19 Eylül 2011 Pazartesi

Kürt Halk Devrimine Doğru

Berat BİRTEK
Kıyametin alametleri belirdi, İsrafil düdüğüne üfledi bile...

Son dönemlerde gelişen süreç insanı kaygılandıracak boyutun da üzerine çıkmış durumda.       

Tansiyon giderek yükseliyor ve Türkiye’de barışta ısrar eden sesler de giderek kısılıyor.


Özellikle Kasımpaşalı’nın son günlerdeki çıkışları önümüzdeki sürece dönük şifreleri verir nitelikte. AKP devletinin egemenlere rağmen herhangi bir karar alamayacağı oldukça açıktır, bunu kimse inkar edemez.


AKP, iktidar olduğu sürece PKK’ye karşı yürüttüğü savaşa destek bulabilmek için Türkiye’nin peşkeş çekilmedik tek bir değerini bırakmamıştır. En çok el üstünde tuttuğu Bayrak, Vatan, Devlet kavramları Federe Kürdistan’da Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesiyle lağvedilmiştir. Bu da yetmemiş gibi yine PKK’ye karşı yürütülecek olan savaş temelinde “çuval geçirme” olayının bir numaralı sorumlusu ABD’li generali görüşme yapmak üzere ülkeye davet etmiştir.


Basiretsizliğin bu boyutlusunu dünyanın hiçbir siyasal gücünde, hareketinde görmek mümkün değildir. Son dönemlerde sıkça tartışılan Sri Lanka ve Tamil Kaplanları örneği dahi AKP’nin kirli politikaları karşısında basitleşmektedir. Egemen ve iktidar kavramları erillikleri gereği içinde zaten binbir türlü sahtekarlık barındırıyor ancak AKP boyutuyla ele alındığında Kurnaz tanrı Enki’nin dahi şaşkınlığını gizleyemeyeceğini belirtebiliriz. Oysa ki ülke toprak ve değerlerinin ABD’ye peşkeş çekilmesine gerek kalmadan Kürt sorununun çözümü çok mu zordu? Kuşkusuz ki otuz yıldır dimdik ayakta duran Kürt siyasi hareketi birçok kazanım elde etti. Günümüz koşullarıyla baktığımızda dahi çözüm için halen bir zeminin varlığından bahsetmek mümkün. Bugüne kadar ilan edilen bütün ateşkeslerin hiçbirine olumlu bir yanıt gelmedi. Buna rağmen Kürt halkı devlete çözüm yönünde adım atması için ödediği tüm bedellere rağmen tahammül etti. Nitekim 2002 seçimlerinde AKP Kürdistan’daki bazı yurtsever Kürtlerin dahi oylarını aldı. Bu durum Kürtlerin barıştan yana ısrarlarının süreceğinin bir göstergesiydi. Sonraki süreçlerse sürekli bir oyalama pozisyonunda geçildi. Ha bugün ha yarın derken aradan geçen 10 yıl Kürtler açısından yaralarının kaşınmasıyla geçiştirildi.


Eski kılıf; “biz istiyoruz ama asker ve devlet izin vermiyor” söylemlerini ayyuka çıkardı AKP. Her yerde bunun propagandasını yaparak yine kandırma ve oyalama politikalarını sürdürdü. Yine olan, çatışmalarda yaşamlarını yitiren gençlere ve analara oldu. Bu süre zarfında her şeye rağmen PKK’nin barıştaki ısrarı göze çarptı. Barış ortamı yaratabilme umuduyla yeni ateşkesler ilan edildi, iyi niyet göstergesi olarak Kandil’den barış elçileri gönderildi, birçok yönteme başvuruldu ama yine nafile...


Şimdi ülkenin durumunun iyi olduğunu kim belirtebilir ki?


AKP devleti, askeriyeyi de ele geçirdi ancak şu son günlerde bunun nedeni de iyice netleşti. Operasyon hazırlıkları. Hem içe hem dışa dönük. Bunlar daha önce defalarca denenmiş yöntemler değil mi? Acaba AKP nasıl bir sonuç alacağını umuyor?


Bu halk bir tutuklanınca 5 katılıyor bu görülmedi mi halen?


Giderek halklaşan, halkla etle tırnak olan bir örgütün karşısında asker ve polis operasyonları ne kadar etkili olabilir ki?


AKP devleti 2000 kişiyi, 3000 kişiyi tutup zindanlara atsın peki milyonlara ne yapabilecek?


Büyük bir soykırım kokusu geliyor...


Kürt halkının en büyük hassasiyeti olan PKK Lideri Sayın Abdullah Öcalan’ın yaklaşık iki aydır avukatlarıyla görüştürülmemesi çok büyük bir konsepte işaret ediyor. Çok kısa bir süre önce yine AKP öncülüğünde ABD’nin de katılımıyla gerçekleşmiş olan “Terör” zirvesinde alınan kararların pratiğe geçme durumudur bu. Henüz neyin ABD’ye peşkeş çekildiği konusunda fikir yürütmek için erken ancak tehlikeli bir sürecin başlamış olduğu su götürmez bir gerçek. Süreci şekillendirense savaşan güçlerin tutumları olacak.


Ne kadar operasyon yapılırsa yapılsın 2012 baharının Kürtlerin özgürlük baharı olacağından kimsenin şüphe duymaması gerekiyor.


AKP devletinin bütün tasfiye politikaları iflas etmiştir. Denenecek hiçbir yöntem kalmamıştır artık. Unutulmamalı ki en derin kaos aralıklarının yaşandığı dönemler devrime en yakın olunan dönemlerdir.


Bu temelde Kürt halkının tüm saldırılara rağmen görkemli direnişi sayesinde egemen kuvvetler nasiplerine düşen şamarı yiyeceklerdir...


Zafer her zaman direnenin olur...

İran Nereye Gidiyor?

