7 Haziran 2011 Salı

Halklar Boğazlaşır mı?


Türkiye kanaat önderinin Kürt sorununda en sık tekrarladığı hata bilimsel saha çalışmalarına göre değil kendi kabul-ret ölçülerine göre görüş belirtmesidir.

Örneğin elinde hiçbir veri olmadan "Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir; ayrılamaz. Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yapamaz" der.


Hakikaten reel hayatta durum böyle midir, değil midir sorgulamasına hiç girmez.


Konda geçtiğimiz günlerde bu konuda hepimizi aydınlatacak bir çalışma yayınladı.


"Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler" isimli araştırmaya göre Türklerin yüzde 47'si Kürt komşu, Kürtlerin de yüzde 22'si Türk komşu istemiyor.


Bu veriler Türkiye'nin çok ciddi bir etnik nefret sürecine giriş yaptığını gösterir mi?  


Eğer öyle ise etnik nefret sürecinin bir sonraki aşaması halkların dahil olduğu çok acımasız bir iç savaş.


Çok tartışmamız, ince eleyip sık dokumamız gereken bir konu.


* * *


Türkiye'nin iç savaşı 27 yıl sürdü. Bu süre içinde 50 bini aşkın insan hayatını kaybetti, yarısı kadar insan yaralandı. Toplam 3 milyon genç de şu veya bu şekilde savaş ortamını soludu, çatışmalara girdi.


Bölge'de yaşayan 8 milyon insan da savaşın acımasız yüzüne tanıklık etti.


Yani etkilenenlerin çarpan etkisi dikkate alındığında şu veya bu şekilde Türkiye nüfusunun yarısı direkt savaştan etkilendi.


Savaştan etkilenen bu nüfus savaşa ilişkin bir kanaat oluşturdu. Bu kanaat ötekinin düşmanlaştırılması şeklinde oldu.


Bu kanaati de yaratan 1999 sonrası gelişmeler oldu. Kürt siyasal hareketi bu tarihten itibaren kitleselleşti ve siyasallaştı.


Kürt hareketinin kitleselleşmsi Batı'da "demek ki PKK'nin arkasında halk varmış" algısı, Kürt hareketinin siyasallaşması da Cenk Saraçoğlu'nun ifadesi ile "Kürtlerin Batı'da tanınanarak dışlanması" tutumu doğurdu.


Yani bugün Türklerin Kürt komşu istememesinin arka planında bu psikoloji var.


* * *


Burada analiz sistematiğimin arasına girerek bir parantez açmak istiyorum.


Türkiye'de Kürtlere yönelik geliştirilen linçler planlı, programlı çalışan bazı kişilerin eseri değildir.


Kuşkusuz bazı insanların provokasyona yönelmesi veya yönlendirilmesinin de etkisi vardır. Tıpkı Erzurum'da bir kişinin eylemcilere para dağıtırken görüntülenmesinin gösterdiği gibi.


Ama ben linçlerin, toplumda linç doğası ve potansiyeli olduğu için meydana geldiğini düşünüyorum.


Bu doğa ve potansiyelin henüz organize eylemlere dökülmediğini, MHP üzerinde oynanan oyunların da o doğa ve potansiyeli organize hale getirmek amaçlı olduğunu söylüyorum.


Yoksa durum; toplumun içine girmeyen ama nedense toplumu da iyi tanıdığını iddia eden bazı enternasyonalist muhteremlerin "halk bazı karanlık çevrelerce provoke edildiği için linçler meydana gelmektedir" şeklinde belirttiği gibi değildir.  


* * *


Tamamen ırkçı, farklı olanı dışlayan, birlikte yaşamayı tercih etmeyen bu toplumsal doğa ilerde bir halkların boğazlaşmasına evrilir mi?


Evet, evrilebilir. Ancak bunun için bu doğayı besleyecek ve taşıracak "tahrik ortamı"nın oluşması gerekir.


Eğer Türkiye 15 Haziran'dan sonra orta yoğunluklu bir çatışma ortamına girer, yeniden karşılıklı cenaze kaldırırsa toplum çok seri bir şekilde 27 yıldır birbirine gösterdiği hoşgörüyü rafa kaldırabilir.


Zaten Konda'nın ortaya koyduğu verileri "toplumsal doğa faşistleşti" tezini desteklediği için önemsiyorum.


Rüzgar eken fırtına biçer. Fırtınayı sorunu çözmeyerek toplumu çıldırtma noktasına getirenler yarattı.


* * *


Madem ki düşünülmeyeni düşünme egzersizi yapıyoruz o zaman şu sorunun yanıtını da aramamız gerekecek.


Türkiye sivil iç savaşa girerse ne olur? Bu iç savaş nasıl bir savaş olur?


Bu soruyu bundan bir süre önce devlet güvenlik elitine yakınlığı ile bilinen bir kanaat önderine sormuş, o kanaat önderi de "3 milyon insan hayatını kaybeder" demişti.


Üstelik bu verinin kendi kişisel görüşü olmadığının altını çizerek.  


Muhtemelen iç savaşta şöyle bir tablo ile karşılaşağız.


Yanmış yıkılmış kentler, evler, işyerleri, arabalar... Her cadde ve sokak başında kurulmuş barikatlar... Mahalle ve semt çevrelerinde tutulan nöbetler...


Süngülenmiş hamile kadınlar, gözleri açık masum çocuklar, sokaklarda kan revan içinde yatan binlerce cesetler... Cesetler başında ağıt yakan çocuklar, kadınlar...


Senaryo 1: Devlet kontrolü ve denetimi elinden kaçırır. Üç ay Türkiye kan revan içinde kalır. Bir süre sonra devlet de el altından çatışmalarda taraf tutar. Üç ay sonra BM müdahalesi gerçekleşir. 3 milyon kişinin ölümünden sonra Türkiye bölünür.


Senaryo 2: Devlet süreci kontrollü götürür. Dış kamuoyuna iç sivil çatışma yaşandığı izlenimi verir. Bir süre sonra dışarda yükselen tepkilere bağlı olarak sıkıyönetim ilan ederek durumu kontrol altına alır.


Durum bu arkadaşlar! Umarım karanlığı gösterdiğim ve tasvir ettiğim için Sayın Aysel Hanım'a yaptığınız gibi bana da kızmazsınız.


Birilerinin artık bizi bekleyen karanlık günlerin tasvirini de yapması gerekir. Belki o zaman karanlık gelecek diyenleri değil barışın gelmemesi için çaba sarf eden karanlık merkezleri deşifre etmiş oluruz.


Şimdi Sayın Öcalan'ın Demokratik Ulus Bloku'nu neden bu kadar önemsediğini daha iyi anladık ve kavradık sanırım.

Hiç yorum yok: