9 Temmuz 2010 Cuma

‘TÜRK KANI’

Türk zabiti olarak askerlik yaparken, bu Türk generallerini tanıma olanağımız oldu. Dersim soykırımında aktif katil olan Ali Fethi Esener Tümen komutanıydı. Dersimli olduğumu öğrenince, verdiğim selamı beğenmediği için neredeyse bileğimi kıracaktı. Teoman Koman ile bir buçuk sene aynı çatının altında kalma işkencesini yaşadım. Sonra Topçu okulunda aldığımız dersleri ve eğitimi göz önüne getirdim. Sosyal Adalet dergisi okuduğum için divanı harbe verilmekle tehdit edildiğimi hatırlarım. Genelkurmay başkanlarını, Cemal Gürsel’den Büyükanıt’a ve Başbuğ’a kadar hatırlayınca, sizi bilemem ama ben şu kanaate vardım. Bunların belinden tabancasını al, ver öpim diyecek kadar korkaklar. Generaller düşünceden korkarlar. Bu insanlıkla bağdaşmayan hallerine rağmen ‘’Türk Kanı’’ temsilcisi olurlar. Kendilerini ‘’Türk Kanı’’ taşıyan mesih sanacak kadar megalomandırlar.

Büyükanıt deneni hatırlayan var mı? Başbakan’ın kendisine hediye ettiği milyon Dolarlık kurşun geçirmeyen Audi’siyle subay evlerinde, en güzel sayfiye yerlerinde kaybolup gitti. Şimdi Başbuğ sırada. Tabii bir kaç het höt ve daha çok Kürt öldürecek. Uykusu azalmış ve yorulduğu görüldüğünden, Erdoğan; Paşam, daha genci daha iyi öldürür, sana da bir Audi alalım, subay dünyasına çekilip dinlen. Bu devlet onların tapulu malı gibidir. Kendisi gibi düşünmeyende ‘’Türk Kanı’’ yoktur, diyor Başbuğ. Bu ‘’Türk Kanı’’ nasıl bir kandır? Eğer bu generalin kanıysa, ki bayrağı taşıyan odur, bu yecüc mecüc kanı, katil kanıdır. O kan onlarca yıldır Kürdistan’da cinayet işliyor. O kan, Kürde tüm temel haklarını yasak etmiştir. O kanda insani değer kalmamıştır. O kan barış, demokrasi, insan hakları, birlikte yaşamaya yabancıdır. Kemal Atatürk’ten aldıklarını söyledikleri ‘’Türk Kanı’’, sadece kan dökmektir. ‘’26 yılda 30 bin PKK’lıyı öldürdük, 10 binini yaraladık, istatistiki olarak onları 5 kez yendik!’’ diyor Başbuğ. İşte ‘’Türk Kanı’’ budur. Bu kan saldırganlığını sürdürüyor: ‘’Artık sözün bittiği yerdeyiz. Artık bu konuda sorumlulukları olan kişiler, kuruluşlar, devletler ve Irak’ın kuzeyindeki yapılanmaların üzerine düşeni yapma zamanları geldi ve geçiyor...’’ Böylece Güneye saldıracağını ima ediyor. Türk devleti Türk ordusu demektir. ‘’Türk Kanı’’, Başbuğ’un Atatürk’ten aldığı kan demektir. Bu saldırgan ‘’Türk Kanı’’ daha çok Kürt kanı dökecektir. Bu ‘’Türk Kanı’’, yaşayan Kürdü katlettiği yetmemiş gibi, bir de gerilla cesetlerine saldırıyor. Bu ‘’Türk Kanı’’nda insanı kelle paça eden barbar anlayış var.

‘’Türk Kanı’’sembolü olan Başbuğ’a bir katil subay şöyle konuşmuş: ‘’Komutanım Mustafalar ölür Hakanlar gelir, Hakanlar da ölür. Bize güvenin komutanım’’ demiş. Kimse sormuyor bu katillere, öldürmeden yan yana yaşamak varken nedir bu kan dökmek? Devam ediyor Başbuğ: ‘’Gediktepe’deki askere 4 gün askerliğin kalmış, seni başka yere alalım askerliğini orada tamamla dedik, ‘Hayır’ dedi. ‘Benim arkadaşım burada şehit oldu. Ben de askerliğimi burada tamamlayacağım, gerekirse taş olurum’ dedi. Dünyanın hiç bir ordusunda göremezsiniz. Bizim gücümüz bu.’’

Şimdi sakince bir tarzda oturup düşünelim. Nedir bu güç? Nereden geliyor? Ne yapıyor? Neden halkı katil yapıyor? Sonra hemen soralım. Öldürmeden, barış içinde bir arada yaşanamaz mı? Ne istiyor Kürtler? Aynı sınırlar içinde, kendisi olmak, özgür ve özerk yaşamak istiyorsa, bu masum isteme neden bu saldırganlık yapılıyor? Tüm diğer farklılıkları bırakıp yalnız bu konuda yoğunlaşınız. Bu subay kastı ile Fethullah Hoca’nın Türk İslam sentezli okullarından mezun olanlar elele vermişler. Türk İslamcı ile bu ‘’Türk Kanı’’ mensupları birbirini besleyen iki kan dökücü unsurdur. İşte sebep burada gizlidir.

Mesela kendisine Müslümanım diyen AKP, öldürülen Kürt gençlerine kışlada yapılan vahşeti görmez mi? Başbuğ’un o çok meşhur ‘’askeri gücü’’ insanımızı kelle paça ederken habersiz mi? Hem çok iyi görüyor ve biliyorlar. Hani Erdoğan’ın söylediği o 75 mi, 70 mi yoksa 60 mı dediği AKP’li Kürt vekiller her şeyi biliyor. Dengir Fırat’tan Hüseyin Çelik’e kadar hepsi biliyor. Peki soydaşını kelle paça eden bu canavarlığa bir sözleri var mı? Hayır. Hatta onay veriyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu ise; ‘’Türk Kanı’’ sembolü ile meteriste ayakta durmakla övünüyor. ‘’Daha çok öldürelim. Kalanı da fak-fuk ile kandıralım Paşam!’’ diyor. Bu ‘’Türk Kanı’’ sembolü Başbuğ ile Kürt giysileri içindeki korucu başları fotoğrafın aynı karesinde görünüyor. Başbuğ ile öpüşen bu ihanet, neden ‘’Türk Kanı’’ kamuflaj elbisesini giymezler? Öfkemiz derin, sorular yığınla duruyor, ama ‘’Türk Kanı’’ her gün Kürt kanı döküyor. Bugün on, yarın yüz öldüreceğiz diyorlar. Ama Kürtlerin ölümlerden doğduğunu görmüyor, bu ırkçı paşalar ve sahte dinciler. Bu nasıl insanlık ki, BDP’li Kürt vekillerin ‘’Türk Kanı’nın’’ parçaladıkları cenazeye katılmalarına bile tahammülleri yok.

‘’Türk Kanı’’ öyle bir kan ki, depremde kan gönderelim diyen Yunan ve Bulgara, hayır der. Almanya’da kan alması gereken ölümcül hasta Türk işçisi, ‘’Türk kanı’’ından başka kan almam der. Peki nedir bu ‘’Türk Kanı’’? Madımak’ta aydın yakmaktır. Maraş’ta çocukları kesmektir. Asker doğup Kürt öldürmektir. ‘’Türk Kanı’’; sol ve sendika ayaklarıyla devletine sadakatle hizmet etmektir. ‘’Türk Kanı’’, ‘’Türkiye Türklerindir’’, demektir. ‘’Türk Kanı’’, 26 yılda 30 bin PKK’lıyı öldürdük, 10 binini yaraladık, derken mutluluk duymaktır. ‘’Türk kanı’’, daha çok Kürt katletmektir. ‘’Türk Kanı’’ bir virus gibi sarmış toplumu. Ama bilinsin ki, ‘’Türk Kanı’’ katil asker olur ama insan olamaz.

www.haydar-isik.com

Madımak’ın ateşiyle göğe aktılar

Yeni_Özgür_Politika ‘’Ali Balkız’ın anlattığıdır; hem bir subay hem de bir komiser içeri girip içeride asker ya da polis olup olmadığını soruyor. Sonra bildiğiniz gibi otel ateşe veriliyor.’’
Aleviler için Temmuz ayı zor, acılı ve aynı zamanda kanlı bir ay. Temmuz 1980’de Çorum Alevi katliamı, 2 Temmuz 1993 yılında Sivas Alevi katliamı yaşandı. Çorum Alevi katliamında 57 kişi, Sivas Alevi katliamında 33 kişi katledildi ve yüzlerce insan yaralandı. Devlet, bu her iki katliamla da halen yüzleşmedi. Elbette yüzleşilmeyen sadece bu iki katliam değil; Maraş, Gazi Alevi katliamları da halen devletin sırrı olarak kozmik odalarda saklanıyor. Sivas Alevi katliamı tipki diğer Alevi katliamlarında olduğu gibi adres olarak devleti gösteriyordu ve kanıttır bunu fazlasıyla doğruluyordu. 2 Temmuz 1993’teki Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri’ne katılanlarda 33 kişi devlet onayı ve gözetiminde yakılarak katledildiler. 50 kişi yaralandı. Devletin Aleviler için düzenlediği kanlı ölüm töreninin üzerinden 17 yıl geçti. Kanlı senaryoda figüran olduğu söylenenlerden bazıları yakalandı. Kanlı senaryoyu yazanlar halen dışarıda ve yeni katliam planları yapmaya devam ediyorlar. Kesin olan Madımak’ı ağlama duvarı haline getirerek Sivas Alevi katliamının hesabı sorulamaz. Madımak elbette müze olmalı ama bu yetmez. Alevilerin kanı devletin ellerinde. Bu kanın hesabı sorulmadan, gerçekçi ve kalıcı, çözüm sağlanamaz.

Dolayısıyla Madımak Oteli’ni kuşatarak, tekbir sesleri eşliğinde ateşe verenler de, alkışlayanlar da en az devlet kadar suçlu. Suçlu çünkü orada Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in kanı var. Orada 33 kişinin yakıldı. O gün orada olan ve kurulan kanlı ölüm pususundan şans eseri kurtulan fotoğraf sanatçısı ve şair Mehmet Özer’le konuştuk.

Sivas’a nasıl gittiniz ve nasıl bir hava vardı?
Ben Sivas’a Ankara’dan gittim. İstanbul, İzmir ve yurtdışından gelenler de vardı. Bizim aracımız Ankara Meşrutiyet Caddesi’nden; sanırım 12.00 gibi hareket etti. Aracımızda PSAKD Ankara Şubesi semah ekibi, tiyatro ekibinden dostlarım vardı. Yol boyunca şarkılar söyledik, şiirler okuduk, güzel bir yolculuktu; hemen hemen hiç uyumadık.

1993 yılı ve 1 Temmuz nasıl bir gündü?
1 Temmuz sabahı Sivas’a indik yorgunduk, uyumamıştık. Sabahın ilk saatlerinde Atatürk anıtına çelenk bırakarak etkinliklerimiz başladı. Sonra Kültür Merkezine geldik. Etkinliğin açılış konuşmaları, dinletiler burada yapıldı. Yorgunluktan uyumuşum. Otele gelerek bizim için ayrılan odalara yerleştik. Metin Altıok’la beni aynı odaya vermişler. Ben başka bir odaya geçerek odamı Metin abiye bıraktım. Sonra Buruciye Medresesi’ne geldik. Burada standlar vardı ve birinci günün etkinliklerinin bir bölümü burada yapılacaktı. O gün Sivas’ta garip bir sesizlik vardı, rahatsız olacağımız kadar garip bir sessizlik.

