6 Ağustos 2011 Cumartesi

Nasıl Bir Anayasa-2

Kenan KIRKAYA
Yeni anayasa talebi ortak bir toplumsal talep haline gelmiş gibi görünse bile, herkesin ve kesimin talep ettiği anayasa bir değildir, hatta bazı durumlarda söz konusu talepler arasında taban tabana zıtlık bulunmaktadır. Bu durum ‘nasıl bir anayasa ve nasıl bir uzlaşı’ meselesini ortaya çıkarırken, ortak paydalar yaratmaya yönelik girişimler de henüz cılız kalmaktadır


Kürt Sorunu ‘Yeni Anayasa’ Dayatıyor


Türkiye tarihindeki 200 yıllık anayasa ve toplumsal mutabakat arayışları, 2004 yılından sonra özellikle Kürt sorununun ortaya çıkardığı koşulların dayatmasıyla daha da yoğunlaşmaya başladı. Toplumsal talep AKP’ye 2007 seçimlerinde “yeni anayasa” sözü verdirirken, yapılan onca çalışmaya rağmen bu talep AKP’nin siyasi hesaplarına kurban edilerek rafa kaldırıldı. 2011 seçimlerinden sonra gittikçe artan bir talep halini alan anayasal çözümün yeniden AKP’nin siyasi hesaplarına kurban edilebileceği konuşuluyor.


1808 ile başlayıp günümüze kadar süren ve ne yazık ki sorunların çözümüne hizmet etmeyen devletçi anayasaların tarihsel serüveni kadar güncel işleyişi de dikkat çekmektedir. Toplumun 12 Eylül rejiminden kurtulmak için yine 12 Eylül rejimi tarafından önüne konulan 1982 Anayasası’nı kabul etmesinin üzerinden 29 yıl geçti. Ancak daha ilk günden başlamak üzere, darbenin özellikle sol ve sosyalist mağdurları cılız da olsa yeni bir anayasa talebini hep dile getirdiler. 12 Eylül Anayasası’nın imtiyaz sağladığı kesimler ise, gelinen aşamada bu imtiyazlarını daha fazla sürdüremeyeceklerini anladıkları için, yeni anayasa talebine “kendi talep ve beklentileri çerçevesinde” destek vermeye başladı. Yeni anayasa talebi ortak bir toplumsal talep haline gelmiş gibi görünse bile, herkesin ve kesimin talep ettiği anayasa bir değildir, hatta bazı durumlarda söz konusu talepler arasında taban tabana zıtlık bulunmaktadır. Bu durum “nasıl bir anayasa ve nasıl bir uzlaşı” meselesini ortaya çıkarırken, ortak paydalar yaratmaya yönelik girişimler de henüz cılız kalmaktadır.


Hükümet başlattığı gibi bitirdi


Yeni anayasa çalışmaları hükümetin de desteği ile 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra ağırlık kazanmaya başladı. Kürt muhalefeti ve sosyalist grupların yıllardır dile getirdiği anayasa talebine yönelik hükümet kanadından da sıcak mesajlar verildi. İlk girişim 22 Temmuz genel seçimlerinden sonra başlatıldı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş), Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (Türkiye Kamu-Sen), Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) gibi sivil toplum örgütleri 2007 yılında AKP’nin çağrısı üzerine bir araya gelerek Anayasa Platformu oluşturdu. Platform daha sonra TÜSİAD, TBB, TÜRKONFED, MÜSİAD, MEMUR-SEN, TUSKON, ASKON, TÜGİK, KAGİDER, KADER, TÜGİAD ve TVYD gibi oluşumların dahil olmasıyla “Anayasa Platformu Söz Sizde” girişimine dönüştürüldü. 8-9 Ekim 2007’de Ankara’da 83 kuruluştan 250 kişinin katılımıyla “Anayasa Platformu Ulusal Çalıştay” düzenlendi. Çalıştayda, anayasanın yapım ilkelerini belirleyen sonuç bildirgesi yayınlandı. Bildirgede, 1982 Anayasası’nın ruhunu yansıtan “değiştirilmez” ilk 4 maddesinin korunması sonucu çıktı. Ayrıca Kürt sorununa kaynaklık eden anadil ile ilgili 42. madde ve vatandaşlık tanımıyla ilgili 66. maddeye ilişkin de herhangi bir düzenleme talebi ortaya çıkmadı. Bu çalıştayın ardından AKP konuyu gündemden düşürünce, Anayasa Platformu da çalışmalarına ara verdi. Platform, 9 Nisan 2010 tarihinde yaptığı ara dönem toplantısında anayasa ihtiyacının devam ettiğini belirterek, çalışmalarını yeniden başlatma kararı aldı.


AKP’ye yakın iki ayrı çalışma


Anayasa eski Raportörü Osman Can, Adnan Özer, Ayhan Ogan, Balçiçek Pamir İlter, Enver Sezgin, Gülçin Avşar, Rojhat Avşar, Veysel Uçum gibi isimlerin öncülük ettiği Yeni Anayasa Platformu (YAP) ise ayrı bir çalışma yürütüyor. Bu çalışmaya yazar Adalet Ağaoğlu, sanatçı Lale Mansur, Prof. Dr. Fuat Keyman, Ümit Fırat, Cemil Koçak gibi isimler de destek veriyor. AKP’ye yakın kesimler tarafından yürütülen bu çalışma kapsamında yerellerde toplantılar yapıldı. Şimdiye kadar Diyarbakır, Kars, Edirne, Manisa ve İzmir’in yer aldığı birçok ilde özellikle de üniversite kampüslerinde toplantılar düzenledi. Toplantılar, “Türkiye Anayasası’nı arıyor” başlığı ile yürütülürken, başlığın Türkiye Barış Meclisi’nin daha önce yaptığı, “Türkiye barışını arıyor” konferansından esinlendiği anlaşılıyor. Bu platform seçimlere kadar bu çalışmalarını sürdürecek.


Aynı paralelde ve yine aynı kişiler ile STÖ’lerin destek verdiği bir başka anayasa çalışmasını da Sivil Dayanışma Platformu (SDP) yürütüyor. YAP’ın da kurucuları arasında yer alan Ayhan Ogan’ın başkanlığını yaptığı SDP, Hak-İş, Memur-Sen, Akdeniz Dayanışma Platformu ve çok sayıda yerel platformdan oluşuyor. SDP, Anayasa Referandumu sürecinde gazetelere ilan vererek, AKP’ye açık destek çağrısında bulunmuştu. Bu iki çalışmaya Enver Sezgin ve Ümit Fırat gibi isimler dahil edilerek, çıkan sonuçlara “Kürtlere de yer verildi” iddiası güdülecek.


Dışlananların anayasa arayışı


1982 Anayasası zihniyetinin mağduru olan, yapılan anayasalardan dışlanan kesimler de anayasa çalışmalarını sürdürüyor. Bu konuda birbirinden bağımsız çok sayıda çalışma yürütülüyor. Bunların başında da çok sayıda Kürt, özgürlükçü Müslüman, Alevi ve sol aydının destek verdiği Demokratik Anayasa Hareketi Girişimi geliyor. Girişim, 7 Kasım 2010 tarihinde 30 kişilik bir aydınlar grubu tarafından oluşturuldu. İlk toplantısında “Nasıl bir anayasa” sorusuna cevap vermek için 40 ilde yerel toplantılar yapma kararı alan inisiyatif şimdiye kadar 17 ilde yerel sekretaryalar ve inisiyatifler oluşturdu. Girişim yürüttüğü yerel çalışmalarından sonra nisan ayında Ankara’da merkezi “Anayasa Konferansı” düzenledi ve konferansta anayasanın esas olarak sokakta yapılabileceğine ilişkin güçlü vurgular ön plana çıktı. Aynı paralelde “Herkesin anayasasını hepimiz için yapıyoruz” inisiyatifi de İstanbul’da Anayasa Çalıştay’ı düzenledi. Ayhan Candaş, Gençay Gürsoy, Erol Katırcıoğlu ve Hülya Gülbahar gibi değişik kesimlerden oluşan çok sayıda kişinin katıldığı çalışmalarda anayasa taslağı yazımı esas alındı. Yine aynı paralelde “Özgürlükçü Anayasa Platformu” da çalışmalarını yürütüyor. BDP ve Kürt hareketi ise gerek Demokratik Anayasa Hareketi Girişimi, gerek Özgürlükçü Anayasa Platformu ve diğer anayasa platformlarının çalışmalarına zaman zaman dahil olarak görüş ve düşüncelerini bildiriyor. Ayrıca BDP bünyesinde daha önce akademisyenlerin de girişimiyle bir anayasa taslağı hazırlanmış ancak genişletmek üzere askıya alınmıştı.


Özgün çalışmayı kadınlar yapıyor


Anayasa hazırlıkları konusunda en özgün çalışmayı ise Anayasa Kadın Platformu yapıyor. Kadın sorununa anayasal bir çözüm arayan platforma Hülya Gülbahar ve çok sayıda kadın yazar, akademisyen öncülük ediyor. Platformda 77 kadın örgütü temsilini buluyor. Şimdiye kadar çok sayıda toplantı düzenleyen platform, anayasa önerilerini de büyük ölçüde netleştirmiş durumda. KESK ve DİSK gibi muhalif grupların, sol inisiyatiflerin ve TÜSİAD’ın özgün anayasa çalışmaları da devam ediyor. Başta BDP olmak üzere siyasi partilerin anayasa çalışmaları da hesaba katıldığında, anayasa çalışması yürüten onlarca kurum ve platform bulunuyor.


İlk işaretler umut verici değil


Bütün bu çalışmaların yanı sıra, yeni anayasanın nasıl yapılacağına ilişkin tartışmalar sürüyor. Yeni anayasayı gündeme alması beklenen 24. Dönem TBMM’nin çalışmalarına, yemin krizi ve henüz aşılmayan bir boykot kriziyle başlanması yeni anayasanın yeniden bilinmez bir tarihe ertelenebileceği kaygılarına neden oluyor. Vekilliği düşürülen Hatip Dicle ve tutuklu milletvekillerinin yanı sıra demokratik siyasetin önündeki engeller nedeniyle Meclis çalışmalarına katılmayan BDP’den yoksun bir Meclis’in, Kürt sorununa da çözüm olması beklenen anayasa çalışmalarını nasıl yürüteceği merak konusu. Bunun için Meclis tatile girmeden önce siyasi parti temsilcilerinin katılımıyla bir “Anayasa Uzlaşma Kurulu” kurulması bekleniyordu ancak bunun yerine AKP 9 kişiden oluşan bir komisyon kurdu. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı’da devlet heyetiyle yürüttüğü görüşmelerde de, Kürt sorununa anayasal çözüm konusunda “mutabakata varıldı”ğına dair değerlendirmeler yapıldı. Öcalan en son, söz konusu heyetle, “Anayasa Konseyi ve Barış Konseyi” kurulması yönünde uzlaşmaya vardıklarını açıkladı. Bu konseylerin de “nasıl pratikleştirileceği, kimlerden oluşacağı, bu konuda ne tür adımlar atılacağı” henüz netleşmiş değil.

