerekli uzlaşmaları reddetmektir.”


Üçüncüsü ise,  “devrimci uzlaşma”, yani elde edilen kazanımları koruyarak, daha ileri kazanımlar elde etmek için “soluk almak”tır.


İlk iki yanıt, yani kazanımlarla “yetinmek” ve kazanımları “küçümsemek”, demokrasi mücadelesi tarihinde trajik yenilgilere yol açmıştır. Biri “teslimiyetçi”, diğeri “maceracı” bu iki yanıtın biricik doğru alternatifi ise “daha ileri kazanımlar için elde edilen kazanımları savunmak” ve bu amaçla “devrimci uzlaşmalar”ı kabul etmektir.


Bugünün dünyasında Kürt halkının bütün parçalarda, birbirinden çok farklı derinlik ve kapsamda da olsa elde ettiği kazanımlar tehlikededir. İran’da ateşkes her an bozulabilir. Batı Kürdistan, her an bir Türk “istilası“ ile yüz yüze gelebilir. Türkiye’de elde edilen parlamenter ve yerel bütün kazanımlar yok edilme tehdidi altındadır. Güney Kürdistan Federe bölgesi ise bir mezhep savaşıyla kaosa sürüklenebilir.


Kazanımlar büyüktür ve kazanımların karşı karşıya olduğu tehlikeler de büyüktür.


Bu durumda ne yapmak gerekir?


Bu durumda “kazanımları savunmak” gerekir.


Nasıl?


Böylece yazının ilk bölümüne dönmüş oluyoruz.


Şu anda diğer parçalara göre Güney Kürdistan, halkın örgütlülüğü ve politik bilinci bakımından değil de, elde edilen siyasi, toplumsal ve ekonomik kazanımlar bakımından en “ileri” durumdadır. Burada yaşayan halk kendi kendisini yönetmeye değilse de, kendi kendini yönetme imkanına çok yakınlaşmıştır. Ve şimdi bu kazanım tehdit altındadır.


Eğer Güney Kürtleri, elde ettikleri kazanımları “tek parçada özgürlük” siyasetiyle korumaya kalkacak olurlarsa, bu tarihin defalarca kanıtladığı gibi, felaketle sonuçlanacaktır. “Öteki parçaları feda ederek eldekini kurtarma” anlayışı, yüzyıllık Kürt tarihindeki büyük yanlışı tekrarlamaktan öte gitmeyecektir. Kürt halkı ilk defa bütün parçalarda aynı anda özgürlük imkanına kavuşmuşken, “tek parçada özgürlük” yalnız büyük bir gerilemeye değil, aynı zamanda büyük bir yenilgiye de yol açar.


Neden? Çünkü Kürtlerin yaşadığı bütün devletler dünya çapındaki büyük kapitalist çıkarların düğüm noktasındaki devletlerdir. Bu devletlerin arasında ölümüne bir rekabet var ve bu önümüzdeki dönemde çok daha yoğunlaşacak. “Tek parçada özgür” olan bir Kürdistan, İran ve Türk bölgesel emperyalist rekabetinin orta yerinde ilk büyük savaşla birlikte her şeyini kaybeder. PKK önderi Öcalan’ın programı, “bütün parçalarda ve diğer halklarla birlikte özgürlük” programıdır ki, Ortadoğu’da demokrasi ve barış için biricik çözüm de bu programın yaşama geçmesine bağlıdır. Bu bölgede ve üstelik “tek parçada özgür ulus devlet” programı Kürt halkını bölge pazarlarını paylaşmak isteyen güçlerin önünde kurbanlık koyun haline getirmek demektir.

Hiç kimse Güney’in, kendi kazanımlarını korumak için “uzlaşmalara” gitmesine elbette itiraz edemez. Aynı şekilde Kürt özgürlük hareketinin de kendi mevzilerini korumak için değişik güçlerle uzlaşmalar yapması meşrudur. Bu Suriye ve İran’daki parçalar için de geçerlidir.