Kanlı öykü 1 Temmuz’da başladı. O gün neler yaşandı?
Bizi rahatsız eden sessizlik konusunda bir ara Ali Balkız’la konuştuk. Çünkü yerel gazetelerin attığı başlıklar bizi rahatsız etmişti: “Pir Sultan Kimdir”, “Müslüman Mahallesinde Salyongoz Satıyorlar”, “Sivas’da Ne yapılmak isteniyor” gibi başlıklar bizi rahatsız etmişti. Ayrıca günler öncesi Sivas Belediyesi’nin yaptığı ve duvarlarda yırtılmış olarak salınan bir afiş vardı. Hicret koşusu. Bunu sonra anlayacaktık. Günler öncesi bir yarışma düzenlenmiş ve çevre illerden ilk saldırıyı gerçekleştirecek faşistler koşu maskesi altında Sivas’ta yurtlarda konuk edilecek ve 2 Temmuz günü ilk saldırıyı bu grup yapacaktı. Bir de „müslümanlara“ başlıklı dağıtılan bir bildiri vardı ve müslümanları cihata çağırıyordu. ‘Aman dikkatli olalım’ dedik kendi kendimize. Çünkü ertesi gün öğleden sonra Banaz’a gidecektik. 1 Temmuz’un akşamı ben ve arkadaşım, Buruciye Medresesi’nde gösteri ve dinleti yapmıştık. Asaf Koçak da karikatürlerini gösterdi ona dönünce yeniden karikatürlerinin reprödüksiyonunu yapacağıma söz verdim. Hasret’e kaset kapağı için fotoğrafını çekecektim. Sözüm yarım kaldı. Birinci gün bir kaç yerde etkinlik vardı spor salonu ve Mederese gibi. Sonra tüm katlımcılar akşam otelde yemekte buluştuk. Ben Behçet Ağabeyin tam karşısında oturuyorum. Bana “iyi işler yapmışsınız methinizi duydum” dedi. Asım abi söze karıştı “sizlerle gurur duyduk sağolun” dedi. Buruciye Medresesi’nde İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen Belediye işçilerini anlatan bir gösteri yaparak dinletimi ve gösterimi onlara armağan etmiştim. Behçet abi bize, “bir şiir okusana” dedi ve ben ona en çok sevdiğim şiiri onun bir şiirini okudum, o günden sonra nerede şiir okusam Behçet abinin şiiriyle başlarım. Sanki bir vasiyet gibidir “Beyaz Bir Gemidir ölüm” şiiri. Bir ara evimi aramak için otele 400-500 metre uzaklıkta olan PTT’ye gitmek için otelden arkadaşlarımla birlikte ayrıldım. Yol boyunca dökülmüş öbek öbek kaldırım taşları vardı. Dönüp ‘arkadaşlarıma bakın’ dedim ‘işçi sınıfı gece demeden çalışıyor’ dedim. Nereden bilecektim, bu kaldırım taşlarının ertesi günü otelin camlarında patlayacağını, nereden bilirdim…

2 Temmuz...
2. gün programı saat 13.00’a kadar Buruciye Medresesi’nde imza ve söyleşi yapılacak, Can Şenliği Oyuncuları gösterisini yapacak, sonra Kültür Merkezine gidilecek ve Arif Sağ’ın konserinden sonra Banaz’a gidilecek ve oradaki etkinliklerle bitirilecekti. Saat 11.00 gibi Buruciye’ye geldim, yazarlar, şairler kitaplarını imzalıyor ve okurlarıyla sohbet ediyorlardı. Bir ara Aziz Nesin’le o an gördüğüm bir kişinin polemiği başladı. Biraz hava gerildi. Saat 12.00 gibiydi ve saat 12.30 gibi Buruciye Medresesi’ndeki aydınlar oradan ayrılarak otele geçti. Can Şenliği oyuncuları o arada gösterilerine başlamış ama yavaş yavaş herkes medreseyi terk etmişti. Bir ara dışarı çıktım bize 200 metre kadar uzakta olan cami gözüme ilişti. Baktım caminin avlusu tıklım tıklım ama içeride kimse yok. Sonra secdeye eğildiklerinde alınları secdeye değil medreseye bakıyordu. Benim çocukluğum kuran kurslarında geçti namazın nasıl kılınacağını iyi bilirim. Geri döndüm medresenin kapısında bir yerel televizyon röportaj yapıyordu. Şimdi o an gibi hatırlıyorum dedi ki; „Şimdi ben Cuma namazına gidiyorum burada Peygamberimizle alay ediyorlar, ben namaza gidiyorum allah kabul etsin…” kuşkulandım ve medreseye gelerek Can Şenliği Oyuncularına ‘burayı terk etmemiz gerekir’ dedim. Eşyaları toplayalım dediler. Orada bulunan sivil polislere yöneldim; biri daha sonra bize kültür merkezine kadar eşlik edecekti. Eşyalarımızı alıp buradan ayrılmak istediğimizi söyledim, bana ‘eşyalarınızı almaya vaktiniz yok çabuk olun’ dedi. Biz acele ile Buruciye Medresesi’nden çıktık bir iki dakika sonra camide bulunanların tekbir sesiyle Medreseye saldırdıklarını gördüm. Kıl payı ilk saldırıdan kurtulduk. Ve soluk soluğa Kültür Merkezi’ne arka yollardan geldik.

İşin ciddi olduğunu ne zaman anladınız?
Kültür Merkezine gelişimiz 10 dakika olmadı ki bizi medresede bulamayan faşistler arkamızdan gelerek Kültür Merkezinin önünde açılmış olan standlara saldırdılar ve Kervan Dergisi’nin muhabiri burada yaralandı. İlk saldırı şokunu atlattık ve hemen yanıt verdik ilk sadırıyı püskürttük. Kitap standlarından bir barikat oluşturduk ve bize atılan taşları toplayarak cevap verdik. Çünkü bizim bulunduğumuz yer betondu. Saat 13.30 ve 17.00 arasında dört beş kez faşistlerle burada çatıştık. Biz 500 kişi vardık ama çoğunluğu yaşlı va çocuktu Arif Sağ’ı dinlemeye gelmişlerdi. Asıl çatışma burada yaşandı; eğer savunma barikatlarımızı aşmış olsalardı, kanımca daha çok ölü olurdu. Bir avuç kişiydik ve faşistlerin sayısı durmadan artıyordu. Binden 10 bine ulaştılar. Kapıları söküp pencereleri kapattık. Kantindeki tüm içeceklerin şişelerini barikatların önüne yerleştirdik. Saat 16.00 gibi çok büyük bir saldırı yaptılar. Atılan taşların çokluğundan önümüzü bile göremiyorduk. At arabasını kapının önüne barikat yaparak elime geçirdiğim bir kürekle en son arkadaşım içeri girene kadar kapıyı savundum. En son ben de kendimi içeri attım. Bu saldırılardan önce bir ara Ali Balkız’la görüştüm kültür merkezini savunmamızı ve kendilerini merek etmememizi söyledi. Daha sonra konuşmalarımızda „size güveniyorduk, bu yüzden merak etmedik, çünkü kültür merkezini savunacağızı biliyorduk“ dedi. Çatışmalar süreken orada bulunan polisler içeri girmemizi onları tahrik etmememizi söylüyordu. Biz son saldırıya kadar içeri girmedik. Eminim daha önce içeri girseydik daha kötü sonuçlar olabilirdi. Yapılan saldırıları kültür merkezinin önünde karşılamak konusunda hem fikirdik ve öylede yaptık. Bu arada askerler de vardı ve çatışmayı seyrediyorlardı. Son çatışmadan sonra faşistler Kültür Merkezi’nin önünde bulunan ozanlar anıtını parçalayarak ve boynuna bin ip geçirerek tekbir sesleriyle kültür merkezinin önünden ayrıldılar.

Otelin etrafı sarılmıştı ve slogan atılıyordu. O saatlerde orada neler oldu ve siz içerden haber alabiliyor muydunuz?
Otelle bir kez haberleştik ve bana Kültür Merkezi’nde bulunan insanları korumamızı onları buradan göndermemizi söylediler. Son saldırıdan sonra içeride bulunan insanları dışarı çıkararak, Ankara Çankaya Belediyesi’nin bize verdiği araçlarla mahallelere dağıttık. Herkes ayrılınca ben ve Can Şenliği’nden Haldun arkadaşımız merkeze gelerek durumun ne olduğunu görmek istedik. Saat 18.00 gibiydi ve otelin bulunduğu cadde üzerinde bir mahşer kalabalığı vardı. Trans halinde „ölüm ölüm“ diye bağırıyorlardı. Bir telofon kulübesinden otele telofon ettim; telefon uzun uzun çaldı, çünkü telofon asma katdaydı telofona ulaşmak taşlanmayı göze almaktı. Telefonu Olgun Şensoy açtı. ‘Nasılsınız’ diye sordum, “iyiyiz” dedi. „Siz arkadaşlara sahip çıkın“ dedi telefon kapandı. Otele kadar iyice yaklaştık; tanınmak demek ölüm demekti. O kadar kalablıktıkı artık yürüyemez hale geldik, tekrar geri dönerek diğer oyuncu arkadaşları da alarak Ali Baba Mahallesi’nde İnsan Hakları Derneği (İHD) Sivas Şubesi Başkanı’nın evine geldik. Saat 18.30’du. Tekrar öteli aradım yine telofon uzun uzun çaldı. Yine Olgun çıktı ve dedi ki, “içeri girmeye çalışıyorlar, biz barikat kurduk direniyoruz. Ankara’yı aradık Sivas Valisi ile görüşüldü gelip bizi alacaklar. Siz arkadaşlara sahip çıkın“ dedi. Telefon kapandı. Artık gergin ve korkulu bekleyişler başalamıştı. Saat 19.00 gibi dayanamadım tekrar aradım telofonu bir türlü açmıyorlardı. Tekrar aradım Serkan çıktı telefona. Çığlık çığlığa bir sesle, „Abi içeri giriyorlar, abi yanıyoruz yardım edin birilerini arayın“ dedi ve ahizenin elinden düştüğünü hissettim bağırdım duymadı beni. Fırladım Aynur ve Haldun tuttu beni aramaya başladık aradığım tek yer Ankara’daki direnişçi işçilerdi. Aramak ve bir umar beklemek hiç bir işe yaramadı. Bir süre sonra dostlarımızın adı okunmaya başladı artık onlar Madımak’ın ateşiyle göğe akmışlardı.

İçeride de barikat kurmuşlar...
Bana anlattılar, ben onlardan öğrendim içerden çıkanlardan ve fotoğraflardan. Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur Kaynar merdiven başında ellerinde süpürge saplarıyla nöbetteler. Erdal da orada, Asım Bezirci de. Genç arkadaşlar ve kadınlar yukarıdalar otelin koridorlarında beklemekteler.

Otel, 6-7 katlı bir bina sanıyorum. Kimler otelin üst katına çıkmış?
Otelin üst katında olanlar semah ekibi tiyatro ekibinden arkadaşlarımızla etkinliğe katılan diğer sanatçılar vardı.

Bu vahşet yaşanırken asker, polis ne yaptı?
Tek bir sözcük söyleyeyim; “SEYRETTİLER”

Asker bu katliamı önleyemez miydi?
Önleyememesi mümkün mü elbette değil, isteseler günler öncesinden bilgi sahibiydiler, önleyebilirlerdi.

SHP’yi, Ankara’yı aradınız, ne oldu?
SHP hükümetin ortağıydı. Vali SHP’ye yakınlığıyla biliniyor. Bir de namus sözü vermişlerdi suçluları bulabildiler mi? Sanırım asıl tetikçileri Susurluk Çetesinde, Özer-Çiller çetesinde aramak gerekir.

Otelde elektrikler ne zaman kesildi?
Elektrikler, yangın başlamadan hemen önce kesiliyor.

Bir subaydan söz ediliyor. Subay otele girip komser Mehmet’i soruyor. Yani Aziz Nesin’in korumasını. O olay nedir?
Ali Balkız’ın anlattığıdır, hem bir subay hem de bir komiser içeri girip içeride asker ya da polis olup olmadığını soruyor. Sonra bildiğiniz gibi otel ateşe veriliyor.

Yangın bitti, saldırgan guruh dağıldı ve sonra ne oldu?
3 Temmuz’du aklımızı yitirmiş gibiydik, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Ali Baba ve Gökçe Bostan mahallerinin halkı kente doğru yürüyüşe geçti, biz de katıldık onlara. Yer gök jandarma ve polisti; iki mahalle de kuşatılmıştı.

Unutmadığınız birşey var mı?
Sanıyorum öğleden sonra bizi bir uçakla Ankara’ya getirmek için hava alanına getirdiler. Otelden sağ kurtulanlarla mahallelere sığınanlar orada karşılaştık. Sarılıp sarılıp ağlıyorduk. Otelden çıkarılan eşyalar vardı yanmış çantalar falan. Sonra uçak havalandı, geriye dönüp baktım, kara bir duman vardı Sivas’ın üstünde ve hala Madımak’tan duman yükseliyordu. Dostlarım orada kalmıştı orada ateşin içinde bunu hiç unutmadım.

Katliamdan sonra ölüm oteline gittiniz mi? Gittiyseniz neler hissettiniz?
İki kez gittim, ama içeri giremedim. Kapıda kaldım öylece ayaklarım bir milim bile gidemedi. Bir günü birlikte geçirdiğimiz ama bir ömür kadar uzun süren paylaştıklarımız dostlarım ve yoldaşlarım işte burada yakılmışlardı. İçeri giremedim.

Her 2 Temmuz’da ne hissedersiniz?
Elbette iki Temmuz geldiğinde daha fazla etkileniyorum, ama sürekli onları anlattığım için hiç aklımdan çıkmıyorlar.

Ateş ve duman gördüğünüzde ne hissedersiniz?
Biz ateşi başka yerlerden de tanırız cezaevlerinden, yakılan köylerden, ormanlardan ateşten; ürkmem ama yine de karanfil kokulu ölülerimiz gelir aklıma. İçimde nehirler ağlar.

Katliam üzerinden 17 yıl geçti. Yaraların sarıldığını katliamla yüzeleşilmedi. Sizce neden, kim neyi saklıyor?
Madımak katliamı görüntüleri yüzümüze çaptığı için daha fazla etkileniyoruz canımız yanıyor. Oysa Dersim Katliamı, Maraş Katliamı, Ermenilere yapılan zulüm daha mı az? Hayır. Yaşlı Dersimliler sorduğunuz zaman susuyorlar çünkü hala bilinçlerinde. Maraş Katliamında anne karnında öldürülen çocuklar, gözleri oyulan kadınlar, kafaları ezilenler, hepsi ayrı ayrı çok canımı yakıyor. Kendimi bir yangından diğerine kaçan Dersimli kızlara benzetiyorum. Hangisi daha az canımızı yakar ateş mi yoksa zulüm makinaları mı? Madımak Katliamı da diğerleri gibi birkaç kendini bilmezin şuursuzluğu değil örgütlenmiş, tasarlamış aktörleri ayarlanmış ve zamanına karar verilmiştir. Devletin gözetimi ve denetimi var elbette saklayacaklardır.

Mahkeme sürecinde de sorunlar yaşandı. Neydi bunlar?
Biliyorsunuz mahkeme süresince o dönemde Sivas Belediye Başkanı olup faşistlere “gazanız mubarek olsun“ diyen Temel Maramollağlu milletvekiliydi. Katilleri savunmaktan geri durmadılar. Korudular, kolladılar.

Aziz Nesin katlaimdan sonra; „fügranları biliyoruz ama kanlı senaryoyu yazanları bilmiyoruz. Asıl önemli olanda bu“ anlamına gelen sözler söyledi. Sizce kim yazdı bu kanlı senaryoyu neden yazdı? Katliam neyin bedeliydi?
Aziz Nesin hocanın dediği fügüranları biliyoruz senaryoyu yazanları da. Kim yazdı derseniz; o dönemin toplumsal koşullarına bakmakta yarar var. 1986 yılından sonra giderek toplumun her kesiminde 12 Eylül faşizminin korku örtüsünün kaldırıldığını görüyoruz. Öğrenciler hızla örgütlenip mücadele kanallarını zorlarken 89 Bahar Eylemleriyle işçiler yeniden bir sınıf olmanın kazanımlarıyla topluma yeni umutlar veriyordu. Kürt halkının özgürlük talebi azgın saldırılara rağmen giderek büyüyor, Aleviler ülkedeki sol sosyalist enerjinin önemli bir gücü. Madımak Katliamıyla toplumun her kesimine bir tehdit savruldu ama yemedi. Su bir kere gövdesiyle toprağı yarmaya başlamıştı. Bugün 33 yoldaşın yokluğuna duyulan öfke hesap sorma bilincimizle buluşuyor. Adları bu düzenin kabüsü olacak inanın bana.

Madımak oteli kamulaştırıldı. Aleviler „müze olsun“ diyor ama hükümet buna sıcak bakmıyor. Hükümeti samimi buluyor musunuz? Madımak’ın müze olması önemli elbette. Ama bu sorunun çözümüne yeter mi?
Ben Alevi değilim, bir devrimciyim ve doğal olarak eziliyor olması koşuluyla tüm ötekilerim. Aleviyim, Ermeniyim, Kürdüm, Lazım, Türküm, Keldaniyim, Süryaniyim, Çingeneyim, yakılan ormanım, soluğu kesilmek istenen nehirlerim, tecavüze tacize uğrayan kadınım, ölümün ocaklarda kovaladığı madenci ya da ölümü bekleyen kot kumlama işçisiyim. Adını kendim koyduğum sadece fotoğrafından bildiğim tecavüze uğramış öldürülmüş SOSIN benim. Taş çocuk da benim. Biz bir müzeden muradımız acıların ve özlemlerin saklandığı bir yer değil elbette toplumsal belleğin diri tutulmasının ve giderek hesap sorma bilincinin güçlenmesidir. Bu müze bu ülkede yaşayan tüm dinlerin, dillerin, halkarın, kültürlerinin ortak değeri olmalıdır. Sorunu da çözmez.

Bu yıl yine on binler Madımak’taydı. CHP, AKP de oradaydı. Samimi buluyor musunuz?
Toplumun atar damarı yine sosyalistlerden yana atmaya başladı. Elbette bunun önünün kesilmesi gerekir. Orada görünmek gerekir çok kederli ve demokrat. Samimiyet özgür insanlarda olur, sermayeye boyun eğmiş, biat etmiş kullarda değil onların samimiyeti efendilerine ABD emperyalizmine duydukları bağlılıktır.

Sivaslar halen yaşanıyor ve insanlar ölüyor, öldürülüyor. Türkiye’nin toplumsal barışa itiyacı var. Katliamdan kurtulmuş biri olarak neler söyleceksiniz? Olması gereken ne?
Asla unutmayın ve asla bağışlamayın. Esirgemeyin gücünüzü, daha özgür bir yarın için doldurun boşluğunuzu katılın kavgaya. Öyle çok büyük amaçlar için de değil, sadece kendimize insan diyebilmek için. İçinizdeki sınıf öfkesini besleyin sevgi barış ancak böyle korunur. Barışı ve özgürlüğü kazanmak ve korumak için hayatın her alanında örgütlenin.

Bu coğrafyada Aleviler tıpkı Kürtler gibi inançlarından dolayı baskı altında ve inançlarını yaşayamıyorlar. Sorunun çözümü için olması gereken nedir?
Ben Türk halkının devrimci bir evladıyım. Bu toprakları ve halklarını seven, sözü gövdesinden büyük bir devrimci. Ama kalbim Dersimlidir benim; ne zaman ki Halbori’nin gözyaşları diner, o zaman özgür ve mutlu olacağım. Ne zamanki adları kanla başlayan yerlerin adları sevgi sözcükleri, çiçek isimleriyle yer değişirse, işte o zaman özgür bir insan olacağım. Bizler birbirimizin yaralarını sarmak ve sağaltmak zorundayız; başka seçeneğimiz de yok. Bu ülke bin yıllardır sayısız uygarlığı bastı bağrına bizimdir ve birlikte özgür kılacağız.
ERDAL ER
rojrost@hotmail.com

Tam bir vahşet...


Bu makaleyi, çatışmada hayatlarını kaybeden 4 gerillanın görüntülerine bakarak yazıyorum.

Kameramanın çektiği görüntüler son derece ayrıntılı. Gerillaların cansız bedenlerini baştan sonuna kadar, en ince ayrıntılarına kadar izleyen ve görüntüleyen kameramanların tarihe büyük izler bıraktıkları kesin. Daha doğrusu çekimleri yapan kameramanlar bir vahşeti, 21. yüzyılda Türk devletinin Kürtlere, Kürtlerin ölülerine, cansız bedenlerine uyguladıkları vahşeti tarihe kaydediyorlar.

Evet, şimdi önümdeki monitörün ekranına Özgür Dağhan, Ümit Lort, Serdar Tekin ve Eylem Demirpençe adlı gerillaların cansız bedenlerinin görüntüleri geliyor.

Bakamıyorum, gözlerimi kapatıp açmak zorunda kalıyorum bir an. Ruhumun ta derinliklerinde binlerce bağın hep birlikte ve bir anda koptuğunu hissediyorum...

Kalbimin atışları hızlanıyor, beynim zonkluyor, yüreğim daralıyor, aklım kilitleniyor, damarlarımdaki kan dolaşımının giderek yavaşladığını hissediyorum. Hayır, hayır donuyor, kanımla birlikte ruhum ve beynim de donuyor bir saniyelik zaman dilimi içerisinde...

Tam bir vahşet..!

Evet, bir vahşet..!

21. yüzyılda, insanlığın ulaştığı bu çağda bir vahşet, düpedüz yaşanan bir vahşet fışkırıyor karşımdaki ekrandan.

'Olamaz', 'olamaz', 'bu vahşet olamaz' demekten kendimi alamıyorum.

Bu görüntülerle birlikte insanlık bitmiştir, yok edilmiş, namusu, haysiyeti ve şerefi ayaklar altına alınmıştır...

Bir kameramanın çektiği görüntüler, bu bitmiş ve tükenmişliğin en somut tanığıdır. Önümde duran monitörün ekranında gösterilen görüntüler, insanın en sefil halinin ekrandaki yansımasıdır...

Evet, insanlığın bittiği bir yerdeyiz...

İnsanlığın, kendi soyuna ve kendi bedenine yapmış olduğu ihanetin şaha kalktığı bir kavşaktayız...

İnsanoğlu ve insan kızının ortaya çıkışından bugüne kadar, bu vahşetin yansıdığı kadarki zamana kadar, kendi soyuna karşı bu kadar derin bir suç işlenmemiştir...

İnsanlık, çağlar boyunca cinayetler işlemiştir, çoğu zaman kendi soyuna karşı hakaretlerde de bulunmuş, kendi kendine ihanetler de etmiştir. Ama hiçbir zaman böylesi soysuzca bir ihaneti yaşamadığı gibi, böylesi bir cinayeti de işlememiştir.

İnsanlık kasaturalarla kesilip biçilen 4 gerillanın bedeninde son bulmuştur...

4 gerillanın vücuduna damlatılan plastiğin bıraktığı izde, insanlığın geçmişten bugüne kadar yarattığı 'insan olma etiği' bir bütün olarak yok edilmiştir...

Bakın işte, Türk devletinin şahsında insanlık nasıl katledilmiştir?

Ümit Lort: Bacakları kırılmış, karnı deşilmiş, göğüs kafesi tamamen parçalanmış, öldürüldükten sonra yeniden kurşuna dizilmiş.

Serdar Tekin: Kulakları, burun ve dudakları kesilmiş. Göğüs bölgesi yanmış ve sanki göğüs kafesine eritilmiş bir taşkömürü kütlesi bırakılmış, her iki gözü çıkartılmış...

Özgür Dağhan: Babasının anlattıkları şöyle: 'Kafatası ve yüzü paramparçaydı, kaburgaları kırıktı. Baldırları kasaturalarla açılmıştı, yüzü lav silahlarıyla yakılmıştı, bu nedenle gözleri, çenesi, dudakları simsiyah kömür gibi olmuş ve sanki üzerine naylon damlatılmıştı.

