2 Ekim 2011 Pazar

Mustafa Altıoklar: '' Kürt Olsam Bağımsızlık için Savaşırdım ! ''



Gecenin bir diğer Kürt sorunu tartışması da Habertürk ekranlarında yaşandı. Balçiçek İlter'e konuk olan ünlü sanatçılar canlı yayında Kürt sorunu üzerine konuştu.

Yönetmen Mustafa Altıoklar, yazar Ahmet Ümit, oyuncu Nur Sürer, müzisyen Timur Selçuk'un katıldığı programa Altıoklar'ın sözleri damga vurdu. Kürt sorununda esaslı bir çözüm için çok cesur olunması gerektiğini vurgulayan Altıoklar, 'Ben Kürt olsam bağımsızlık için savaşırdım' diyerek şaşırttı.

KÜRT OLSAM TAM BAĞIMSIZLIK İSTERDİM!

Türkiye'nin Kürt halkıyla barışçıl bir şekilde yolları ayırmasının konuşulması gerektiğini söyleyen Altıoklar, ortadoğu ve balkanları içeren bir federal yapıyı önerdi. Türkiye'nin Osmanlı'nın mirasını taşıyabilmesi için önce Kürt meselesini çözmesi gerektiğini belireten ünlü yönetmen "şu durumda çevremize güven telkin etmiyoruz. Kendi iç barışımız yokken başkasına sözümüz geçmeyecektir" dedi. Kürt "sorunu Türkiye'nin küresel ve bölgesel güç olmasını tek başına engeller" diyen Altıoklar, olaya bir Kürt olarak bakılması gerektiğini söyledi.

Kürt ve Türk toplumlarının kaynaşamadığını, kaynaşmak yerine asimilasyon uygulandığını söyleyen Altıoklar "bu noktadan sonra kaynaşmanın mümkün olmadığını düşünüyorum" dedi. Altıoklar, artık sürecin geri çevrilemez olduğunu savunurken çarpıcı bir önerde bulundu. "Kürt halkının tam bağımsızlık hakkının yarın verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özerklik bile değil, bağımsızlık diyorum. Türkler ve Kürtler önce ayrılmalı, sonra komşu olarak kaynaşmalıdır."

KÜRTLERİN BAĞIMSIZLIK İSTEMEMESİ STOCKHOLM SENDROMUDUR!

Balçiçek İlter: Ama ben bir çok Kürt siyasetçiyi programlarımda ağırladım, 'bağımsızlk istemiyoruz' diyorlar.

Mustafa Altıoklar: Doğrudur, bir Stockholm sendromu durumu var. Ayrıca birden 'buyrun kendi kendinizi idare edin' dendiğinde ortaya çıkacak karışılıkltan da ciddi bir korku var. Ama bu korkuyla Kürtlerin de Türklerin de yüzleşmesi gerekiyor. Ben kendimden yola çıkarak söylüyorum ki Kürt olsaydım tam bağımsızlık isterdim. Ben Kürt olsam tam bağımsızlık isterdim. Tam bağımsızlık için savaşırdım. Savaşmak derken çok ciddi vir siyasi mücadeleden söz ediyorum. Eğer bu ülkenin adı Kürdistan olsaydı, ben bir Türk olarak dilimi konuşamasaydım, kimliğim yasaklansaydı, asilmasyona tabii bırakılsaydım kesinlikle tam bağımsızlık isterdim. Hatta dağa çıkmaksa belki dağa bile çıkabilirdim....

Ünlü polisiye roman yazarı Ahmet Ümit, Mustafa Altıoklar'ın sözlerinin konuya çok sağlam bir temel sunduğunu söyleyerek destek verirken, Timur Selçuk tepki göstererek katılmadığını söyledi. İzleyenlerden gelen maillerden anlaşıldığı kadarıyla ünlü yönetmenin sözleri seyirci nezdinde hayli reaksiyon aldı.

NUR SÜRER: OĞLUMU ASKERE GÖNDERMEK İSTEMİYORUM


Nur Sürer ise sorunun insan hayatını tehtid eden boyutunun çok yakıcı olduğunu söylerken çarpıcı bir noktaya değindi. 'Barış gelene kadar oğlumu askere göndermek istemiyorum' diyen ünlü oyuncu olumlu ve olumsuz yönde maill yağmuruna tutuldu.