Yusuf ZİYAD
Ortadoğu bölgesi üzerindeki güç mücadelesi devam ederken saflar giderek belirginlik kazanmaya başlıyor. Bir taraftan iktidar değişimi yaşayan Tunus, Libya ve Mısır’ın, yeniden yapılanırken hangi denge ve güçlere göre yapılanacağı mücadelesi yaşanırken diğer taraftan da Suriye ve İran gibi müdahale edilmesi gereken güçlere nasıl ve hangi temel ittifaklarla müdahale edileceği düşünülmektedir. Şimdiye kadar safını netleştirmeyen, hem İran’ı hem de Amerika’yı birlikte idare etmek isteyen, bunun için birçok anlaşma ve ilişkisini perde arkasında yürüten Türkiye, Suriye ve İran müdahalesi için bir ön hazırlık çalışması olan füze kalkanının Malatya’ya konulmasıyla safını netleştirmiş oldu. İran devleti tüm çabalarına rağmen Türkiye’yi yanına çekemedi. Türkiye’nin ABD ve İsrail’in yanında yer almasıyla İran devleti bölgede tümden yalnızlaşmış oldu. Yalnızlaşmış derken bölgede İran’ın yanında yer alacak başka bir devletin kalmadığına dikkat çekmek istiyorum. Bu durum İran İslam Cumhuriyeti’ni oldukça tedirgin etmiş durumdadır.

İran etrafında giderek daraltılan çemberi kırabilmek için mecburen başka ittifak arayışlarının içine girecektir. Bölgedeki güçlerin mevcut dizaynını iyi bilenler bilirler ki bölgede güç olan sadece devletler değildir. Devlet olmayan çok sayıda direniş örgütü ve İran’ın üzerinde etkili olduğu Şii toplulukları söz konusudur. İran şimdiye kadar da bölgede üzerinde etkili olduğu bu direniş odaklarını yer yer harekete geçirerek Amerika’yı oldukça zor duruma sokmuştu. Bunların başında Irak’taki Şii güçler geliyor. Yine Cundul İslam, İslam El Sunne, HAMAS ve Hizbullah gibi örgütlerin İran devletiyle olan bağları herkes tarafından biliniyor. Bu örgütler içinde HAMAS, AKP ve Erdoğan eliyle bir biçimiyle Suriye ve İran’dan uzaklaştırıldı. HAMAS’ın Şam’daki temsilciliğini geri çekmesinin yapılan yeni ittifakın sonucu olduğunu düşünüyorum.


Burada İran devleti için esas ittifak olacak güç bu örgütler değildir. Bu örgütlerin direnişleri, ABD ve Türkiye karşıtı eylemlikleri yapılacak müdahaleyi engelleyecek güçte olmayacaktır. Çünkü bunların dayanmış olduğu çok geniş bir halk kitlesi söz konusu değildir. Bunun için de İran’ın bölgede dayanacağı tek güç Kürt-Şii ittifakıdır. Bu ittifak hem yayılmış olduğu coğrafya, hem sahip olduğu kitlesel boyut hem de sahip olduğu dinamikleri açısından bölge üzerindeki uluslararası komployu boşa çıkarabilecek güçtedir.


Peki, Kürt-Şii ittifakını doğuran koşullar var mı? Ya da bu ittifakı gerektiren koşullar nedir? Bölgede Kürt inkar politikasını devam ettiren, bir çok Kürt isyanını kanla bastıran ve birçok Kürt isyan liderini katleden hatta düne kadar Kürt gerilla güçlerine karşı imha savaşı yürüten İran gibi bir devlet nasıl olur da kısa sürede yüz seksen derecelik bir dönüşü sağlayabilir? Bu durum çok da inandırıcı gelmeyebilir. Ama politik dengelerde kalıcı dostluk olmadığı gibi kalıcı düşmanlık da söz konusu değildir. Güçler arası politikada söz konusu olan o günkü çıkarlardır. Çıkarlar kimden yana ise politik eğilimler de ondan yana evrilirler.


Ilımlı İslam Modeli


Şimdi bölgede olası Kürt-Şii ittifakını doğuracak koşullara bakalım. Her şeyden önce bölgeye müdahale eden ABD, İsrail ve Türkiye ittifakı teslim alınarak özünden boşaltılmış “Ilımlı İslam” modeli ile bölgeyi dizayn etmek istiyorlar. Bu proje aynı zamanda Kürt, İran, Şii, radikal ve gerçek İslam karşıtıdır. Erdoğan’ın Tunus, Mısır ve Libya’da ısrarla laik devlet modelini önermesi, laikliğin dinsizlik olmadığını ve kişinin değil devletin laik olduğunu söyleyerek bu Müslüman ülkeleri ikna etmeye çalışması bu projenin model ülkesi olarak kendilerini sunmasından kaynaklanıyor.


İkincisi; Suriye’deki Esad rejimi İran rejimi için oldukça önemli bir mevzidir. Bu mevzi düşerse Lübnan’daki Hizbullah Örgütü de etkisiz hale getirilmiş olacaktır. Düşürülen Esad rejiminden sonra İran’ın Federal Kürdistanlı güçleri ikna etmesi oldukça güçleşecektir. Türkiye öncülüğünde Suriye’ye yapılacak bir müdahale, özünde Kürt ve İran karşıtıdır. Bu iki gücün çıkarları burada da kesişmektedir. Önemli üçüncü faktör ise Kürt-Şii ittifakın üzerinde yaşamış oldukları coğrafyanın komployu boşa çıkartmak için oldukça stratejik değerde olmasıdır. İran bu ittifakla Lübnan’dan Afganistan’a kadar uzun ve oldukça geniş bir direniş cephesi kazanır. Her şeyden önce sınırlarını güvenceye aldığı gibi oldukça geniş bir manevra kabiliyeti kazanır. Bu, İran için ciddi bir nefes borusu olur.