Nasıl Bir Anayasa-1


Kenan KIRKAYA
Yüz yıllık bir geçmişi olan anayasa arayışları, toplumsal mücadelelerin zorlaması sonucu yaşanan çok sayıdaki denemeye rağmen ne yazık ki Türkiye’de şimdiye kadar, sorunu çözebilecek toplumsal bir sözleşme yapılamadı. Türkiye’nin en temel sorunu olan Kürt sorunu ve birçok sorun anayasal sorun olma özelliği taşıyor


Türkiye’de anayasa serüveni, 1808 yılında ilan edilen Sened-i İttifak’a dayanıyor. 1876 Kanun-î Esasî, 1921 Teşkilat-î Esasiye Kanunu, 1924, 61 ve 82 anayasası olmak üzere uzun tarihsel süreçleri içeren 6 anayasa yapıldı. Her biri kendi içinde dönemlere göre değişime uğrasa da hiçbiri, Türkiye’nin çoğulcu yapısını yansıtamadı


Osmanlı’dan 12 Eylül’e anayasa arayışları

İmparatorluk geleneği üzerinden yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasa serüveni, 1808 yılında ilan edilen Sened-i İttifak’a dayanıyor. 1876 Kanun-î Esasî, 1921 Teşkilat-î Esasiye Kanunu, 1924, 61 ve 82 anayasaları olmak üzere uzun tarihsel süreçleri içeren 6 anayasa denemesi gerçekleştirildi. Her biri kendi içinde dönemlere göre değişime uğrasa da hiçbiri, bünyesinde barındırdığı etnik zenginliklerle, Türkiye toplumunu çağdaş değerlerle buluşturamadı. Aksine anayasa konusunda örnek aldığı ülkeler bile kendi örneklerinden vazgeçerken, Türkiye ulus devlet modelinde olduğu gibi bu örneklerde ısrar etti. İşte Türkiye’nin 200 yıllık anayasa arayışı.

İlk anayasa taleplerin ürünü

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yazılı anayasa denemesi, temelleri üzerinden yükseldiği Osmanlı döneminde yazıldı. II. Mahmut döneminde, 1808 yılında ilan edilen Sened-i İttifak anayasal arayışların başlangıcı olarak kabul edilir. 1839 yılındaki Islahat Fermanı ile devam eden bu arayış yazılı bir metin niteliğini taşıyan 1876 yılındaki Kanun-î Esasî’ye kadar devam etti. Kanûn-î Esâsî II. Abdülhamit döneminde 23 Aralık 1876’da ilan edildi. Bu anayasa yapımı da yine toplumsal talepler ve beklentilerin artması, bunların Osmanlı devletini değişime zorlaması sonrasında gündeme geldi. Osmanlı devletinin Karadağ, Sırbistan, Bosna ve Hersek bölgelerinde artan hak talepleri ve batılı devletlerin bu konuda araya girmesi ve buralara imtiyaz istemesi üzerine anayasa ilk kez gündeme geldi. Söz konusu bölgelerin durumunu görüşmek ve talepleri değerlendirmek üzere bir araya gelen yaklaşık 200 kişilik meclis, tüm Osmanlı toprakları için reform yapma kararlaşmasına ulaştı. Bunun üzerine Abdülhamit denetiminde Mithat Paşa’nın başkanlığını yaptığı “Cemiyet-i Mahsusa” adında 20 kişiden oluşan bir kurul oluşturuldu. Dönemin komisyon üyelerinden İsmail Hami Danişmendi’nin iddiasına göre kendi içinde çeşitli çalışma gruplarına ayrılan komisyonda 20’ye yakın tasarı hazırlandı. Çeşitli iddialara göre sadece Bosnalılara, Sırplara değil, Kürtler gibi aynı zamanda Müslüman olan farklı etnik gruplara da bazı haklar tanıyan taslaklar komisyondan geçmedi ve elendi. Komisyon çalışmalarından sonra İsmail Hami Danişmendi tarafından hazırlanan 130 maddelik taslak sadrazama sunuldu. Bu taslak Padişah tarafından başkaca bazı komisyonlar oluşturarak taslağı inceletti ve yapılan çalışmalar sonucu hazırlanan tasarı, Heyet-i Vükelâ’dan geçti. 23 Aralık 1876 tarihinde padişahın bir yazısı ile kabul ve ilân edildi. Hazırlanan bu anayasa için 1831 tarihli Belçika ile 31 Ocak 1851 tarihli Prusya anayasaları model alındı. Bu anayasa denemesinde de askerler yer aldı. Anayasayı hazırlayan kurulda iki asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve ulemadan 10 kişi bulunuyordu. 119 madde ve 12 bölümden meydana gelen Kanûn-ı Esâsî, daha sonra ilki 1909, ikincisi ve üçüncüsü 1914, dördüncüsü 1916 ve beşincisi 1918 tarihinde olmak üzere toplam 5 kez ve 32 maddesinde değişikliğe tabii tutuldu.

Tekçi zihniyet Kanûn-î Esâsî ile başladı

Kanûn-î Esasî Osmanlı devlet geleneğinde ilk kez devletin yapısını, organlarını ve bunlar arasındaki ilişkiyi; vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini belirtilmesiyle hukuksal bir metinle belgeliyordu. Bu anayasa ile birlikte kabul edilen ve “seçim yasası” anlamına karşılık gelen, “Talîmat-ı Mukavvete”ye göre seçim yapılması ön görülüyordu. Ancak yapılacak olan seçimlerle, devletin başında Padişah olmakla birlikte biri halk tarafından seçilecek “Meclîs-î Mebusan” bir diğeri de devlet memurları arasından seçilecek yani “teknokrat” meclisine denk düşen Meclis-î Ayan gibi iki meclis tarafından yönetilmesi düşünülüyordu. Hazırlanan bu anayasada devletin biçimi Monarşi olarak belirlenirken, bugüne kadar devam eden tekçi yapının temelleri de, “devletin yapısının üniter olması” ile o günden başladı. Cumhuriyet dönemindeki laiklik anlayışına karşılık, Osmanlı anayasasında devletin dini “İslam” olarak benimsendi.  

21 Anayasası’na nötr bir dil hakimdi

Osmanlı devletinin parçalanması sonrasında cumhuriyetin kuruluşuna da öncülük edecek anayasal süreçler devam etti. Bu anlamda ilk olarak bugüne kadar Kürt hareketinin refere ettiği 1921 anayasası düzenlendi. Bu anayasa savaş koşullarında hazırlandığı için son derece kısa bir anayasa metni şeklindeydi. 21 Anayasası kendisinden diğer anayasalardan farklı olarak, Türk etnik yapısını temel dayanak haline getiren hatta başka etnik unsurları da Türkleştirmeye çalışan anayasalardan kısmen ayrılmaktadır. Monarşiden Cumhuriyete, İmparatorluktan Ulus Devlet modeline geçiş anayasası şeklinde de tanımlanan Teşkilat-i Esasiye Kanunî bir ihtilal anayasası şeklinde tanımlanmaktadır. “Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir” hükmü ile başlayan anayasa metni, 18 Eylül 1920 tarihinde İcra Vekilleri Heyetinin, Meclis Genel Kurulu’na sunduğu “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu Lahiyası” üzerine yapılan görüşmelerden sonra hazırlandı. 18 Kasım 1920’den Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kabulüne kadar iki ay sürecek görüşmeler sonrasında 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu kabul edildi. 23 maddeden oluşan bu anayasa kendisinden sonraki anayasaların aksine, “Türk devleti” yerine “Türkiye devleti” tanımlamasını tercih etti ve Türk etnik vurgusundan azad tutuldu. Kürtlerin bugün ki özerklik talebine denk gelen vilayet sisteminin esas alındığı bu anayasada, Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine, Büyük Millet Meclisi kavramı esas alındı. Bu anayasanın yapımında da Cumhuriyetin kurucu kadroları olan ve başta Mustafa Kemal olmak üzere silah arkadaşları belirleyici bir rol oynadı. Ancak, bu kadrolar arasındaki bazı profesyonel askerlerin dışında siyasetçiler de aynı zamanda savunma amaçlı askerlik yaptıkları için asker yoğunluklu bir kadro tarafından hazırlansa bile kendisinden sonraki anayasalar gibi bir ordu anayasası değildir. Bu anayasa da devlet başkanlığı ve cumhuriyetin şekline yönelik bir tarif ilk başlarda yer almamıştır. Daha sonra 29 Ekim 1923 tarihinde söz konusu anayasanın bazı maddelerinde yapılan değişiklikle Cumhuriyet ilan edilmiş, cumhuriyetin başına Cumhurbaşkanı getirilmişti. Ancak kurucu metin olmasına rağmen, 21 anayasası değil, daha sonra yapılan ve büyük oranda tekçi zihniyetin benimsendiği 1924 anayasası Cumhuriyetin devlet sisteminin oluşması ve toplumsal ilişkilerinin teklik üzerine oturmasına neden oldu.

Tekçi zihniyet 1924 Anayasası’yla kurumsallaştı

Savaş koşullarında hazırlanan son derece kısa ve nötr olan anayasa, yapılışından 3 yıl sonra değişikliğe tabii tutuldu. Bu kurucu metine rağmen 1924 yılında “daha geniş kapsamlı bir anayasa” ihtiyacı gerekçesiyle Büyük Millet Meclisinde (BMM) Kanunu Esasî Encümeni adında bir komisyon oluşturdu. Komisyon kısa süreli çalışmasının ardından ulus devlet modelini esas alan Fransa Cumhuriyeti anayasası ile Polonya Anayasası esas alındı. 20 Nisan 1924 tarihinde 21 anayasası revize edilerek, esasen tümden değiştirilerek 1924 anayasası oluşturuldu. Kanun-î Esâsî de benimsenen tekçi yaklaşımın kurumsal hale getirildiği 1924 anayasasında ilk kez, “devletin dili Türkçedir” diye başlayan ve “tek dil, tek millet, tek vatan, tek bayrak” kriterleri benimsendi. Atatürk inkılapları olarak bilinen kriterlerin ilk kez benimsendiği bu anayasa da kuvvetler ayrılığı ilkesi de ilk kez benimsendi. Yine Kürt sorunun doğmasına da dayanak teşkil eden ve homojen bir Türk ulusu yaratmak adına herkesi Türkleşmeye çalışan “Türkiye Cumhuriyetine Vatandaşlık bağlı ile bağlı olan herkese Türk denir” hükmü anayasanın 88. Maddesi ile bu anayasa da benimsendi. 7 kez değişikliğe uğrayan 1924 Anayasasındaki ilk ve önemli değişiklik, 1928 yılında yapıldı ve Anayasa’da bulunan dinî ibareler çıkarıldı. 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, 1937 yılı değişikliğiyle Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı ilkesi Anayasa hükmü şekline getirildi. 1945 yılında yapılan değişiklikle Anayasa Osmanlıca’dan Türkçe’ye çevrilirken, 1952 yılında yapılan bir başka değişiklikle anayasanın dili yeniden Osmanlıca’ya çevrildi. 1960 yılında Demokrat Partiye karşı yapılan askeri müdahale ile bu anayasada kısmi değişiklikler yapılarak 1961 anayasası ortaya çıkarıldı.