Öylesine vahşice yapılmıştı ki, üzerine benzin dökülerek yakılmıştı, kimyasal da kullanıldığı belliydi. Bedeni delik deşik edilmişti. Oğlumun başı, yüzü, çenesi, gözleri, burnu paramparça olduğu için ancak kol ve bacaklarından tanıyabildim. Onu yakanları, ona öldürüldükten sonra işkence edenleri sevindirtmemek için ağlamadım.

Eylem Demirpençe: Kafası kurşunlarla delik deşik edilmişti, göğüs kafesi deşilmiş, göğüs tarafından karın bölgesine kadar sanki üzerinde büyük bir plastik bidon yakılarak damlatılmıştı. Yine karın bölgesinden dizlerine kadar üzerinde farklı maddeler dökülerek yakılmıştı.

Vücudunun her tarafı morarmıştı, öldürüldükten sonra özel olarak işkence edilmişti. Sağ bacağı dizkapağından baldırlarına kadar kasaturayla kesilmiş, kesilen yer çok değişik maddelerle doldurulduktan sonra yakılmıştı. Sağ tarafı baldırlarından koltuk altına kadar parçalanmış, kaburgaları çıkartılmış, iç organları dışarıya çıkartılmış ve değişik maddelerle doldurularak yakılmıştı...

Tüm bunları yapanın ve yaptıranın insan olmadığını anlatmaya, izah etmeye gerek yok. Bunları yapanlar, elbette ki çok bilinçli ve çok özel olarak yapmışlardır. Amaçları Kürt halkının iradesini kırmak, Kürt kadın ve gençlerinin gözlerini korkutmaktır.

Ama nafile!

Siz böyle yaptıkça var olan bağlar da kopacak, Kürt halkı daha fazla öfkelenecek, gençler daha kararlı ve daha radikal çıkışlara yönelecek. Bu politikaların doğuracağı sonuç Kürt kadınlarının daha fazla sokağa taşması olacak. Analar bin kez daha derin bir sesle 'siz cenazelerimize bu vahşeti uyguladıkça biz daha fazla evlat doğuracağız' diyeceklerdir...

Bunları unutmayın sayın askeri ve sivil baylar!...

Fuat KAV
fuatkav@hotmail.com

Türkiye'de Siyasal İslam Süreci


Osmanlı'nın yıkıntıları arasında yükselen cumhuriyet halkı, dini kullanarak sömürdüğünü iddia ettiği din adamlarını idamlarla katlederken, diğer yanda Müslüman halkın olası devrimci mücadelelelerine engel olmak adına, dini alanda halkı yönetip yönlendirecek olan işbirlikçi din adamlarını da yedeklemeyi unutmamıştır. Cumhuriyet İstiklal Mahkemeleri'yle Osmanlı döneminde dinsizlikle, anarşistlikle, solculukla suçlanarak katledilen birçok devrimci din aliminin kalıntılarını da ortadan kaldırmıştır. Emperyalist ve kapitalist sömürüyü dikkate almaksızın, şekilcilikten öteye geçmeyen bir din anlayışını ortayan koyan ‰limlerin varlığını ise tehdit olarak görmemiştir. Nitekim bu tarz bir din anlayışının toplumu sindirmede ciddi katkıları olmuştur. Ezilen ve sömürülen halkın siyasetten uzak tutulmasını sağlamanın yanısıra, hak talebinde bulunmanın, iktidara isyan etmenin haram sayılmasıyla da yozlaştırılan din anlayışı, kapitalizmin hizmetine sunulmuştur. Hatta şu anda da alimler ve din adamları hakim sınıfla uzlaştığı için gerçek alimleri ve İslam'ı toplumda lekelemiş, sevilmez bir hale getirmiştir. Bugün halk bazında gerçek alimlere ve İslam'a olan antipatinin nedeni din adamlarının hakim sınıfla uzlaşması ve entegrasyon içine girmesidir. Sosyalistlerin, Müslümanları iflah olmaz kapitalizm yanlısı sağcı olarak görmeleri de devletin zulüm ve haksızlıklarını görmezlikten gelerek kutsayan yanlış din anlayışının sonucudur (oysa ki İslam dini, haksızlık ve zulme asla sessiz kalmamayı emretmektedir.)

Cumhuriyetin ilanı sonrası, sosyal hayattaki devrimler ve birtakım din adamlarının ihaneti, halkı çok büyük bir sinmişlikle başıboş bırakmış ve iradesizleştirilmiş bir topluluk olarak geleceğe taşımıştır.

Halkı siyasetten ve siyasi düşünmekten uzaklaştıran bu tür faaliyetler bir dönem etkinliğini sürdürmüştür. Sonraki dönemlerde İslam'ın kamusal ve siyasî alanda bulunması kaçınılmaz hale gelince o alanları da kontrol altına almak adına alternatif yapılara ihtiyaç doğmuştur. Yeterliliklerini yitiren şekilci yapıların yanısıra kapitalizmle barışık ama siyasi alanda İslamı temsil iddiasında olan Milli Görüş hareketi yükseldi. Ancak bu iki yapıda h‰len ihtiyaca binanen kullanılmakta ve o alanları boş bırakmamaktadır.

Süreç içerisinde, özellikle İran Devrimi sonrasında birtakım rejim karşıtı söylemleriyle adından söz ettiren İslami yapılanmalar olmuşsa da ciddi gelişmeler kat edememiş, kısa sürede engellenmişlerdir. İslam dininin özünde var olan sosyal adaleti, sınıfsız toplumu, antiemperyalizmi, antikapitalizmi, huzuru ve kardeşliği, sömürüye karşı devrimci bir ruhla dillendiren şahıslar ise, diğer yaygın yapılanmaların gölgesinde kalarak etkisiz ve güçsüz bırakılmışlardır.

İran Devrimi sonrasında, devrimin yansımalarının etkilerini yok etmek adına Türkiye'nin doğusunda Hizbullah, diğer bölgelerdeyse Hizbu-t-Tahrir ve benzeri yapılanmalar rejim tarafından örtülü olarak desteklenmiştir. Ne acıdır ki emperyalist güçlerin önlem almak zorunda kaldığı İran devrimi zaman içerisinde zulme isyanın değil, yaygınlaşarak devam eden mezhep taassubunun temsili haline getirilmiştir. Düzenle barışık Sünni yapılanmaların etkilerini kısmen kaybetmesiyle kaygılanan sömürü güçleri, günümüzde Şii yapılanmaların önünü açmaktadır, olası bir devrimci sınıf mücadelesinin önünü mezhepsel tefrikalarla yok etme adına olsa gerek.

ILIMLI İSLAM ALDATMACASI

Bugün her ne kadar 'İslamcı gruplara karşı Ilımlı İslam. Ve ben bunun merkeziyim' (Aydınlık dergisi, 28 Mart 2004, 871, 10.s.) diyen Fethullah Gülen, bu sözlerle dünyaya kendini bu ekolün mucidi ve öncüsü olarak tanıtarak bir yerlere mesaj gönderip bu işin merkezi olduğunu ilan etmişse de 'Ilımlı İslam' denilen uyduruk bir düşüncenin geçmişi çok eskilere dayanır.

Bu ekol, İslam hareketinin karşı devrimcilerinin (Ebu Süfyanoğlu Muaviye'nin, Kab'ül Ahbar'ın, Amr el-As'ın, Ebu Hureyre'nin vs.) mirası olup bugün Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden alternatif din olarak İslam alemine sunulmaktadır.

Emperyalizm (sosyal adalet) İslam anlayışını tamamıyla ortadan kaldıramayacağını anlamıştır. Bundan dolayı toplumun egemen sınıflarını da yanına alarak geçmişte olduğu gibi, dini doğrudan doğruya reddetmeyen fakat inanç sistemlerini körelten metotlara baş vurmuştur. Dolayısıyla adalet anlayışına bire bir tavır almak yerine çok daha kötü, çok daha iğrenç oyunlara baş vurmaya başlamıştır. Eski metodun yerine şimdi İslam memleketlerinde İslam kıyafetine bürünmüş Fethullah Gülen ve AKP tarzında birtakım yapılanmaları ortaya koymuştur.

Kendisini Müslüman olarak tanıtan ve dinî inançlara hürmet ettiğini belirten cemaatler ve sistemler ile zavallı halk, Müslüman bir cemiyette yaşadığını sanıp bütün bu h‰llere boyun eğmektedir. Öyle değil mi ya? Birtakım 'hoşgörülü' kimseler namazlarını kılmıyorlar mı? Oruçlarını tutmuyorlar mı? Onlara karışan var mı?

'Şayet bu halklar içerisinde, o oyunlara gelmeyen ve müsaade etmeyen, sahte din adı altında zerkedilen uyuşturucu maddelere kendisini teslim etmeyenler olursa, Allah'ın kel‰mını değiştirerek din namına maskaralıklara vasıta olanlara müsaade etmeyen, açıkça küfrün ifadesi olan hükümleri İslam adına kabul etmeyen, fasıklığı, facirliği ve kapitalizmi ilericilik, yenilik adı altında kabullenmeyen bir kitle var ise... Evet bu saydığımız vasıflara sahip bir kitle, toplum içerisinde varlığını koruyabiliyorsa, işte bu şer kuvvetleri o kitlenin üzerine tüm güçleriyle saldırırlar. Bir takım yalan ve ithamlarla onları bastırmaya çalışırlar. Bütün bunların yanısıra beynelmilel basın ve yayın vasıtaları, haber ajansları bütün bu baskı vasıtaları karşısında kör, sağır ve dilsiz gibi hiçbir şey konuşmadan susarlar, görmemezlikten gelirler ve hiçbir şey duymamış gibi olurlar...' (Kutub 1993: 74).

Durum böyle olmasına rağmen bir takım bilinçsiz Müslümanlar da yanılgıya düşerek zulümle adalet arasındaki bu savaşın dünyevi bir savaştan ibaret olduğunu varsayarlar. Büyük bir sindirilmişlikle, dinî ve ahlaki sorumluluklarını yerine getirmektense, gidip basit meselerle meşgul olurlar. Şekilcilikten öteye geçmeyen bir din anlayışıyla, küçük kötülükleri ve günahları bertaraf etmek için çalışırlar. Bu alanda üzerlerine düşen vazifelerin hepsini yaptıklarını zannederler.

İşte bu nedenle açıktan değil gizli, tanrısızlıkla değil tanrıyla, dinsizlikle değil din'le (Ilımlı İslam'la) geliyorlar. Hem de yanına bel'am alimleri ve ihanet içindeki birtakım idarecileri alarak.

Tüm bunların ötesinde, yalnız ülkemizde değil, tüm dünyada yaşanan küresel kaos ortamının ortadan kaldırılmasının, özellikle Müslümanlar adına yaşanan bunca talihsiz tecrübeler sonrasında zalim-mazlum, ezen-ezilen, mustazaf-müstekbir vb. kutuplaşmaların yok edilmesi temelinde verilecek bir sınıf mücadelesiyle gerçekleşeceği kanaatindeyim.

Müstekbirlerin, dini yozlaştırarak yanlarına almasına destek olmak yerine, adaleti temel alan bir bakış açısıyla kucaklaşmak ve tek yumruk olarak zulmün üzerine yürümek gerekir. Ancak bu temelde dinli ya da dinsiz tüm kapitalistlere karşı ortaya konacak bir mücadele, ilahi dinin gerekliliği olan, yeryüzünün herkes için yaşanılabilir bir diyar kılınmasını sağlayacaktır.

Muhammed Nur DENEK


***


Her güne bir katliam!...

17. yılında on binlerce insan Mevlana Cadde'sinden Madımak Oteli'nin önüne akıyor...

Türkiye'nin dört bir yanından gelen her kimlikten, her inançtan yüreği sevgi dolu insan seli...

'Bir yürüyüş eyliyoruz/ Sular gibi çağlıyoruz.'

Çağlayanın önünde 33 Canımızın anaları, babaları, kardeşleri, yakınları, Canlarının ve Koca Haydar Pir Sultan Abdal'ın resmini taşıyorlar...

Sanki Canları kendilerini bekliyormuşçasına bir an önce Madımak Oteli'ne varmak istiyorlar!

Madımak'ın önüne 'Ulu Divan' kuruluyor ve Canlarımızı anıyoruz.