Burada Kürt-Şii ittifakına ayak diretecek tek gücün KDP olacağını düşünüyorum. KDP, ABD ve İsrail ile olan yakın ilişkilerinden kaynaklı bu ittifaka mesafeli durmaya çalışacaktır. Fakat bu ittifakın dayanacağı en temel güç İran ve PKK’dir. Her iki güç temel noktalarda anlaşırlarsa Kuzey, Batı ve Doğu Kürdistan ittifaka dahil olmuş demektir. Federal Kürdistan’da ise İslami güçler, YNK ve Goran Hareketi’nin yok diyeceğini düşünmüyorum. Geride bir KDP kalacaktır. O da çok fazla direnemeyecektir. Bu ittifaka istemese de dahil olacaktır. Sürecin hızla Kürt-Şii ittifakına doğru kaydığını düşünüyorum.


Kürt-Şii ittifakının oluşması için bazı ön koşulların her iki güç tarafında da kabul edilmesi şarttır. Bu ittifak sadece mevcut sistemlerin devamı için bir araya gelmeyecektir. Her şeyden önce Kürt tarafının bölgedeki varlığını ve statüsünü garanti altına alacak bazı anlaşmalara varım demesi gerekir. Kürt tarafının istemlerini gözardı ederek bu ittifakın gelişmeyeceği gün gibi ortadadır. Onun için bu ittifakın gelişmesini hiç kimse Kürtler bölgedeki statükocu ve diktatör rejimlerin yanında yer alıyor şeklinde yorumlamamalıdır. Aksine Kürtler bu ittifakı geliştirerek Ortadoğu’yu tümden demokratik dönüşüme zorlamaktadırlar. Çünkü bu ittifak gücünü halkların demokratik örgütlü gücünden alacaktır.

Akdeniz’de ‘Egemenlik Hakkı’ Restleşmesi

Akdeniz’de petrol arama hazırlıkları ve kıta sahanlığı tartışmaları alevlenirken, Türkiye’nin Meis Adası açıklarında “bilimsel araştırma” yapmaya karar verdiği açıklamasına Yunanistan’dan tepki geldi. Yunanistan Dışişleri Bakanı Stavros Lambrinidis, “Egemenlik haklarımızı sonuna kadar savunacağız” dedi.
 
Akdeniz’de ‘egemenlik hakkı’ restleşmesi

Yunanistan Dışişleri Bakanı Stavros Lambrinidis, Ankara’nın, bilimsel araştırmalar yapacağı Meis Adası’nın durumuna işaret ederek “Meis Adası’nın (Kastellorizo), Yunanistan’ın herhangi bir bölgesinden hiçbir farkı bulunmadığını” ve egemenlik haklarını savunacaklarını belirtti. Lambrinidis, Münhasır Ekonomik Bölge haklarındna ödün vermeyeceklerini vurguladı.


Lambrinidis, Atina’da yayınlanan Elefterotipiya gazetesindeki demecinde, Meis Adası ile ilgili bir soru üzerine, “kıta sahanlığı konusunda Meis’in ayrıştırılmasının yanlış olduğunu” ileri sürerek, “Meis, deniz zonlarıyla (deniz alanları) ilgili, Deniz Hukuku’nun tüm adalar için öngördüğü aynı haklara sahip. Türkiye, bizim bölgemizde de gerginliği yükseltmeye çalışırsa, Meis’in güneyinde araştırma yapılacağına ilişkin açıklamayla olduğu gibi, biz egemenlik haklarımızı sonuna kadar savunmak için ne gerekiyorsa yapacağız” dedi.


“Yunanistan’ın, Türkiye ile, Meriç’ten (Evros) Meis’e kadar kıta sahanlığının belirlenmesini istediğini, iki ülke arasında sürdürülen istikşafi görüşmeler çerçevesindeki müzakerelerde bu konuya bir çözüm bulunamaması durumunda, kıta sahanlığının belirlenmesi sorununun Lahey’e gitmesi gerektiğini” ifade eden Lambrinidis, bu konuda şiddet kullanma tehdidinin yasadışı ve kabul edilemez olduğunu belirtti.


‘Ödün verilmeyecek’


Lambrinidis, “Yunanistan’ın, Münhasır Ekonomik Bölge ilan etme hakkını ne zaman kullanacağına” ilişkin  soruyla ilgili olarak da, “MEB ilanının bir hak olduğunu ve bundan ödün verilemeyeceğini” belirtti. Gazetenin, Güney Kıbrıs’a bir saldırı olması durumunda Yunanistan’ın tavrının ne şekilde olacağına ilişkin sorusunu da yanıtlayan Lambrinidis, “Yunanistan’ın bu konuda Kıbrıs’a desteğinin kesin ve belli olduğunu” söyledi.


‘ABD mesaj vermişe benziyor’


Kıbrıs Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli de, Türkiye’nin, ‘’son haftalardaki aslanlıklarının içi boş olduğunu’’ kaydetti. Markulli, ‘’Türkiye’nin Akdeniz’de sıcak olay çıkarmasının mümkün olmadığını’’ belirterek Türkiye’nin Güney Kıbrıs’a ve Noble Energy şirketine karşı ‘’saldırgan bir harekette bulunması’’ ihtimalini uzak gördüğünü belirtti.


Markulli, ‘’Böyle bir gelişme mümkün değil. Çünkü, Türkiye’nin Amerikan çıkarlarını zedelemeye karar verirken iki kere düşünmesi gerekir. Ayrıca, ABD’nin Türkiye’ye, Noble’dan uzak durması ve tacize yeltenmemesi, saldırgan veya düşmanca olarak algılanacak herhangi bir harekette bulunmaması yönünde sert mesaj vermişe benziyor. İsrail ile enerji alanında olası işbirliği konusunda diyalog içerisindeyiz ve bu diyaloğumuz tatmin edici düzeyde ilerliyor’’ dedi.