Başbakanını darağacına götüren ülkenin devrimi!

Devlet partisi olan CHP’nin mutlak iktidarının sona erdirilmesiyle çok partili sisteme geçildiği 1945 yılından sonra yapılan ikinci seçim 1950 yılında yapıldı ve bu seçimde muhafazakar çizgisi ile bilinen Demokrat Parti, oyların 53’ünü alarak parlamentoda 408 sandalye elde etti. Daha sonra Başbakan Menderes’in Yassıada’da yargılanması ve idam edilmesine kadar gidecek olan süreçte rafa kaldırıldığı düşünülen 1924 anayasası askeri darbe sonucu yeniden düzenlendi. 27 Mayıs 1960 yılında Menderes hükümetine karşı 38 subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi tarafından darbe yapılarak yönetime el konulmasının ardından, Prof. Dr. İsmet Giritli, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı, Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şensoy ve Ragıp Sarıca gibi akademisyenlerin de aralarında yer aldığı bir bilim komitesi tarafından anayasa taslağı hazırlandı. Bu çalışmalar kapsamında bir de 12 Haziran 1960 tarihinde “geçici anayasa” kabul edildi. Bu geçici anayasada TBMM’nin yerine Milli Birlik Komitesi (MBK) getirildi ve MBK’nin yaptığı oturumları ve tutanaklarının gizli tutulması kararlaştırıldı. Ve bunun ardından anayasa için Kurucu Meclis kuruldu ve hazırlanan taslak halk oyuna sunuldu. 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunulan anayasa metni darbe koşullarında geçerli oyların yüzde 61.5’nin onayı ile kabul edildi. Yeni Anayasa 20 Temmuz 1961 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı ve oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Milli Birlik Komitesinin de görevine son verilmiş oldu.

1961 Anayasası’nda herkes Türk, Türk ise erkektir

157 asıl, 11 geçici maddeden oluşan 61 anayasası önceki anayasalarda bulunmayan bir “başlangıç” kısmına sahiptir. Bu kısımda yapılan darbe “Türk halkının devrimi” şeklinde tanımlanmakta ve “hak, özgürlüklere” yapılan atıflar devletin niteliklerine, “Sosyal devlet” tanımının eklenmesi nedeniyle 61 anayasası bazı kesimler tarafından bugüne kadar yapılmış en demokratik anayasa olarak kabul edilmektedir. Kürt sorunu kapsamında tekçilik bu anayasada varlığını koruyarak, “Madde 54- Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmüne yer vermektedir. Ayrıca, son yıllarda Deniz Baykal gibi bazı siyasetçilerin, “Türklük tanımı etnik bir tanım değil” yaklaşımını çürütecek bir madde de bu anayasa da yer almıştır ve Türklüğün etnik bir tanım olduğu, yine 54. Madde de “Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir” denilmektedir. Burada her vatandaş sadece Türk değil, aynı zamanda Türklük bir soy-sop tanımıdır ve Türklük aynı zamanda erkektir.

Geriye gitmeyi tercih etti

1982 anayasasının akıbeti de kendinden önceki anayasalardan farklı olmadı. Demokratik taleplerin gittikçe yoğunlaştığı, Türkiye gençliğinin dünyadaki 68 rüzgarından etkilendiği ve hak ve özgürlük talepleri için 500 binden fazla insanın sokaklara indiği 1980 yılında, “Demokratik Laik Cumhuriyeti koruma” görevi nenediyle Kenan Evren askeri darbe gerçekleştirerek yönetime el koydu. Kendisinden önceki askeri darbelerin tümüne insan hakları ihlali ve yarattığı tahribatlar nedeniyle rahmet okutan 12 Eylül darbesi aradan geçen 30 yıla rağmen anayasa başta olmak üzere, parlamentoda, devlet yönetiminde halen çok etkili bir şekilde etkisini sürdürüyor. Bir milyon insanın gözaltına alındığı yüzlerce insanın işkencelerde ve idam cezasıyla öldürüldüğü darbe koşullarında hazırlanan 1982 anayasası halk oylamasına sunuldu ve seçime katılan 18 milyon seçmenden 17 milyon’u yani seçmenin yüzde 91’i oranında bir destekle kabul edilmiş oldu.

16 kez 83 madde değiştirildi

Askeri darbenin oluşturduğu ve anayasa yapımını da üstlenen Milli Güvenlik Konseyi, daha sonra Milli Güvenlik Kurulu olarak varlığını günümüze kadar sürdürdü. 177 madde ve 16 geçici madde olmak üzere toplam 193 madde ile 7 bölümden oluşan 1982 darbe anayasası hak ve özgürlükler bakımından kendisinden önceki bütün anayasalardan daha katıdır ve devletçi yönü ön plana çıkmaktadır. Kürt inkarı ise 1982 anayasasında da sertleştirilmiştir. Toplumu cendereye alan 1982 anayasası ilki 17 Mayıs 1987 tarihinde, sonuncusu da 12 Eylül 2010 tarihinde yapılmak üzere 16 kez toplam 83 maddesi değiştirildi. Ancak, yapılan bütün değişikliğe rağmen 12 Eylül darbesinin ruhu anayasadan çıkarılamadı.

KCK Davası, Türk Devleti ve AKP Hükümeti’nin Gerçek Kimliğidir



Türkiye’de her zaman gerçekler çarpıtılmıştır. Evrensel kavramlar Türkiye’de kendine göre ele alınmıştır. Bunu gerçekleştirmek için çok boyutlu bir psikolojik savaş yürütülmüştür. Bunun nedeni ise Kürtler üzerinde uygulanan siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikasıdır. 
 
Türkiye’de demokrasi, insan hakları, hukuk, ahlak ve vicdan sıra Kürtlere geldiğinde farklı uygulanır, farklı algılanır. Evrensel ölçüler Kürtlere uygulanmaz. Bunu normalleştirmek içinse psikolojik savaş uygulanır. Eğer bugün Kürtler üzerinde psikolojik savaş yürütülüyorsa, hala üstü örtülmesi gereken gerçekler olduğu içindir.
KCK davası iki buçuk yıla yakındır sürüyor. Bu davada birçok belediye başkanı, DTP ve BDP yöneticisi başta olmak üzere 3000 civarında yargılanan Kürt siyasetçi var. Hala da her fırsatta Kürt siyasetçileri sudan bahanelerle tutuklanıyor. Tüm milletvekilleri ve belediye başkanları için terörle mücadele yasasından dava açılmış bulunuyor. Demokratik siyaset üzerinde hukuk terörü uygulanıyor. Demokratik siyaset bedeli ağır bir çalışma alanı haline getirilmiş bulunuyor. 

 
3000’e yakın kişinin yargılandığı KCK davası sürüyor. Tutuklulara Kürtçe savunma hakkı tanınmıyor. Hala dava bile başlamamış. Herhangi bir ülkede böyle bir dava olsaydı söz konusu siyasi güç üzerinde faşist terör olduğunu herkes kabul ederdi. O ülkenin demokratik olmadığı açık açık söylenirdi. Ne var ki Kürtler ve Kürt Özgürlük Hareketi söz konusu olduğunda böyle bir dava normal görülüyor. Bu tür keyfi tutuklanmalarla o ülkenin siyasi rejimi ve hükümeti arasında bağ kurulmuyor. Zaman zaman bazı eleştiriler yapılsa da bu süreklilik kazanmıyor. Bu dava söz konusu rejimin niteliğiyle ilgili ciddi bir değerlendirme konusu yapılmıyor. Sadece bir demokrasi eksikliği olarak görülüyor. Böylece Türkiye’deki demokrasi algısı daha iyi anlaşılıyor. “Kürtsüz demokrasi” Türkiye’nin batısında doğal görülüyor ve içlere sindirilmiş bulunuyor. Bunu kuşkusuz psikolojik savaşın başarısı olarak görmek gerekiyor. 

 
Diğer yandan her gün sokak ortasında bir bir insanlar öldürülüyor. Çocuklar katlediliyor. Gaz bombalarıyla ölümler, gösterilerde ölümler ve sınırda keyfi öldürmeler normal hale gelmiş bulunuyor. Herhalde bu sivil ölümler on on olmadığı için değerlendirme konusu olmuyor. Anlaşılıyor ki teröre karşı mücadelede “öngörülmüş” kayıplar olarak normal karşılanıyor. Ancak operasyona çıkan asker ölümleri için kıyamet koparılıyor. Zaten onlara göre Kürt gerillaları öldürülmesi gereken “lanetlilerdir”. 

 
Kürtlerin yaptığı her gösteriye polis ve asker saldırısı artık normal hale gelmiştir. Başka partilerin hiçbir yürüyüşüne ya da Kürtlere yapılan linçlere saldırmayan polis, Kürtler söz konusu olduğunda kırmızı şal görmüş boğa gibi azgınlaşıyor. Kuşkusuz bu saldırılar bir boğanın saldırısı gibi mahsum değil. Kesinlikle hükümet emri dahilinde ve planlı yapılıyor. 

 
Kürt basınına yönelik saldırılardan fazla söz etmeye gerek yok. Terörle Mücadele Yasası nedeniyle zaten Türk devletinin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü psikolojik savaşa yönelik mücadele etmek bile suçtur. Türk devleti, basını ve yardakçıları Kürt Özgürlük Hareketi’ne istediği gibi saldırabilir, ama Kürt hareketinin bu saldırılar karşısında kendisini savunmak için yaptığı hiçbir açıklama verilemez. KCK yöneticilerinin röportajlarını ya da açıklamalarını verme ayrıcalığı sadece yandaş ve merkez basına aittir. Eğer Kürt basınında bu yönlü dolaylı bazı şeyler verildiğinde ise gazeteciler Azadiya Welat gazetesinin iki yazı işleri müdürü gibi yüz ellişer yıl ceza alır ve cezaevini boylarlar ve gazete sık sık kapatılır. 