Hatta taktik planda yani geçici olarak, bütün bu parçalardaki hareketlerin birbiriyle “çelişir” gibi gözüken farklı “uzlaşmalara” gitmesi de söz konusu olabilir. Örneğin KÖH İran’la bir “ateşkes” ilan ederken, bir tür “uzlaşma” yapmış olur; diğer yandan Güney yönetimi Türkiye’yle Irak’taki Şii-Arap tehdidine karşı bir “uzlaşma” arayışına girebilir. Batı Kürdistan güçleri, geçici olarak mevcut Esad rejimiyle Sünni Arap güçleri arasında “aktif tarafsızlık” konumunu savunabilir. Bunlar, her bir parçadaki “eşitsiz” gelişmelerin kaçınılmaz sonuçları olabilir.


Ama burada “taktik” durumları “stratejik düzeye yükseltme 
tehlikesi yenilgiye yol açar. Bütün bu farklılıkları, tek bir stratejik hedefe bağlamak biricik ilkesel yaklaşımdır. Kürt özgürlük hareketinin en büyük özelliği, işte hem bu farkları görmesi, hem de bunları tek bir mücadelede uyumlu bir bütünlük haline getirmesidir. Bu çizgi, yukarıda sözünü ettiğimiz “bütün parçalarda, diğer halklarla birlikte özgürce yaşama” programının somut uygulamasıdır.

Örneğin birisi çıkıp da, “Güneydeki kazanımları korumak için PKK, AKP hükümetiyle belli bir uzlaşmaya gitmeli” dese, hiç kimse buna itiraz bile etmez. Zaten PKK, son Avni Özgürel röportajının da gösterdiği gibi “Oslo uzlaşması”nın esaslarına bağlılığını açıklamaktadır. Ama biri çıkıp da, bu uzlaşmayı “Güney için Kuzey’i feda etme”ye vardırırsa, bilin ki, biz “eski” sosyalistler, bunu “bizim hatamızın” tekrarı olarak yorumlarız. “Sovyetleri korumak için ‘parçalardaki’ devrimi feda” stratejisi nükleer dev Sovyetleri kurtarmadı; peşmergeye dayanan Güney’i hiç kurtarmaz…


VEYSİ SARISÖZEN

Tayyip mi Çözecek?

Politika sanatının, biraz da, "yokluğunda, umudu da yaratma” sanatı olarak tanımlanması boşa değildir. Elbette politikayı, "toplumsal süreçlerin akışına müdahale ederek şu veya bu alanda iradi bir değişimi gerçekleştirme eylemi” tanımı kapsamında ele alıyorsak, bu değişimi gerçekleştirecek gücü yaratabilmek için, değişimin olanaklarının varlığına kitlelerin inandırılması, kitlelerin düşüncelerinin bu doğrultuda değiştirilmesi de gerekir. İşte propagandanın görevi de bu alanda ortaya çıkar.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin eylemini konuşturarak gerçekleştirdiği propaganda sömürgeciliğin güçsüzlüğünü deşifre ederken, devletin sürdürdüğü özel bir propaganda sistemi olan "psikolojik savaş” ise, "karşı güçlerin çözüldüğünü, her gün tükenmekte olduğunu, kendi iç ilişkilerinde çatışmalar yaşadığını” falan anlatmayı sürekli bir çaba haline getirerek sürdürür çökertmeye yönelik propaganda çalışmasını. 


Son yıllardaki gelişim yakından izlenirse, devletin Kürt halkına yönelik sürdürdüğü savaşın eylemde oyalama yöntemlerine yönelirken, çabasının ağırlığını giderek daha fazla psikolojik savaş alanına kaydırdığı görülür. Gerilla karşısında sürdürdüğü silahlı mücadelede bir türlü başarılı olamayan Türkiye Cumhuriyeti devleti, önce toplumun haber alma kaynaklarını bütünüyle susturup toplumu yaşanan gerçeğin dışında tutmaya çalışırken, yanı sıra propaganda yöntemi başta olmak üzere psikolojik savaş yöntemini bütün araçlarıyla devreye soktu. "Kürtleri ben temsil ediyorum” iddiasının topluma kabul ettirilebilmesi için bir yandan AKP’ye biat etmiş birileri bulunup piyasaya sürülürken, öte yandan son kullanım tarihleri otuz yıl önce bitmiş birilerini bulup bulup basına ya da ekranlara taşıyarak Kürt Özgürlük Hareketini karalayan bir gündem yaratmaya çalışılmaktadır. 


Leyla Zana’nın söylediği sözler, politikada hiçbir ahlaki değere tutunmayan iktidar kanadında böylesi umutların doğmasına neden olmuş olabilir. Ama onun söylediklerini yorumlamakla kalmayıp, AKP’ye ve sömürgeci devlet iktidarına yamamaya yeltenenlerin erken umutlandıklarını düşünüyorum. Zira hem Zana’nın kendi saygın kişiliği, çizgisi, geleneği, kültürü, tarihi ve ahlakı iktidar yalakalığına soyunmayı aşağılık bir değer olarak kabul eder, hem de AKP’lilerin yorumladığı türden biçimlenen bir düşünceyi adı Zana ya da başka bir şey de olsa, Kürt Özgürlük Hareketi bütünüyle reddeder. 


Herkes bilir ki, Kürt halkının özgürlük savaşı hiçbir dönemde sömürgeci bir devletin yöneticilerinin inayetlerinin sonucunda yürümemiş, Agitlerin, Pirlerin, Zilanların, Zanaların, Anterlerin, Orhan Doğanların, Semaların sürdürdükleri mücadeleyle kendini var edebilmiştir.


***
Şöyle yorumlayarak, Zana’nın söylediklerine ben de imzamı atarım elbette. "Silahlar susmalı ve artık hiç kimse bu savaşta ölmemelidir. Devlet ve elbette sorumluluk üstlenmiş her kurum barış için elini taşın altına sokmalı, sorumluluk üstlenmelidir. Barış için doğru bir öneri kimden gelirse gelsin, desteklemeye hazırız. AKP ve onun lideri Erdoğan aslında bir takım adımları atabilme gücüne sahiptir ve bu adımları atmalıdır…” 


İtirazım yok. Bunlar gerçekleştirilmelidir. 


Leyla Zana’nın umutlarının gerçek olması için, sadece elimi değil bütün bedenimi taşın altına koymaya hazırım. 


Hazırım ammaaa… 


Denenmiş üzerinden söyleyecek olursak, AKP lideri Erdoğan’ın uzun süredir sürdürdüğü savaş politikalarını, bıraktığı derin izlerle birlikte izledik, yakın tanığıyız, mağduruyuz. AKP’den ya da başka bir partiden "barış için” somut adımlar istemek başka bir şeydir, bu umuda bağlanmaya neden olabilecek söylem ya da düşünceler bambaşka bir şey. 


Ben AKP’nin, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın barışı gerçekleştirmek gibi bir düşüncesi olduğunu sanmıyorum. Bunu hissetmedim, bu duyguyu almadım. Varlığını ve yaşamını çatışmaya borçlu olan bir politikanın barış haykırışlarının hem yerel hem bölgesel örneklerini "Kürt açılımı” müjdesiyle başlayıp önce cezaevlerini çocuklarla doldurup KCK ile Türkiye’yi toplama kampına benzeten bir iktidardan söz ediyoruz.


"Komşularla sıfır sorun” politikasıyla başlayıp, Libya’ya asker çıkaran, Irak’ı tehdit eden, İran için füze kalkanı uşağı olan, Mısır’da Hizbullahı destekleyen, Suriye’de bir savaş çıkarmak için her türlü provokasyonu örgütleyen bir başbakandan söz ediyoruz. "Güney Kürdistan” adını duyunca fütuhatçı damarları kabaran, Turancı bir idealin yeni versiyon Kemalist liderliğinden söz ediyoruz. Yeni Osmanlıcılık adıyla sergilenen emperyal bölgesel egemenlik umutlarının cisme dönüşmüş kişiliğinden söz ediyoruz. Ahlakı olmayan, vicdanı olmayan, politikada ilkesi olmayan bir sahte dinciden, bir gerçek ırkçıdan söz ediyoruz. Başta Zana olmak üzere hiç bir Kürdün güvenmeyeceği, uluslar arası şer ittifakının bir temsilcisinden söz ediyoruz. 


Kesinlikle inanıyorum ki, bu mücadele bugüne kadar olduğu gibi, Türk devletinin verecekleri üzerinden değil, Kürt halkının kazanacakları üzerinden programlaştırıldığı takdirde zafere ulaşacaktır. 


XWE METİN AYÇİÇEK
aycicek@gmx.net