Devlet hesap vermeli?

Yargılama neden üstün körü yapıldı?

Bazı katiller hâlâ Avrupa'da tatil yapıyor, devlet bu katillerin adreslerini bildiği halde neden yakalanmaları için gereğini yapmıyor?

Madımak Oteli neden utanç müzesi yapılmıyor?

Öğleden sonra Han köyüne Hasret Gültekin ile hasret gidermeye gidiyoruz.

Sivas, Erzincan yolu üzerinde hemen yol kıyısında küçük bir Kürt, Alevi köyü Han köyü. Hasret için bir anıt mezar yapılmış ve mezarın başında bekleyen Han köylüler, Hasret'in yakınları...

Hasret 6 yaşında bağlama çalmaya başlıyor ve Kadıköy Anadolu Lisesi'ni yarıda bırakıp ilk çalışması 'Gün Olaydı'yı 16 yaşında yapıyor. Bağlama çalmaya yeni bir yorum, yeni bir boyut kazandırıyor. Hasret bir şelpe ustasıydı! Çalışmalarının çoğu Türkçe'ydi ama Kürtçe de söylerdi.

Ve hemen Hasret'in yattığı yerin yanı başında daha geçen ay Hakka Yürüyen Süleyman Amca. Baba ile oğul bir yol kavşağında, Han köyünün girişinde buluşmuşlar!



Müzik setinden sürekli Hasret'in kendi deyişleri, nefesleri, türküleri çalıyor. Mezarın üzerinde Hasret'in yaşamdaki yareni bağlama var. Anıtı bezeyen yazı ve motiflerde Hasretçe esintiler!... Hasret'e niyaz edip orada bulunan canlarla el sıkışıyoruz ve buruk acı dolu gözlerimiz birbirine bakıyor. Derin iç çekişler ve Hasret'in sesi ile yanan yüreklerimiz...

Ve kimse konuşmuyor, konuşamıyor ama eminin herkes içinden 'Böyle bir insana nasıl kıyılır? Hasret'e kıyanlar insan olabilir mi?' diye geçiriyor. Köye, Hasret'in evine yöneliyoruz. Köyün kenarında bir evin önüne götürüyorlar bizi. İçeriden yüzüne Hakk ile Hakk olmanın ışığı yansımış bir ulu ana çıkıyor. Karalar bağlamış! Ancak karaların içindeki yüzü bulutların arasından görünen ay gibi, berrak, yalın, temiz ve adeta bir onur abidesi! Belli ki 'Sırra vakıf olmuş, acısını, sırrını faş etmeyen bir ulu kişi.' Acının izleri yok yüzünde! O, Hasret'i doğuran, büyüten, ninnileri ile Hasret'in yüreğine bağlama, deyiş ve türkü sevdası salan bir insanlık abidesi, bilge bir ana... O, 33 canın anası! Pir Sultan Abdal diyarının, Koçgiri'nin anası. Hacıxanım Ana bizi içeriye buyur ediyor. 'Çorum'a gideceğiz ana, yol uzun Himmet senden ola!' deyip elini öpmek istiyoruz ama buna izin vermiyor ve bizi yolcu ediyor.

Hacıxanım Anayı, Han köyünü ve türkü deryası Hasret'i, Süleyman Amca'yı selamlayıp Çorum'a yöneliyoruz.

Çorum'da 30 yıl sonra ilk defa bir anma yapacağız!

26 Haziran, 4 Temmuz 1980'de tarihleri arasında yapıldı Çorum Katliamı. 58 Canımızı yitirdik bu kentte. 12 Eylül'den önce katliamlar bir hafta sürüyordu! Ama dünyada küreselleşme, iletişim gelişip 'Dünya küçük bir köy' olunca katliamcılar süreyi sekiz saate indirdi ve Madımak Katliamı sekiz saate yapıldı! 'Derin devlet' katliamcılara 'Elinizi çabuk tutun, bir günde işinizi bitirin!' dedi.

Katiller Maraş, Malatya ve diğer katliamlarda olduğu gibi hep aynı senaryoyu uyguladılar!

Ayrıca tüm Çorumluların ve katliamları bilenlerin bildiği bir gerçek daha var.

Dönemin ABD Elçiliği'nin birinci katibi katliamdan kısa süre önce 'Temaslarda bulunmak üzere' Çorum'a gitmişti!

'Aleviler, komünistler camiyi bombaladı! Allah'ını seven vursun. Ya Allah Bismillah! Şeriat isteriz! Kızılbaşlara ölüm!!!'

Aslında Çorum halkı, Maraş Katliamı'nda dersler alıp önlemler almış. Ama Osmanlı'da oyun biter mi?

Valisi, Emniyet Müdürü ve diğer devlet görevlileri 'Ülkücü kardeşleri' ile işbirliği edip katliamı planlı yapıyorlar. Dönemin emekli Çorum Cumhuriyet Başsavcısı 'Öldürülenlerin cesetlerine kızgın demirle MHP yazılmıştı' dedi spor salonunda yapılan anma programındaki konuşmasında.

3 Temmuz günü sabah saat 10'da yaklaşık 400 kişi ile Alevi Kültür Merkezi önünden başlayan yürüyüşümüzde, 'Saat Kulesi' Meydanı'na vardığımızda 2 bin kişiyi aşmıştı sayımız.

Yürüyüş güzergahı boyunca balkonlardan el sallayanlar, alkışlayanlar ve koşarak kitleye katılan yaşlı analar, 30 yıllık bastırılmışlığı, korku ve katliam politikasını unutmamışlardı.

Yürüyüş boyunca ve Saat Kulesi Meydanı'nda en çok 'Yaşasın Halkların Kardeşliği' sloganı atıldı.

2 Temmuz'da Madımak'ta yakılan Canlarımızı, 3 Temmuz'da Çorum'da katledilen Canlarımızı andık. Her güne bir katliam sığdırmış insanlık düşmanları.

Türkiye'de eşitlik, özgürlük, adalet istemeyenler Maraş, Malatya, Sivas (1978'de Sivas'ta bir katliam daha yapılmıştı!) Çorum katliamları ile ilmik ilmik 12 Eylül Askeri Darbesi'ne giden yolu kurguladılar. 12 Eylül Darbesi'nin insanlık sözlüğündeki adı vahşettir!

Devlet 12 Eylül vahşetini yapanları ve katliamcıları ödüllendirdi. Kimi milletvekili, kimi müteahhit, kimi genel müdür yapıldı!

Katliamların adı 'Olaylar' oldu! Ve 'Olaylarda asla devletin kusuru yoktu!'

30 yıl geçti Çorum Katliamı'nın üzerinden. Dünya değişti! Duvarlar yıkıldı! Ama üç şey değişmedi! ABD, İsrail ve Türkiye!...

Kemal BÜLBÜL

Sizi Suç İşlemeye Davet Ediyorum

Çıkını ‘Taş duvarlar…’
 Azığı
Lal suskunluklar… (Bedri Adanır)






 Binlerce çocuğumuz, siyasetçimiz, barış elçilerimiz, aydınımız, gazetecimiz yani bir bütün insanlarımız alınıp taş duvarların arasına atılıyor. Azıkları lal suskunluklar oluyor hepsinin. Çünkü seslerini duyurabilmek için tüm kapılar kapatılmış bir durumda.  Bir avuç gökyüzüne, bir demet kır çiçeğine hasretler. Ama umutlular, çünkü dağ gibi bir halkı var onların. Güveniyorlar. Yüreklerine yirmi dokuz kere paslı hançerler sokulsa da… Öldürülseler de sokak ortalarında, işkencelerden de geçseler varlar.  Kanıtladılar bunu.
 Var göğsünde/ yirmi dokuz paslı hançer yarası…/ acır, hissetmez misin? Diyor Bedri Adanır.
 Yüzlerce çocuk demir parmaklıkların ardına atılmış. Gelecekleri karartılıyor. Taciz ediliyorlar. Emsalleri oyun oynarken onlar içeride kar yanığı hüzünleriyle çile dolduruyorlar. Zemheride üşüyor küçücük yürekleri. Hissediyoruz. Siyasetçilerimiz hiçbir yasadışı hareketten bulunmamalarına rağmen sudan gerekçelerle cezaevlerine atılıyor. Gazeteci ve aydınlarımız gerçek dışı suçlamalarla yüzlerce yıllık cezalara çarptırılıyor. Bu dağ gibi halk susuyor. Ne oldu bize? Vicdanlarımız mı köreldi? Direnişleriyle destanlar yazan bizler değil miydik? Hislerimizi dinlemiyor muyuz yoksam? Ne oldu? Bu içeride çürütülmek istenen bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz, akrabalarımız ve her şeyden önce insan onlar. Suçları ise aydınlık bir gelecek için ısrarcı olmaları.
  An oldu yaprak kıpırdanmadı/ an geldi dinmedi rüzgâr fırtına… Rüzgâr ve fırtına olmanın tam da zamanı, dört duvar arasında haykırırken özgürlük tutsakları. 
   İşte Vedat Kurşun’a verilen ceza ortada. Yine Bedri Adanır’a da onlarca yıl ceza verilmek isteniyor. Neydi bu iki gazeteci ve yazarın suçu? Hiç! Vicdanlarının sesini dinlediler ve acılı bir halkın sesi olmak istediler, hepsi bu. Zaten aydın, yazar ve gazeteci olmanın kıstası da insanları bilgilendirmek değil midir? Türkiye gibi karanlık bir ülkede ise aydınlatmak, bilgilendirmek, vicdanın sesini dinlemek suçtur. Gelin hep beraber bu suçu işleyelim. Vicdanımızın sesini dinleyelim. Demokratik bir çerçevede asi olalım, suçlu olalım.
 Kör bir kurşunla vururlar bizi belki, ya da asılsız suçlamalarla alınıp içeri atılırız. Binlerce insana yaptıkları gibi…
 Bu coğrafyada susmak istemeyen, vicdan sahibi olan herkesin kaderi, başımıza tebelleş olmuş bu bir avuç karanlık adamın insafına kalmış, ne acı. Ölsek de anlamlı ve onurlu ölelim. İşte bu her şeye bedel bir duruş olur.
  Bedri Adanır da gazeteciliğe, yayıncılığa ve yazarlığa soyunurken başına geleceği her şeyi biliyordu. Hırslıydı, hırçındı, asiydi ve kararlıydı. Vicdanın sesini dinleyip anlamlı yaşamak istiyordu. Bilmezliğimizi kalemiyle ve yaptığı işlerle alt edecekti. Alıp içeri attılar. Şimdi de asılsız suçlamalarla hayatı karartılmak isteniyor. Sekiz Temmuz 2010’da duruşması var. Bu duruşmada ceza verecekler büyük ihtimalle. Eğer demokratik tepkilerimizi ortaya koyamazsak yıllarca dört duvar arasında tutacaklar. Tıpkı TMK mağduru olan çocuklara yaptıkları gibi.
 Şiir yazıyor cezaevinde. Öykü yazıyor. Elime geçen ürünlerinden şunu anladım; gençliğin verdiği asilikler ve hırçınlıklar yok olmuş. Durulmuş ve olgunlaşmış bir Bedri Adanır var karşımızda. Karakterindeki değişimler kalemine de yansımış doğal olarak. Umutlu. Tabii ki de sitemkâr. Cezaevindeki insanlarımızın unutulduklarını belirtiyor. Haksız da sayılmaz. Körelen vicdanlarımıza çığlıklarını ulaştırmaya çalışıyor. Unutulmuş ve kimsesiz olan bizlerin en tecrit olmuş olanlarıdır onlar.
  Bu makûs durumu kanıksamış gibi görünüyoruz. Dört duvar arasında yükselen hawarları duyamaz olduk. Hâlbuki tek dayanakları bizleriz. Çok değil bir protesto yürüyüşü, bir oturma eylemi, bir mektup ya da bir selam mutlu edecektir onları. Destek amaçlı bir eylemimiz, onların kısılmak istenen seslerine ses verecektir.
 Neydi şiarımız, ‘’Yoldaş yoldaşın alnını yıldızlara değdirmelidir.’’ Biz öyle mi yapıyoruz? Bence günlük koşuşturmaların kıskacında kendimizi bile unutmuş bir vaziyetteyiz. Şöyle iki dakika durup vicdanımızın sesini dinlemek durumunda değiliz. Didişiyoruz, koşuşturuyoruz ve didişip koşuştururken boşa kürek çektiğimizin bilincinde bile değiliz.
Hâlbuki demokratik bir çerçevede fırtına gibi esmenin tam da zamanıdır.
Evet, biz radikal demokratlar birbirimizin başını yıldızlara değdirmek zorundayız. Çünkü bu çıkarlar dünyasında bizim belimizi dayayabileceğimiz bir sistem yok. Tek dayanağımız halkların vicdanına sesimizi duyurmak. Bu görev de bizlere düşüyor. Vicdansızlığa karşı, vicdanımızın sesini dinleyerek suç işlemeliyiz. Ta ki içerdeki suçsuz günahsız insanların feryatlarını ve çektiğimiz acıları başka halklara duyurana kadar. Kısacası aydınlarımız, yazarlarımız, siyasetçilerimiz, barış elçileri ve çocuklarımız tutsak tutuldukları surece, sizi suç işlemeye davet ediyorum.

Mehmet Söğüt

AKP Medyası



AKP hükümetinin, Kürt özgürlük hareketini tasfiye kapsamındaki savaş politikalarıyla gelişen çatışmalar ve Türk ordusunun verdiği kayıplar medyanın savaştaki rolünü yeniden gündeme getirdi. AKP hükümeti medyayı kendi özel savaş politikalarının hizmetine alan yeni bir konsept geliştirdi. Bu nedenle gerçeklerin saklanıp çarpıtılması için medya üzerinden psikolojik savaşı yeniden örgütlendirdi. Erdoğan başta olmak üzere birçok hükümet yetkilisi bu amaçla medya grupları, köşe yazarları ve gazetecilerle toplantılar yaparak brifingler verdi. 
AKP kurmaylarının, medya yetkilileri ile son günlerde yaptıkları toplantılarda muhalif-liberal cılız da olsa bazı mesajlar veren seslere çeşitli ayarlamalar yapılarak, Türk basını tamamen iğdiş edildi. 1990’larda Mehmetçik basını olarak özel savaş görevini yerine getiren Türk medyası, bu dönemde çeşitli küçük değişikliklerle aynı rol ve misyonu yine yerine getirmek için kolları sıvadı. AKP hükümetinin hizmetine giren basın kurumları, kendisine verilen görevi bu perspektifle ve ‘layıkıyla’ yerine getirme çabasını veriyor.
AKP medyası özel savaş konseptinin gereği olarak, Türk ordusunun kayıplarını gizleyerek, gerilla kayıplarını da olduğundan fazla ve abartılı vererek ve askerlerce katledilen sivilleri PKK’nin üzerine atarak kendisine verilen görevi yerine getirmenin uğraşını veriyor. Bunun en somut örneklerinden biri Hatay’da kekik toplamaya çıkan köylülerle, Diyarbakır’ın Lice ilçesindeki sivillerin “askerle çatışmaya girdi” yalanıyla ve hiç uyarı yapma gereği bile duymadan katledilmeleridir. Mehmetçik basını bu katliamları önce PKK’ye mal etmek istedi.  Askerler tarafından katledildikleri deşifre olunca da “PKK’li sanılıp kazayla vuruldu” denilerek Türk ordusunun sistematik olarak ve bir konsept dahilinde gerçekleştirdiği devlet teröründen dolayı temize çıkarmak istendi. 
Dünyanın birçok ülkesinde basın-gazetecilik, evrensel insan hakları ve ahlaki ilkeler çerçevesinde medya çoğu zaman gerçekleri ortaya çıkaran, toplumun muhalif sesi olma rolünü oynuyor. Hatta birçok sorunun çözülmesinde zemin oluşturarak çözüme vesile oluyor. AKP tarafından son ayarı verilen Türk medyası ise güce boyun eğen bir durum sergiliyor. AKP medyası haline dönüştürülen Türk medyası, kendine verilen psikolojik savaş medyası rolünü tüm basın-gazetecilik ahlak ve ilkeleri bir kenara atarak uyguluyor.
Türkiye’de faaliyet gösteren medya kuruluşları, basın ve gazetecilik ilkeleri çerçevesinde Kürt sorunun çözülüp toplumsal barışı sağlamada önemli bir görev üstlenmesi gerekirken, aksi görev üstlenerek özel savaşın bir aracı haline dönüşüyor olması evrensel gazetecilik adına utanç vericidir. Barış, demokrasi, özgürlük ve kardeşlik temalarını işlemesi gereken medya,  kin, düşmanlık, nefret duygularının gelişmesini sağlayarak Türk ve Kürt halklarının arasında onarılması çok zor tahribatlara yol açıyor.
İçerisinden geçilen dönem herkesin toplumsal sorumluluk, ahlak ve vicdani duygularla hareket etmesi gereken bir süreçtir. En çok da Türk medyasının bu konuda sorumlu davranması gerekiyor. Türk medyasının, AKP hükümetinin tüm basını kendi tekeline alma ve özel-psikolojik savaş politikalarının hizmetine sokma yaklaşımına karşı vicdan ve aklın sesini dinleyip toplumsal barışa hizmet etmesi bir zorunluluktur. Yoksa tehlikenin daha da büyüyeceği ve bu ateşin herkesi olduğu gibi medya eliyle psikolojik savaş politikasını uygulayanları da yakacağı kesindir.
Türk medyası gazeteciliğin ahlaki ilkeleri doğrultusunda aklın ve vicdanının sesini dinleyerek sorunların derinleşmesine değil, çözümüne katkı sağlamalıdır. Savaşın değil, barışın ve kardeşliğin sesi olmalıdır. AKP’nin değil, toplum ve acılarının sesi olmalıdır. Ancak böyle bir duruş ve yaklaşım ortaya konularak gerçek anlamda gazeteci olmaktan, ahlaklı ve vicdanlı insanlar olmaktan bahsedilebilir.

Mazlum Yılmaz

Futbol arsada güzel, Borsada kirli


DİSK'e bağlı Spor Sen Başkanı ve eski futbolcu Metin Kurt, futbolda şike iddialarının ülkenin siyasi-ekonomik yapısının spora yansımasının doğal bir sonucu olduğunu belirterek, 'Metalaşmış spor sistemi var oldukça temiz ve güzel oyun mümkün değildir' dedi.

Türkiye'de spor denildiğinde ilk akla gelen futbol son dönemlerde, ırkçılık ve şike iddialarıyla çalkalanıyor. Futbolda ırkçı saldırıların arttığı bir dönemde ortaya 'şike' olayları nedeniyle aralarında eski futbolcuların da bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. 30'a yakın kişi tutuklandı. DİSK'e bağlı Spor Emekçileri Sendikası (Spor Sen) Genel Başkanı eski milli futbolcu Metin Kurt, sporda yükselen ırkçı şiddet ve şike iddialarını değerlendirdi.

SPORUN TANIMI YANLIŞ

'Spor arsada temiz ve güzel, borsada ise kirli ve çirkindir' diyen Metin Kurt, ayrımcı, ırkçı ve şikelerle dolu spor anlayışına tepki göstererek, burjuva rekabet ideolojisinin sporu metalaştırdığını ve sporcuların da bunun bir parçası haline getirildiğini kaydetti. Türkiye'de bugüne kadar sporun hep yanlış algılandığına ve sporda hep sonuçların tartışıldığına dikkat çeken Kurt, 'Kitleler şu anda yanlış bir algı içindedir. Spor ve sporcu anlayışı Türkiye'de gerçek anlamıyla oturtulmuş değil. Spor denilince akla devasa bir sektör geliyor. Bu devasa sektörde sporcunun tanımı bile yok. Sporcu nedir? Kimdir? Patronu kimdir? Bunlar asla sorulmamıştır. Sadece 'Ahmet golü attı mı? Atmadı mı? Bu faul müydü değil miydi?' gibi sorular konuşuldu. Ve bir spor batakhanesi oluşturulmuş durumda. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de spor finans kapitalin oyunudur' diye konuştu.

TEMİZ OYUN KALMADI

Şike iddialarını bir ülkenin siyasi-ekonomik yapısının spora yansımasının doğal bir sonucu olarak değerlendiren Kurt, şike soruşturmasının buzdağının görünen yüzü olduğunu belirterek, şikenin sistemin spor anlayışının doğal bir sonucu olduğunu söyledi. Kulüplerin en tepesinden sporcuya kadar bir şike ağının olduğunu belirten Metin Kurt, 'Şike rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda da şike vardır' diye konuştu. Sporun şike ve şiddetten birkaç sporcunun tutuklanmasıyla temizlenemeyeceğini söyleyen Kurt, 'Finans kapitalin sporu, şike, doping şiddet, mafya, küfür, kumar demektir. Metalaşmış spor sistemi var oldukça temiz ve güzel oyun mümkün değildir' dedi.



Sporcuların durduğu yeri bilerek örgütlenmesinin sorunların çözümünün en büyük anahtarı olduğuna da dikkat çeken Kurt, 'Spordaki karanlık odakların aydınlatılmasının tek yolu, sporcuların örgütlü mücadelesidir. Bugüne kadar atılan gollerin hepsi emekçilerin kalesine girdi. Sporcuların örgütlülüğü sağlandığı takdirde ise goller, sporu metalaştıran burjuvazinin kalesine geri dönecektir' diye kaydetti. Diyarbakırspor'a saldırıyla başlayan sporda ırkçı saldırıları da özel bir birimin yürüttüğünün altını çizen Kurt, Diyarbakırspor taraftarlarının haklı tepkilerinin gereken yere değil, yanlış yöne kanalize edildiğini ifade etti. İSTANBUL - DİHA

Çağdaş KAPLAN

Sigarayı Bırakmak Mümkün



Sigaranın zararlarını hepimiz biliyoruz. Akciğer ve kalp damar hastalıkları yanı sıra idrar kesesi kanserinden orta kulak iltihabına kadar pek çok hastalığın başlatıcısı ya da hastalığı ağırlaştıran etkenidir. Ama bu etkilerini çok yavaş yaptığı, sigara üretimi de pek çok ülkenin ulusal gelir diliminin önemli bir parçası, milyonlarca ailenin geçim aracı olduğundan yasaklama ya da kullanımını azaltmak için yakın zamana kadar ciddi bir çaba yoktu.

Hepimiz gençliğimizin bir anında, büyüdüğümüzü hissetmek, eğer karşı çıkılıyorsa bir isyan davranışı olarak, ya da arkadaşlarımız tarafından kabul edilmek için, isteklerimizin sürekli engellenmesinin yarattığı boşluğu ve enerjiyi harcamak için sigaraya başladık. Üniversiteye ilk başladığım yıl yurt kantininde birbiriyle yeni tanışan öğrencilerin kısa sürede konuşacakları konu bittiğinde birlikte yaptıkları bir işti sigara içmek. Loş kantin ışığı okumaya izin vermiyor, ders çalışma odalarına ise çay alınmıyordu. Yattığımız odada da yatma saatleri dışında kalamıyorduk. Bu koşullarda sigara içmek 'bir şey yapmak' olarak girdi benim yaşamıma. Bir sosyalleşme, sosyal ortamda zaman geçirme aracı olarak. Kantinde ya da herhangi bir yerde hiçbir şey yapmadan oturmak rahatsız ediyor ama sigara içerek oturmak rahatsız etmiyordu. Böylece psikolojik ve sosyal bağımlılığımız oluştu/oluşuyor.

Tütünün içinde bulunan nikotin maddesi vücudumuzda üretilen bir madde. Uyanıklığı sağlama, dikkat yoğunlaştırma gibi zihinsel süreçlerde etkili. Sigara içtiğimizde aldığımız nikotin vücudun nikotin üretimini baskılıyor ve ihtiyaç duyduğumuzda vücudumuzda nikotin olmadığı için sigara içme isteği duyuyoruz. Nasıl ki vücudumuzun günlük enerji gereksinimi karşılamak için yemek yiyorsak, nikotin ihtiyacı için de sigara içmemiz gerekiyor. Tütünün yarattığı bu fiziksel bağımlılık geri dönüşümsüz değil. Sigarayı bıraktıktan sonra ilk beş gün vücut nikotinsiz kalıyor ama 5. günden itibaren nikotin üretmeye başlıyor. Nikotin üretimi 40. günde yeterli düzeye ulaşıyor.