 
TMK nedeniyle birçok tutuklu Kürt gazeteci var. Birçoğu hakkında da yüzlerce yıllık cezalar istenen davalar sürüyor. Zaten basın çok ağır bir otosansürle kendisini yaşatabiliyor. Hiçbir biçimde dava konusu olmayacak teorik dergiler bile toplatılıyor. Zaten siyasi dergilere yaşam hakkı tanınmıyor. Özcesi Kürt basını çok ağır koşullarda kendisini zar zor yaşatmaya çalışıyor. Herhalde tümden engellemeleri yürüttükleri özel savaşa zarar vereceğinden bir kısım çalışmalara izin vermek zorunda kalıyorlar. 

 
Polis saldırısının normalleştiği, binlerce demokratik siyasetçinin yıllarca cezaevinde kaldığı ve yargılandığı, Kürt basını üzerinde TMK terörünün uygulandığı bir ülkede bazıları demokratik ilerlemeden ve yumuşamadan söz ediyorlar. Hatta utanmadan vicdansızlık ve ahlaksızlıkla tüm bu saldırıların mağduru olan BDP gerilimi arttırmakla suçlanıyor. Binlerce yöneticisi ve üyesi tutuklu olan bir partinin her gün kıyameti koparması gerekirken, “bu kadar tutuklama ve baskının olduğu ülkede nasıl demokrasiden bahsediyorsunuz” diyerek her gün haykırması gerekirken bunu yapmayan bir demokratik hareket üstüne üstlük bir de suçlanıyor.

 
Açık belirtelim ki bu kadar yöneticisi, belediye başkanı ve üyesi tutuklu olan bir partiyi hiç kimsenin suçlamaya hakkı yoktur. Böyle bir ülkede demokratik ilerlemeden ve Kürt sorununun demokratik çözümünden kimse söz edemez. Bu gerçeklik ortadayken kimse BDP’ye söz söyleyemez. Söz söylüyorsa bu uygulamaları onaylamış olur. 

 
Güya Kürt sorunu konusunda her şey tartışılıyormuş. Doğru tartışılıyor, ama esas olarak neyin olmayacağı tartışılıyor ve bu çerçevede Kürt hareketi suçlanıyor. Öyle ki basında taşları bağlamışlar köpekleri serbest bırakmışlar. Basının yürüttüğü psikolojik savaş yetmiyormuş gibi başbakan „daha fazla psikolojik savaş yürütün ve gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmayın“ diyor. BDP’lilerin televizyona çıkarılmaması isteniyor. 

 
Ben açıkça BDP’yi her konuşanın yüzüne bu tutuklamaları ve uygulamaları çarpmıyor, hatta psikolojik savaş karşısında savunmaya geçiyor diye suçluyorum. Bu saldırılar normalleştirilecek saldırılar mıdır? Arada sırada eleştirmekle yetinilerek geçiştirilecek saldırılar mıdır? BDP bu saldırılar karşısında pasif kalırsa, bazıları da hem suçlu hem güçlü pozisyonunda saldırılarına devam eder. 

 
KCK davası tamamen AKP ve Fethullahçıların tezgahladığı ve uyguladığı bir davadır. Hem de 29 Mart yerel seçimlerinden sonra BDP’nin gücünü kırmak için bu dava gündeme getirilmiştir. “Başka güçler bunu yapmışlar; biz yargıya müdahale edemeyiz” söylemi de bir safsatadır. Aksine bu davalarla AKP bizzat sadece yargıya değil, siyasete de müdahale etmiştir. Yargıyı kendi kirli siyasetine alet etmiştir. Hükümet bir siyasi karar alsa bu dava bir günde düşer. Çünkü bu dava bir düzmecedir. Bir zamanlar ABD’de komünizmle ilişkilendirilip tutuklama furyası başlatılan Mc Karticilik döneminin bir benzeri bugün Kürt demokratik siyasetine uygulanmaktadır.
Bu davanın bir avukatı gerçekler böyleyken, demokratik siyaset üzerinde ağır baskı yürütülürken, Türkiye’nin demokratikleşmesi engellenirken, Demokratik Özerklik ilanını eleştirmesi ve bunu demokratikleşme önünde bir engel gibi göstermesi büyük bir aymazlıktır. Hele hele psikolojik savaş merkezinin propagandası olan Özgürlük Hareketi’nde savaş isteyenler var safsatasını bir doğruymuş gibi dillendirmesi tamamen kendini bilmezliktir. Hem nalına hem de mıhına vurmak buna denir. Böylelerinin kişilik karakteri ve tutarlılığından şüphe edilir. 

 
Kürt siyaseti üzerinde böyle bir terör estirilirken milletvekilleri hakkında bile konuşmalarından dolayı yüzlerce yıllık davalar sürerken, Türk devleti için makbul bir eski Kürt siyasetçi Kemal Burkay psikolojik savaş merkezinin cilalaması ve pohpohlamasıyla Türkiye’ye geliyor. Daha doğrusu getiriliyor. Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı saldıracak siyasetçiler için Türkiye’de –Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye edilene kadar- güvence vardır. Onlar için demokrasi ve söz söyleme özgürlüğü sonuna kadar vardır. Bir zamanlar Amed zindanında bir tutuklu siyasi savunma yapsa, uygulamaları teşhir etse konuşturulmaz, hatta işkenceye tabii tutulurmuş. Ancak devletin politikasını eleştiren ve siyasi savunma yapanlara karşı konuşan itirafçılara ise, istediği kadar konuşma ve küfretme hakkı verilirmiş. Şimdi benzer uygulama dışarıda gerçekleşiyor. 

 
Bu makbul Kürt ve makbul eski siyasetçi şiddete karşıyım diyor. Gerillalar hakkında ağzına geleni söylüyor. Bunu normal görüyoruz. Çünkü 15 Ağustos 1984 Eruh-Şemdinli eylemlerinden sonra da bugünkü gibi ağır eleştirilerde bulunmuştu. Avrupa’da bulduğu her fırsatta bu gerilla direnişi aleyhinde konuşmuştu. PKK’nin terörist ilan edilmesinde bu gibi kişilerin suçlamaları da etkili olmuştu. 2004 yılının 1 Haziran’ında tasfiye ve çürütme politikalarına karşı gerilla yeniden eylemlere başladığında buna da bin bir kulp takmıştı. Bu zatın bu yönlü değerlendirmelerini normal görüyoruz. Bir yönüyle eskiden beridir yaptığı budur diyebiliriz. Bunu neden yapıyor, bunu değerlendirmek ayrı bir konudur.

 
Ancak kendi düşüncelerini söylemesi dışında Türk devletinin yürüttüğü politikaların, psikolojik savaşın bir parçası ve figüranı oluyorsa, o zaman ağır ol da mola desinler, denir. 

 
Avrupa Birliği’nden sorumlu Bakan Egemen Bağış’ın sözleri karşısında bu zatın sessiz kalması, hatta Kürt Özgürlük Hareketi’ne yüklenmesi gerçekten de tüm Kürtler için ağır ve onur kırıcı bir durumdur. Ve derhal reddedilmesi gerekir. Egemen Bağış’ın, etnik siyaset ve milliyetçilik yapanları suçlayıp bu zatı muhteremi övmesi ne anlama gelmektedir?  Devletin etnik siyaset ve milliyetçilik suçlamasının ne anlama geldiği bilinmektedir. Bu söylemin, inkarcılık ve Kürt haklarının reddedilmesinin kılıfı olduğunu her Kürt bilir.

 
Kürt siyaseti içinde bir birlerini milliyetçilikle eleştirmeleri ayrı bir konudur. Egemen Bağış’ın böyle söylemesi ise ayrı bir konudur. Her ikisi aynı düzlemde ele alınamaz. 

 
Bu eski siyasetçinin devlet tarafından nasıl değerlendirildiğini ve kullanılmak istediğini Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin taktirine bırakıyoruz. 


HÜSEYİN ALİ

Mantık ‘Tek’leyince sorun Çok Oldu

 
1808 Sened-i İttifak’ı ile başlayan ve iki yüz yıllık bir geçmişi olan anayasa arayışları ve toplumsal mücadelelerin zorlaması sonucu yaşanan çok sayıdaki denemeye rağmen ne yazık ki Türkiye’de şimdiye kadar sorunu çözebilecek toplumsal bir sözleşme yapılamadı.


Türkiye 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra yeni sivil ve demokratik bir anayasa arayışına başladı. Şayet hükümet ,toplumunda yükselmeye başlayan yeni demokratik ve sivil bir anayasa beklentisini kendi siyasi hesaplarına kurban edip daha önceki dönemlerde olduğu gibi ertelemezse, anayasa tartışmaları önümüzdeki günlerde artacak. 

1808 Sened-i İttifak’ı ile başlayan ve iki yüz yıllık bir geçmişi olan anayasa arayışları, toplumsal mücadelelerin zorlaması sonucu yaşanan çok sayıdaki denemeye rağmen ne yazık ki Türkiye’de şimdiye kadar sorunu çözebilecek toplumsal bir sözleşme yapılamadı. Bugün Türkiye’nin en temel sorunu olarak görülen Kürt sorunu başta olmak üzere birçok sorun anayasal sorun olma özelliği taşıyor. 

İmparatorluk geleneği üzerinden yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasa serüveni, 1808 yılında ilan edilen Sened-i İttifak’a dayanıyor. 1876 Kanun-î Esasî, 1921 Teşkilat-î Esasiye Kanunu, 1924, 1961 ve 1982 anayasası olmak üzere uzun tarihsel süreçleri içeren 6 anayasa denendi. Her biri kendi içinde dönemlere göre değişime uğrasa da hiçbiri bünyesinde barındırdığı etnik zenginliklerle Türkiye toplumunu çağdaş değerlerle buluşturamadı. Anayasa konusunda örnek aldığı ülkeler bile kendi modellerinden vazgeçerken, Türkiye ulus devlet modelinde olduğu gibi bu örneklerde ısrar etti. İşte Türkiye’nin 200 yıllık anayasa arayışı.