Kuzeyle anlaşma uyarısı


CNN-Türk’te katıldığı programda gelişmelere dikkat çeken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise, gerek İsrail gerekse diğer ülkelerin Doğu Akdeniz’in “Türkiye’nin köşeye sıkıştırılacağı” bir yer olmadığını bilmesi gerektiğini söyledi. Davutoğlu, Güney Kıbrıs’ın sondaj faaliyetlerine başlama kararında ısrar etmesi durumunda Kuzey Kıbrıs ile kıta sahanlığı anlaşması imzalayacaklarını söyleyerek, “Biz Doğu Akdeniz barış, istikrar ve refah havzası olsun istiyoruz. Ama birileri (buralar benim arka bahçem, istediğim gibi davranırım) derse, o zaman bize de bunun doğru olmadığını gösterecek adımlar atma hakkı doğar” dedi. Davutoğlu, “Gönül ister ki Rum yönetimi böyle bir meydan okuma yerine müzakere masasına gelir, adil bir barışı birlikte geliştiririz” dedi. Davutoğlu, “bazı ülkelerin uluslararası sularda benim sözüm geçer” tavrına en uzun sahildar devlet olarak izin vermeyeceklerini kaydetti. Davutoğlu, Türkiye’nin bu bölgedeki ulusal çıkarının Süveyş’ten Hint Okyanusu’na kadar uzandığını ifade ederek, bu nedenle bölgedeki seyrüsefer serbestliğinin Türkiye için çok önemli olduğunu bildirdi.

İsrail-Türkiye Krizinin Arkaplanı Üzerine -2

Murat ÇAKIR
Türkiye ve İsrail’in Aşil Topuğu: Kürtler ve Filistinliler

Türkiye-İsrail arasındaki ilişkilerin farklı alanlarının ve iktisadî ve jeostratejik çıkarların gözden geçirilmesi, asıl gerçekleri örten sisin aralanmasına yardımcı olabilir. Salt güncel krize ve kullanılan retoriğe bakıldığı takdirde, İsrail ve Türkiye’nin kader birliğini göremeyiz.

İki ülkenin kader birliğini belirleyen iki temel neden var. Bunları Haluk Gerger bianet.org sitesinde kısa, ama öz olarak açıklamış. Gerger’e göre, ki katılıyorum, bölge gücü olma rekabetine rağmen her iki ülkenin de, ulusal devlet olarak varolma ve toprak bütünlükleri konusundaki temel çıkarları birbirleriyle örtüşüyor. Cengiz Çandar’ın deyimiyle, çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’nin “Aşil Topuğu”nu oluştururken, İsrail Filistin konusunda giderek izole oluyor. İki ülke de temel sorunları konusunda yenilgi ile karşı karşıya ve uyguladıkları politikalarla kendi sınırlarını tehlikeye sokuyorlar.

Diğer taraftan İsrail’in de, Türkiye’nin de Batı’ya olan bağımlılıkları, bu kader birliğini belirleyen ikinci bir neden. Ekonomilerinin yabancı sermaye akışı olmadan iflas edeceğini bir yana bırakırsak, iki ülke de NATO, ABD ve AB’den ayrı politika yapmamayı, emperyalizmin küresel stratejileri ve Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde hareket etmeyi devlet aklı haline getirmişlerdir.

Zaten gerek Erdoğan’ın, gerekse de, “deniz kuvvetlerini gönderme” tehditini kullanan AB’den sorumlu bakan Egemen Bağış’ın, her fırsatta “bizim karşı çıkışımız İsrail hükümetinedir, yoksa İsraillilerle ve İsrail devletiyle bir sorunumuz yok” demeleri boşuna değil. Yani söz konusu olan güncel kriz, hükümetler arasındadır, devletler arasında değil. İsrail ve Türkiye, tehlikeli sularda seyreden aynı tekne içerisindedirler -hiçbirisi tek başına tekneyi terk etmeyi göze alamaz.

Bu, madalyonun bir yüzüdür.

Diğer taraftan krizi belirleyen, Türkiye’nin bölge gücü olma çabasının yanı sıra, ABD’nin İsrail hükümetinden duyduğu rahatsızlıklardır. ABD gerek küresel ekonomik ve malî kriz nedeniyle, gerekse de, başta Afganistan olmak üzere, ihtilaf bölgelerinde içine düştüğü bataklık nedeniyle zordadır. Obama yönetimi bu nedenle uzun zamandır küresel stratejilerin yükünü müttefikler arasında paylaşılmasının gerekliliği ve ihtilaf bölgelerinde istikrarın sağlanması için politikalar geliştirmektedir. Özellikle Arap dünyasındaki ucu açık son gelişmeler ve bununla bağlantılı olarak İsrail’in ısrar ettiği politikalar, Netanyahu-Liebermann hükümetinin giderek daha büyük bir riziko faktörü olarak görülmesine neden oluyor.

Obama hükümetinin bu rahatsızlığı uzun zamandır biliniyor. Geçenlerde Alman basınına sızdırılan bir habere göre, eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Netanyahu’yu “nankör” ve “gerçekleri göremeyen kör adam” olarak nitelendirmişti. Görüldüğü kadarıyla Obama hükümeti İsrail hükümetinin politikalarıyla İsrail’in kendisini ve dolayısıyla ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını tehlikeye atıyor. Gates’in söylediklerinin yayınlandıktan sonra Beyaz Saray çevrelerince yalanlanmaması, gözlemcilerle “resmî doğrulama” olarak nitelendirildi.

Batı basını da ABD’nin kaygılarını dile getiriyor. Avrupa’da yayımlanan çeşitli gazetelerde (The Guardian, F.A.Z., Liberation v.b.) yer alan yorumlarda, İsrail’in “büyük bir hata yaptığı”na dikkat çekiliyor ve ABD ile AB çevrelerine “İsrail’e yönelik önkoşulsuz destek politikalarını gözden geçirme ve Filistin devletinin BM Genel Kurulu’nda tanınması konusunda bir daha düşünme” telkini yapılıyor.