Sigaranın yarattığı bu iki düzeyde bağımlılık var. Bunun yanında nikotin kendiliğinden çalışan organlarımızın çalışmasını biraz arttırıyor ve buna bağlı olarak günde 200-300 K.kalorilik bir enerji tüketimi oluyor. Bu durumda da sigarayı bırakanlar ilk bir ay içinde birkaç kilo alıyorlar. Yedikleri artmasa bile bu miktardaki enerji eskisi gibi kullanılmadığı için kiloya dönüşüyor. Nikotin salgısı açlık duygusunu engelleyerek tokluk duygusu yaratıyor. Sigarayı bırakan kişiler eskisine göre daha sık acıktıkları için de daha çok yiyip kilo alıyorlar. Pek çok kişinin özellikle kadınların sigarayı bıraktıktan sonra tekrar başlama nedenleri bu kilo alma.

Hepimiz toplum içinde yaşıyoruz. İşimiz, sorumluklarımız var. Sigarayı ilk bıraktığımızda ortaya çıkan düşünce dağınıklığı, yoğunlaşamama, öfkelenme, çok yeme, kilo alma ve yarattığı giysi problemleri ile baş edemiyoruz ve tekrar başlıyoruz. Öncelikle tekrar başlamamıza yol açan ne ise onu saptamalı ve ona göre önlemleri almalıyız.

SİGARAYI BIRAKMAYA KARAR VERİN

Sigarayı bırakmak için bir gün saptayın. Bu kendinizi ve çevrenizi hazırlamanız için önemli. Bu döneme kadar sigara içme aralığınızı uzatın. Sigara içmenin yasak olduğu mekanlarda bulunmaya çalışın. Sigara içip işe devam etmek yerine işi bitirince sigara içerek, sigara içmediğiniz süreleri uzatmaya, sigarasız iş yapmaya çalışın. Günlük olarak sigara içmeye daha geç başlayın. Evinizde sigara içmediğiniz yerler olsun. Yatak odanızda ya da yattığınız yerde, çocukların yanında kesinlikle içmeyin. Bunu tabii bırakmasanız da yapmalısınız.

Mümkünse sizi psikolojik olarak sıkıntıya sokmayacak bir dönemde bırakın. Çünkü bir iki ay süren bir sıkıntınız olacak. Eğer böyle bir dönem yoksa, çalışıyorsanız izin alın, evdeki sorumluluklarınız için yakınlarınızdan destek isteyin. Ortaya çıkacak öfkelilikle ilgili olarak çevrenizdekileri uyarın. Sizin isteyerek değil de sigarayı bıraktığınız için öyle davrandığınızı, ileride düzeleceğinizi bilsinler. İzin alacaksanız mutlaka bıraktığınızın 2 ve 10. günleri arasındaki dilimi kapsamalı. Bu günlerde uyanık kalmak ya da bir işi bitirmek için kendinizi zorlamayın.

SİGARAYI BIRAKTIĞINIZDA İŞİNİZE YOĞUNLAŞMAK İÇİN

Nikotin yoğunlaşma, dikkat toplama süreçlerini etkilediği için bir işe başlamadan önce sigara içeriz. 40 günden sonra buna ihtiyacımız olmayacak ama hala başlamak da zorlanıyorsak, genel olarak sağlığımız için de yaşamımıza yürüyüş girmeli. Bir saat tempolu yürüyüş hem ihtiyaç duyulan yoğunlaşmayı, hem alınan kiloların giderilmesini sağlayacaktır. Bunun için zamanımız yok demeyin. Nasıl yemek için zaman ayırmamız gerekiyorsa sigara da zamanımızı alıyor. Yemekten sonra, bir işe başlamadan önce içilen sigarayla zaman harcıyoruz. Bu zamanları yürüyüşe aktarmamız mümkün. Bu nedenle sigarayı bıraktığınızda bir yürüyüş programı da çıkarın. Bir yürüyüş parkuru yoksa bile sokak aralarında yapabilirsiniz. Yürüyüş özel bir spor giysisi gerektirmemekte, spor ayakkabınızın olmasına bile gerek yok. Ama sigara harcamanız ortadan kalktığı için ileride kendinize spor ayakkabısı da alabilirsiniz.

Sigarayı çok içtiğiniz ortamlardan uzak durun. Bu dönemde sigara içen arkadaşlarınızla biraz az görüşün. Sigara içme isteği duyduğunuzda o ortamdan uzaklaşın. Açık havaya çıkmak ve yürüyüş sigara içme isteğinizi azaltacak ve ortadan kaldıracaktır. Yanınızda sürekli bir dergi, kitap vs. bulundurun. Canınız sıkıldığında bunları okuyun, sıkıldığınızda aynı yerde aynı biçimde bulunmak için ısrar etmeyin. Oturduğunuz yerden ayağa kalkmanız bile sizi gevşetebilir. Bir işe başlamak için sigara içmek yerine artık o iş için ihtiyaç duyduğunuz araçları ve ortamı hazırlayın. Örneğin yazı yazacaksanız, ders çalışacaksanız o konuyla ilgili elinizdeki kaynaklara, notlarınıza bakın, masanızı, kağıtlarınızı düzenleyin. Bunlar nikotin salgılanmasını sağlayacaktır.

NASIL BESLENELİM?

Unutmayalım ki sigarayı bırakmak sigaranın yerine yeni bağımlılıklar oluşturmak değildir. Sigarasız sağlıklı bir yaşam sürdürmek istiyoruz. Bu nedenle el ve dudak tiryakiliği gibi durumların başka şeylerle yerinin doldurulması doğru değildir. Özellikle kuru yemiş yiyerek bu ihtiyaç karşılanır. Bu doğru değildir. Kuru yemişler en yüksek kalorili yiyeceklerdir. Yağ içerdikleri için de sigara içme ihtiyacını arttırırlar. Kuru yemiş yerine su içmek, sigara içme isteğini yok eder.

Yağlı, ağır ve sıcak yiyecekler sigara içme ihtiyacını arttırırlar. Sıcak ve alkollü içkiler de sigara içme ihtiyacı yaratırlar. Sigarayı bırakma döneminde hem artmış olan iştahımızdan kaynaklanan kiloları engellemek hem de sigara içme arzusunu azaltmak için beslenme biçimimizi ve alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz. Bu dönemde daha çok sebze ve çiğ sebze, meyve yemeliyiz. Sıcak içecekler yerine soğuk ve yanında sigara içilmeyen içecekleri tercih etmeliyiz. Ayran, su, süt, böyle içeceklerdir. Sigara içerken yemeğimiz bir sigarayla biter. Sigarayı bırakınca ne kadar yiyeceğimizi önceden saptamalı ve bitince sofradan kalkmalıyız. Elimiz, ağzımızı hemen yıkamalı ve dişlerimizi fırçalamalıyız. Eğer sofrada oturmamız gerekiyorsa, önümüzdeki yiyecekleri uzaklaştırmalı, yemek atıştırmak yerine su içmeliyiz.

Sigarayı bırakınca kendinizi ödüllendirin. Sigara içmek isteyerek yaptığınız bir şeydi. Sigarayı bırakınca istediğiniz bir şeyi yapın, alın. Spor ayakkabısıyla başlayabilirsiniz.

40 günden sonra tekrar başlamak sosyal-psikolojik ihtiyaçlardan kaynaklanıyor. Bu nedenle hayatımızı düzenlemeli ve kendimizi güçlendirmeliyiz. Unutmayalım ki sigara içmek sorunlarımızın hiçbirini çözmedi, dahası yeni sorunlar ekledi.

Ülkemizde ne yazık ki iyi bir koruyucu hekimlik uygulaması yok. Ancak bir durumun ilacı çıktığında sağlık sorunu olarak tıbbın gündemine giriyor. Şimdi de piyasaya sürülen bazı ilaçlar sonucunda sigarayı bırakma üniteleri oluşturuldu. Bu destekler de alınabilir tabii. Ama bu çalışmaların hepsinin başarısı kişilerin sigarayı bırakma kararlığı üzerine kurulu. Bu kararlılık varsa, bu yöntemlerin kullanılmasındansa olanak ve çabanın hayatın düzenlenmesi için kullanılması daha doğru değil mi?

Dr. Selma GÜNGÖR
gunluk _sağlik@hotmail.com

Meşruiyet ve Değişim


'Delilik aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir.'

(Albert Einstein)

Aklın yerini deliliğin, ihtirasın, kinin aldığı zamanlarda politikacılar, fikir insanları, o kaderleri belirleyenler yeryüzüne lanetler, yeryüzüne afetler ve belalar gönderirler. Değişimi ve dönüşümü görmezler. Onlar, o delilik içinde olanlar yaşamı, toplumsal olanı, uslu uslu akan bir nehir olarak görmek isterler. Nizamın bu uslu nehrin akışına göre olmasını isterler, lakin sadece 'ölü balıklar bu uslu nehrin akışına' kapılır ve yaşayanlar kendi kaderlerini belirlerler.

Zamanımızın meşruiyeti, demokrasi, politik ve ahlaki toplum inşa mücadeleleri üzerinden gelişen bir geçiş sürecidir. Hakim olan ise, meşruiyet adı altında güç ve çıkarın (tekel) esas olduğu anlayışıdır. Toplumsallık ve dünyanın geleceği açısından ise bu doğru değildir. Hâlâ güç ve çıkar geçici zaferler getiriyor, o hemen bitiveren ve yeni bunalımlara yol açan geçici zaferler. Bu yüzden politikalar ve stratejiler güç ve çıkara göre belirlenmeye devam ediyor. Tamamen kriz ve savaşlarla geçen son yüzyılların politika ve stratejileriydi bunlar. Bu siyasetler kesintisiz kriz, kaotik toplumlar ve her alanda büyük yıkımlar getirdi. O zaman bu meşruiyet karşıtlığıdır.

Yerküre, hakikat ve meşruiyet tartışmalarını esas alan bir geçiş süreci yaşıyor. Hakikat ve meşruiyetlerle ilgili ilkeler yeniden belirleniyor. Güç ve çıkara dayalı, biçimi ne olursa olsun o tuhaf ve insanlığa aykırı evren bakış açıları ile yüzyılı geçiştirmenin mümkün olmadığı, bu şekilde yaşanılamayacağı genel kabul görüyor. Bilgi ve buluşlar, gelişkin teknoloji, doğanın ve toplumsallıkların kırımı bunu artık mümkün kılmıyor. Verili durum diğer zamanlara benzemiyor; daha çok bir varoluşun dönüm noktasına benziyor: 'Olmak veya olmamak!' O zaman güç ve çıkara (tekele) dayalı politikalar ve stratejiler bir kurtuluş değilse ve doğanın, insanlığın sonunu getirecekse, farklı meşruiyet arayışları bir hakikat haline geliyor. Dünyadaki bu tartışmalar ülkemizde daha yakıcı bir özellik kazanıyor.

Mustafa Kemal'in yüzyılın başında yaptıkları 'yurtsever bir meşruiyete' dayanıyordu. Daha sonra o ilk amacından kopsa da bölge için etkileyici bir çıkış ve model idi. Halklara zamana ters düşmeyen haysiyet ve onurunu geri veren bir lider olarak bilindi ve öyle kabul edildi. Bu anlamda Ortadoğu'yu etkiledi. Kurtuluş mücadelesi zamanın zihniyetine, zayıf da olsa demokrasi ve cumhuriyete ve bazı değerlerin ruhuna denk düşüyordu. Bu demokrasiler için bir meşruiyetti. Daha sonra genelleşeceği gibi 'geçmiş milliyetçi mücadelelerin şanı üzerinde' halkın üzerine güç tekeli kurma ve ceplerini doldurmaya dönüştü. Bu durum cumhuriyet için de, El Fetih için de geçerlidir.

O zamanlarda, Afganistan'da Emanullah Han, 1919'da tahta geçti. Ve Mustafa Kemal'in izinden gitmek istedi. Ordusunu işgalci İngiliz birliklerinin üstüne sürdü ve ülkesinin bağımsızlığının tanınmasını sağladı. Bu meşruiyetten kazandığı saygınlıktan güç alarak bazı reformlara girişti. Batı'nın ve Anadolu'daki bazı değişimleri ülkesine taşımaya çalıştı; özellikle kadının sosyal yaşam içindeki ve eğitimdeki katılımını güçlendirecek adımlar attı. Zamana uygun bir eğitim ve özgür basının ortaya çıkması için destek sundu. Bu deneyimden on yıl sonra, 1929 yılında Emanullah Han kendisini dinsizlikle suçlayan gelenekçi liderlerin komplosuyla tahtan indirildi.

İran'da Rıza Şah girişimi de bir Anadolu esinlemesi idi. O da Mustafa Kemal'i taklit ederek modern bir İran kurmaya çalıştı, lakin bunu hanedanlıkla yapmayı tercih etti. Bu yüzden bağımsız bir politika izleyemedi. Düşman güçler tarafından korunduğu bilinen birinin meşruiyeti kabul edilemez. Ve giriştiği her iş değersiz görülür; halkı modernleştirmek istiyorsa, halk modernleşmeye karşı çıkar, kadınları birazcık sosyal yaşama katmak istiyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar. Günümüzde ise kapatılan, yok sayılan kadına karşı protestolar yapılıyor. Garip bir paradoks olsa gerek. Bu 'açılımlar' başarısızlığa uğradı; çünkü hakikatten uzak, ikiyüzlü, tutarsız ve zoru esas alan kirli savaşçı iktidarların imzasını taşıyordu.

BİLGİ SONSUZ EVRENDİR

Ortadoğu'da meşruiyetin dayanakları doğal toplum değerleri, kültür, tarih, hakikat, din ve özgürlüklerle bağlantılı olmuştur. Bu değerlerden kopuk güç ve iktidar tekelleri kalıcılaşmamış ve zaman içinde silinip gitmişlerdir. Bu anlamda, bölge hiçbir zaman tam olarak sömürgeleştirilmemiştir. Buradaki toplumsal doğa ve sosyal yaşam kültürü buna elvermemiştir; ancak sömürgeci tahribatlar ve yağmalarla sınırlı kalınmıştır. Belki bazıları, İskender, Roma, Moğollar bazı kalıntılar bırakmışlardır.

Ortadoğu nedir? Ortadoğu tüm insanlık değerlerinin ve dünya dinlerinin (Eski Ahit-Yeni Ahit ve İslamiyet) merkezidir. Burası tarihin, toplum olmanın, üretimin, köy ve kentlerin ve çoğunlukla da dinlerin kimlik için olduğu kadar onur için de bir tapınak değerindedir. Bugün bu coğrafyada ve acılarla dolu bu çağda, toplumların yaşadığı sorun önce din ile siyaset din ile tarih, din ile kimlik, din ile onur ve ahlak-politika ile iktidar, halklar ile iktidar, kültür ile iktidar arasındaki meşruiyetsiz ve hakikatsiz ilişkiler ile bağlantılıdır. Hakim olan, bilgi, sosyal yaşam, demokrasi ve özgürlüklerden kopuk hükümetlerin, güç ve çıkar üzerine kurulu rejimlerin gayrımeşru yapılanmalarıdır.

Demokrasi, ahlak, sosyal yaşamlara ve politikaya özgürlükler zamanımızın meşruiyeti ve hakikatidir. Meşruiyet ve hakikat hükümetlerin insafına bırakılamaz. Yerel meclisler, platformlar cemaatler ve sivil alanların belirleyici bir rolü olduğu genel kabul görüyor. Bu toplum alanlarının çok zayıf olduğu 20. yüzyılın başlarında bürokrasi bu boşluğu dolduruyordu. Reel sosyalizmdeki ve ülkemizdeki bürokrasi belirleyici bir rol oynuyordu; bu da hayırlı sonuçlara yol açmadı, meşruiyet ve hakikatin önünü tıkadı. Bunu önlemek için Mustafa Kemal'in birçok denemesi ve girişimi vardır; muhalif partilerin olması ve düşünce özgürlüğü anlamında da.

Maddi ve manevi her varlığın, her olgunun sınırlarının belirlenmesine ihtiyaç vardır. Her iktidarın, halkın kendi taşkınlıklarından, kendi güç ve çıkar saplantılarından korumak için aynı zamanda onu kendinden korumak için bir karşıt-iktidara veya muhalif partilere ihtiyacı vardır. Siyasetin, politika ve ahlakın esas kuralıdır bu. Ayrıca esas olarak halkların da örgütlü gücü bunun esas teminatıdır.

Siyaset, meşruiyet ve hakikat karşısında, zaman ve tarihsellik bakımından görecelidir. Meşruiyet ve hakikat için akıl ve bilgi ancak sonsuz bir kaynak olabilir; çünkü 'bilgi sonsuz evrendir.' İnsanlar ve toplumlar bütün yaşamları boyunca ondan sınırsız beslenebilirler. Bilgiyi ne yapsalar tüketemezler. Ve ondan ne kadar beslenirsek doğayı da o kadar az tüketiriz. Büyük açlığımız büyük bilgisizliğimizdir.

Tüm sistem güçlerinin, Batı'nın yüzlerce yılı bulan hatası ve meşruiyet bulamamaları, dünya halklarına tarihsel ve evrensel değerleri benimsetmemeleridir. Oysa Ortadoğu merkezli dinsel çıkışlarda esas olan bu idi. Batı, kendi sömürü, güç ve tüketim kalıplarını dünya toplumlarına dayattı. Bazen de 'eşitlik, özgürlük ve adalet' gibi değerleri de yansıttı. Düşünce özgürlüğü, insan hakları, yerelin güçlendirilmesi ve esas alınması gibi küresel değerleri esas alan bir ilişki, politikaları çıkar ve güç karşısında her zaman zavallı kalan meşruiyet arayışları oldu.

Yerkürede, maddi anlamda bir üstünlüğü olabilir. Lakin manevi anlamda üstünlüğü (eşitlik, adalet, özgürlük gibi) aşınmış ve otoriter, oligarşik, faşist yapılara yol açmıştır. Manevi meşruiyet olan farklılıkları yönetme, ortak ahlaki-politik değerler oluşturma, gelecek için zihinsel paylaşımlar, tarihi yüzleşmelerden kaçınma var. Sadece güç ve çıkara hizmet eden bilgi ve zihinsel paylaşımlar çatışma yaratmıştır. Toplumları çürütmüştür.

YENİ MEŞRUİYET ZEMİNLERİNİN YARATIMI

Ortadoğu'daki rejimler büyük çapta aşınmış ve meşru zeminlerini kaybetmişlerdir. Buradaki halklar mutlu değildir. Filistin ve Kürt halkı mutlu değildir. Beluciler, Azeriler mutlu değildir. Hiçbir halk esenlik içinde değildir. Ve her toplum bir değişim ihtiyacından bahsediyor. Ve yeniden 'açılım' ve biçimlendirme planları yapılıyor, tutmuyor; krizler ve savaşlar çıkıyor ve yeniden deneniyor.

ABD, kendisine düşman olan rejimleri hizaya getirmeye çalışıyor veya ortadan kaldırmak istiyor. Rejimler de statükolarını korumak istiyor. Meşruiyetler yeniden tartışılıyor. Özgürlük ve demokrasi ve adalet, coğrafyamızda ve çağımızda meşruiyetin esası olarak kabul ediliyor. İsrail-Filistin sorunu ve Kürt sorununun demokratik çözümü temel bir eksen oluşturuyor. Bu çözümleri gerçekleştirebilen ülkeler (İsrail, Türkiye, İran, Suriye) Ortadoğu'ya tarihsel, toplumsal, kültürel iradeleriyle eşitlikçi, demokratik, adil ve toplumları onurlandıran yeni bir meşruiyet ve hakikat zemini ve çıkış noktası yakalayabilir ve tıpkı dünya dinlerindeki büyük çıkışlar gibi yerküreyi etkileyebilirler.

Muhakkak ki ABD ve diğer güç tekellerinin devasa bir askeri gücü vardır. Lakin güç tanımı artık değişiyor ve artık icatlarla tanımlanıyor. Ve Ortadoğu tüm zamanlarda büyük bir güç idi: İcatların merkezi idi. Şimdi ABD askeri üstünlüğünü muhafaza etmek için başvurduğu yollardan biri de, özellikle üstünlük sağlayıcı teknoloji konusunda benzer faaliyetlere başka ülkelerin girmesini (İran vd.) önlemektir. Bu yüzden İran da hedeftir. Geleceğin kaos noktalarından biridir. Ancak Kürt ve Filistin haklarının sorununun çözümü ile bölgeye istikrar gelebilir. Ve Türkiye ile İran ancak o zaman dış etkileri durdurabilirler.

Tarihin ve yerkürenin bu en önemli merkezini yöneten hükümetlere ve liderlere gün geçtikçe bir şeyler anlatmak zorlaşıyor. Göklerin kadim lanetleriyle sanki lanetlenmişler. En önemli ve hayati toplumsal sorunları çözme cesareti, daha fazla oy almak için kurban ediliyor. Oysa liderlik demek cesaret ve sorun çözmek demektir.

Örneğin cemaatten birisi, Halife Ömer'e 'Ey Ömer! Eğer sen eğilirsen, biz seni bu eğri kılıçlarımızla doğrulturuz!' diyebiliyordu. Adaletin ve vicdanın kılıcı ve ahlakın kılıcı öyle keskin idi ve halkın, ümmetin elinde idi. Tabii ki Hz. Ömer cesurların cesuru idi. Öyle adalet için aslan yürekli idi. Hiç şüphesiz ki o işiten ve gören liderlerden idi. Lakin sadece oyları gören ve sadece paranın sesini işitenler şimdi lider oluyor.

Son dönemlerde, coğrafyamızda ve bölgemizde kaos ve çatışmalar yoğunlaşıyor. Tarihleri boyunca farklı sosyal yaşam yolları, kendilerine göre inançları, dilleri, gelenekleri, aidiyet duyguları, gurur ve onurları geliştiren toplumlar, halklar asimilasyona karşı, güç ve iktidar ve çıkar tekellerinin özerk kimliklerini altüst etmelerine müsaade etmeyeceklerini söylemeye başladılar. Hakikat ve meşruiyete dayalı bir yaşam istemeye başladılar. Mitoloji, din, felsefe ve bilginin zamanlarında, buradaki rehberler, bilgeler, peygamberler ve alimler toplumları ileri götüren, sosyal yaşamı geliştiren ve koruyan, yaşam kalitesini artıran, özgürlükleri yükselten adil bir davranışı esas aldılar. Cami ve medreseler politika, ahlakın ve icatların yeri idi. İnancın insanları, tüm dinlerde, dinin, felsefenin ve bilimin neferleri idi. Ve toplumları iç içe, bilinmeyeni, insana ve doğaya ait sırları sorunları çözme yeteneği ile tarihi ve yaşamı esneklik, derinlik, zihinsel ve ruhani bir arınmışlıkla yaşarlardı.

Günümüzde ise, özellikle ülkemizde sarayın ve iktidar tabularının dışında adım atmayı başarmış rehberlerin, bilgelerin ve aydınların seslerini duyma sevincini yaşıyoruz. Belki henüz zayıf olabilirler, henüz arınmamış olabilirler; lakin bu ölü toprağa, bu acılarla dolu kederli insanlara umut vermeye başladılar. Ve bu coğrafyada her halk ve her birey, her kadın ve her erkek bir kahraman ruhu taşır. Halklar adildir. Halklar böylesi zamanlarda adil olanlar ile adil olmayanlar arasındaki farkı bilir.

Fethi SUVARİ*
*D Tipi Kapalı Cezaevi C-1/12
DİYARBAKIR