İlk anayasa toplumsal taleplerin ürünü


Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yazılı anayasa denemesi, temelleri üzerinden yükseldiği Osmanlı döneminde yazıldı. II. Mahmut döneminde 1808 yılında ilan edilen Sened-i İttifak anayasal arayışlarının başlangıcı olarak kabul edilir. 1839 yılındaki Islahat Fermanı ile devam eden bu arayış yazılı bir metin niteliğini taşıyan 1876 yılındaki Kanun-î Esasî’ye kadar devam etti. Kanun-î Esasî II. Abdülhamit döneminde 23 Aralık 1876’da ilan edildi. Bu anayasa yapımı da yine toplumsal talepler ve beklentilerin artması, bunların Osmanlı devletini değişime zorlaması sonrasında gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu Karadağ, Sırbistan, Bosna ve Hersek bölgelerinde artan hak talepleri, batılı devletlerin bu konuda araya girmesi ve buralara imtiyaz istemesi üzerine anayasa ilk kez gündeme geldi. Söz konusu bölgelerin durumunu görüşmek ve talepleri değerlendirmek üzere bir araya gelen yaklaşık 200 kişilik meclis, tüm Osmanlı toprakları için reform yapma kararlaşmasına ulaştı. Bunun üzerine Abdülhamit denetiminde Mithat Paşa’nın başkanlığını yaptığı “Cemiyet-i Mahsusa” adında 20 kişiden oluşan bir kurul oluşturuldu. Dönemin komisyon üyelerinden İsmail Hami Danişmendi’nin iddiasına göre, kendi içinde çeşitli çalışma gruplarına ayrılan komisyonda 20’ye yakın tasarı hazırlandı. Çeşitli iddialara göre, sadece Bosnalılara ve Sırplara değil, Kürtler gibi aynı zamanda Müslüman olan farklı etnik gruplara da bazı haklar tanıyan taslaklar komisyondan geçmedi ve elendi. Komisyon çalışmalarından sonra İsmail Hami Danişmendi tarafından hazırlanan 130 maddelik taslak sadrazama sunuldu. Padişahın kurduğu başka bir komisyon, taslağı inceledi ve yapılan çalışmalar sonucu hazırlanan yeni tasarı, Heyet-i Vükelâ’dan geçti. 23 Aralık 1876 tarihinde padişahın bir yazısıyla kabul ve ilân edildi. Hazırlanan bu anayasa için 1831 tarihli Belçika ile 31 Ocak 1851 tarihli Prusya anayasaları model alındı. Bu anayasa denemesinde de askerler yer aldı. Anayasayı hazırlayan kurulda 2 asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve ulemadan 10 kişi bulunuyordu. 119 madde ve 12 bölümden meydana gelen Kanun-ı Esasî, daha sonra ilki 1909, 2’inci ve 3’üncüsü 1914, 4’üncüsü 1916 ve 5’incisi 1918 tarihinde olmak üzere toplam 5 kez ve 32 maddesinde değişikliğe tabii tutuldu.

Tekçi zihniyet Kanun-î Esasî ile başladı

Kanun-î Esasî Osmanlı devlet geleneğinde ilk kez devletin yapısını, organlarını ve bunlar arasındaki ilişkiyi; vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini belirtilmesiyle hukuksal bir metinle belgeliyordu. Bu anayasa ile birlikte kabul edilen ve “seçim yasası” anlamına karşılık gelen, “Talîmat-ı Mukavvete”ye göre seçim yapılması ön görülüyordu. Ancak yapılacak olan seçimlerle, devletin başında padişah olmakla birlikte biri halk tarafından seçilecek “Meclis-î Mebusan” bir diğeri de devlet memurları arasından seçilecek yani “teknokrat” meclisine denk düşen Meclis-î Ayan gibi iki meclis tarafından yönetilmesi düşünülüyordu. Hazırlanan bu anayasa ise, devletin biçimi monarşi olarak belirlenirken, bugüne kadar devam eden tekçi yapının temelleri de “devletin yapısının üniter olması” ile o günden başladı. Cumhuriyet dönemindeki laiklik anlayışına karşılık, Osmanlı anayasasında devletin dini “İslam” olarak benimsendi.

1921 Anayasası’na nötr bir dil hakimdi

Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sonrasında cumhuriyetin kuruluşuna da öncülük edecek anayasal süreçler devam etti. İlk olarak bugüne kadar Kürt hareketinin refere ettiği 1921 Anayasası düzenlendi. Bu anayasa savaş koşullarda hazırlandığı için son derece kısa bir anayasa metni şeklindeydi. 21 Anayasası diğer anayasalardan farklı olarak, Türk etnik yapısını temel dayanak haline getiren hatta başka etnik unsurları da Türkleştirmeye çalışan anayasalardan kısmen ayrılmaktadır. Monarşiden cumhuriyete, imparatorluktan ulus devlet modeline geçiş anayasası şeklinde de tanımlanan Teşkilât-i Esasîye Kanunu bir ihtilal anayasası şeklinde tanımlanmaktadır. “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir” hükmü ile başlayan anayasa metni, 18 Eylül 1920 tarihinde İcra Vekilleri Heyeti’nin, Meclis Genel Kurulu’na sunduğu “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu Lahiyası” üzerine yapılan görüşmelerden sonra hazırlandı. 

18 Kasım 1920’den Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun kabulüne kadar iki ay sürecek görüşmeler sonrasında 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nu kabul edildi. 23 maddeden oluşan bu anayasa kendisinden sonraki anayasaların aksine, “Türk devleti” yerine “Türkiye Devleti” tanımlamasını tercih etti ve Türk etnik vurgusundan azad tutuldu. 

Kürtlerin bugünkü özerklik talebine denk gelen vilayet sisteminin esas alındığı bu anayasa da, Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine Büyük Millet Meclisi kavramı esas alındı. Bu anayasanın yapımında da cumhuriyetin kurucu kadroları olan ve başta Mustafa Kemal olmak üzere silah arkadaşları belirleyici bir rol oynadı. Ancak bu kadrolar arasındaki bazı profesyonel askerlerin dışında siyasetçiler de aynı zamanda savunma amaçlı askerlik yaptıkları için asker yoğunluklu bir kadro tarafından hazırlansa bile kendisinden sonraki anayasalar gibi bir ordu anayasası değildir. Bu anayasa da devlet başkanlığı ve cumhuriyetin şekline yönelik bir tarif ilk başlarda yer almamıştır. 

Daha sonra 29 Ekim 1923’de söz konusu anayasanın bazı maddelerinde yapılan değişiklikle Cumhuriyet ilan edilmiş, cumhurbaşkanı seçilmişti. Ancak kurucu metin olmasına rağmen 1921 Anayasası değil, daha sonra yapılan ve büyük oranda tekçi zihniyetin benimsendiği 1924 Anayasası, devlet sisteminin oluşmasına ve toplumsal ilişkilerin teklik üzerine oturtulmasına neden oldu.

1924 Anayasası’yla tekçi zihniyet kurumsallaştı


Savaş koşullarında hazırlanan son derece kısa ve nötr olan anayasa yapılışından 3 yıl sonra değişikliğe tabii tutuldu. Bu kurucu metine rağmen 1924 yılında “daha geniş kapsamlı bir anayasa” ihtiyacı gerekçesiyle Büyük Millet Meclisi’nde (BMM) Kanunu Esasî Encümeni adında bir komisyon oluşturuldu. Komisyon, Fransa Cumhuriyeti Anayasası ve Polonya Anayasası’nı esas aldı. 20 Nisan 1924 tarihinde, 1921 Anayasası tümden değiştirilerek, 1924 Anayasası oluşturuldu. Kanun-î Esasî’de benimsenen tekçi yaklaşımın kurumsal hale getirildiği 1924 Anayasası’nda ilk kez, “Devletin dili Türkçe’dir” diye başlayan ve “tek dil, tek millet, tek vatan, tek bayrak” kriterleri özümsendi. 

Atatürk inkılâpları olarak bilinen kriterlerin ilk kez benimsendiği bu anayasada, kuvvetler ayrılığı ilkesi de ilk kez yer aldı. Yine Kürt sorununun doğmasına da dayanak teşkil eden ve homojen bir Türk ulusu yaratmak adına herkesi Türkleştirmeye çalışan “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağlı ile bağlı olan herkese Türk denir” hükmü, Anayasa’nın 88. maddesi ile bu anayasada benimsendi. 7 kez değişikliğe uğrayan 1924 Anayasası’ndaki ilk ve en önemli değişiklik 1928 yılında yapıldı ve Anayasa’da bulunan dinî ibareler çıkarıldı. 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınırken, 1937 yılı değişikliğiyle Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı ilkesi Anayasa hükmü şekline getirildi. 1945 yılında yapılan değişiklikle Anayasa Osmanlıca’dan Türkçe’ye çevrilirken, 1952 yılında yapılan bir başka değişiklikle anayasanın dili yeniden Osmanlıca’ya çevrildi. 1960 yılında Demokrat Parti’ye karşı yapılan askeri müdahale ile bu anayasada kısmi değişiklikler yapılarak 1961 anayasası ortaya çıkarıldı.

Başbakanını asan ülkenin devrimi!

Devlet partisi olan CHP’nin mutlak iktidarının sona erdirilmesiyle çok partili sisteme geçildiği 1945 yılından sonra ikinci seçim 1950’de yapıldı ve bu seçimde muhafazakâr çizgisi ile bilinen Demokrat Parti, oyların yüzde 53’ünü alarak parlamentoda 408 sandalye elde etti. Daha sonra Başbakan Menderes’in Yassı Ada’da yargılanması ve idam edilmesine kadar gidecek olan süreçte rafa kaldırıldığı düşünülen 1924 Anayasası askeri darbe sonucu yeniden düzenlendi. 27 Mayıs 1960’da Menderes hükümetine karşı 38 subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi darbe yaptı. Yönetime el konulmasının ardından Prof. Dr. İsmet Giritli, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı, Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şensoy ve Ragıp Sarıca gibi akademisyenlerin de aralarında bulunduğu bir bilim komitesi anayasa taslağı hazırlandı. Bu çalışmalar kapsamında bir de 12 Haziran 1960’da “geçici anayasa” kabul edildi. Bu geçici anayasada, TBMM’nin yerine Milli Birlik Komitesi (MBK) getirildi ve MBK’nin yaptığı oturumları ve tutanaklarının gizli tutulması kararlaştırıldı. Ve bunun ardından anayasa için Kurucu Meclis kuruldu ve hazırlanan taslak halkoyuna sunuldu. 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunulan anayasa metni darbe koşullarında geçerli oyların yüzde 61.5’inin onayı ile kabul edildi. Yeni anayasa 20 Temmuz 1961 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı ve oluşturulan TBMM ile BMK’nin de görevine son verilmiş oldu.

