7 Haziran 2011 Salı

Halklar Boğazlaşır mı?


Türkiye kanaat önderinin Kürt sorununda en sık tekrarladığı hata bilimsel saha çalışmalarına göre değil kendi kabul-ret ölçülerine göre görüş belirtmesidir.

Örneğin elinde hiçbir veri olmadan "Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir; ayrılamaz. Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yapamaz" der.


Hakikaten reel hayatta durum böyle midir, değil midir sorgulamasına hiç girmez.


Konda geçtiğimiz günlerde bu konuda hepimizi aydınlatacak bir çalışma yayınladı.


"Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler" isimli araştırmaya göre Türklerin yüzde 47'si Kürt komşu, Kürtlerin de yüzde 22'si Türk komşu istemiyor.


Bu veriler Türkiye'nin çok ciddi bir etnik nefret sürecine giriş yaptığını gösterir mi?  


Eğer öyle ise etnik nefret sürecinin bir sonraki aşaması halkların dahil olduğu çok acımasız bir iç savaş.


Çok tartışmamız, ince eleyip sık dokumamız gereken bir konu.


* * *


Türkiye'nin iç savaşı 27 yıl sürdü. Bu süre içinde 50 bini aşkın insan hayatını kaybetti, yarısı kadar insan yaralandı. Toplam 3 milyon genç de şu veya bu şekilde savaş ortamını soludu, çatışmalara girdi.


Bölge'de yaşayan 8 milyon insan da savaşın acımasız yüzüne tanıklık etti.


Yani etkilenenlerin çarpan etkisi dikkate alındığında şu veya bu şekilde Türkiye nüfusunun yarısı direkt savaştan etkilendi.


Savaştan etkilenen bu nüfus savaşa ilişkin bir kanaat oluşturdu. Bu kanaat ötekinin düşmanlaştırılması şeklinde oldu.


Bu kanaati de yaratan 1999 sonrası gelişmeler oldu. Kürt siyasal hareketi bu tarihten itibaren kitleselleşti ve siyasallaştı.


Kürt hareketinin kitleselleşmsi Batı'da "demek ki PKK'nin arkasında halk varmış" algısı, Kürt hareketinin siyasallaşması da Cenk Saraçoğlu'nun ifadesi ile "Kürtlerin Batı'da tanınanarak dışlanması" tutumu doğurdu.


Yani bugün Türklerin Kürt komşu istememesinin arka planında bu psikoloji var.


* * *


Burada analiz sistematiğimin arasına girerek bir parantez açmak istiyorum.


Türkiye'de Kürtlere yönelik geliştirilen linçler planlı, programlı çalışan bazı kişilerin eseri değildir.


Kuşkusuz bazı insanların provokasyona yönelmesi veya yönlendirilmesinin de etkisi vardır. Tıpkı Erzurum'da bir kişinin eylemcilere para dağıtırken görüntülenmesinin gösterdiği gibi.


Ama ben linçlerin, toplumda linç doğası ve potansiyeli olduğu için meydana geldiğini düşünüyorum.


Bu doğa ve potansiyelin henüz organize eylemlere dökülmediğini, MHP üzerinde oynanan oyunların da o doğa ve potansiyeli organize hale getirmek amaçlı olduğunu söylüyorum.


Yoksa durum; toplumun içine girmeyen ama nedense toplumu da iyi tanıdığını iddia eden bazı enternasyonalist muhteremlerin "halk bazı karanlık çevrelerce provoke edildiği için linçler meydana gelmektedir" şeklinde belirttiği gibi değildir.  


* * *


Tamamen ırkçı, farklı olanı dışlayan, birlikte yaşamayı tercih etmeyen bu toplumsal doğa ilerde bir halkların boğazlaşmasına evrilir mi?


Evet, evrilebilir. Ancak bunun için bu doğayı besleyecek ve taşıracak "tahrik ortamı"nın oluşması gerekir.


Eğer Türkiye 15 Haziran'dan sonra orta yoğunluklu bir çatışma ortamına girer, yeniden karşılıklı cenaze kaldırırsa toplum çok seri bir şekilde 27 yıldır birbirine gösterdiği hoşgörüyü rafa kaldırabilir.


Zaten Konda'nın ortaya koyduğu verileri "toplumsal doğa faşistleşti" tezini desteklediği için önemsiyorum.


Rüzgar eken fırtına biçer. Fırtınayı sorunu çözmeyerek toplumu çıldırtma noktasına getirenler yarattı.


* * *


Madem ki düşünülmeyeni düşünme egzersizi yapıyoruz o zaman şu sorunun yanıtını da aramamız gerekecek.


Türkiye sivil iç savaşa girerse ne olur? Bu iç savaş nasıl bir savaş olur?


Bu soruyu bundan bir süre önce devlet güvenlik elitine yakınlığı ile bilinen bir kanaat önderine sormuş, o kanaat önderi de "3 milyon insan hayatını kaybeder" demişti.


Üstelik bu verinin kendi kişisel görüşü olmadığının altını çizerek.  


Muhtemelen iç savaşta şöyle bir tablo ile karşılaşağız.


Yanmış yıkılmış kentler, evler, işyerleri, arabalar... Her cadde ve sokak başında kurulmuş barikatlar... Mahalle ve semt çevrelerinde tutulan nöbetler...


Süngülenmiş hamile kadınlar, gözleri açık masum çocuklar, sokaklarda kan revan içinde yatan binlerce cesetler... Cesetler başında ağıt yakan çocuklar, kadınlar...


Senaryo 1: Devlet kontrolü ve denetimi elinden kaçırır. Üç ay Türkiye kan revan içinde kalır. Bir süre sonra devlet de el altından çatışmalarda taraf tutar. Üç ay sonra BM müdahalesi gerçekleşir. 3 milyon kişinin ölümünden sonra Türkiye bölünür.


Senaryo 2: Devlet süreci kontrollü götürür. Dış kamuoyuna iç sivil çatışma yaşandığı izlenimi verir. Bir süre sonra dışarda yükselen tepkilere bağlı olarak sıkıyönetim ilan ederek durumu kontrol altına alır.


Durum bu arkadaşlar! Umarım karanlığı gösterdiğim ve tasvir ettiğim için Sayın Aysel Hanım'a yaptığınız gibi bana da kızmazsınız.


Birilerinin artık bizi bekleyen karanlık günlerin tasvirini de yapması gerekir. Belki o zaman karanlık gelecek diyenleri değil barışın gelmemesi için çaba sarf eden karanlık merkezleri deşifre etmiş oluruz.


Şimdi Sayın Öcalan'ın Demokratik Ulus Bloku'nu neden bu kadar önemsediğini daha iyi anladık ve kavradık sanırım.

Benim Oyum da Gerillaya...


Türkiye'de yerleşik militer sistem, öylesine bir 'bakış açısı' yaratmış ki; "yasaklı konularda" herkes kendisine 'otokontrolü' temel alan bir 'yol' seçmiş.

Entelektüeller dahi, 'ikili' konuşmalarda 'gerçek görüşlerini' dile getirirken, 'kamuoyuna' yönelik konuşma ve yazılarında 'otokontrolü' temel alıyorlar.


Bu bence çok önemli bir sorun!


Toplumun, 'asıl gerçeği' bilmesini, ona ulaşmasını engelliyor.


Bu nedenle de, 'çok az da olsa', 'sansürsüz' konuşan insanlar, herkesi çok şaşırtıyor.


Oysa o insanların çoğalması, toplumun ufkunu açacaktır.


İşte o insanlardan biri, Vedat Türkali! 93 yaşına rağmen, çekinmeden, eğilip bükülmeden, her türlü kaygıyı bir yana atmış, özgürce konuşuyor.


PKK Lideri Öcalan'a sevgilerini gönderiyor.


O'nunla konuşmak istediğini söylüyor ve oyunu gerillaya vereceğini söylüyor.


2.6.2011 günü, 'Banu Güven'le artı' programında, Vedat Türkali bence, gerçek bir entelektüel tavrı gösterdi. Bize savaşı dayatanlara, kendi uyguladıkları şiddet politikalarını gizleyenlere, savaşın tek suçunu gerillaya yükleyenlere, Kürt halkının tüm demokratik taleplerine sırt çevirenlere, bir ders verdi.


'İçinden geçenleri' söyledi.


Hiçbir sansüre yer vermeden, olanca doğallığı ile.


Vicdanın sesini, bağırarak Kürtlere duyurdu


Vedat Türkali!


Vicdan ki; bence her türlü inancın üstündedir.


Bana göre 'tanrı vicdan'dır!


İşte bende sevgili Vedat Türkali gibi vicdanımın sesini dinleyeceğim!


Oyumu gerillaya vereceğim!


Aramıza dönsünler diye...


Orada yaşlanmasınlar diye...


Siyaset yapma hakkına sahip olsunlar diye...


Aralarında çok fazla arkadaşım, müvekkilim ve sevdiğim insanlar olduğu için!


Vicdanım böyle gerektirdiği için!

Seçim İzlenimleri- Bismil

Veysi Sarısözen'in seçim izlenimleri demek yerine "Seçim izlenimleri ısınma turu" diyeyebileceğimiz ilk izlenimlerinin ikincisi Diyarbakır Bismil merkezli oldu. Bismil'den sonra yazarımız izlenimlerine yurtdışına çıkmak zorunda kaldığı için kısa bir ara verecek. Diyarbakır'da Emek Demokrasi Özgürlük Bloğ'unun altı adayı var. Blok, Diyarbakır'dan bütün Türkiye'nin yakından tanıdığı isimler olan Leyla Zana, Hatip Dicle, Altan Tan, Emine Ayna, Nursel Aydoğan ve Şerafettin Elçi'yi aday olarak gösterdi. Bismil halkı ise bu adaylar arasında yapılan bölüşüm sonucu Leyla Zana'ya oy verecek. Serhat bölgesine ise yazarımız Vedat Çetin gitti. Yakın bir zaman içinde onun izlenimlerini de yayınlayacağız. Seçim sürecinde, Bölge illerinin tümünden izlenim yazılarını gazetemizde bulacaksınız. Öte yandan yazarlarımız, Ege, Akdeniz, Marmara bölgelerinden de izlenim yazacak. Yazarımız Av. Ayşe Batumlu ise cezaevinde olup da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu'ndan bağımsız milletvekili adayı olanlarla görüşerek kendilerini seçmenlere anlatmalarına aracı olacak...  

'Roj baş'tan 'Ehlen ve sehlen'e


BDP üyesi Mehmet Ceylan'la gitmiştik İbrahim Oruç'un evine.


Evde İbrahim'in babası, amcası, amcazadesi, çaylarımızı içip, ailenin acısını paylaşıyoruz.


Tanışırken "ben de Arabım dedi  Hadi Çelik. Antakya'da doğup büyüdüğüm için bu Arap arkadaşa kanım ısınıverdi.

"Ehlen ve sehlen" dedik karşılıklı.

Oruç ailesinin yakın dostlarından. BDP'den Belediye Meclis üyesi.


Bir misafirleri daha vardı: Meki Oran, imammış. Ben tam "imamlık" hakkında sohbeti koyulaştıracaktım ki, BDP'li
Mehmet Ceylan atıldı:

"Yalnız imam değil, dedi, emekli gardiyan..."


Ağzım açık kaldı.