Batman'da Çatışma, Polis İnfazı ve Katliam (VİDEO)



Batman'da 26 Eylül akşamı yaşanan çatışma ve 8 aylık hamile Mızgin Doru ve önce sezaryenle kurtarılan, ardından kurtarılamayan ismi konulmamış bebeğiyle birlikte gündeme gelen tartışmalara Batman Cumhuriyet Başsavcılığı olaydan 6 gün sonra açıkladığı 'balistik' raporla damgasını vurdu.

Başsavcı, Mızgin Doru ve 6 yaşındaki kızının öldüğü, eşi Talat Doru'nun yaralandığı saldırıda ölenlerin ve yaralananların hiçbirinde mermi çekirdeği çıkmadığını ancak araçta bulunan ve iki gerillanın silahından çıktığı iddia edilen iki mermi çekirdeğini gerekçe göstererek Doru ailesini tarayanların PKK'liler olduğunu açıkladı.

Olaydan bir hafta geçmesine rağmen halen teslim edilmeyen ve polisin denetiminde olan Doru ailesinin içinde bulunduğu otomobile sonradan ateş ederek 'iki mermi çekirdeği' delili bırakmanın ise Türkiye'de hiçte zor olmadığı daha önce buna benzer yaşanan olaylardan biliniyor. Mermi çekirdeklerinin giysilere ve cesede giriş açısı ve vücutta seyir ettiği son durumu da ancak ayrıntılı otopsi ile ortaya çıkarabilirsiniz.

Henüz basına konuşmayan Doru ailesinin önümüzdeki günlerde heyet olarak Batman'a gidecek İHD ve Mazlum-Der heyetine anlatacakları olayı aydınlatabilir.

Batman'da 26 Eylül akşamı gerillaların bir aracı eylem amacıyla gasp ederek kent merkezine gelmesi ve araçlarına el konulan kişilerin ihbarı üzerine yollara barikat kuran polislerle çıkan çatışmada iki gerilla, bir inşaat işçisi, bir komiser yardımcısı ile 8 aylık hamile Mızgin Doru, 3 yaşındaki kızı Sultan Doru ölürken, baba Talat Doru yaralandı.

Mızgin Doru'nun hastanede sezaryenle karnından alınan 8 aylık bebeği de ancak bir gün yaşatılabildi. Olayın ardından özellikle 8 aylık hamile Mızgin Doru'nun bebeğiyle birlikte ölümü Türkiye'de infial yarattı.

Batman Valisi Ahmet Turan başta olmak üzere kente gelen Batman'lı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve tüm yetkililer sıcağı sıcağına saldırının hemen ardından Doru ailesinin bulunduğu aracın PKK'liler tarafından tarandığını açıkladı.

BAŞSAVCILIK 6 GÜN SONRA AÇIKLADI

8 aylık Mızgin Doru'nun ölümüyle infial yaratan olaydan ancak 6 gün sonra Batman Cumhuriyet Başsavcısı Muhammet Emre Ejder, olay sonrası hazırlanan balistik ve otopsi raporunu basına açıkladı.

Yapılan açıklamada, Mizgin Doru, 6 yaşındaki küçük kızı Sultan ve komiser yardımcısı Adem İlkılıç'ın ölümüne neden olan kurşunların, olayda hayatını kaybeden PKK'lilerin silahından çıktığı, olay yerinde 115 boş kovan bulunduğu, bunların PKK'lilere ait iki Kalaşnikof marka uzun namlulu silahtan çıktıklarının tespit edildiğini iddia edildi.

Başsavcı açıklamasında, sivil aracın PKK'liler tarafından tarandığını, olay yeri inceleme ve sonrasında yapılan laboratuar incelemesi sonucunda ölen ve yaralananların içinde bulunduğu araç içinde 2 mermi çekirdeğinin hayatını kaybeden PKK'lilerin silahından çıktıklarının tespit edildiğini, olayda inşaat işçisi olduğu iddia edilen 3 çocuk babası Fethullah Tokay'ın el ve yüzünden alınan svapların incelenmesi sonucunda atış atıklarının tespit edildiğini, saldırının 3 kişi tarafından gerçekleştirildiğini ifade etti.