1961 Anayasası’na göre herkes Türk, Türk ise erkektir!

157 asıl, 11 geçici maddeden oluşan 1961 Anayasası önceki anayasalarda bulunmayan bir “başlangıç” kısmına sahiptir. Bu kısımda yapılan darbe “Türk halkının devrimi” şeklinde tanımlanmakta ve “hak, özgürlüklere” yapılan atıflar devletin niteliklerine, “sosyal devlet” tanımının eklenmesi nedeniyle 1961 Anayasası bazı kesimlerce bugüne kadar yapılmış en demokratik anayasa olarak kabul edilmektedir. Kürt sorunu kapsamında tekçilik bu anayasada da varlığını koruyarak, “Madde 54- Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmüne yer verilmektedir. Ayrıca, son yıllarda Deniz Baykal gibi bazı siyasetçilerin, “Türklük etnik bir tanım değil” yaklaşımını çürütecek bir madde de bu anayasa da yer almıştır ve Türklüğün etnik bir tanım olduğu, yine 54. madde de “Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir” denilmektedir. Burada Türklük bir soy-sop tanımıdır ve Türklük aynı zamanda erkektir.

Dünya ileriye, Türkiye geriye gitmeyi tercih etti

1982 Anayasası’nın akıbeti de kendinden önceki anayasalardan farklı olmadı. Demokratik taleplerin gittikçe yoğunlaştığı, Türkiye gençliğinin dünyadaki 68 rüzgârından etkilendiği, hak ve özgürlük talepleri için 500 binden fazla insanın sokaklara indiği 1980 yılında, “Demokratik Laik Cumhuriyeti koruma” görevi nedeniyle Kenan Evren askeri darbe gerçekleştirerek yönetime el koydu. Kendisinden önceki askeri darbelerin tümüne insan hakları ihlali ve yarattığı tahribatlar nedeniyle rahmet okutan 12 Eylül darbesi aradan geçen 30 yıla rağmen anayasa başta olmak üzere, parlamento da, devlet yönetiminde halen çok etkili bir şekilde etkisini sürdürüyor. Bir milyon insanın gözaltına alındığı, yüzlerce insanın işkencelerden ve idam cezasıyla öldürüldüğü darbe koşullarında hazırlanan 1982 Anayasası halk oylamasına sunuldu ve seçime katılan 18 milyon seçmenden 17 milyon seçmenin yani yüzde 91 oranında bir destekle kabul edilmiş oldu.

83 madde değiştirildi


Askeri darbenin oluşturduğu ve anayasa yapımını da üstlenen Milli Güvenlik Konseyi, daha sonra Milli Güvenlik Kurulu olarak varlığını günümüze kadar sürdürdü. 177 madde ve 16 geçici madde olmak üzere toplam 193 maddeden oluşan 1982 Darbe Anayasası, hak ve özgürlükler bakımından kendisinden önceki bütün anayasalardan daha katı ve devletçidir. Kürt inkârı ise, 1982 Anayasası’nda da sertleştirilmiştir. Toplumu cendereye alan 1982 Anayasası ilki 17 Mayıs 1987 tarihinde, sonuncusu da 12 Eylül 2010 tarihinde yapılmak üzere 16 kez toplam 83 maddesi değiştirildi. Ancak yapılan bütün değişikliğe rağmen 12 Eylül Darbesi’nin ruhu anayasadan çıkarılamadı.
 
KENAN KIRKAYA

BDP: DTK Hedef Gösteriliyor


BDP Grup Beşkanı Selahattin Demirtaş, Demokratik Özerklik ilanından sonra DTK'nın hedef gösterildiğini belirterek "Önümüzdeki süreçte DTK'ye bir siyasi operasyon hazırlığı olduğu anlaşılıyor" dedi.

BDP Grup Beşkanı Selahattin Demirtaş, Demokratik Özerklik ilanından sonra DTK'nın hedef gösterildiğini belirterek "Önümüzdeki süreçte DTK'ye bir siyasi operasyon hazırlığı olduğu anlaşılıyor. Savcılar da buna hazırlık yapıyorlar. DTK'ya yönelik zaten soruşturma başlatılmış durumda. Gazeteler DTK'yi hedef göstererek bu operasyonun psikolojik zeminini hazırlıyorlar. Bölgedeki birçok cezaevinden tutukluların Karadeniz'deki cezaevlerine gönderilmesi, önümüzdeki süreçlerde operasyonların yapılacağına dair bir işarettir" dedi.


BDP'nin 4 Eylül'de yapacağı Olağan Kongresi öncesi Van'da düzenlenen toplantıya katılan BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş, yeni anayasa, Yüksek Askeri Şura (YAŞ), DTK'ya yönelik basında çıkan haberler, yaşanan kadın cinayetleri ve Kemal Burkay'ın Türkiye'ye dönüşüne ilişkin açıklamalarda bulundu. BDP'nin 4 Eylül tarihinde olağan kongresini gerçekleştireceğini kaydeden Demirtaş, BDP'nin bu kongre ile güçlü bir çıkış yapacağını belirtti. Bunun için çeşitli toplantılar yaptıklarını ifade eden Demirtaş, kongre çalışmalarının kısa bir süre içerisinde tamamlanacağını kaydetti. Yeni anayasa ile ilgili görüşlerini dile getiren Demirtaş, hiçbir partinin anayasa hazırlık çalışmalarında kendini merkeze koymaması gerektiğini, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin anayasanın hazırlanmasında merkez olması gerekliliğine işaret etti. Yeni anayasa çalışmalarını kurulacak anayasa konseyleri, uzlaşma komisyonları ve anayasa komisyonları tarafından yürütülmesini isteyen Demirtaş, BDP'nin de bu yönlü hazırlıklarının olduğunu belirtti. Demirtaş, ancak AKP kendini bunun merkezine oturtmaya çalıştığını vurguladı.


'AKP Anayasa çalışmalarında kendini merkez olarak görüyor'


AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'in "BDP yemin ederse görüşürüz" şeklindeki açıklamasına değinen Demirtaş, "Doğrusu bunu söyleyen siyasetçi ya demokrasinin ne olduğunu bilmiyor ya da halkı aptal yerine koyuyor. Her şeyden önce BDP mecliste grubu olan bir partidir. Resmi olarak grubumuz kurulmuştur, grup kurmak yemin etmekle bağlantılı değildir. AKP'li başkan yardımcısının 'Sivil toplum örgütleri ve meclis dışındaki siyasi partilerle görüşeceğiz ama BDP yemin ederse görüşürüz' demek nasıl çarpık bir zihniyete sahip olduklarını gösteriyor. AKP kendini merkez olarak kabul ederek çalışma yürütüyor. AKP bu şekilde bir çalışma yaparsa özgürlükçü bir anayasa ortaya çıkmaz. AKP'nin Kürt sorunu gibi önemli bir sorunu çözme gibi bir niyeti olsaydı BDP ile görüşmeyi yemin gibi bir şarta bağlamazdı. Yeni anayasanın Kürt sorunu gibi bir sorunun çözümüne katkı sağlamayacak ise o zaman yeni bir anayasa yapmaya ihtiyaç yoktur. Böylesi bir anlayışı kabul etmiyoruz. Doğrusu biz uzlaşma içerisinde yapılması taraftarıyız ama bu yaklaşımlar süreci geri çeken yaklaşımlardır. Anayasa çalışmalarının başında yer alan bir kişi böyle konuşuyorsa zihniyetlerinin ne olduğu anlaşılmıştır. Onları kendi cahillikleri ile baş başa bırakıyoruz" diye konuştu.


'Muhtar köyde ağalık yaparsa demokrasi olmaz'


BDP olarak askeri vesayetin siyaset ve toplum üzerindeki baskısının kalkmasından her zaman yana olduklarını aktaran Demirtaş, en kötü sivil yönetimin bile cunta yönetimlerinden daha iyi olduğunu belirtti. AKP'nin bununla kendi zemini ve politikalarını güçlendirdiğini vurgulayan Demirtaş, "Son YAŞ toplantısı sivil siyaseti güçlendirmiştir. Ama bu askeri vesayet ortadan kalktığı için doğrudan demokrasi gelmiştir anlamına gelmemelidir. Yoksa demokrasiye kurumsallaştıracak ve güçlendirecek bir yöntem görmüş değiliz. Bir köyde iki muhtar olmaz, ama bir köyde bir muhtar olacaksa da, bu kendini köyün ağası olarak ilan etmez. Bir köyde muhtar olması o köyde demokrasinin olduğu anlamına gelmez. Muhtar aynı zamanda ağa ise o köyde yine demokrasi olmaz" dedi.


'Haberler büyük operasyonlara zemin hazırlıyor'


Taraf Gazetesi'nin "Silah zoruyla özerklik ilan ettiler" haberine ilişkin açıklamada bulanan Demirtaş, "Doğrusu bu haberi duyduğumuzda bir karikatür dergisinin yaptığı bir haber olarak düşündük. Öyle olsaydı gerçekten gülünebilecek bir haber olurdu. Hükümete yakın bir gazetenin bunu ciddi bir haber olarak yayınladığını öğrendiğimizde şok olduk. Tabi haberin kaynağını açıklasalar belki daha net konuşuruz. Son seçimde iki buçuk milyondan fazla insanın demokratik özerkliği oy verdiği ortadayken, meseleyi hala çarpıtmak ve kriminalize etmek ve DTK'yi hedef haline getirmek çözüm zihniyetini yansıtmaz. Eğer bir baskından söz edilecekse ben seçim dönemini hatırlatırım. Seçimde her sandık başında üç silahlı kişi vardı. Bellerinde silah vardı ve üniformalarında polis yazıyordu. Ama buna rağmen 2 buçuk milyon insan demokratik özerkliğe oy vermiştir. Demokratik Toplum Kongresi basına açık bir toplantıyla demokratik özerkliği tartışacak ama bunları görmeyeceksiniz, aynı zamanda silah zoruyla özerklik kabul edildi diyeceksiniz. Bu son derece yanlış bir anlayış. Bunu yapanlar eminim ki bir zihniyete hizmet ediyorlar. Önümüzdeki süreçte Demokratik Toplum Kongresine bir siyasi operasyon hazırlığı olduğu anlaşılıyor. Savcıların da buna hazırlık yapıyorlar. DTK'ya yönelik zaten soruşturma başlatılmış durumda. Bu gazete hedef göstererek bu operasyonun psikolojik zeminini hazırlıyorlar. Yüzlerce tutuklama ve gözaltı olursa, bu yayınların buna hizmet ettiği anlaşılır" dedi.