Daha ben "bu kadarı da fazla" diyecektim ki, o devam etti: "Benim gardiyanım, Bismil'de cezaevindeyken o da bizim gardiyanımızdı..."
Mezopotamya, Amed, Kürt toprakları... Her insanın yaşamında bir "sır" var. Kaseye bir vuruyorsun, bin "ah" dinliyorsun.

Burada hiçbir şey alışılmış değil, hayatın renkleri başdöndürücü bir hareket halinde. Toplum kaynıyor, fokurduyor, hangi kapıyı çalsan, karşına bir "efsane" çıkıyor.


"Acaba BDP adayına oy verecek mi?" diye münasebetsiz bir soru sorsam mı derken, "ben de BDP üyesiyim" diyor.


Sonra öğreniyorum: Belediye Meclis üyesi Hadi Çelik'in oğlu İbrahim'in sınıf arkadaşıymış. Ve Çelik'in oğlu o günden beri okula gitmiyor.


Genç şehit İbrahim'in evinde bir insanlık hercümerciyle karşı karşıyayım.


Mehmet Ceylan "benim de eşim bu aileden, Süryani kökenli bir Kürt kadını" demez mi?


Mezopotomya boşuna "uygarlıklar beşiği" adını almamış...


İbrahim'in baba-ana evi de işte böyle, tıpkı Mezopotomya gibi...


'Meğer her Türk asker doğmazmış'!


Bismil'e geldiğim gün, halk iki HPG'li gencin cenazelerini kaldırıyordu.


Halkın acısı bir anda "seçimi" gündemden düşürdü. Savaş olan ve ölüm olan yerde "seçim" ve "oy" o kadar zavallılaşıyor ki, insanın canı seçimden konuşmak istemiyor.


Ben de zaten konuşmadım. Gazetemizin bu "seçim izlenimleri" planını Bismil'de değiştirdim ve HPG'lilerin taziyelerine gittim.


Bismil'den yaklaşık 700 genç dağa gitmiş.


Gidenlerden 252'si şehit düşmüş.


Yaklaşık gidenlerin üçte biri ediyor bu rakam.


Yıllardır böyle. Gidiyorlar, cansız bedenleri tabutlar içinde geri geliyor. Tabutları görenlerin korkacağı sanılıyor.


Korkmuyorlar. Soruyorum, "korksaydılar ölenlerin yerine dağa gitmezlerdi" yanıtını veriyorlar.


Burada "askere alma" gibi, kanun ve devlet zoru yok. Askerlik şubeleri gibi "gerillacılık şubeleri" kurulmamış. "Gerilla kaçakları"ndan söz edilmiyor. "Kaçak yok".


Ama şu anda Türk tarafında askerlik yapmak istemeyenler var. Bu yüzbinlerle ifade ediliyor. Ve devlet asker kaçaklarının peşinde koşuyor, vicdani retçileri tutukluyor.


Sonunda pes ediyor: Zorunlu askerlikten paralı askerliğe geçme kararı veriyor, böylece "Her Türk Asker Doğar" efsanesinden vaz geçiyor.

 

Mezopotomya'nın Gizli Hakikati: Oruç Ailesi

Şehitlerine yas tutan insanlara "seçim havasını" sormanın uygunsuzluğu çok açık. O nedenle YSK provokasyonuna karşı direniş sırasında vurulan 17 yaşındaki İbrahim Oruç'un yaslı ailesini ziyarete giderken onlarla ne konuşacağımı bilmiyordum. Acılarını paylaşıp dönmeyi düşünüyordum.  
İbrahim'in evine vardığımızda, kadınlar bir odada toplanmıştı, tülbentli başları, üzgün gözleriyle bizi selamladılar. Yan tarafa geçtik. Ömer Oruç'un da yüzünde hala oğlunun acısı asılı duruyordu.

"Bizler içimizde kin beslemeyiz dedi Ömer Oruç, ama oğlumun katili bulunana kadar, ben her gördüğüm polisi oğlumun muhtemel katili olarak göreceğim. Bunu kaymakama da söyledim"...


Oruç ailesi Sadye köyünden, -bu köye halk arasında "gavur Sadye" derlermiş- göçetmişler. Amca İhsan Oruç "köye koruculuk dayatılınca göç ettik" dedi.  


Bu minval üzre konuşup, artık ayrılmayı düşünüyordum ki, her şey değişti.


Oruç ailesi 1915 yılında Ermeni soykırımı esnasında onlarla aynı kaderi paylaşan bir Süryani ailesinden geliyor. Aile sonradan Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçiyor.


"Ama diyorlar, İbrahim'in babası ve amcası, ailemizin pek çok ferdi Avrupa'da ve onlar bugün de Hristiyanlar."


Onlar Türkiye'ye tatile geldiklerinde Oruç ailesine misafir oluyorlar. Misafirler Hristiyan olarak, Oruç ailesi Müslüman olarak ibadetlerini yapıyor.


Bunları dinleyince, Sadye köyüne neden "gavur Sadye" dendiğini anlıyorum.


Büyük dedeleri beş altı yıl önce tam 104 yaşında vefat etmiş. 1915 soykırımını hatırlıyormuş. "Vahdettin'in adamları geldiler, herkesi kırıp geçirdiler, kollarında kırmızı kurdelalar vardı" diye anlatıyormuş. İttihatçıları belli ki bilmiyor. Halktan uzak İttihatçılığı Süryani köylüleri demek ki henüz o zaman  duymamışlar. Ama onlar Padişahı biliyorlar. O nedenle "Enver'in adamları" dememiş, "Vahdettin'in adamları" demiş.


17 yaşında toprağa düşen İbrahim'in babasına soruyorum: Büyük dedenizin adı neydi?


"İbrahim'di diyor Ömer Oruç, oğlumun adını onun anısına koymuştuk..."


Mezopotomya'nın acılı, trajik gerçekliğiyle yüzyüze gelmenin büyük gerilimiyle çayımı içiyorum. Oruç ailesi "kaçak çay" içmiyor. "Biz Türk çayı içiyoruz" diyor Amca. Oruç ailesi çoktandır Kürt ve Müslüman bir aile. İbrahim'in küçücük yaşamındaki dev gerçeklik aklımı karıştırıyor.  



"Yaşayabilseydi, İbrahim de dedesi İbrahim gibi yüz yaşını geçebilirdi" diye düşünüyorum.


İbrahim'in devletten yüz yıla yakın alacağı kaldı.


Küçük, kızıl-sarı saçlı bir kız çocuğu çay getiriyor. İbrahim'in 12 yaşındaki kızkardeşi Fatma. Yanıma oturuyor. Büyüyünce hemşire ya da doktor olmak istiyormuş.


Bilmiyorum neden, ama "doktor ol Fatma" diyorum.


Babasının acılı yüzüne bakamıyorum.


Sonra İbrahim'in muhterem annesi Sevim hanım geliyor. Bu ailenin bütün bireylerinin yüzünde esrarlı bir hüzün var. Gazeteciliğe uygun "fotoğraf karesi" filan düşünmüyorum.


Bir "hatıra resmi" çektiriyoruz. Bu resmi büyütüp, evimin duvarına asacağım.


"Büyük Felaket"in yaşandığı toprakların "Gizli Hakikat"inin resmine ibretle bakacağım.


Cami Kürdün, Cemevi Türkmenin Bismil herkesin


Bismil bir mozaik. Anlattıklarına göre, Kılıt köyü halkı eski Süryanilerden Kürtleşmiş, Müslümanlaşmış bir halk.

Tuhaf bir düşünceye kapılıyorum: Acaba bu insanlar neden etnik ve dinsel köklerinden koparak Kürtleşip, Müslümanlaştılar? Neden Türkleşmediler de Kürtleştiler?


Halkların "suç tarihi" yazılsa, bir de "halkların yüzleşme, hakikatleri araştırma komiteleri" kurulsa... Belki bu büyük yüzleşmenin sonucunda insanlığın ruhu kurtulacak. Yepyeni bir insanlık rüyası gerçekleşecek: Düşmanlıktan arınmış bütün halkların tek bir "demokratik ulus" içinde bütün renkleri birbirine karışacak, tarihin bütün siyah sayfalarının yerine, tarihin hızıyla dönen insanlığın yedi rengi, tertemiz, beyaz bir geleceğe dönüşecek...


Oradaki Kürtlere soruyorum: "Siz bütün azınlıkları bu şekilde asimile mi ediyorsunuz?"


Arkadaşımız "hayır, diyor, gel asimile olmayan bir köye gidelim..."


Gidiyoruz: Türkmen Acı köyü. Atabaylara misafir oluyoruz.


Köy Kürt çoğunluğun arasında küçücük bir Türkmen adacağı gibi. Köylüler hem Türkmen, hem de Şafi çoğunluğun arasında" Alevi. köyün Cemevi var.


"İşte Kürtlerin asimilasyoncu olmadıklarının bir kanıtı" diyoruz.


Topu topu 150 hane. 550 oyumuz var diyor Atabaylar büyük bir gururla. Köy çok göç vermiş.


Anlattıklarına göre, 1960 başında Almanya'ya işçi göçü başlayınca, Kürtler "Alman parası haramdır" diyerek Almanya'ya gitmemişler. Türkmen aleviler ise "paranın milliyeti, dini olmaz" diyerek ver elini Almanya yapmışlar. "Alamancı" olmuşlar. "Bizimkiler dönüp de, komşu köyün İmamı'na 100 Mark verince, İmam da "paranın haramı olmaz" deyivermiş. Gülüyorlar.


Tanışıyoruz. Fikri Atabay, Zeynel Atabay, Muharrem Atabay... Hoş sohbet insanlar.


Fikri Atabay'a kaç yaşındasın diyorum. "Nüfus kağıdımda 1929 yazıyor ama, değil. Anam anlatırdı, 'sen doğduğunda bahardı ve de top sesleri duyuluyordu'... Şeyh Sait isyanında doğmuşum, yani 1925 tevellüdüm..."


Şaşkınlıkla yüzüne bakıyorum. Bu yaşlı Türkmen, Kürt tarihinin içinde doğmuş. Dünyaya gelişini o tarihin büyük "başlangıcı" ile tarif ediyor. Ve bu yaşlı olması gereken Türkmen Allah inandırsın benden neredeyse yirmi yıl büyük olduğu halde, benden daha genç görünüyor.


"Siz asimile olmamışsınız, Kürtlerle aranız nasıl?"


"Biz diyorlar, burada Kürtlerle kardeşçe, barış içinde yaşıyoruz, vaktiyle 'Alevinin kestiği yenmez' diyenler olduysa da, bizi tanıyanlar bilir, kestiğimiz eti yer".


"Bizim Alevi Türkmenleri Kürtler değil Yavuz Sultan Selim asimile etti. Tılalo, Molla Cabir, Köseli köyü ve nicesi vaktiyle hep aleviydi. Korkudan dönmüşler."


"Siz korkmuyor musunuz?"


Korkmuyorlar. Mağdur Kürt halkı, mağdur Türkmen Aleviyi sahiplenmiş. Ufak tefek sürtüşmeler vaktiyle olmuş, ama hiçbir zaman ciddi boyutlara ulaşmamış.  


"Araya devlet girmezse nifak olmaz" diyoruz hep birlikte...


Bu "sıradan" cümlenin derin bir teorik anlam taşıdığı çok açık. PKK önderi Öcalan "demokratik ulus" kavramını masa başından geliştirmemiş. Hiçbir zaman bugünkü anlamıyla "devlete" sahip olmamış olan Mezopotamya halklarının tarihsel deneyimini genelleştirmiş ve teorik sonuçlara varmış; O, devletin "araya" girmediği bir durumda, "gerici uluslaşmaların" yerini "demokratik uluslaşmanın" alacağını ve halkların barış içinde yaşayacağını kendi topraklarının tarihine bakarak görmüş...


İşte Türkmen Alevilerle, Kürt şafilerin barış içinde yaşadığı Bismil... Yarın "demokratik özerklik" elde edildiğinde, Bismil'de "demokratik uluslaşma" süreci kendiliğinden başlayacak. Şeyh Said'in asıldığı zamanda doğduğunu bilen bir Türkmen Alevi neden bir Kürt Şafiyle "demokratik ulus" içinde birleşmesin?


Ayrılırken bu güzel insanlar, Aysel Tuğluk'la Ferhat Tunç'u köylerine davet ettiler.  


Ben adaylarımızın gitmesini isterim.


Oy için değil. "Gelin canlar bir olalım" demek için elbette...

Seçim İzlenimleri - Maraş

Farklı kimliklerin ve inançların yaşadığı bir kent olan Maraş, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu Adayı Mustafa Mamaklı ile 12 Haziran seçimlerinde şaşırtacak bir sonuç almaya hazırlanıyor. Bloğun adayı Mustafa Mamaklı, Maraş Katliamı’nın hem tanığı hem de mağduru. 1978 yılında, Maraş’ta Kürt Alevilere yönelik katliama karşı direnişin sembolü haline gelen Hıdırınlı Köyü Muhtarı Mehmet Mengücek’in katledilmesinin tanığı oldu. Yıllarca gözaltı ve sürgünlerle karşılaştı. 12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında da gözaltına alındı. Türkiye’nin karanlık tarihinin bir dönemine şahitlik yapan Mamaklı, 12 Haziran Genel Seçimleri’nde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun Maraş Bağımsız Milletvekili Adayı.

Mamaklı, bloğun Maraş’ta yarattığı rüzgar ve seçim çalışmalarının son derece olumlu olduğunu belirtti. Maraş’ın tarihi, kültürel, sosyal ve etnik dokusuna dikkat çeken Mamaklı, “Bloğumuz, en iyi yansımasını Maraş’ta ortaya koyacaktır. Çünkü burada Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler yaşıyor, Kürt Alevileri ve Kürt Sünnileri yaşıyor. Bu noktada bloğu çok önemsiyoruz. Burada farklı etnik yapılar var, farklı inançsal yapılar var, farklı kesimler var, sosyolojik olarak farklı gruplar var. Demokratik Özerklik, Maraş’ta karşılığını bulacak bir projedir” dedi.


Maraş’ı önemsiyoruz


Mamaklı, seçim çalışmalarına sabahın erken saatlerinde esnaf ziyaretleri, meslek örgütleri ve halkla buluşarak başlıyor. Maraş’ın özgün yapısı itibariyle halktan olumlu tepkiler aldıklarını söyleyen Mamaklı, “Tüm kesimlerden, Türklerden, Kürtlerden, Alevilerden, Sunilerden, Çerkeslerden destek alıyoruz. Bu haliyle aynı Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nun yansıması gibi burada da böyle bir yansıma var. Biz şuna inanıyoruz, 12 Haziran’da farklı bir çıkış yapacağız, şaşıranlar çok olacak. Birçok insanı da hayal kırıklığına uğratacağız” diye konuştu.


“Kültürel ve sosyal boyutuyla tüm kültürler, kendilerini Demokratik Özerklik projesinde bulacaklardır” diyen Mamaklı, şöyle konuştu: “Onun için biz Maraş’ı önemsiyoruz. Maraş, toprağı, suyu, doğası, iklimi ve ekonomik kaynaklarıyla zengin bir bölgedir. Tüm bu kaynakların Demokratik Özerklik Projesi’nin ekonomik boyutuyla değerlendirileceğine inanıyorum. Demokratik Özerkliği Maraş’ta uygulayarak tüm Türkiye’ye örnek olacağız. Bu nedenle seçim çalışmalarımızı biraz da projemizin ileride uygulanabilirliliğini göz önünde bulundurarak yürütüyoruz.”


Düzen partilerini ciddi bulmuyoruz


AKP hükümetinin, halkı oyalama ve kandırma politikası ile bugüne kadar iktidarda kaldığına işaret eden Mamaklı, “Gerek seçim bildirgesiyle, gerek meydanlardaki söylemleriyle, AKP’nin bu halkı hâlâ oyalayıp kandırmaya devam edeceği görülüyor. ‘Kürt Açılımı, Alevi Açılımı’ dediler bir şey çıkmadı. Tabi diğer düzen partilerini de ciddi bulmuyoruz. 90 yıllık ret, inkar ve imhanın dışında ciddi bir projeleri yok. Sadece seçime giderken popülist vaatler sunuyorlar, bu halk artık bunlara inanmıyor. Demokratik Özerklik projemize karşı, alternatif olarak söyledikleri hiçbir projeleri yok” ifadesini kullandı.


Katliamı’nın faillerini bulacağız


Maraş’ın yaralı bir kent olduğunu dile getiren blok adayı Mustafa Mamaklı, şunları anlattı: “1978’de burada sistemin düzenlediği bir katliamla karşı karşıya kaldı Aleviler. Daha sonra bizzat dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in çekmecesinden çıktığı söylenen bir belgeden bahsediliyor. Bu belge basına da yansıdı, ama hâlâ bunun içeriğinin ne olduğunu, bu katliamların ne amaçla kimler tarafından düzenlendiği açıklanmadı. Ancak biz bu katliamın kimler tarafından düzenlendiğini biliyoruz. Biz 12 Haziran’dan sonra bunun faillerini mutlaka açığa çıkaracağız.”


Mamaklı Ankara’ya gidecek


Maraş’ta bloğun çalışmalarının güçlü bir şekilde sürdüğüne işaret eden HADEP’ten 1995 yılında Maraş adayı olan Şeyho Demir, “Bloğa verilecek her oy, demokrasiye atılacak bir güldür. Düzen partilerine verilecek her oy ise, Kürt ve Alevilere sıkılacak birer kurşundur. Maraş’ta faşist katliamcı zihniyetin zorlamasıyla köyler boşaltıldı. Blok demokratik mücadele vererek halkların kardeşliğini sağlayacak, Alevilerin sorunlarını çözecek, Kürt sorununu çözecektir. 12 Haziran’da Maraş halkı Mustafa Mamaklı’yı Meclis’e gönderecek” ifadesini kullandı.


Maraş BDP İl Başkanı Metin Gönülşen: “Bloğun Maraş ilinde oluşturduğu hava çok ciddi bir şekilde karşılığını buluyor. Sadece Kürt Aleviler tarafından değil, Türk kesiminden de destek alıyoruz. Ziyaret ettiğimiz Türk köylerinde sevinçle karşılanıyoruz.  Bloğun yarattığı rüzgarın Maraş’ta da estiğini görüyoruz.” dedi.


BDP Pazarcık İlçe Başkanı Ayşe Sonzamancı ise, “Kadınlar olarak, Mustafa Mamaklı’nın yoğunluktan kaynaklı yetişemediği yerlere biz yetişiyoruz. Broşür dağıtıyor, afiş yapıştırıyoruz, ev ziyaretleri ve toplantıları yapıyoruz. Maraşlı kadınlar Mamaklı’yı Meclis’e göndermeye hazır. Biz ezilen kadınların sesini blok ve onun adayı Mamaklı Ankara’da duyuracaktır.” diyor.


Bloğun rüzgarını kesemeyecekler


Maraş Seçim Komisyonu Üyesi Mahmut Aktaş ise, “1 Nisan itibariyle kampanyamıza başladık, bloğun verdiği coşku halkla buluşmamızı her gün artırmaktadır. İl genelinde 130 köyü ziyaret ettik, 6 seçim bürosu açtık. Yoğun bir ilgi ve katılım vardır. Gece-gündüz evleri ve mahalleleri ziyaret ediyoruz. Bu çalışmalarımızın meyvelerini toplamaya başladık. Diğer partilerin tabanlarında etki yarattık. AKP, CHP ve MHP kitlelerinde, bloğa yoğun destek var. Bloğun Türkiye genelinde yarattığı rüzgar Maraş’ta da esiyor” dedi.

 
Mustafa Mamaklı kimdir?

1956 Pazarcık doğumlu. Önce İstanbul Çapa Öğretmen Okulu’nu, daha sonra Uludağ Üniversitesi İktisadi ve idari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Siyasi düşüncelerinden dolayı sürgünler, görevden alınmalar ve gözaltılar yaşadı.

Pazarcık’ta TÖB-DER kuruculuğu yaptı. 1978 yılında Maraş’taki Kürt Alevilere yönelik yapılan katliama tanıklık etti.

Sırasıyla TÖB-DER, Eğitim-İş ve Eğitim-Sen içerisinde çalışıp eğitim emekçilerinin yanında mücadeleye katılarak sendikal faaliyetlerde bulundu. 2010 yılında BDP Pazarcık ilçe başkanlığı yaptı.

Maraş’ta tek bağımsız aday olan Mamaklı, oy pusulasının sonunda yer alıyor.

Seçim İzlenimleri - Siirt

Siirt’te AKP, Gültan Kışanak’tan arta kalan oylarla vekil çıkaracak. Siirt’te de “helalinden oylar” bağımsıza, “helalinden oylardan” geriye kalan “artık oylar” da AKP’lilere gidecek. Siirt’in yerel yönetiminde, Selim Sadak ve arkadaşları büyük işler başardıkları için, her şeyden önce Siirt’i hem “ahlaki” çamurdan, hem de doğanın çamurundan kurtardıkları için seçmen kararlı. “Şükür ‘temiz yolda’ yürüyoruz” diyorlar. “Kirli yollardan” yürüdüklerinde yolları AKP kapısına varmış, şimdi “temiz yoldan” yürüyüp, Gültan Kışanak’ın seçim bürolarına ulaşıyorlar.

Bürolara ulaşanların, yani “kirli yol” yerine “temiz yolu” seçenlerin arasında eski DP’li Ali Osman Selçuk, BBP’den iki dönem Belediye Başkanlığı yapan Ziver Erkoş, AKP eski Belediye Başkanlarından Mahmut Açık, Yine Perwari’den AKP’li Bedrettin ve Orhan Tunç’lar, hep bu “temiz yolda” yürüyorlar.


Siirt’te halkla BDP’nin ve dolayısı ile Gültan Kışanak’ın ilişkileri “derin”. Bunun nedeni, yalnız partinin, yerel yönetimin çalışması değil. Halkla ilişkilerde Muhtarların rolü çok büyük. Biz, muhtarların katıldığı bir yemeği izledik. Elliye yakın muhtar yemekte Gültan Kışanak ve Selim Sadak’ı dikkatle dinlediler ve içtenlikle alkışladılar. Yaptıkları konuşmalarda, tabanın eğilimini ve iradesini dile getirdiler: Halk Gültan Kışanak’ı destekliyor. Muhtarlar bunun en büyük işaretini verdi.


İki büyük dilin ortak kaderi


Arap seçmenin arasında hâlâ “iktidarda” olandan yana tutum alma geleneği sürüyor. Geçmişte Kürtleri aşağılayan Türk tutumunu paylaşanlara da hâlâ rastlanabiliyor. Ama artık işler değişiyor. Araplar geleceğin “Demokratik Özerk Kürdistan’ında”, bir “azınlık” olarak hangi haklara sahip olacaklarını yavaş yavaş sormaya başlıyorlar. Türk devletinden şimdiye kadar ne dilleriyle, ne de kimlikleriyle ilgili en küçük bir talepte bulunmamışlar. Ama Kürt uyanışı onları da uyandırmaya başlıyor. Ve onlar “Demokratik Özerkliğe” kendi kimlik ve dilleriyle özgürce katılacaklarını anlatan blok çalışanlarına artık kulak veriyorlar.


Siirt Mücadele Gazetesi sahibi ve yazarı Cumhur Kılıçlıoğlu, “Bizim konuştuğumuz Arapça, bir bakıma Siirtçe” diyor. Arap arkadaşları ona kızıyorlarmış. Gerçekten de Siirtli Araplar, örneğin Suriye Arapça’sını net anlayamıyorlarmış.


Biz ise, Siirt’te Arapça ve Kürtçe’nin aynı kaderi paylaştığını düşünüyoruz. Devlete egemen iktidar güçleri, Türkçe dışındaki dillere öylesine düşmanca saldırmışlar ki, bu dilleri bir yandan yazı dili olmaktan çıkartarak yok etmeye kalkışmışlar, diğer yandan da bu dillerin lehçelerinin ortak bir dilde birleşmesini önlemişler. Bunlar hep bilinçli “kültürel soykırım” uygulamaları olmuş... Şimdi Kürtler bu soykırımı durdurdu. Darısı Siirtli Arapların başına...


Selam veren kadın, oy da verecek


Siirt’te büyük kadın uyanışının eşiğindeyiz. Gültan Kışanak’ın Siirt’ten aday olması burada kadınlar arasında büyük bir dalgalanma yaratmış. Bu Kürt kadın uyanışını, paternalist, yani erkek egemen AKP’nin “erkek”liği “kabadayılık” ya da “maço”luk sanan Başbakan Erdoğan’ın kendi “kadın köleliği” kanalına akıtmasına karşı Gültan Kışanak Siirt’te güçlü bir alternatif olarak kadınların arasında yeni bir eğilim yaratmış.


Kışanak’la birlikte çalışan BDP’li kadınlar anlatıyor: Kadınlar bu seçime büyük bir ilgi gösteriyor. Köylerdeki kadınlar diyorlar ki, “Biz evlerimizden çıkamadık, bir kere bile kendi elimizle oy kullanamadık, hep erkekler bizim adımıza oy kullandı.”


Kadınlar şikayetçi. Oy verecekler mi? Ya da seçimlerin demokratik olmasını önleyen “erkek egemenliğini” yırtıp, kendi elleriyle sandığa oy atabilecekler mi?


Bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var: BDP’liler, özellikle BDP’li kadınlar mahalleye girdiklerinde pencerelerinin perdelerini aralıyorlar. Ve artık çekinmeden, “Henüz kendi elleriyle oy verirler mi bilinmese de”, parmaklarıyla V (zafer) işaretiyle selam veriyorlar...


Yaşlı bir kadına sorduk: Bu selam verenler oy verir mi?


“Verir, dedi, onlar size hem ‘parti’ selamı veriyorlar, hem de içlerinden dua edip, Allah’ın selamını veriyorlar. Selam veren oy da verir, yeter ki, perdelerini açtıkları gibi, kapılarını da açıp, sandık başına gitsinler...”


“Gidecekler mi?” diye soruyoruz. “Bu defa gidecekler...”


‘Askeri’ baraj ve sivil şaka


Siirt’te Tillo ilçesine giderken, ünlü kalenin bulunduğu tepeye çıktık. Aşağıda Botan Çayı uzanıyor. Uzanıyor ama nasıl uzanıyor.
Kalenin olduğu tepeden Botan Çayı'nın görüntüsü
Baraj duvarı tamamlanmış. İlk bakışta sanırsınız “sivil” bir “medeniyet” abidesi. Elektrik üretilecek, sulama yapılacak, halk müreffeh bir hayata uyanacak...

Ama hayır.


Her yer militarizm kokuyor. Baraj duvarının güney ucunda bir tabur konuşlanmış. Duvarın kuzeyinde ise Özel Harekat Birlikleri yerleşmiş. Her halinden barajların askeri amaçlarla yapıldığı görülüyor. Bir dizi barajın yapımı bitince, Wan Çatak’tan Mardin’e kadar bütün vadiler, tarihi eserleriyle, bitki örtüsüyle sular altında kalacak. Siirt, Batman, Şırnak, Mardin gibi iller, birbirlerinden sularla ayrılmış adalar haline gelecek. Seçim barajı nasıl siyasi amaçlı ise, bu barajlar da öyle, askeri amaçlı. Halk için değil, terörle mücadele bahane, halkın iradesiyle savaşmak için. Siirt adayı Gültan Kışanak bu gerçeği her yerde anlatıyor.


Tepelerdeki modern askeri birlik tesisleriyle ve her tarafı su altında bırakan barajlarıyla devletin “muhteşem” gücü burada sergileniyor. Ama bu ihtişam yalnızca göstermelik. Devlet gerilla taktiğiyle savaşan gücü yok edemeyeceğini biliyor. Onun amacı bu savaş taktiğinin kitlesel bir halk hareketine yol açmasını önlemek. Barajlar, modern askeri üsler hep bu amaca dönük. Ama artık çok geç. Devlet gecikti. Önlemek istediği halk hareketi artık Botan Çayı boyunca, iktidarın bölgedeki egemenliğini temellerinden sarsıyor.


O nedenle seçim barajı nasıl Kürt Özgürlük Hareketi’nin Meclis’e girmesini engelleyemiyorsa, bu askeri amaçlı barajlar da, halkın direnişini engelleyemeyecek.


Biz yüzlerce metre aşağıdaki Botan Çayı’nı seyrederken, gençten birisi yanımıza yaklaştı ve “diyorlar ki, diye söze başladı, bizim köylüler bir takım kişileri görmüşler, sırtlarında tüp, ayaklarında palet varmış...” Birbirimizin yüzüne baka kaldık.


İster misiniz bir de “Kürt SAS militanları” ortaya çıksın.


İnşallah işler oraya varmadan barış ve çözüm olur da, biz gazeteciler su altındaki olayları izlemek zorunda kalmayız...


İmam ‘ucube’ derse, cemaat ‘harabe’ der


Tillo dendiğine göre Süryanice bir isim. “Yükseklik” ya da “tepe” demek. Tillo’da Süryani uygarlığının izleri hâlâ duruyor. Ama bu izler artık tehlikede. Her nedense Tilloluların bazıları MHP’nin en aşırı milliyetçisi Tillolu yarı Arap, belki de yarı Süryani olduğu söylenen Oktay Vural’ın yolundan yürüyor. Yaşadıkları topraklarda binlerce yıldan bu yana ayakta kalan son uygarlık izlerine düşmanlık şaşırtıcı boyutlarda.


İşte AKP’li Belediye Başkanı Mesut Memdühoğlu, Tillo’nun birkaç CAS (ya da Ces) evleri denilen evlerinden birisini daha yıkmak üzere harekete geçmiş. Gittik. Yıkılmadan önce bu eski eseri gördük. Belediye Başkanı “harabedir, ne yapacaksınız, yıkıp çevreyi temizleyeceğiz” diyormuş.
Yıkılacak tarihi evlerden biri
Nasıl kafa ama... O tarihi eserleri “harabe” sanıyor. Ne de olsa Başbakanı’nın belediyecisi; Tayyip Erdoğan sanat eserine “ucube” deyince, o da tarihi esere “harabe” diyor.

Ama mesele daha derin: Biz biliyoruz ki, AKP Fırat’ın batısındaki bazı tarihi eserleri titizlikle koruyor. Ama Fırat’ın doğusuna geçince, milliyetçi barbarlık tarih adına ne varsa hepsini yıkıyor, sular altında bırakıyor: Kültürel soykırım AKP’nin programıdır.


‘Afetzede’ değiller, AKP’zedeler


İbrahim Hakkı Hazretlerinin türbesini ziyarete giderken yolun sağ tarafında gözümüze bir “Kızılay Çadırı” ilişti. Çayırda tek başına bir çadır. Felaket bölgesi olsa pek çok çadır olurdu. Bu tek başına. Sorduk. Bu çadır hangi “afet”ten ötürü buraya kuruldu? Dediler ki,bu aile “afetzede” değil, “AKP’zede”... Aile 1 yıldır çadırda. Çünkü 1 yıl önce Tillo’da oturdukları evi birisi satın alınca, onları çıkarmış. Ve bir daha Tillo’da bu aileye hiç kimse ev vermemiş. Sebeb: Bu aile Kürtmüş... AKP’nin Kürt sorunundaki zihniyeti asıl işte bu göze görünmeyen yerlerde bütün korkutucu boyutlarıyla ortaya çıkıyor.

Arabadan indik. Kerem Gezen ve Züleyha Gezen ile küçük Ferhat Gezen’le tanıştık. Çadırda tam 9 insan kalıyor. Dağlardan kekik toplayıp, satarak geçiniyorlar.


Tillolular Başbakan’ın akrabaları. Emine hanım Tillolu. Müslümanlık demek yoksula, mazluma yardım demek. Fitre ve zekat İslam’ın sünnet ve farzları arasında. Ama Tillo’da yoksul Kürtlere karşı ırkçılar çok tehlikeli bir önyargı yaratmışlar.


Demokratik Özerkliğin beklenen mucizesi


Biz İbrahim Hakkı Hazretlerinin türbesinin bulunduğu kaleye çıktık. Bu kalenin penceresinden her 21 Mart Newroz’unda güneş ışığı geçip, türbenin minaresindeki prizmada kırılıyor ve İbrahim Hakkı Hazretlerinin ayak ucuna vuruyormuş. Malum kafa, burayı restore ederken, düzeneği bozmuş. Hala da bu optik mucize yeniden yaşama geçirilememiş...


Bir BDP’li dedi ki: Demokratik Özerklik ilan edildiğinde Kürt halkı kendi tarihine sahip çıkacak ve Demokratik Özerkliğin ilan edildiği ve Demokratik Ulus Birliği’nin gerçekleştiği ilk Newroz günü, güneş ışığı yeniden kale penceresinden süzülüp, minarenin prizmasından geçecek ve İbrahim Hakkı Hazretlerinin ayak ucuna düşecek. Ve işte o zaman herkes, tıpkı İbrahim Hakkı Hazretlerinin öğrencisi İsmail Fakırullah gibi, “Bu güneş ışığına, gerçek güneş ışığı” diyecek...



Gültan Kışanak kimdir?

15 Haziran 1961’de Elazığ’da doğdu. Gazeteci; Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Çeşitli gazetelerde gazeteci olarak çalıştı. Diyarbakır Bağlar Belediyesi Sosyal Proje Danışmanı ve Koordinatörü olarak birçok projeyi yürüttü. Siyasi görüşlerinden dolayı 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde kaldı. En son BDP milletvekili ve Eşbaşkanlığını yapıyordu. Evli ve 1 çocuk annesidir.


Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu Siirt Bağımsız Milletvekili adayı Kışanak oy pusulasında en son sırada yer alıyor.

Seçim İzlenimleri - Bingöl

Kürt halkının bütün mücadeleci, isyancı kuşakları, ismi bilinen ve bilinmeyen temsilcileriyle sanki Bingöl’de buluşmuş. Çoktan tarih olanlar, henüz mezarları taze olanlar ve şu anda onların adına bu tarihe sahip çıkanlar Bingöl’de yaşıyorlar ve BDP etrafında, bağımsız aday Dr. İdris Baluken’i Meclis’e göndermek için çalışıyorlar.

Tarih Kürt coğrafyasında “hamaset” konusu değil. İçi kof bir övünce burada yer yok. Hiç kimse dağlara, tepelere “Kürt övün, güven, çalış” filan diye yazmıyor. Burada tarih, yaşıyor.


Dr. İdris Baluken’le konuşurken, onun Kürt tarihine sahip çıkışındaki dürüst ve samimi duygusunu hemen anlamak mümkün. Çünkü Baluken de bu tarihe 1993 yılında çatışmada can veren ağabeyi Musa Baluken’in adıyla ailesinin imzasını atmış. Dr. Baluken, AKP’li adaylara acıyarak bakıyor. “Aranızdaki fark nedir” diye sorunca “neremiz benziyor ki” diye yanıtlıyor. Baluken “kendi tarihine sahip çıkmayan geleceğe de sahip çıkamaz” ilkesini rehber edinmiş. Gerçekten de AKP adayları Kürt halkının tarihine yabancı. Onlar ne Şêx Said’e, ne Sait Elçi’ye ve ne de Mehmet Karasungur ile daha yüzlerce şehidin yazdığı tarihe sahip çıkamıyorlar. Onların tarihi yok... Öyleyse gelecekleri de yok.


İşte bu tarihsel birlik, birinin Kurmancî, ötekinin Zazaki konuşmasıyla ortadan kalkmıyor. Çünkü bu tarih yalnız onurlu bir tarih değil. Aynı zamanda Kürtlerin bölünmesiyle yaşanan kanlı derslerin de tarihi. Bingöl halkı birliğin tarihsel derslerinin gereğini bu seçimde yerine getirecekler.


Şêx Said ve ‘mezarsızların’ yaşayan tarihi


Yaşayan Kürt tarihinin önünde saygıyla eğilmek için, soruyoruz: Bu tarihin tanıkları nerede? ilk olarak bize Solhan’ı gösteriyorlar. Gidiyoruz. Arabadan iner inmez de kendimizi o tarihin tanıkları arasında buluyoruz.

Şêx Said’in ünlü taraftarlarından Melekanlı Şêx Abdullah’ın yakınları burada, Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku Seçim İrtibat Bürosu’nun önünde oturuyorlar.


İşte Selahattin Dağkıran, Şêx Said onun dedesi Hacı Mustafa’nın evinde toplantı yapmış. Oradan çıkıp Varto’ya yollanmışlar.


Ayşe Kaya ise Girvas’dan hareket ettikten sonra Süluk Köprüsü’nde şehit düşen Şerif Kaya’nın torunu. Bütün isyan öyküsünü babasından dinlemiş.


Kuşaktan kuşağa aktarılan bu tarihin en ilginç devamcıları ise Eminoğlu Ailesi.


Halit Eminoğlu’nun hem dedesi Mele Emin, hem de dedesinin babası Hacı Halit (onun ismini taşıyor) biri 25, diğeri 70 yaşındayken Şêx Said isyanına katıldıkları için idam edilmişler. Halit Eminoğlu’nun kızı Siban Eminoğlu da orada. Şimdi baba Halit ile kızı Siban BDP saflarında tarihi başkaldırıyı siyasal ve yasal alanda sürdürüyorlar.


Onlara dedelerinizin mezarları nerede diyorum, acıyla gülümsüyorlar. Mezarları yok. Şêx Said’in de, Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin de mezarları yok. Nasıl ki şimdi binlerce Kürt gencinin mezarları yoksa... Türk devletinin mezarsız bırakmasının nedeni açık. Mezarsızlık, tarihsizlik demek. Kürt tarihini yok etmek isteyenlerin yanıldığı açık; Mezarları olmayanların “çocukları” var. Onlar tarihlerini yaşatıyorlar.


Koparılamayan zincir


1925 yılından 1950’lerde başlayan ve 70’lerde devam eden bir başka tarihsel döneme geçiyoruz. Hacı Şerif Elçi’yle buluşuyoruz. KDP’nin önde gelen isimlerinden Sait Elçi’nin öz yeğeni. Amcasını anlatıyor, en son 1967 yılında görmüş. Hacı Şerif Elçi HEP’te ilçe başkanlığı yapmış. Şimdi KDP’li Sait Elçi’nin yeğeni Hacı Şerif BDP’nin “aksaçlıları” arasında. Vargücüyle çalışıyor.

Onunla buluştuktan az sonra 1990 başlarının tarihsel kişiliklerinin anılarıyla baş başa kalıyoruz.


Hasan Karasungur ve Zekiye Durmuş’la buluşuyoruz. BDP Üyesi Hasan Karasungur PKK’nin önder kadrolarından Mehmet Karasungur’un ağabeyi. Mehmet Karasungur 1982 yılında Kandil bölgesinde yaşamını yitirmiş. Kandil’deki şehitliğin adı da ona adanmış: Mehmet Karasungur Şehitliği... Ve Mehmet Karasungur, PKK’nin bir bakıma “isim babası.” PKK ismini o önermiş.


Zekiye Durmuş ise PKK’nin kurucu ve önder kadrolarından Hayri Durmuş’un kız kardeşi. Şimdi İstanbul’da BDP saflarında. Hayri Durmuş 1982 yılında Diyarbakır Zindanı’nda 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu direnişinde Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek ile birlikte yaşamını yitirir.


Bingöl bağımsız vekil adayıyla hep birlikte Hayri Durmuş’un mezarının önünde toplanıyoruz. Ve oradan Mehmet Karasungur’un kardeşi Haydar Karasungur’un mezarına da gidiyoruz. O da 1987 yılında Bingöl’ün Genç ilçesi kırsalında toprağa düşmüş. Topluluk onları selamlıyor. Bu mezarlıkta isimsiz ve sayısı bilinmeyen çok sayıda genç yatıyor.


Cumhuriyetin ‘fişleme’ yöntemi


İşte böyle... Tarihi olmayanın geleceği de olmaz. AKP’nin Bingöl adayları yukarıdaki tarihi “inkar” eden “münkirler.” Onların geleceği yok. Bingöl halkının Dr. İdris Baluken’e verecekleri oylardan geriye kalan oy artıklarıyla seçilseler de, bu AKP için Bingöl’de son seçim. Gelecek seçimde Bingöl’de AKP filan olmayacak...


Sait Elçi’nin yeğeni Hacı Şerif Elçi anlattı: Şêx Said İsyanı’ndan çok sonra devlet Az Aşireti mensubu Kürtlere bizzat soyadı dağıtmış. Halk arasındaki söylentiye göre, köylerin tehlike derecesine göre bu soyadları A’dan başlayarak B ve öyle gidiyormuş. Bu köyün köylülerine soyadı kanunu icabı verilen soyadları hep B ile başlıyormuş.


Deniyor ki, o zaman “Bilgisayar” yok. Merkezi fişleme yapmak pratik değil. Bu yolla jandarma kimliğe bir baktığında “şüpheli”yi anında fark edebiliyormuş.


Şerif Elçi dedi ki, soyadı dayatmasına bir tek Sait Elçi itiraz etti ve devletin vermek istediği soyadını kabul etmedi.”


Ağzımız açık kaldı. Pes dedik.


Ne kadar muhalefet, o kadar hizmet...


AKP her yerde “hizmetle” övünüyor. Ama burada “hizmetten” nedense söz etmiyor. Çünkü “hizmet” yok. “Duble yol” efsanesi burada sökmüyor. Köylerin yolları felaket. Burada trafik canavarı mesai yapmıyor. Çünkü yollar kaza için yeterli. Biz Bingöl’lü GAP’tan sorumlu Bakan Cevdet Yılmaz’ın köyüne gidelim diyoruz. Yola koyuluyoruz. O da ne? Yol berbat. Arabadan iniyorum. Ve elimle yoldan bir avuç asfaltı koparıyorum. Güya asfalt yapmışlar. Bakan’ın Bingöl’e de, kendi köyüne de hayrı yok.


“Seçimlerde AKP’nin rekor oy aldığı Bingöl’e neden hizmet gitmiyor da, azınlıkta kaldığı Amed’e ve başka yerlere Bingöl’den çok hizmet gidiyor?” diye soruyoruz Dr. İdris Baluken’e. “Çünkü diyor, burada Amed’deki kadar muhalefet yok. Ne kadar oy verirsen o kadar hizmet alamıyorsun; ne kadar muhalefet, o kadar hizmet. Burada böyle...” Baluken seçildikten sonra, AKP’nin “telaş ve korkuyla” Bingöl’e yapmadığı yatırımları, götürmediği hizmetleri götüreceği kesin.


Et pahalılığının nedeni: Hayvan soykırımı


Dr. İdris Baluken boş konuşmuyor. Onun elinde veriler var. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun Bingöl’deki mücadelesi, aynı zamanda İstanbul halkının “ucuz et” talebi için bir mücadele.


İşte hayvan jenosidinin sayıları:


1990 yılında 712 bin 841 adet olan koyun sayısı, AKP ve savaş yüzünden 254 bine düşmüş. 400 bin keçiden geriye 74 bin keçi kalmış. Sığır sayısı 126 binden 15 bine düşmüş. 2 bin manda erimiş ve geriye sadece 65 manda kalmış. Ve Bingöl’ün yerli koyunu İvesi 1990’da 713 bin baş iken, 2009’da sıfıra düşmüş. İvesi koyunları artık yok.


Kürt halkının “ekolojik toplum” hedefine yakınlığı onun diliyle de ilgili. Doğayla içli dışlı yaşayan bu halkın dili “ekolojik zenginliğe” sahip. Şehirli Türk bir tek “dana”yı tanır. Alın size birkaç sözcük: Golik süt danası, mozik iki yaşındaki dana, keli üç yaşından sonrakilerin adı. Yok olmakta olan keçilerin dişisi bir yaşında bizyek, iki yaşında kahâr, üç yaşında biz ismini alıyor. Ve her keçiye onun biçiminden hareketle bir isim veriliyor. Daha pek çok örnek verilebilir.


Demokratik Özerk Kürdistan bu hayvan kırımına son verecek. Bingöl köylüsü yeniden refaha kavuşacak ve İstanbul’un, Ege’nin, Karadeniz ve Akdeniz’in halkı daha ucuz et yiyecek.


Dr. İdris Baluken merkezi hükümetten, daha fazla “muhalefet” yaparak, daha fazla “hizmet” kopartacak. Ama o asıl çözümün kendi öz kaynaklarını halktan yana kullanarak refaha ulaştıracak olan demokratik özerklikte görüyor.


Bakan’ın Valisi, Vali’nin Bakanı


Bakan Cevdet Yılmaz’ı bu defa telaş almış. Durmuyor. Çalışıyor. Hizmet için değil. Oy için. Seçim kampanyasını öyle seçim bürosundan filan yönetmiyor. Onun seçim üssü İl Özel İdaresi binası. Her gece saat dokuz civarında köylüleri burada toplayıp, propaganda yapıyormuş.


Yapsın, bakandır. Siyasetçidir. Yalan söylese de yeridir.


Ama yanı başında Vali Mustafa Hakan Güvençer’in işi ne? Vali güya “devleti” temsil eden bir memur. Yerel yönetimlerle merkezi devlet arasında işleri koordine edecek. Ama o, AKP Genel Merkezi ile, Bingöl AKP yerel örgütü arasındaki işleri koordine ediyormuş.


Dr. İdris Baluken “Valilerin siyaset yapmasına karşı değiliz” diyor. Valiler de siyaset yapsın. Ama siyaset yapacaksa, devlete değil halka hesap vermeyi göze alsın.


Nasıl olacak bu iş diyorum. Basit diyor, valiler seçimle gelsin. Biz seçelim. O da siyaset yapsın. Biz seçim sonuçlarına razıyız. Çünkü biliyoruz ki, valiyi halk seçtiğinde o vali polisi, jandarmayı halkın üstüne sürerken kırk kere düşünmek zorunda kalacak. Düşündükten sonra da aklı başına gelecek.


Valilerin aklını başına getirmenin biricik yolu, onları seçmek. Doğru söze ne denir!..


Kesme şekeri kim icat etti?


Her yiğidin bir yoğurt yiyişi, her Kürt yiğidinin de bir çay içişi var. Kimi yerde kesme şekerle birlikte kaşık geliyor. Ama bazı yerlerde kaşık yok. “Kırtlama” içiliyor. Bazı yerlerde ise kesme şekerden hoşlanmıyorlar. Toz şeker kullanıyorlar. Bingöllüler ise bana anlattı:


“Kesme şekeri Bingöllüler keşfetti, diyor yaşlı bir Bingöllü, biz bundan 60 yıl önce toz şekeri suya yatırır, sonra güneşte kurutup, küçük küçük parçalara ayırarak çayı öyle içerdik...” “Yani anlayacağın diyor, bu kesme şeker öyle kibar işi değil, fakir işi...”


Rahmetli Aziz Nesin yaşayıp da Bingöllülerle konuşsaydı, herhalde şöyle yazardı: Kürt “komünal yaşamı” yoksulluk şartlarında “çare” üretiyor. Bu halkı kendi haline bıraksalar, toz şekerden kesme şeker yaptığı gibi, sac sobadan jet motoru da üretirdi...”


Babalar ve oğullar


Turgenyev’in ünlü romanının adı Babalar ve Oğullar. Yazar Analar ve Oğullar’ı ile Kızlar’ı yazmamış. Benzetmeyi biz de sürdürelim. Kürt babaların oğulları ve kızları malum, “taş atıyor.” Yüksekova’da onlara “Demiryolu Çocukları” deniyor.


Bu çocuklar elbette kediye, köpeğe ya da kuşa, kargaya taş atmıyor. Atmazlar. Evde ekolojik eğitimleri iyi. Onların hedefi “zırhlı” araçlar. Bingöllü çocuklar, aynı zamanda “insana” da taş atmıyor. Hele onlar, sahneye çıkan bir sanatçıyı taşlamayı akıllarına bile getirmiyor. Bu sanatçı kim olursa olsun. Diyorlar ki, Bingöllü çocuklar müziği çok seviyorlarmış. Hangi dilde olursa olsun müzik sesi duyduklarında kulak kesiliyorlarmış. İstiklal Marşı hariç diyor ufaklığın biri.


Dr. İdris Baluken’ın sanatçılara verdiği yemeğe katıldık. Agirê Jiyan, Meral Tekçi,  bunlar MKM İstanbul’dan, Mizgin Kılıç Hamburg’dan, Erol Berxwedan Med Kültür Merkezi İstanbul’dan...


Herkes Erol Berxwedan’a (direniş) geçmiş olsun diyor. Sorduk. AKP il yöneticisi Feyzi Vural’ın 17 yaşındaki oğlu bir sanatçının başına taş atmış. Neden mi, o sanatçı, seçim otobüsünde bağımsız aday için şarkı söylüyormuş...


İşte, iki baba, iki eğitim, iki kültür...


  İdris Baluken kimdir?

1976 yılında Bingöl’ün Sıpênı (Yukarı Akpınar) köyünde dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Bingöl’de tamamladı. 1998 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi.

Mezun olduktan sonra Bingöl Verem Savaş Dispanseri’nde sorumlu tabip olarak çalışmaya başladı. 1999’da İstanbul Heybeliada Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi’nde uzmanlık eğitimine başladı. 2004 yılında Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Uzmanı olarak Bingöl Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Kliniği’ne atandı. Beş yıl Bingöl’de çalıştıktan sonra 2009 Ağustos ayında Diyarbakır Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne tayin oldu.


Bu süre zarfında pek çok bilimsel makale ve çalışmada bulundu. Türkiye Solunum Araştırmaları Derneği ve TORAKS Derneği bünyesinde mesleki çalışmaları ve Güneydoğu Anadolu şubesi yönetim kurulu üyeliği devam etmektedir. Diyarbakır Tabipler Odası yönetiminde görev almıştır. SES Diyarbakır Şubesi üyesidir.


Kürtçe’nin Dımılkî ve Kurmanci lehçelerinin yanı sıra Türkçe ve İngilizce bilen Baluken, evli ve iki çocuk babasıdır.

Seçim İzlenimleri - Hakkari

Colemêrg, Başbakan'ın "asabını bozan" şehir. "Kasımpaşalı kabadayılık" Bölge'de artık sökmüyor. Ama asıl önemlisi, Erdoğan'ın "halkı zorla evlerine kapadılar, kapamasaydılar, hepsi benim mitingime gelirlerdi" diye sayıklaması. Yaşlı bir kadın Kürtçe yanıt veriyor ona: "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, Başbakan'ın ampulü 12 Haziran'a kadar yanmış olacak. Sonra sönecek. Ortalık Kürdün 'güneşiyle' aydınlanacak..."
Selahattin Demirtaş'la sohbet ediyoruz. "Herhangi bir yerde yüzde yetmiş, seksen oy alabilirsiniz. Bunun anlamı, halkın sizin programınızı desteklediğidir. Doğaldır böyle bir birlik. Ama Hakkari'de durum farklı. Burada aşiret bağları, Urfa ve Mardin gibi kentlerden farklı. Topraktan çok kan bağına dayanıyor. Bir bakıma yirmiyi aşkın aile, iki bölükte iki büyük aşiret oluşturuyor. Bunlar tarih boyunca birbirleriyle savaşmışlar. Devlet onları birbirine kırdırmış. Örneğin İsmail ağa (Özbek) isyan ettiğinde, Zeydanlar gidip devletle anlaşmış. Ama işler değişti. BDP İl Başkanı olan Orhan Koparan Zeydanların bölgesinden. Kendi geleneğine sırt çeviren Muttalip Özbek'e karşılık, Fevzi Özbek şimdi bağımsız adayların yanında. Ve Hakkari'de bizim oylarımız gösteriyor ki, geçmişte paramparça olmuş, aşiret kavgalarıyla acı çekmiş Hakkari halkı, kendi kimliği, dili ve örgütü etrafında birleşiyor. Bu yepyeni bir olgudur. İki yüz yıllık aşiret kavgalarına, düşmanlıklarına son verdik."

Sokakta kime sorsanız, diyorlar ki, "bir tarafta Necip Zeydan, diğer tarafta Hakkari. Hem Zeydan'a oy vermek, hem de Hakkarili olmak mümkün değil..." Halk meseleyi böyle koyuyor. Burada seçimin hal-i pür melali Başbakan açısından tastamam böyle... O Hakkarililer yerine Zeydan'a ipini bağlamış. İp de çok çürük çıkmış. 12 Haziran'da kopacak...


Ortalık Kürdün 'güneşiyle' aydınlanacak


Hakkari Başbakan'ın "asabını bozan" şehir. "Kasımpaşalı kabadayılık" Bölge'de artık sökmüyor. Ama asıl önemlisi, Tayyip Erdoğan'ın "halkı zorla evlerine kapadılar, kapamasaydılar, hepsi benim mitingime gelirlerdi" diye sayıklaması. Referandumda da Hakkari halkı yine evlerine kapanmıştı. O zaman da Başbakan aynı iftirayı savurmuştu.


Şimdi seçim zamanı. Sandıklar kurulacak. Halk "evlerinden çıkacak", "sandık başına" gidecek. Oylarını verecek. Nasıl bir sonuç çıkacak? AKP mitingine ve referanduma katılmayıp evlerine kapanan kadar oy çıkarsa ne olacak? AKP'nin başı "halkı zorla evlerinden çıkarttılar, zorla sandık başına götürttüler, zorla bağımsızlara oy verdirttiler, öyle olmasaydı, halk evlerinden çıkmaz, sandık başına gitmez, oy vermezdi mi diyecek?


Soruma yaşlı bir kadın Kürtçe yanıt veriyor, tercüman çeviriyor (Hakkari'de artık her Türk yanına bir tercüman almalı.) "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, Başbakan'ın 'ampulü 12 Haziran'a kadar yanmış olacak.' Sonra sönecek. Ortalık Kürdün 'güneşiyle' aydınlanacak..."


Hakkari'de seçim, aslında Başbakan'ın mitingini boykot eylemiyle ve tutuklamalara karşı onbinlerin dağa doğru yürüdüğü 12 Mayıs'ta yapılıp, bitmiş. Gün görmüş bir BDP'li diyor ki, biz 12 Haziran'da sandığa, 15 Haziran'a hazırlanmak için gideceğiz. Çıkacak oylar hazırlığımızın ve kararlılığımızın ölçüsü olacak, o halde 15 Haziran sonrası için 12 Haziran'da sandık başına..."


Siyabo, Revas, için dağa çıkanlar


Yolda bir grup gençle karşılaştık. Selamlaştık. "Hayrola nerelere böyle?" diye sordum. "Dağa gidiyoruz amca" demezler mi? Aklım karıştı. Sağıma soluma kuşkuyla baktıktan sonra, "bir gören olursa..." diye yavaş sesle konuştum. "Görürse görsün" dediler. "Neden dağa gidiyorsunuz?" diye sordum: "Uçkum, Qorî, Mendi, Siyabo, Peygıcık, Çarşînk, Bike, Kenger filan için" dedi gençlerden biri.


Allah insanı bilmediği bir yerde, bilmediği hadiselerle karşı karşıya getirmesin. Ben "Arkadaşlarınızın intikamını mı alacaksınız?" deyince, bu defa gençler hep bir ağızdan "Sen ne diyorsun amca" diye bağırdılar. "Ot toplamak için dağa çıkıyoruz." Tam o sırada elinde bir demet sebzeye benzer bir şey tutan gençten biri yanımıza yanaştı, "Kürt muzu, 2 lira" dedi.


Kürt muzu ekşimsi bir ot. Buna "gerilla muzu" da diyorlarmış... Kürtçesi Revas.


Çok güzel.


Söz aramızda, insan bu güzel otlar için "dağa çıkar."


Yüksekova'ya AKP'nin 'mazot şantajı'


Yüksekova AKP'nin "ekonomik şantajla" düşürmek istediği bir ilçe. Burası ekonomik olarak "Türkiye metropollerine" bağlı değil. Yani "Türkiye'den bağımsız." Bu "bağımsızlık" bir "ayrılma" değil elbette. Birincisi Türk devleti Hakkari'yi bütün ilçeleriyle birlikte kendi kaderine terk etmiş, yatırım matırım yapmamış; ikincisi, Yüksekovalılar da bakmışlar "Kuvayi Milliye sınırları" içinde onlara ekmek yok; haritadaki Türk-İran sınırını silip başlamışlar "sınırötesi ticaret" işine. Bunların en legali "mazot" alım-satımı. Yıllarca nice Yüksekovalı, İran'a çeyrek depoyla mal götürüp, full depoyla geri dönerek ekmeğini kazanmış. Çünkü mazot İran'da ucuz, Türkiye'de pahalı... Sonra?
Sonrasını ismi lazım değil, bir kamyon şoförü anlatıyor: Yıllarca depomu fulleyip, Türkiye ile İran arasındaki mazot fiyatı farkından yararlandım. Çocuklarımı bu farklı mazot fiyatları sayesinde okutmaya, onların karınlarını doyurmaya başladım. Derken Yüksekova her seçimde kendi kendine oy vermeye başladı. Bunun üzerine AKP birkaç yıldır ekmeğimizi kesti. Şimdi İran'dan döndüğümüzde, depomuza şiş sokuyorlar ve eğer depo full ise mazotumuzu boşaltıyorlar. Buna karşılık Şemdinli'nin korucu köylerinden gelen kamyonlar sınırda kontrol bile edilmiyor. Yani sınır ticareti korucuya serbest, Yüksekovalı'ya yasak..."

Açıyoruz telefonumuzu, Edirneli bir TIR şoförüyle konuşuyoruz. "Bulgaristan-Türkiye sınırında deponuz full ise mazotunuza el konuyor mu?" diye soruyoruz. Şoför şaşırıyor. "Ne diyorsun abi?" diyor. Elbette Trakya'da böyle bir uygulama yok. O halde ne var?


Hem Kürt coğrafyasının bir kesimine karşı ayrımcılık var; hem de Türkiye'nin Batısı'nda gümrük başka, Doğusu'nda gümrük başka... Yani ortada, şu Başbakan'ın dediği gibi "tek" değil, "iki" ülke var.


İşte Adil Kurt ve arkadaşları, biz bu "ikiliğe son verip, birbirinden farklı gümrük uygulayan iki ülkeyi birleştireceğiz ve Yüksekovalıların sınır ticaretinin önündeki siyasi/ekonomik şantaja son vereceğiz" diyorlar.


Haydi bakalım, söyleyin kim Türkiye'yi bölüyor, kim birleştirmek istiyor..?


AKP 'karargahını çökerten' eski CHP'li vekil


Esat Canan'la Bajerge köyünün düğün evinde buluştuk. Halkın ona büyük sevgi ve saygısı var. Şemdinli'de Mutkili Alilerin suikast eylemindeki dürüst duruşu ona duyulan saygı ve sevgiyi arttırmış.
"Geçen dönem ayrı ayrıydık. Ben kendim bağımsız aday oldum. Altı yedi bin oy aldım. Bu defa DTK üyesi olarak halkımı temsil etmek, Kürtlerin ulusal demokratik birliğine katkı sunmak için bana verilen adaylık görevimi, tam da AKP 'karargahı' sayılan bölgede yapıyorum. Başaracağım demiyorum, başardım."

Ona CHP'nin durumunu soruyoruz: "Şemdinli olayları nedeniyle TBMM'de kurulan komisyona, olayın tam içinde olduğum halde CHP beni seçmedi. Askerin baskısı altındaydılar. Şimdi Kılıçdaroğlu bazı olumlu sözler söylüyor. Ama ben, CHP'nin ulusalcı güçlerinin fırsat vermeyeceğini düşünüyorum."


Esat Canan, Şemdinli olayları sırasında bir uzatmalının açtığı ateşten son anda kurtulmuştu.


Kürt parlamenter ahlakı


Selahattin Demirtaş'ın en büyük sorunu "bölge ihlali." Ben hayatımda "Bana sakın oy vermeyin" diye "komşu" bölgelerde propaganda yapan bir başka milletvekili adayına rastlamadım. Demirtaş nerede bir Şemdinlili kendisine yaklaşıp selamlasa, nerede bir Yüksekovalı'yla tokalaşsa, daha hal hatır sormadan "Sakın bana oy vermeye kalkmayın, ben sizin bölgenizin adayı değilim, benim bölgem Hakkari" diyor.


Aynı ilden üç bağımsız adayla seçime girmek kolay iş değil. Çünkü biz, gezdiğimiz (Adil Kurt ve Esat Canan'a oy verecek olan) Yüksekova ve Şemdinli bölgelerinde, özellikle AKP ikinci sıradan aday gösterilen "Mele Kasım"ın, "Bana oy vermeyin, gidin Selahattin Demirtaş'a oy verin" diye kirli bir oyun tezgahladığını çok kişiden duyduk. Zeydan'ı seçtirme umudu kalmayanlar, işte böyle bir oyuna başvuruyor. Buna karşılık, halk gerekli önlemi almış.


Hakkari halkı, Kürt parlamenter ahlakını işte bu kirletilmiş ortamda yaratıyor. Bencillik, kardeşinin oyuna el atma, kendi çıkarı için başkasının seçmenine göz dikme gibi kirlilikler tasfiye ediliyor. Şu anda her aday, diğer iki aday için, "Bana oy verme, bölgendeki adaya oy ver" çağrısı yaparken, işte bu ahlakı oluşturuyor. Oyları kardeşçe paylaşamayan, yaşamı ve nimetleri, sevinçleri ve kederleri nasıl paylaşır? Hakkari'de "paylaşmacı, kolektifçi" duygu işte bu parlamenter ahlakın manevi temelini oluşturuyor.


Bir de Geylani ailesi var. Eski vekil Hamit Geylani, bu defa aday değil. Eski, çıkarcı, feodal, bencil "madem adaylık yok, çalışmak da yok" anlayışını Geylani ailesi yıkıyor. Hamit Geylani BDP Eşbaşkanı oldu ve Eşbaşkan Filiz Koçali ile birlikte o il senin, bu il benim koşturuyorlar. Şemdinli'de onları böyle andığım bir sırada, bir kadın geldi. Tanıştık. İsmi Azade, soyadı Geylani. "Hamit'in neyi olursunuz" diye sordum. Meğer onun eşiymiş. Geylani ailesi bu seçimlerde kolları sıvamış. Azade Geylani henüz Iğdır'dan gelmişti. Köyleri gezmiş. "Pervin Buldan oyları ikiye katladı bile" diye müjdeyi verdi.


İğrenç parlamenter, ahlaksızlık ve bencillik dünyasında bu resim içimizi ferahlatıyor.


Deli delinin halinden anlarmış


Esat Canan'la buluşmak için Bajerge köyüne gitmek üzere Yüksekova'dan hızla yola koyulduk. Birden bir patlama. Servet usta şoför. Arabayı durdurdu. Lastik parçalanmış. Yolda duran büyükçe bir taşa çarpmışız. Biz etrafımıza bakınırken, düğüne giden bir araç, ardından bir kamyon, sonra da bir başka kamyon yardımımıza koştu. Şaşırdık. Hepsi de bizi tanımışlar.


"Verilmiş sadakanız varmış dedi Naim Geçirge. Page köyünden bu genç şunları anlattı: Burada herkesin 'deli' dediği birisi varmış, Adı Abdülmenaf. (Soyadını yazmıyoruz.) Yüksekova'dan Hakkari'ye gitmek istediğinde yoldan geçen araçları durdurmaya çalışıyormuş. Hiç yıkanmadığı için onu arabalara almıyorlarmış. O da kızıp, Hakkari'ye doğru yola çıkıyormuş ve on-on beş metrearalıklarla yola taşları diziyormuş. Biz bu taşa çarpmışız. Geçirge "110 kilometre hızla ucuz kurtuldunuz" diyor.


Tesadüf tam o sırada Abdülmenaf'ın babası da Yüksekova'ya gidiyormuş. Minibüs durdu. Babasıyla tanıştık. Abdülmenaf'a selamlarımızı söyledik. Baba kızmadığımıza çok şaşırdı. İçimden, "Eh, dedim, deli delinin halinden anlar." Bu yaşta Menaf'ın taş dizdiği yollarda akıllının işi ne?


Şemdinli'de seçim iki şehide adandı


Şemdinli'de Seferi Yılmaz'la buluştuk. Seferi yedi canlı. Allah uzun ömür versin. 1984 Şemdinli baskınına katılanlardan. 15 yıl hapis yatıp çıkmış, tam bir dükkan açıp, sivil hayata alışacakken, dükkanı Ergenekoncu askerler tarafından bombalanmış. O hayatını kendi deneyimiyle kurtarmış. Ama Mehmet Zahir Korkmaz orada şehit düşmüş. Ardından da Esat Canan'ın da aralarında bulunduğu kitleye açılan ateş sonucu dört kişi yaralanmış, Metin Korkmaz şehit düşmüş.
Sonra ne olmuş? Öldürülmek istenen Seferi Yılmaz bir yıl daha hapse atılmış. Bomba atanların tümü serbest bırakılmış.

Şemdinli'de Esat Canan'ın seçim bürosundan bir grup arkadaşla çıktık. Hemen yakındaki mezarlığa gittik. İki şehit yan yana yatıyordu.


Şemdinliler diyorlar ki, "Biz Esat Canan'ı Meclis'e göndereceğiz. Onun mazbatasını hukuken YSK imzalayacak. Ama Canan'ın mazbatasını tarihi, ahlaki ve toplumsal anlamıyla iki şehit imzalayacak..."


Şemdinli'de seçim çalışmaları işte bu iki şehide adanmış...

Korucular 'sığınaktan' çıkıyor, halkla buluşuyor

Şırnak'tan beri kimle konuşsak, koruculuk sisteminin iflas ettiğini söyledi. Biraz şüpheyle dinledik. Ne de olsa seçim dönemindeyiz. Korucuların yüzde doksanı bağımsızları destekleyecek sözlerini ambargolu not ettik.


Derken, Hakkari merkezde aday olan Selahattin Demirtaş ve ardından Yüksekova bölgesinde aday olan Adil Kurt ve korucu köylerinde kampanya yürüten Esat Canan da "koruculuk sistemi çöktü" deyince, koyduğumuz ambargodan bu defa kendimiz kuşkuya düştük. Bir gün kaybetme pahasına bu işin peşine düşme kararı verdik.

Bu kararlılıkla yola koyulduk. Sürücü arkadaşa bir tepenin üstündeki taş binanın ne binası olduğunu sorunca, laf lafı açtı, derken bir rastlantıyla yolumuzun üstünde, Yüksekova'nın "işlemeyen" havaalanına yakın bir yerde, yani devletin Beşbulak dediği Dara'da iki korucu sığınağının halk tarafından geçen yıl yıkıldığını öğrendik. Biz gerçeği ararken, gerçek "ayağımıza" değil, "arabamıza" gelmişti.


Geçtiğimiz yıl operasyonlara karşı kitlesel canlı kalkan eylemi sırasında, Yüksekova halkı Selahattin Demirtaş'ın ve öteki BDP yöneticilerinin de katıldığı havaalanına doğru 7-8 kilometrelik yolu yürüyüp, sonlandırdığı bir anda işte bu iki korucu sığınağını yıkma kararı vermiş. Gençler harekete geçince, ilçe başkanı koruculardan sığınağı terk etmelerini istemiş. Korucuların elinde kalaşnikoflar, filan varmış. Gençlerin elinde ise araba levyelerinden ve rastlantıyla orada bulunan kazmadan başka bir şey yokmuş... Ve gençler yılların öfkesiyle granit kayalarla temellendirilmiş, iki katlı betonarme sığınağı yerle bir etmişler.


Resme bakınız. Nasıl? Tıpkı depremde yıkılmış "kamu binalarına" benziyor, değil mi? Doğru. Burada bir deprem oluyor ve önce koruculuk sistemi yıkılıyor, sıra diğerlerine geliyor. Yerle bir edilen bu sığınak, Türk devletinin Kürdü Kürt'le bastırma siyasetinin iflasını simgeliyor.

Seçim İzlenimleri - Malatya

Doğu’nun batısı, Batı’nın ise doğusu diye bir tanım yapılır Malatya için. Ama önemli bir geçiş noktasında bulunduğu gerçeği yadsınamaz. Bu nedenle, 17 Nisan 1978’de belediye başkanı Hamid Fendoğlu’nun, Ergenekon tarafından bombalı paketle öldürülmesi ve 18 Nisan’da önceden planlanmış provokasyonun devreye sokulmasıyla özellikle Alevi halkının kırılıp sindirilmesi, Malatya’da sola ve demokratik örgütlenmelere açık kapıların, birer birer kapatılması girişimi 12 Eylül darbesiyle pekiştirilerek sağlanmıştı.

Sistem, Türk-İslam sentezini yerleştirmekte başarılı olduğu Elazığ’ın ardından, Malatya’ya da yöneldiyse de bunu tam olarak başaramadılar. Çünkü nüfusun çoğu Kürtlerden oluşuyordu.


Ayrıca, İnönü ve Özal gibi devletin en önemli siyasi aktörlerinin memleketi olması dolayısıyla, insanlar devletten gelecek imkanların beklentisine sokulmuş ya da devletten bekleyen bir kişilik kazandırılmış insanlara.


Toplumun sistem içerisinde biçimlendirilme çalışmasının başarıldığı açıkça görülebiliyor. Bu anlamda özgürlük ve demokrasi mücadelesi, dar bir çevrede tutunmaya zorlanıyor. Halen de bu politikanın sürdürüldüğü, şehir genelinde korkunun hep canlı tutulduğu insanların yaklaşımlarından anlaşılabiliyor.

 
Samimiyseniz blok adayına oy verirsiniz

Serhat bölgesindeki seçim izlenimlerini tamamladıktan sonra, Fırat’ın hemen yanı başındaki Malatya’ya geçtim. Malatya’ya vardığım günün akşamı Hayat TV için bir panel yapılmaktaydı. Konuşmacılar bloğun bileşenlerindendi.


Panelde aldığım birkaç notu sizlerle paylaşayım: EDP İl Yöneticisi Turap Günay, “Artık kimse bize ‘solcular niye bir araya gelmiyor’ diyemez. İşte size blok, bir araya geldik. Eğer samimiyseniz bloğun adayına oy verirsiniz” dedi.


Emek Partisi İl Başkanı Necdet Bali, “Malatya, Kürtlerin yüzde 75 civarında yaşadığı bir şehirdir. Ayrıca ciddi bir oranda Alevi toplumu yaşamaktadır. Malatya’da dikkate alınması gereken bir potansiyel olduğuna inanıyorum. Adayımız, halk arasında umut verici karşılanmaktadır.”


Şavata, popüler biri. Seçim çalışmalarını izlerken, “Çok sayıda filmini beğenerek izledim, oyumu ona vereceğim,” diyenlere sıklıkla rastladım.


Balaban ve Darende’de seçim konuşmalarını MHP bayraklarının asılı olduğu seçim bürolarının yakınında yaparken, ilgiyle dinlendiğine tanık oldum. Sorduğumda, şimdiye kadar herhangi bir provokasyonun yaşanmadığı söylendi.


Malatya için doğru bir aday


Böylesi bir ortamda kabul edilebilir ve desteklenebilir bir adayın tespit edilmesi isabetli olmuş. Kani Şavata’nın giyimi, kuşamı, üslubu ve tarzı, kimilerince hafife alınıp dudak bükülmüşse de, sempatik bulanlar hiç de az değil. Şavata’nın seçim çalışmalarını izlerken, insanlara “şansı var mı?” diye sorduğumda, birçok kişiden şu cevabı aldım: “Doğru bir aday ama, iyi bir çalışma yapılmalı ve destek sunulmalıdır.”


Şavata’nın söylemleri ve davranışları halk tarafından samimiyetle karşılanıyor. Çocukları gördüğünde onlara sevgisini gösterirken, ellerini öptüğü çocuklar şaşkınlık geçiriyor. İlk bakışta popülizm yaptığı  kanısına varılabilir ama, doğası gereği böyle davrandığına inandım.


Afiş ve tanıtım broşürlerinde hemşerisi Turgut Özal’ın tüm eğilimleri ANAP’ta birleştirme selamı ve sembolü olan, iki elini başının üzerinde birleştirilmiş vaziyette çektirdiği fotoğrafı, Malatya sevdalısı Şavata’ya özgü bir tercihtir.


Bu nedenle, kendine has bir dili ve üslubu var Şavata’nın. Mikrofonlu ya da mikrofonsuz insanlara nerede hitap etmeye kalkışsa söze, “Ben Malatya’yım” diyerek başlıyor. Ardından, “Din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin, kardeşçesine!..” vurgusunu yapıyor.


Her konuşmasında sarf ettiği sözlerde, Malatya’nın toplumsal durumunu göz önünde tutan hassasiyeti görülebiliyor. Konuşmalarıyla, insanlara damardan enjekte edecek türden kelimeler de sarf ediyor. Dinleyenlerin kalbine hitap etmenin bir yolunu bulmuş olmalı ki, davranışlarındaki rahatlığı ve doğallığı samimi karşılanıyor. Çoğu zaman, seçim çalışmasında değil de, bir film setindeymişçesine benimsediği vurgulu repliklerini tekrarlıyor: “Beni adaletin terazisinin herhangi bir kefesine koysanız dahi kabul etmem, ben ancak bu terazinin ibresi olurum.” Başbakan Erdoğan’a bir filminden alıntılayıp kullandığı “Gölgede olanın gölgesi olmaz” sözüyle başladığı eleştirisini şöyle temellendiriyor: “ABD’nin gölgesinde kalarak dış politika yürütüyorsun!”


Şöyle bir seçim tahmini yapılıyor


Bir Kürt siyasetçisinden dinlediğim seçim tahmini, umut vericiydi: Yazıhan nüfusun yüzde 80’e yakını Kürtlerden oluşuyor. Bloğun adayı buradan ve Akçadağ ile Kürecik bölgesinden önemli oy alabilir. Arguvan merkezi Türklerden, köyleriyse Atma ve Narmikan aşiretinden oluşuyor; buradan yarıya yakın oy gelebilir; Alevi Türklerden bazıları oy verebilir. Hekimhan’ın da benzer bir durumu var. Kuluncak, kalabalık bir Kürt potansiyeli yaşadığı halde kısmi oy gelebilir. Doğanşehir’den biraz daha umutlu bir bekleyiş var. Yeşilyurt ilçesi ağırlıklı olarak Türklerden oluşuyor ama, birkaç mahallesiyle köylerinden belli oranda oy getirebilir. Kale ilçesi yüzde 100 Kürt’tür; fakat ulusal bilinç eksikliği barizdir. Bazen siyasi konuda zorladığınızda, “Ez Tirkim” diyebilmektedirler. Pötürge’nin yüzde 90’ı Kürt’tür ve beklenenin üzerinde oy çıkabilir.


Malatya merkezine gelirsek, doğu şehirlerinden göç eden önemli bir kitleden bahsedilebilir. Şehir nüfusu içerisinde Bingöl ve Muş’tan göç edenler dikkat çekiyor. İkinci sırayı Batman, Erzurum ve Varto’dan gelenler oluşturmaktadır.


Her geçen gün kazanma şansı artıyor


AKP’nin aday listesinde, Kürt halkını temsil edecek birinin olmaması, Kürt oylarının yönünü değiştirebilir. Görüştüğüm insanlar arasında, 6 milletvekilinden 3’ü AKP’ye gider, 2’si MHP ve CHP arasında değişebilir. 6. milletvekilinin ise bağımsız aday Şavata olacağı yönünde tahminlere oldukça çok rastladım.


Şavata’ya seçim çalışmalarının nasıl gittiğini sorduğumda, yüksek sesle konuşmalardan dolayı kısılmış sesiyle cevap verirken heyecanlıydı ve gözleri parlıyordu: “Gittiğimiz her yerde sıcak bir ilgi görüyoruz. Gezdiğimiz bütün ilçelerde miting yaptık. Malatya merkez mitingi kaldı.” Kendisi de mensubu olduğu Drejanların kökeni Yazıhan ilçesinden. Çoğu şuan Malatya’da yaşıyor. Aşiret mensupları oylarını genellikle sağ partilere vermişler. Bu oyların kendisine verilip verilmeyeceğini sorduğumda çok umutlu görünüyordu Şavata.


BDP İl Başkanı Gaffar Bayram’a kazanma şansını sorduğumda, şu cevabı verdi: “Merkezi mitingimize Ahmet Türk ya da Leyla Zana gibi etkili siyasetçiler katılırsa, şansımız artar.”


Seçim ekibinde yer alanların çoğu, yazının sonunda yer almasını istedikleri mesajları vardı, onu sizinle paylaşayım: “Artık hayal değil. Kazanmak için umutluyuz. Bütün özgürlük, demokrasi ve barış yanlılarının dayanışmalarını ve desteklerini bekliyoruz.”


Şavata ve arkadaşlarına başarı dileklerimle, seçim izlenimi yazımı bitiriyorum.

  Kani Şavata kimdir?

Çoğu insan onu Gani Rüzgar Şavata olarak biliyor ama, gerçek adı, Kani Şavata’dır. 1960 Malatya doğumlu. Çocukluğu Kızılderililer gibi at üzerinde geçti. 17 yıl piyes yazıp tiyatro sahnelerinde oynadı ve yönetti. 1978’de ‘hızlandırılmış eğitim projesi’ kapsamında, Eğitim Enstitüsü diploması aldı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sinema-tiyatro okuluna girip yarıda bıraktı.


1993 yılında, Yılmaz Güney’e ait “İkisi de Cesurdu” senaryosuna dayanarak çekilen “Dönüş” adlı filmi ile sinemaya adım attı. Bugüne kadar 24 sinema ve TV filminde oynadı. Bu filmlerden 18’inin senaryo ve yönetmenliğini üstlendi. En son, “Çar Çıra/Dört Çıra” adlı yeni film projesi üzerine çalışmalarını sürdürmekteydi. Birçok tiyatro ve sinema ödülleri bulunuyor. Şavata, evli ve 2 çocuk babasıdır.