Başsavcı aynı şekilde olayda hayatını kaybeden vatandaşların neden ayrıntılı otopsi yapılmak için Diyarbakır Adli Tıp Kurumu'na gönderilmediği konusunda ise şunları söyledi: "Başsavcılığımızın uygulaması gereği, görevli adli uzmanı tabibin izin veya raporlu olduğu haller dışında, klasik otopsi işlemleri, bizzat Cumhuriyet Başsavcılığımızca yapılmaktadır. İlimizde mevcut imkanlar, adli tıp uzmanı tabip görev başında olduğu sürece, klasik otopsi işlemi yapmak için yeterli durumdadır. Bahsi geçen olayda da maktul yakınlarının daha fazla bekletilmemesi ve olayın hızlı bir şekilde aydınlatılabilmesi için klasik otopsi işlemi Cumhuriyet Başsavcılığımızca yapılmıştır."

NEDEN KLASİK OTOPSİ?

Bu gibi vakalarda genelde ayrıntılı otopsi yapılır. Cenazeler ya Malatya'ya veya Diyarbakır Adli Tıp Kurumu'na gönderilir. Ki buralarda yapılacak ayrıntılı otopsilerde maktüllerin üzerindeki giysilerinin mermi giriş kısmından örnekler alınır. Ayrıntılı otopside, maktüllerin ölmeden önceki duruş pozisyonuna göre merminin vücuda saplandığı açı, merminin vücuda giriş-çıkış istikameti ve vücutta seyri de tespit edilerek, maktülün hangi uzaklıktan veya hangi açıdan kurşuna maruz kaldığı büyük bir oranda ortaya çıkar.

Ancak tüm bunlar yapılmadan klasik otopsi denilen ve sadece vücutta kurşun giriş-çıkış yerlerinin tespit edildiği, ölüm katılığının ne zaman başladığı gibi klasik yöntemlerin kullanıldığı görülüyor.

ÇATIŞMAYA KATILDIĞI İDDİA EDİLEN TOKAY'IN SİLAHI NEREDE

İki PKK'li ile birlikte hayatını kaybeden 3 çocuk babası Fethullah Tokay'ın ailesi Tokay'ın iş için Batman'da bulunduğunu açıklamasına karşılık, resmi yetkililer Tokay'ın el ve yüz svap örneklerinde barut izine rastlandığını, gerillaların kullandığı araçta parmak izinin bulunduğunu açıkladılar.

Kimse kalkıp sormadı, madem ki 3 'terörist' öldürüldü, neden ortada iki Kalaşnikof tüfek var. 'PKK'li olduğu ve çatışmaya girerek polise ateş açtığı' iddia edilen inşaat işçisi Tokay'ın elinde ve yüzünde nasıl barut izi tespit edildi?

Küçük bir silahla ateş ederseniz elinizde barut izi kalır, silah büyük ise barut izi yüzünüze ve giysinize de bulaşır ve bunlar alınan svap örnekleriyle ortaya çıkar.

Ancak ateş ettiği iddia edilen ve silahı bulunmayan Tokay'ın elinde ve yüzünde barut izi nasıl tespit edildi?

Tokay'ın çatışmaya katıldığı tüfeği nerede?

Olaya ilişkin Batman Valisi Ahmet Turan da önceki gün basına yaptığı yazılı açıklamada, ölen 3 kişinin de çatışmaya katıldığını ve silah kullandığını, üç değil, sadece iki Kalaşinkof tüfeğin ele geçirildiğini belirtmişti.

DELİLLER KARARTILIYOR MU?

Türkiye'de delillerin karartıldığı, olmayan suç delillerinin olaydan sonra suç mahalline getirildiği, yada sonradan yerleştirildiği konusunda birçok vaka basına yansıdı.

Bunu süren Jitem davalarındaki itirafçı, korucu, asker itiraflarında, Kızıltepe'de babası ile birlikte öldürülüp yanına Kalaşnikof tüfek bırakılan 12 yaşındaki Uğur Kaymaz gibi davalarda çok gördük.

Klasik 'teröristler yaptı' şeklindeki resmi açıklamalar kafalardaki soru işaretlerini silmeye yetmiyor.

Saldırıya uğrayan Doru ailesinin bulunduğu otomobil henüz ailesine teslim edilmedi.

Kötü niyetli iseniz, çok rahatlıkla çatışmada yaşamını yitiren iki gerillanın silahını kullanarak aynı otomobile sonradan ateş eder, ya da mermi çekirdeklerini değiştirerek 'iki mermi çekirdeği' delilini yaratabilirsiniz. Ya da parmak izini...

Batman olayında henüz kafalarda soru işaretleri kalkmış değil. Yapılan klasik resmi açıklamalar, Kürtlerin 30 yıldır yüzyüze kaldığı resmi açıklamalardır ve birçoğu çürütülmüştür.

İHD ve Mazlum-Der'in önümüzdeki günlerde Batman'a giderek olayın ayrıntıları ve saldırıda yaralı kurtulanlarla yapacağı görüşme sonucunda olay belki bir nebze de olsa netlik kazanmış olur.

Neden ‘Tahrir’ Olmadı?

Alper Görmüş, cuma günü ‘Neden Tahrir olmadı da terör oldu’ başlığı ile Kürt meselesinin geldiği nokta ile Mısır’da olanları karşılaştırmış. Aynı gün benimle yapılan bir röportajda da benzer bir soru ile karşılaştım. Bu soruya samimiyetle cevap arıyor veya fikir yürütmeye çalışıyorsak, bu sorunun cevabını gelin birlikte bulmaya çalışalım.
 
Ancak bu soruya cevap vermek için önce, Görmüş’ün, ‘Mısır’daki direnişin özgün pratiği’ dediği, Tahrir’de ne olduğu konusunu hakkıyla tartışmak gerekir. Halihazırda, genel olarak Arap baharı ve özel olarak Mısır örneği tüm parametreleri ile değerlendirilmesi çok kolay olmayan ve devam eden süreçler. Ben bu konuda epeyce yazdım, aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Ancak, olay ne yaygın biçimde algılandığı gibi ‘şanlı bir direniş’ ne de, eleştirel bakma çabasındaki çevrelerin kolayca mahkûm ettiği gibi ‘emperyalizmin yeni oyunu, ABD’nin perde arkasından yönettiği bir kurgu’ olarak anlaşılabilir.

Diktatörlük olmuşlardı

 
Mısır ve diğer bölge ülkelerindeki rejimler uzunca bir süredir, toplumsal meşruiyetlerini tümüyle yitirmiş otoriter rejimler, daha doğrusu kişisel diktatörlükler halini almıştı. Tam da bu nedenle, içinde bulundukları ABD merkezli Batı ittifakı için ‘müttefik’ olarak da değerlerini yitirmişlerdi. Yaşanan olaylar bu kesişme noktasında cereyan etti. Diğer taraftan, Mısır başta olmak üzere bu ülkelerde başarılan, öncelikle mevcut iktidarların yıkılması oldu, sürecin nereye gideceği ise halen belirsiz. Mısır’da, Mübarek’in devrilmesi ardından geçiş sürecinin idaresi askerlere geçti. Bu süreçte, yeni seçimleri düzenlemek ve Anayasa yapmak için gerekli düzenlemelere ilişkin referanduma katılım %41’de kaldı. Referandum sonucunda %77 çoğunluk Müslüman Kardeşler ve askerlerin ittifakı denilebilecek hatta yoğunlaştı. Bu nedenle ‘devrimimizi çaldılar’ şikâyetleri başladı. Halihazırda Tahrir’de gösteri yapanlar meydandan kovalanıyor. İşin bu kısmı uzun hikâye, kısacası Mısır ‘özgün pratiğine’ yakından bakmakta fayda var.

Birçok ‘Tahrir’ yaşandı

 
Gelelim, Kürt siyasal hareketinin ‘Diyarbakır Tahrir’ini gerçekleştirmeye ‘soğuk bakıp’, Görmüş’ün deyimi ile ‘terör’e yönelmesine. Diyarbakır’da ve bölgede bugüne kadar birçok ‘Tahrir’ yaşandı. Geçtiğimiz yıl Nevruz törenlerinde, Diyarbakır’da Tahrir’den çok insan toplandı, şiddete meyil bir yana, insanlar hem piknik yaptı, hem taleplerini dile getirdi, BDP’liler bu çerçevede konuşmalar yaptı. Tahrir’den farklı olan, ne Türkiye medyasının ne de El-Cezire ve CNN gibi uluslararası medya kameralarının bu görüntüleri bırakın coşku ile naklen vermeyi, hiç görmemesiydi. Üstelik, Diyarbakır’da toplananlar, mevcut iktidarı devirmeyi hedeflemiyordu, sadece seslerini, taleplerini duyurmak istiyordu.

Sesleri duyulmuyor

 
Kürtler, yıllardır şiddete yönelmemek adına toplantılar, çağrılar, gösteriler yapıyor, hatta silahlı örgüt ‘tek taraflı ateşkes’ ilan ediyor, ama şiddet söz konusu olmayan dönemlerde, sesleri duyulmuyor, Kürt meselesi unutuluyor. En iyi ihtimalle, bir adım ileri iki adım geri atılıyor, olan bu. Bu koşullar altında şiddete başvurmayı mazur görelim demiyorum, sadece açıkça haksızlık yapmayalım, olan biteni adaletli gözler ile görmeye çalışalım diyorum.

Aydınların sorunu ne?

 
Türkiye’de sol ve demokrat aydınların birçoğunun sorunu, sıklıkla iddia edildiği gibi, ‘şiddeti mazur görmek’ değil. Mevcut tablo ile yüzleşmenin zorluğundan kaçmak adına, lafla ‘şiddeti reddetmek’ ve bunu yaparken en kolay hedef olan Kürt siyasal hareketine yüklenmek. Sonuçta, dolaylı yoldan, ‘haklılığın’ aslan payını iktidar ve devlete ayırıp, şiddetin suçunu Kürt siyasal hareketine yüklemek. Benim hakkaniyetsiz bulduğum bu, bunu ifade etmek için inanılmaz tepki ve hakarete katlanmak zorunda kalmak da başka bir Türkiye gerçeği. Hakkaniyet ve samimiyet dışında pusulası olmayan biri için katlanılmaz bir bedel değil, Allah daha büyük bedellerden korusun diyorum.

nuray.mert@milliyet.com.tr
Milliyet

Gazetemiz Diyeceksek

"Bebek mezara, BDP Meclis’e” manşeti, düşünenin-bulanın-onaylayanın-karşısında sessiz kalanın; perşembe günü yayımlanmasına katkıda bulunan herkesin niyetleri ne olursa olsun, korkunç utanç verici bir seferberlik gazeteciliği örneği olmuştur.

Üstelik tarihidir.


Bu dilin, bu eşleştirme anlayışının ve ardındaki hissiyatın benzerini Radikal arşivlerinde bulamazsınız.


Kimi namlı sağcılarla, gizli MHP-BBP milletvekilleriyle yan yana yazılarım çıktı. Buna katlanmak zordu. Ama Radikal’in böyle bir manşetinin altında sessiz sedasız yazmayı sürdürmek imkânsız.


Bu manşetten sonra Sözcü’den, Yeni Şafak’tan, Orta Doğu’dan, Vakit’ten farklı bir gazetede yazıyormuş gibi davranmayı kendime yakıştırmam.


Şu an tam da karşısında durmamız gereken vahşi bir parmak görüyorum, bu manşetin ardında.


BDP’nin, yasal Kürt siyasetinin önünü tıkamayı, çözümü Sri Lanka katliamıyla aydınlatmaya çalışan tasfiyecilerin sırtını tapışlamayı hedefleyen bir niyet seziyorum. Bu da kabul edersiniz ki benim sezgilerimin kuvvetini göstermiyor.


Henüz açıklığa kavuşmamış, kanıtları kamuoyuna sunulmamış bir katliamın adresini, hiçbir belge ve bilgiye dayanmadan büyük bir özgüvenle gösteriveren Eyüp Can’la gazetecilik etiği tartışmasına girmek, burada kalacaksak, boynumuzun borcudur.


Ezgi Başaran’ın Batman’a giderek saatler boyunca önce ikna ederek birer birer konuştuğu insanların sözlerinin-tanıklıklarının Eyüp Can tarafından bir çırpıda geçersiz sayılması, bana elbette Başbakan’ın yöre halkı hakkındaki düşüncelerini hatırlatıyor.


Eyüp Can, henüz çıkmamış bir otopsi raporundan bahsederken gazeteciliğin hangi düsturunu ihlal ettiğini bilir elbet.


Ama hepimizin unutmaması gereken bir şey var:


On yıllar boyunca Kürt illerine Genelkurmay’ın bültenleriyle, ‘andıç’larıyla, açıklamalarıyla bakmış olan gazetecilik Ergenekon davalarıyla birlikte çöktü. Şimdi geçmiş günahlarını konuşuyoruz Hürriyet gazetesi ve şanlı Özkök’ün. Ana akım medyanın ısrarla ve askeri bir ruhla görmezden geldiği devlet ve uzantılarının zulmü, işkenceleri, katliamları birer birer dökülüyor ana akım meydanına.


Yüzlerce tutuklusu-hükümlüsü bulunan basın emekçileri ve yazarların ‘özgür’ basın camiasından derdest edilip götürülmelerinin nedeni, çoğunluk bu görmezden gelinen hakikatleri kamuoyuna aktarmaktı.


Şimdi, bir zamanlar Genelkurmay bülteni gibi çıkan gazetelerde bile bu konularda bir toparlanma görülüyor.


Polisin sunduğu istihbaratla beslenen gazetecilik, ‘özgür’ kalan bu alanı işgal etmekte.


İlle resmi devlet kurumlarının açıklamalarını referans kabul ederek yapılan habercilik anlayışı temsilcileri, okuru salak yerine koymakla hep çok büyük hata etmişlerdir.


Rencide etti


Bir gazete, çok tartışmalı hadiseler karşısında sürekli karşımıza yalan-yanlış-manipülatif polis dosyalarını, tanıdık polis beyanatlarını sürüyorsa, bir gün bunun da özrü dilenmek zorunda kalacaktır.


Bu manşet, bu gazetede gazetecilik konusunda dev adımlarla ilerlediğine inandığım Ezgi Başaran’ı Batman halkına karşı mahcup etmekle kalmamış, onurlu bir barışa gönül vermiş, insan kalmış herkesi rencide etmiştir.


Meclis’e girmesiyle bütün halklara bir nefes aldıran BDP’nin kararını bebeğin katliyle birlikte sunmak, eski Star, Hürriyet gazetelerinin hedef gösterme-nefret örgütleme üslubuna yakışırdı. Benim gazeteme yakışmıyor.


Eyüp Can’lı Radikal, Barış Kampanyası’yla yola çıkmıştı.


Bu manşetle gelmiş olduğu nokta, AKP’nin gözü yaşlı Ape Musa-Ahmet Kaya soslu açılımından kalkıp şimdi gelmiş olduğu, BDP seçmeninin oylarına küfreden Sri Lanka muhibbi noktasıyla zoraki bir koşutluk içindeyse bunu bu gazeteyi okuyan, bu gazetede yazan hepimizin bilmesi gerekiyor.

Yıldırım Türker - Radikal

Çözümün Anahtarı İmralı’dadır

Evet BDP’liler meclise gittiler, yemin de ettiler.
 
Peki bundan sonra ne olacak?
 
Kamuoyunun merak ettiği asıl soru bu!
 
Ateşkes olacak mı?
 
En önemlisi İmralı’ya giden koster hala “bozuk” olacak mı?
Daha da önemlisi “hava muhalefeti” hala devam edecek mi?
 
Kim ne derse desin, İmralı sürece müdahale etmediği sürece, ne savaş durur, ne de ateşkes olur.
 
Kimse kendini kandırmasın…
 
Bir çok kişi BDP’nin Meclis’e gelmesiyle sanki bütün sorunlar çözülecekmiş havasına kapıldı. Daha doğrusu böye bir kamuoyu, bir algı yaratıldı.
 
Hayır!
 
Bu BDP ile çözülmeyecek kadar karmaşık ve büyüktür!
 
BDP burada sadece arabulucu rolünü üstlenebilir.
Belki gizli görüşmelerin ikinci veya üçüncü ellerin (ülkelerin) aracılığıyla değil de BDP üzerinde yürütülmesinin yolu açılmış olur.
 
Hiç kuşkusuz bu anlamıyla BDP’nin Meclis’te olması elbette önemlidir. Elbette barış sürecine önemli bir katkı sunacaktır.
 
Bunu kimse inkâr edemez.
 
Ancak unutmamak gerekiyor ki, savaşın tamamen Türkiye gündeminden çıkmasının yolu İmralı ile yapılan müzakerelerin tekrar başlamasından geçtiğini artık her kesin anlaması gerek.
 
Yani sorun ancak muhataplarıyla çözülür!
 
Devlet bunu anlamadı mı?
 
Evet anlamıştır!
 
Hatta devlet o kadar anlamıştır ki, ellerinde tutsak olan Öcalan’ın gücü karşısında adeta telaşa kapılmıştır. Bunun için devlet Öcalan ile PKK’nin ve dolayısıyla da Kürt halkının arasını açmak için maskeli “devrimci-demokrat-Aydın”lari bile kullanmaktan çekinmemiştir.
 
Şıvan bu işe alet edilemedi mi?
 
Burkay bunun için getirilmedi mi?
 
O da işe yaramayınca bu sefer başka yöntemler kullanmaya başladılar.
İşin özü, Kürtlerin her kesiminde Öcalan’a büyük bir bağlılık ve saygı var.
 
Bu saygıyı ve bağlılığı kırmak için topyekun bir savaş başlatıldı. Özellikle görsel ve yazılı medya bu konuda inanılmaz kullanıldı.
 
Adeta online devasa yalan makineleri kuruldu
 
Ne yazık ki hiç biri işe yaramadı. Kürt halkı her zaman olduğu gibi, yine “yalan” söylediklerini biliyordu ve bu tür psikolojik saldırılara karşı efsunluydu…
 
Onları Bir tek Öcalan durdurabilir!
 
Kulaklar ve gözler İmralı’dan gelecek bir işaret bekliyor….
   
Öcalan sadece PKK’nin değil, Kürt halkının her kesiminde çoktan ruhsal şekillenmenin anahtar sözcüğü “Önder” olarak ulusal hafızalarına kazıldı.
 
Kürtler bin yıllardır özlemini çektikleri, “önder”liğe kavuşmaları Ahmedê Xanê’nin düşlerini süsleyen tarihsel bir mitoloji olarak Ortadoğu coğrafyasında hakkettiği yeri çoktan almıştır.
 
Devlet aklı bu işin  farkındadır.
Dahası AKP’de farkındadır. Zaten bütün telaşı da bu nedenledir…
 
Devlet açısında, Militarist, ırkçı şoven güçler açısında “bu işi nasıl ucuza kapatabiliriz”in hesabı yapılıyor. Artık inkar ve imhanın mümkün olmadığı görülmüştür.
 
Her gün yeni cinayet şebekelerinin yeni belgeleri ortaya çıkıyor.
 
Her gün onlarca toplu mezar ihbarları yağıyor, çeteler birbirilerini suçluyor, devletin kendi eliyle işlediği cinayetler bir bir ortaya saçılıyor.
 
Çözüm kendisini dayatıyor;
ya barışa giden güçlü bir Türkiye,
ya kaosa sürüklenmiş, savaşta gücünü tüketmiş, ruhsal bütünlüğü parçalanmış, misak-i Milli sınırları tartışılan bir Türkiye…
 
Tercih Meclis’in ve dolayısıyla da devletindir…


Rodi BAZ