'Başbakan kadın katliamlarını karşı sesiz kalıyor'


Bölgedeki birçok cezaevinden Karadeniz ve Türkiye'nin değişik bölgelerine nakillerin yapılarak yer açılma çalışmalarının yapıldığını aktaran Demirtaş, bununda önümüzdeki süreçlerde operasyonların yapılacağına dair işaretlerin verdiğini belirtti. Bu operasyonların çözüme zerre kadar katkı sunmadığını, hatta çözümsüzlük ve gerilime neden olduğunu söyleyen Demirtaş, "Yeni siyasi operasyon yaparak aynı hataya işlemeyi düşünüyorlar ise bu operasyon yapanlara kaybettirir. DTK ve BDP olarak çalışmalarımız büyük bir özgüvenle yürüyor. Bu önerilerimizi değerlendirmek yerine, siyasi operasyonlar ve tutuklamalar yapılırsa emin olun ki biz kaybetmeyeceğiz" dedi. Bölgede son zamanlarda yaşanan kadın intiharları ve cinayetlerine ilişkinde konuşan Demirtaş, BDP'nin bu güne kadar bu konu ile ilgili defalarca kampanyalar düzenlediğini, bu cinayetlerin durması konusunda çok ciddi çalışmalar yaptıklarını belirtti. AKP hükümeti döneminde kadın cinayetlerinde önemli bir artışın olduğuna dikkat çeken Demirtaş, "Başbakanın bu döneminde yaşanan katliamlara ilişkin tek bir açıklaması yoktur. Herhangi bir kadın öldürüldüğünde Başbakan tek bir açıklama yapmamıştır. Yıl içerisinde yüzlerce kadın katliamına karşı Başbakan sessiz duruyorsa bu bir onaylamadır. Biz her kadın cinayetinden sonra Başbakanı açıklama yapmaya davet ediyoruz" dedi.


Şanlıurfa'da yaşları 12-13 olan çocukların hamile oldukları haberlerine dikkat çeken Demirtaş, "Buna büyük bir toplumsal faciadır. Bunu toplumsal bir gerçeklik değil, toplumsal bir facia olarak değerlendiriyoruz. Çocuklara yönelik ağır bir işkencedir. Bunu durdurabilmek siyasetçilerin görevi olmalıdır. BDP'nin kadın meclisi önümüzdeki günlerde yoğun çalışmalar yapacaktır. Herkesi bu konuda duyarlı olmaya davet ediyoruz. Kadına yönelik her türlü şiddeti reddediyoruz" diye konuştu.


'Somali'ye gereken destek sağlanmalıdır'


Somali'de yaşanan açlık ve ölümleri de değerlendiren Demirtaş, Somali'de son üç ayda 30 bin çocuğun açlıktan öldüğünü belirtti. "Somali'de kuraklıktan dolayı açlık var" sözünü doğru bulmadıklarını kaydeden Demirtaş, "Bu kuraklıktan değil, sömürüden kaynaklı bir açlıktır. Bu Somali toprakları üzerinde on yıllardır devam eden emperyalist sömürüden kaynaklıdır. Somali'deki tüm kaynakları alıp Amerika ve batı ülkelerinde zenginliğe çevirenler bugünkü açlık ve ölümlerden birinci derece sorumludur. Somali'de sömürü vardır. Fakat Somalili korsanlara yönelik hükümetimiz oraya askeri güç göndermiştir. Somali için gözyaşı döken bakanlara şunu söylüyorum; Somali'ye asker gönderirken defalarca uyardık. 'Emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmeyin' dedik. Ancak CHP, AKP ve MHP elbirliği ile teskereyi geçirip asker gönderdiler" diye konuştu. "Somali'ye gönderdiğiniz askerin maliyeti ne kadardır? Günlük maliyetleri ne kadardır? Buraya yaptığınız askeri harcama ile kaç Somalili çocuk kurtulurdu?" gibi soruları soran Demirtaş, "Bir yanda Somalili çocuklar için gözyaşı dökeceksiniz, öbür taraftan Somali halkını öldürmek için orada bulanan emperyalistlere destek vereceksiniz. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Türkiye derhal buradan askerlerini ve savaş gemisini geri çekmelidir. Çocuklar orada ölüyorsa nedeni budur. Türkiye bunu önlemek istiyorsa bu konuda adım atmalıdır. Halkımızda Somalili çocukların ölümüne göz yummalı ve gereken desteği sunmalıdır" dedi.


Demirtaş: Sayın Burkay halkın çıkarlarını zedeleyecek durumların içinde olmamalı


"Genelkurmay Başkanlığı'na seçilen Necdet Özel'in PKK'lilere yönelik kimyasal silah kullandığı"na ilişkin soru üzerine Demirtaş, "AKP'nin bu konuda bir omurgası yok. Jandarma Genel Komutanı da Ergenekon'da ismi geçen biriydi. Ama bu iddialar yenilir yutulur cinsten değildir. Bizde bu konuda gerekli girişimleri başlatacağız. Kimyasal silahlar ilk kez gündeme gelen bir şey değil. O kişinin Genelkurmay Başkanı olması suç iddialarını değiştirmez ve onun yargılanmasının önüne geçmez" dedi. Kemal Burkay'ın Türkiye'ye dönüşü ile ilgili soruya ise Demirtaş, "Her sözümüze ve her söylediğimiz şeye karşı dava açılırken, Kürt siyasetçilerinin de kendilerini kullanılmaya karşı dikkatli olmalıdırlar. Ben buradan Sayın Kemal Burkay'a da çağrıda bulunmak istiyorum. Yurt içinde binlerce Kürt siyasetçinin tutuklu olduğu, yurtdışında binlerce siyasetçinin sürgün edildiği bir dönemde kendisinin bakanlar tarafından karşılanmasını hayra yormamalıdır. Sayın Burkay halkının çıkarlarına zarar verecek bir konumda olmamalıdır. Önümüzdeki günlerde fırsat olursa kendisi ile görüşebiliriz. Türkiye'ye geldiği zamanda kendisini arayıp 'hoş geldin' demiştik. Önümüzdeki süreçte kendisi ile görüşebiliriz. Türkiye'nin özgür olduğu ve Kürt siyasetçilerinin özgürce siyaset yaptığını söylemek hala çok erkendir" diye konuştu.


Yapılan açıklamadan sonra BDP toplantısı, Bostaniçi Belediyesi Toplantı Salonu'nda başladı.

2011 Seçimlerinin Analizi ve Demokratik Özerklik


Türkiye’nin ve Kuzey Kürtlerinin geleceğini etkileyebilecek olan 12 haziran 2011 seçimlerinin Kürtler ve BDP özelinde analizi önümüzdeki dönem politikalarının belirlenmesindeki önemi açıktır. Bu yazıda seçim sonuçları analiz edilerek, bu sonuçların Kürt siyasetini önümümüzdeki dönem açılımlarına ilişkin tahminler yapılacaktır.
 
            Seçim sonuçlarının analizinde kullanılan veriler seçim haberler.com” adlı internet sitesinden alınmıştır. Seçim sonuçları partiler, BDP tarafından desteklenen bağımsız adaylar ve coğrafi olarak Kuzey Kürdistan esas alınarak analiz edilerek seçmen tercihleri ve partilerin pozisyonlarıyla güç dengeleri saptanmaya çalışılmıştır.
 
            Seçimlerde % 10 barajını aşan AKP, CHP, MHP ve bağımsız adaylarla milletvekili kazanan BDP’nin aldıkları oylar bu partiler bazında gösterilirken, SP, HAS ve BBP’nin oyları diğer İslam, DP, DYP, HEPAR, MP, MMP ve LDP diğer sağ, DSP, TKP ve EMEP ise diğer sol olarak gruplandırılmıştır.
 
            Seçimlerde bölgeler düzeyinde Türkiye geneli, Kuzey Kürdistan’ı oluşturan iller ve Kürdistansız iller, BDP’nin seçimlere bağımsız adaylarla katıldığı iller, BDP’nin aday göstermediği iller ise BDP’nin Kuzey Kürdistan’da milletvekili kazandığı iller ve Tunceli’den oluşan aktif Kürdistan’a göre analizler yapılmıştır. Aktif Kürdistan’ı Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkari, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Şırnak, Tunceli ve Van illerinden oluşmaktadır.
 
Tablo
1’de partiler ve parti gruplarının bölgeler itibarıyla oyları verilmektedir. Tablo 2’de ise partilerin her bölgedeki oylarının Türkiye genelindeki payları hesaplanmıştır. Tablo 3’te ise partiler ve parti gruplarının bölgeleri nasıl paylaştıklarını göstermektedir.
 
 
Tablo 1 : Partilerin bölgelere göre oyları

 
 
  Türkiye Geneli Kürdistan’sız Türkiye BDP’nin Katıldığı İller BDP’Siz İller Kuzey Kürdistan Aktif
Kürdistan
AKP 21466356 17828220 14602647 6863709 3638136 1021618
CHP 11147736 10500985 8120684 3027052 646751 130008
MHP 5575993 5114525 3740427 1835566 461468 92500
BDP 2705045 953265 2705045 55507* 1807287 1448308
Diğer İslam 1179000 957958 752342 385811 180195 59040
Diğer Sağ 542805 528952 401377 177684 50109 17769
Diğer Sol 199158 169148 131077 68081 30010 16575
Toplam 42937079 36053053 30453599 12413410 6813956 2785818
 
 
Tablo 2 : Partilerin bölgelere göre oy oranları (%)

 
  Türkiye Geneli Kürdistan’sız Türkiye BDP’nin Katıldığı İller BDP’Siz İller Kuzey Kürdistan Aktif
Kürdistan
AKP 100,00 83,05 68,02 31,98 16,95 4,76
CHP 100,00 94,20 72,85 27,15 5,80 1,17
MHP 100,00 91,72 67,08 32,92 8,28 1,66
BDP 100,00 35,24 100,00 2,05* 64,76 53,54
Diğer İslam 100,00 81,25 63,81 36,19 18,75 5,01
Diğer Sağ 100,00 90,77 73,94 26,06 9,23 3,27
Diğer Sol 100,00 84,93 65,82 34,80 15,07 8,41
Toplam 100,00 83,97 71,04 28,96 16,03 6,50
 
            Tablo 2’den elde edilen sonuçlara göre Kuzey Kürdistan’ı oluşturan iller Türkiye’de seçmenlerin %16’sını oluşturmaktadır. AKP, diğer islam ve diğer solu oluşturan partiler Kuzey Kürdistan ve Kürdistan’sız Türkiye bölgelerinde Türkiye genel ortalamasına yakın oranlarda temsil edilirken, CHP, MHP ve diğer sağ Kürdistan’sız Türkiye’de % 90’nın üzerinde Kuzey Kürdistan’da ise % 10’un (baraj) altında kalmıştır. Yani bu partiler Kuzey Kürdistan’a yabancı ve marjinal yapılardır. BDP ise her 3 oyunun ikisini Kuzey Kürdistan’da alırken 1’ini Kuzey Kürdistan dışında kazanmıştır. Kürtler uzun mücadeleri sonucu TC rejimini temsil eden partileri marjinaleştirmeyi başarmışlardır. Fakat, islam altında örgütlenen AKP ve diğer partilerin Kürtlerin dini duygularını sömürerek TC rejimi ve devletine yeni olanaklar sağladıkları bu seçimlerde daha net olarak ortaya çıkmıştır.
 
 
Tablo 3 : Bölgelere göre Partilerin oy oranları (%)

 
 
  Türkiye Geneli Kürdistan’sız Türkiye BDP’nin Katıldığı İller BDP’Siz İller Kuzey Kürdistan Aktif
Kürdistan
AKP 49,99 49,95 47,95 55,29 53,39 36,67
CHP 25,96 29,13 26,67 24,39 9,49 4,67
MHP 12,99 14,19 12,28 14,79 4,77 3,32
BDP 6,58 2,64 8,88 0,45* 26,52 51,99
Diğer İslam 2,75 2,66 2,47 3,11 2,64 2,12
Diğer Sağ 1,26 1,47 1,32 1,43 0,74 0,64
Diğer Sol 0,46 0,47 0,43 0,55 0,44 0,59
Toplam 100,00 100,00 100,00 100,00 100,00 100,00
 
  • BDP’siz iller grubunda yer alan rakamlar ve oranlar diğer illerde BDP dışında aday olan bağımsız adayların aldıkları oyları ifade etmektedir.
 
Kuzey
Kürdistan’ı oluşturan Adıyaman, Ağrı, Ardahan, Batman,Bayburt, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Antep, Hakkari, Iğdır, Maraş, Kars, Kilis, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Şırnak, Tunceli ve Vanillerinde kullanılan oylar geçerli oyların % 16’sını temsil ederken, TBMM’ye toplam 121 milletvekili göndermiş veKuzey Kürdistan’ın Türk meclisinde temsili % 22 olarak gerçekleşmiştir. Bu milletvekillerinden 76’sı AKP, 9’u CHP, 5’i MHP ve 31’i BDP’den seçilmiştir (Analizler Diyarbakır’da BDP’nin 6 milletvekilliği kazanmasına göre hesaplanmıştır). Kuzey Kürdistan’da barajın altında kalan CHP ve MHP toplamda 14 milletvekili kazanmış, AKP ise aldıkları oyların üzerinde milletveli kazanarak haksız bir temsil hakkı elde etmiş ve bu hakkısızlığını Hatip Dicle olayıyla iyice pekiştirmiştir.
 
 
Seçimlerde
meclise milletvekili seçtirebilen 4 partinin oy oranlarını Türkiye coğrafi bölünemesine göre hesaplayan NTV’nin analizleri Tablo 4’te verilmektedir.
 
Tablo 4 : Partilerin bölgelere göre oy oranları (%)**

 
  AKP CHP MHP BDP
Güney-Doğu  B 51,38 8,71 4,16 32,37
Doğu A B 51,57 9,81 8,09 26,69
Karadeniz B 58,22 22,73 13,09 0,37
İç A B 56,79 22,30 15,34 0,94
Maramara B 48,89 30,98 11,34 3,70
Ege B 42,52 33,77 14,70 2,87
Akdeniz B 42,69 29,02 20,03 4,41
Türkiye 49,90 25,91 12,99 6,65
 
** Kaynak NTV internet sitesi.
 
            TC’nin coğrafik bölümlemesine göre BDP Güney Doğu ve Doğu’da her 3 kişiden birinin oyunu alırken AKP her iki kişiden birini oyunu almıştır. AKP devlet olanakları, basın ve parti olmanın olanaklarından faydalanırken, bağımsız adaylar ise BDP’nin desteği ile TSK, Gülen cemaati ve tüm sisteme karşı çıkarak bu sonuçları elde etmişlerdir. BDP bu seçimlerde Kürdistan dışında mılletvekili sayısını 5’çıkarmış ve önümüzdeki dönem seçimlerinde bu sayıyı daha da arttırmanın temellerini atmıştır. Özellikle İstanbul’da 400 binin üzerinde, İzmir’de 100 binin üzerinde oy almış ve metropolerde Kürt Ulusal mücadelesinin geldiği boyutlarla ve gelişme potansiyelinin işaretidir.
 
            Seçimlerden elde edilen sonuçlara göre AKP 66 ilde birinci parti olurken, CHP yedi, MHP bir, BDP ise yedi ilde birinci parti çıkmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken BDP’nin 9 ilde AKP’yi geride bırakmıasıdır. BDP Hakkari, Şırnak, Diyarbakır, Mardin, Batman, Van ve Muş’ta birinci parti olurken, Iğdır ve Tunceli’de ikinci parti olarak AKP’yi geçmiştir. Bu açıdan AKP’yi en fazla zorlayan parti olmuştur. Seçimlere bağımsız adaylarla girmekten dolayı BDP’nin % 10 dolayında oy kaybettiğini (geçersiz oy ve/veya başka partiye oy verme) tahmin ediyoruz. BDP seçimlere parti olarak girseydi Türkiye genelinde oyları rahatlıkla 3 milyonu, Kuzey Kürdistan’da ise 2 milyonu aşabilirdi.
 
            Seçimlerde en büyük başarıyı milletvekili sayısını % 50’den fazla arttıran BDP göstermiştir.  Seçimlere bağımsız adaylarla giren BDP yoğun engellemelere rağmen gösterdiği 60 adaydan (Elazığ adayı YSK tarafından veto edilmiştir) 36’sını parlementoya göndermeyi başarmıştır. Bu başarıyı hazmedemeyen TC sandıkta mağlup olduğu Kürt iradesini Osmanlı oyunlarıyla sınırlamaya ve hafifletmeye çalışmaktadır.
 
BDP’den
seçilen 36 milletvekilinin 31’i Kuzey Kürdistan’da ve bunların 29’unu ise aktif Kürdistan olarak tanımladığımız 13 (Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkari, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Şırnak, ve Van) ilden seçilmiştir. Kuzey Kürdistan’da Kürt ulusal mücadelesinin keskinleştiği ve tarafların netleştiği bu iller coğrafi olarak birbirlerine komşu olup bir bütünlük arzetmektedir. BDP’den 29 milletvekili seçilen iller ile Tunceli’yi (AKP Tunceli’de %16’23 ile Türkiye’deki en düşük oy oranınnı alırken BDP adayının oyları AKP’nin oylarından % 30 daha fazladır) kapsayan Aktif Kürdistan’da, meclise milletvekili gönderen 4 partinin aldıkları oylar ile oy oranları Tablo 5’te verilmektedir.
 
Tablo 5 : Aktif Kürdistan’ı oluşturan illerde 4 partinin oyları ve oranları

 
 
  AKP % CHP % MHP % BDP %
Ağrı 96189 48,62 4487 2,27 4496 2,27 82996 41,95
Batman 81151 36,91 14398 6,55 1253 0,57 113993 51,84
Bingöl 84506 67,06 3873 3,07 1677 1,33 30237 24,00
Bitlis 73785 50,62 2504 1,72 4618 3,17 58788 40,33
Diyarbakır 230213 32,99 15222 2,18 5409 0,78 429336 61,53
Hakkari 19465 16,42 1065 0,90 1224 1,03 94660 79,87
Iğdır 22776 28,23 1342 1,66 27502 34,09 25437 31,53
Kars 60959 42,57 23761 16,59 24719 17,26 27620 19,29
Mardin 103723 32,04 11829 3,65 2022 0,62 197791 61,10
Muş 73114 42,86 7054 4,14 7029 4,12 75885 44,49
Siirt 57963 48,09 3354 2,78 1333 1,11 51577 42,79
Şırnak 35582 20,64 4380 2,54 2029 1,18 125282 72,68
Tunceli 7314 16,23 25327 56,21 974 2,16 10347 22,96
Van 171067 40,56 15899 3,77 12711 3,01 207355 49,17
Toplam 1021618 36,67 130008 4,67 92500 3,32 1448308 51,99
 
 
Kuzey
Kürdistan’ın önemli bir bölümünü oluşturan 14 ilde kullanılan 2 milyon 800 dolayındaki oyun % 52’sini BDP’nin desteklediği bağımsız milletvekilleri almıştır. Yani bu bölgedeki her iki seçmenden 1’i BDP’nin politikalarına fiili olarak oylarıyla destek vermişlerdir. Okuma yazma düzeyinin göreli olarak düşük olduğu bu bölgede parti olarak seçime girilmemesine rağmen elde edilen bu başarı başta AKP ve TSK olmak üzere TC rejimini şaşkına çevirmiş ve ne yapacaklarını bilemez hale sokmuştur. Seçimlerden sonra tutuklu iken seçilen milletvekilleri bırakılmamış ve TC rejimi tarihinin en ağır kurumsal krizini yaşamış ve meşru olmayan egemenliği tartışmalı hale gelmiştir.
 
TC’nin yasal temsilini sağlayan TBMM’nin tartışmalı hale gelmesi Kürt-Kürdistan soruna çözüm yollarını da açmaktadır. Zira Kuzey Kürdistan’ın önemli bir bölümünde fiili olarak ikili bir iktidar durumu oluşmuştur. İkili iktidar durumun tescil eden seçim sonuçlarına göre Hakkari’de her on kişiden sekizi, Şırnak’ta her on kişiden yedisi, Diyarbakır vr Mardin’de her on kişiden altısı BDP adaylarına oy vererek TC rejimini tanımadıklarını ifade etmişlerdir.
 
Haziran 2011 seçimleri Kuzey Kürdistan’da yeni bir siyasi dönemin başlangıcı olmuş ve TC’nin Kürtler üzerindeki egemenliği tartışmalı hale gelmiş ve ikili iktidar durumu oluşmuştur. 14 Temmuzda açıklanan Demokratik Özerklik fiili olarak oluşan ikili iktidar durumunun resmiyet kazanması anlamına gelmektedir. TC son günlerde bilinçli ve sistemli olarak ortamı germekte ve Kürtleri kriminalize etmeye çalışmaktadır. Kürtler ve Kürt siyasileri bu alanda dikkatli hareket ederek provakasyona düşmemeli ve Kürt-Kürdistan siyasetinde taviz vermemelidir. Seçimlerle ortaya çıkan Kürt iradesine uygun olarak Kürtler kendi kaderlerini ellerine almalıdır.
 
Ahmet ALİM

Fransa, 16 Temmuz 2011

 
ahmetalim@hotmail.fr         ahmetalim@hotmail.fr