Obama hükümetinin de benzer düşünceler taşıdığı olası, ancak iç politik dengeler nedeniyle eli-kolu bağlı. İşte tam bu noktada AKP devreye giriyor. İsrail hükümetine karşı aldığı pozisyonla, bölgedeki istikrarı sağlayacak tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. ABD’nin de desteğine sahip. Ne de olsa Erdoğan, İsrail hükümetine karşı medyatik çıkışlar yapabilen tek lider ve TSK NATO’nun ikinci büyük ordusu. Türkiye, güçlü ordusuyla bölgedeki ve uluslararası alandaki bütün askerî operasyonlara katılmaya niyetli ve katılıyor da. Ayrıca, Arap dünyasında son derece iyi ilişkileri olan bir hükümete sahip. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, ABD çıkarlarının kollanması için en uygun partner.

Emperyalist emellerini açığa çıkaran ve Ortadoğu’nun yeni dizaynında etkin rol oynamak isteyen Türkiye ile bölgesel istikrar sayesinde çıkarlarını kollamak isteyen ABD’nin çıkarları tam olarak örtüşüyor. ABD, Netanyahu-Liebermann Hükümeti üzerinde gerekli olan baskıyı artırma olanağına sahip değil. Böylece bu görevi Erdoğan üstleniyor.

Güncel İsrail-Türkiye krizinin temel nedenlerinden birisi budur.

Sisi aralamak

Görüldüğü kadarıyla İsrail’de de hükümete karşı olan sesler güçleniyor. Basının bildirdiğine göre uzun zamandan beri çeşitli politikacılar, analistler ve bilhassa askerî gizli servis, sivil gizli servis ve MOSSAD hükümete “gerginlikleri giderecek tedbirler almasını ve politikalarını gözden geçirmesini” ısrarla öneriyorlar. Ancak İsrail hükümetinin bu, kuşkusuz akıllı önerilere kulak verip vermeyeceği pek açık değil. Netanyahu, Filistinliler ve Türkiye ile yumuşama politikalarına meyilli olsa bile, hükümetinin geleceği buna bağlı olduğundan, bunu göze alamaz. Hükümetin aşırı sağcı kanadı ihtilaf politikalarından vazgeçmeyeceğini defalarca kanıtladı. Bu nedenle İsrail hükümeti hesap edilebilir politikalara sahip değil.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hesapları ise çok açık. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “seyrüsefer serbestisi” lafını ağzına alması, basit bir tehdit değil: bu çerçevede söz konusu olan, Akdeniz’de tahmin edilen müthiş doğalgaz rezervleri. Basında yer alan bilgilere göre Doğu Akdeniz’deki “Levante Havzası”nda yaklaşık 3,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olduğu ve Gazze sahillerine yakın sularda da 4 milyar Dolar değerinde rezervler olduğu tahmin ediliyor.

Enerji rezervleri üzerine verilen mücadele, uluslararası hukukta net olarak tanımlanmamış Münhasır Ekonomik Bölgeler, her ülkenin kendi ekonomik bölgesinde bulunan doğal kaynakları çıkartma hakkı, İsrail-Türkiye krizinin diğer temel nedenlerini oluşturmaktadır.

Bu sorun sadece Türkiye ve İsrail arasında ihtilaf yaratmıyor, Suriye, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin Yönetimi (tanındığı takdirde Filistin Devleti) de hakları olduklarını ileri sürüyorlar. Kıbrıs’ın 2010 Aralık’ında İsrail ile ortak deniz sınırlarını belirlediği antlaşma ve 2011 Ağustos’unda birlikte arama çalışmalarına başlayacakları açıklaması, Türkiye’yi 1982 BM Deniz Hukuku Antlaşması çerçevesinde girişimlerde bulunmaya ve 13 Eylül 2011’de Egemen Bağış’ın CNN Türk’de yaptığı gibi, “her türlü arama çalışmalarını engellemek için deniz kuvvetlerimizi göndeririz” mealinde tehditler savurmasına neden oluyor. (Bu sorunun bir başka boyutu da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması dolayısıyla, olası bir ihtilafa AB’nin de muhatap olmasıdır.)

Doğu Akdeniz’de didişme ile bağlantılı olarak alınan tedbirlerden birisi “Barbaros Eylem Planı”dır. Türkiye bu planla, 2006’da Millî Güvenlik Kurulu kararıyla oluşturulan ve Ceyhan Enerji Bölgesi’nin güvenliğini tesis edecek olan “Akdeniz Güvenlik Kalkanı”nı, savaş gemileri, denizaltılar ve savaş uçaklarının sayısını arttırarak genişletmek, Türk Deniz Kuvvetleri’nin “deniz aşırı operasyon yetisinde olduğunu” kanıtlamak istiyor.

Aslında bu planın temeli 1997’de atılmıştı. Yayını durdurlan Yeni Yüzyıl gazetesi 17 Mart 1998 tarihinde “Küreselleşen ordumuz” başlıklı bir haberle, TSK’nin Kasım 1997’de “Açık Denizlere Doğru” başlıklı bir siyaset belgesi hazırladığını bildiriyordu. Bu belgede şöyle deniyordu: “Ege, Karadeniz ve Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi vardır. Hazer Denizi, İran Körfezi, Kızıl Deniz ve Atlantik’in Cebelitarık yakınlaşma suları TSK’nin ilgi alanıdır. (...) Bu tespit, vatan limanından çok uzaklarda lojistik destek sağlayabilen ve vurucu gücü olan deniz kuvvetlerini gerekli kılmaktadır.” Aynı tarihlerde eski Genelkurmay Başkan Yardımcısı Çevik Bir, Frankfurt Marriot Hotel’de yapılan bir toplantıda şöyle diyordu: “21. yüzyılın enerji kaynakları Kafkaslar ve Ortadoğu’dadır. Bu nedenle Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninde çeşitli senaryolar hazırlanmaktadır. Ancak hangi senaryo uygulanmaya sokulursa sokulsun, Türkiye başrolü oynayacaktır.”

Bu alıntılar, bugün uygulamaya sokulan politikaların daha o günlerde ifade edildiğini göstermektedir. Siyaset belgelerinde yapılan tespitlerin sonuçlarının alınması ve konjonktürün Türkiye lehine değişmesi sonucunda güçlenen Türkiye, bugün Doğu Akdeniz’de güç gösterisi yaparak, ABD çıkarlarını en iyi koruyabilecek yegane devlet olduğunu kanıtlamak istemektedir. İsrail hükümeti ile olan kriz, bu çabanın bir parçasıdır.

Sonuç yerine

İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen bölgesel mücadeleler ve Neo-Osmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.

2011 Temmuz’unda, “İsrail: Değişen Ortadoğu’nun değişmeyen ülkesi” başlığıyla yayımlanan bir USAK analizi, Türkiye ve ABD yönetimlerinin İsrail’den beklentilerine tercüme olmaktadır. Osman Bahadır Dincer’in kaleme aldığı analizde şunlar denmekte: “Türkiye-İsrail ilişkilerinde yapısal sorunların çözümü için İsrail’in, Türkiye ve Arap Dünyası’ndaki mevcut gelişmeleri doğru okuyarak paradigma değişimine gitmesi gerekmektedir. Türkiye-İsrail ilişkileri ele alınırken üzerinde durulması gereken en önemli nokta, artık ilişkilerin eski parametreler üzerinden yürütülemeyecek olduğudur.(...) Dış politikasında sağlıklı ilişkiler kurmasını engelleyen iç hastalıklarının tedavisi için İsrail’in bir an önce kolları sıvaması büyük önem arz etmektedir. Karşılıklı bağımlılığın derinleştiği günümüz dünyasında İsrail, çözüm getirmeyen politikaların tutsaklığından kendini kurtarmanın yollarını aramalıdır.(...) Türkiye ve İsrail’in birbirine ihtiyacı olduğu hemen herkesin hem fikir olduğu bir gerçektir. Ancak daha da önemlisi, Ortadoğu’nun iyi ilişkilere sahip bir Türkiye-İsrail ikilisine ihtiyacı bulunmaktadır.”

Buradan da Netanyahu-Liebermann hükümetinin ABD ve Türkiye tarafından istenmediği okunabilir. Ancak bu sorun sadece İsrail’de ve İsrailli seçmen tarafından çözülebilecektir. Son haftaların sosyal protestolarının, bir hükümet değişikliği sürecinin başlangıcı olabileceği olasılığı var, ancak hükümet değişikliğinin otomatikmen politika değişikliğine yol açacağı ise hayli şüphelidir.

Son derece şüpheli olan başka bir konu da, Türkiye’nin Arap dünyasının liderliğini alıp alamayacağıdır. Arap toplumlarında Erdoğan’a duyulan konjonktürel hayranlık, bunun bir kıstası olamaz. Her ne kadar Batı sömürgeciliğinin ve yeni sömürgeci devamının yıkımı Osmanlı döneminin esaretini hafızalarda ılımlandırsa da, Arap dünyasının tarihsel bilincinde “esir olunduğu” halen unutulmamıştır. Aynı, Türkiye’nin “Mavi Marmara” sonrasında atması gereken adımları atmaması veya güncel olarak Suriye’ye gösterdiği muamelenin de unutulmadığı gibi.

Aşil Topuğu

Arap ülkelerinde de AKP ve Erdoğan’ın Batı’ya ne denli bağımlı olduğu, uzun vadede gene İsrail’le aynı yatağa gireceği ifade edilmektedir. Bunun iyi bir örneğini, Dar el Hayat gazetesinde 15 Ağustos 2011’de yayınlanan ve 3 Eylül’de sendika.org tarafından çevirisi yapılan Mustafa Zeyn’in yorumudur. Zeyn şöyle yazıyor: “Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’e karşı tutumu, Gazze savaşındaki tutumu sadece kendisini ABD ve Avrupalılardan ayrı tutarak bölgede bir rol oynama çabasından ibaret. Bu onun Avrupa ve ABD’nin çıkarlarından ayrılacağı anlamına gelmez. (...) Türkiye Avrupalıların ve Amerikanların Ortadoğu’daki silahlı gücüdür, hem de geçmiş ve modern İslamî tarihinden dolayı Avrupa Birliği’ne kabul edilmeksizin Batı çıkarlarını korumakla vazifelendirilmiş bir polis gücüdür.” Bu güvensizliği gidermek için, sert retorikten fazlası gerekmektedir.

Türkiye kararvericileri, “yeni” Türkiye’nin İslamî Dünya’nın lideri olabileceğine inanıyor olabilirler. Erdoğan’ın bugünlerde Arap ülkelerine yaptığı ziyaret bunun için bir reklam gezisi olarak değerlendirilebilir. Ve bu çerçevede İsrail karşıtı çıkışları Erdoğan’a yardımcı da oluyordur. Ancak Arap dünyasını yakından tanıyanların bildiği gibi, kendi aralarında birlik olamayan despot rejimleri ve ardıllarının, kendilerine lider olarak seçecekleri son ülke Türkiye olacaktır. Erdoğan’ın cambazlığı, hitabet yeteneği tarihsel gerçekleri değiştirmeye yeterli değildir.

Velev ki Mısır, Libya veya Tunus’taki yeni yönetimler Türkiye ile işbirliğine hazır olsunlar. Kendi “Aşil Topuğu”nun tek bir hamlede tüm uluslararası ve stratejik planlarını sıfırlayacak olan bir ülke bu “liderliği” ne kadar zaman taşıyabilecektir? Seçim başarıları, ekonomik büyüme ve üniformalı kapitalistlere karşı iktidar savaşını kazanmış olma nedeniyle artan özgüven, hâli hazırda Kürt Sorunu, Sri Lanka’da olduğu gibi askerî şiddetle çözülebilir düşüncesine itiyor olabilir. Ama bu özgüvenin son derece yanıltıcı olduğu ve gerçekleri görmeyi engellediği de unutulmamalı. Çünkü ne Kürdistan Sri Lanka’ya, ne de halk hareketine dönüşmüş olan Kürt Özgürlük Hareketi, Tamil Kaplanları’na benzemektedir. AKP hükümetinin kendi Kürt yurttaşlarına karşı yapacağı her yanlış, hele hele savaşa başvurması, Neo-Osmanlı rüyalarını kabusa dönüştürebilecek, bütün planları altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir.

Kısacası, Erdoğan’ın Arap dünyasındaki arayışları ne getirirse getirsin, İsrail-Türkiye krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, değişmeyen bir gerçek var: O da Türkiye egemenlerinin girdikleri yolun, Türkiye açısından da, bölge açısından da Dante’nin Inferno’sundaki Vergil’in işaret ettiği cehenneme çıkmakta olduğudur. Dinî bütün AKP’nin bu yola girdikten sonra Matelda’nın elini tutup, bu yoldan kurtulup kurtulamayacağı bilinmez ama, bildiğim, Türkiye ve İsrail’in bugünkü politikalarını sürdürdükleri müddetçe, Ortadoğu’nun cehennem ateşiyle yanmaya devam edeceğidir.

Kim bilir, birisi günün birinde Erdoğan’ın kulağına günümüz Matelda’sının Kürtler olduğunu fısıldayabilir.

NOT: Bu makale, yazarın “Der Scheidungskrieg -Über die Hintergründe der aktuellen israelisch-türkischen Krise” başlıklı Almanca makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur. Gazetede yayınlanması için çeşitli dipnotlarının eklenmesinden vazgeçilmiştir. Yazıyla ilgili dipnotları http://murat-cakir.blogspot.com adlı sayfada bulabilirsiniz.

 
BİTTİ

Emperyalizmi Selamün Aleyküm İle Karşılamak


İslamcıların ne kadar hızlı kabuk değiştirdiklerini görmek hiç şaşırtıcı değil. Koşullar ve şartlar neyi gerektiriyorsa ona göre davranmak, onların ideolojik hammaddelerini oluşturuyor.

“Kahrolsun Emperyalizm” ve“Kahrolsun Siyonizm”sloganlarından, emperyalizme Selamün Aleyküm ile karşılama noktasına gelmeleri, ne kadar kemiksiz ve yalan bir duruşa sahip olduklarını gösteriyor.(Duruşu olan ve bilimsel onurunu kaybetmemiş bir avuç İslamcı aydın’ı bunun dışında tutuyorum)
Emperyal saldırganlığın kontrol dışı ülkeleri hizaya getirme, bölüp, parçalama ve hammadde kaynaklarının üstüne konma politikalarının bire bir uygulayıcıları haline gelmelerini,“Global” Osmancılık tezi gibi bir politika üzerine kurup, dış politika için“muhteşem buluş” olarak sunmaları, yalan duruşlarının dış ayağını şekillendiriyor.

Metiner’in kendisine dair “cahiliye dönemimdi” itirafı aslında bu kesimin nasıl hızlı bir dönüşüm geçirdiklerini açıklıyordu. “Cahiliye” döneminden, Kapitalist döneme geçiş evresini tanımlayan en doğru sözdü onun kendisini tarif ediş biçimi.
Aydın olmayı, boyna takılan bir kimlik sanan bu kesim meğer ne kadar da aç-mış. Muhalif dönemlerine ait sözleri, cümleleri ile bugün kullandıkları söz ve cümlelere bakarsanız eğer bunu daha iyi anlarsınız.

Dünün İslamcı aydın muhaliflerinin, bugünün emperyal savunucuları haline gelmeleri hiç birini rahatsız etmiyor. Aksine bugün emperyalizm, faşizm vb diyen herkesi topa tutup gerici olmakla suçluyorlar. Dün aynı şeyleri kendileri için söyleyenlerle kol kola girip iktidar olmanın nimetlerini paylaşmaktan mutlular.

Masada ha rakı olmuş, ha hoşaf onlar için bir önemi yok. Rakı ve hoşafı tokuşturup ortaklıklarını kutluyorlar.

Allahın selamını işgalcilere yollayıp, karşı devrimci tüm gruplara kucak açan ve bunu, halkların özgürlüğe ve demokrasiye kavuşması için yaptıklarını utanmadan pompalayan yeni aydınlarımız maşallah çok iştahlılar. Onlar aynı anda hem barışçı, hem savaşçı olmayı, hem anti-emperyalist, hem de onun vurucu gücü olmayı, hem egemen, hem de mazlumcu olmayı bir arada harmanlayabilmiş, geniş gönüllü bir kesim.

İsrail’den silah alan ama Filistin davasına gönül verebilen yüce bir vicdanları var.

Ezenlerle benzeşmek için meğer hepsi dünden hazırmış.
Onun ikizi olabilmek için geçirdikleri ideolojik ameliyatların izlerini birer kahramanlık öyküsü gibi anlatmaları ve bunu bir demokrasi mücadelesi gibi sunmaları, bu konuda ne kadar kıvrak yeteneklere sahip olduklarını gösteriyor.

Her konuşmalarında sol’a uzanan dilleri, söz konusu emperyalizm olduğunda dut yemiş bülbüle dönüşüveriyor. Sol’dan nefret ediyorlar çünkü sol onlara kendilerini, geldikleri ve düştükleri yeri hatırlatıyor.
Gazete köşelerini iktidar politikalarına göre sulayanların, kendileri gibi düşünmeyenleri “terörist” ilan etmeleri ve politik arenayı kendilerinin çayırları zannederek siyaset bilimini ayaklarında kunduraya dönüştürmelerine ne kadar isyan etseniz de, saçınızı başınızı yolsanız da nafile.

Gücün yanında duranlarla, gücün hoyratlığının karşısında duranların çok açık ayrıştığı bir dönemi yaşıyoruz.

Kendilerine yedirilen ılımlı İslam konseptini tüm Ortadoğu için uyarlayan ve aslında “ılımlı” sömürü olarak tarif edebileceğimiz yeni dönemin tüm politikalarını köşesel formüllerle kitlelere yutturmaya çalışanların düştüğü durum içler acısıdır.

Gerçeğin genetik yapısıyla oynayamazsınız. Ve bugün gerçeği savunanların yüzüne bakıp “ne o renginiz sararmış” diyerek korkunun patronluğunu yapmaya kalkarsanız alacağınız cevap Bedrettin’in  “ Güneşte batarken sararır” olacaktır.

Emperyalizmi selamünaleyküm diyerek karşılayanlar, yarın kendileriyle işleri bitip bir kenara atıldıklarında ve yarattıkları korkunun kurbanı olduklarında yanlarında kimseyi bulamayacaklar.

Akın Olgun/Birgün

Kürt-Şii İttifakı Olur mu?

Ortadoğu üzerindeki güç mücadelesi devam ederken saflar giderek belirginlik kazanmaya başlıyor. Bir taraftan iktidar değişimi yaşayan Tunus, Libya ve Mısır yeniden yapılanırken Suriye ve İran gibi ülkelere nasıl ve hangi temel ittifaklarla müdahale edileceği hesapları yapılıyor. Hem İran’ı hem de Amerika’yı birlikte idare etmek isteyen Türkiye, Suriye ve İran müdahalesi için bir ön hazırlık çalışması olan Füze kalkanının Malatya’ya konulmasıyla safını netleştirmiş oldu.

İran, tüm çabalarına rağmen Türkiye’yi yanına çekemedi. Türkiye’nin ABD ve İsrail yanında yer almasıyla İran bölgede daha da yalnızlaştı. Bölgede şu an Suriye’nin dışında İran’ın yanında yer alacak başka bir devlet yok gibi. Ancak bu İran’ı hafife almak anlamına gelmemeli. Orta Asya’dan Azerbaycan ve Irak’a kadar İran’ın güçlü nüfuzu var.

İran etrafında giderek daralan çemberi kırabilmek için ister istemez başka ittifak arayışlarına yoğunlaşmak zorunda. Bölgedeki güçlerin mevcut dizaynını iyi bilenler bilirler ki bölgede güç olan sadece devletler değildir. Devlet olmayan çok sayıda direniş örgütü ve İran’ın üzerinde etkili olduğu Şii topluluk söz konusudur.

HAMAS UZAKLAŞTIRILDI

İran şimdiye kadar bölgede üzerinde etkili olduğu bu direniş odaklarını yer yer harekete geçirerek Amerika’yı oldukça zor duruma sokmuştu. Bunların başında Irak’taki Şii güçler geliyor. Yine Cundul İslam, İslam El Sunne, HAMAS ve Hizbullah gibi örgütlerin İran’la olan bağları biliniyor. Bu örgütler içinde HAMAS, AKP ve Erdoğan eliyle bir biçimiyle Suriye ve İran’dan uzaklaştırıldı. Nitekim HAMAS’ın Şam’daki temsilciliğini geri çekmesinde Türkiye’nin etkili olduğu belirtiliyor.

Burada İran için esas ittifak olacak güç bu örgütler değildir. Bu örgütlerin direnişleri, ABD ve Türkiye karşıtı eylemlikleri yapılacak müdahaleyi engelleyecek güçte olmayacaktır. Çünkü bunların dayandığı çok geniş bir halk kitlesi söz konusu değildir. Geriye İran’ın bölgede dayanacağı tek güç Kürt-Şii ittifakıdır. Bu ittifakın hem yayılmış olduğu coğrafya hem sahip olduğu kitlesel boyut hem de sahip olduğu dinamikleri açısından bölge üzerindeki uluslararası dizyanı boşa çıkarabilecek güçtedir.

KÜRT-Şİİ İTTİFAKI MÜMKÜN MÜ?

Peki, Kürt-Şii ittifakını doğuran koşullar var mı? Yada bu ittifakı gerektiren koşullar nedir? Politik dengelerde kalıcı dostluk olmadığı gibi kalıcı düşmanlıkta söz konusu değildir. Güçler arası politika da sözkonusu olan o günkü çıkarlardır. Çıkarlar kimden yana ise politik eğilimlerde ondan yana evrilirler.

Bölgede olası Kürt-Şii ittifakını doğuracak koşullara bakalım. Her şeyden önce bölgeye müdahale eden ABD, İsrail ve Türkiye ittifakı teslim alarak “Ilımlı İslam” modeli ile bölgeyi dizayn etmek istiyor. Bu proje aynı zamanda Kürt, İran, Şii, radikal İslam karşıtıdır. Erdoğan’ın Tunus, Mısır ve Libya’da ısrarla laik devlet modelini önermesi, -siz buna Kemalist İslamcı model de diyebilirsiniz- bu projenin model ülkesi olarak kendilerini sunmasından kaynaklanıyor.

SURİYE DÜŞERSE NİZBULLAH ETKİSİZLEŞİR

İkincisi Suriye’deki Esat rejimi İran için oldukça önemli bir mevzi. Bu mevzi düşerse Lübnan’da ki Hizbullah örgütü de etkisiz hale getirilmiş olacaktır. Düşürülen Esat rejiminden sonra İran’ın Güney Kürdistanlı güçleri ikna etmesi oldukça güçleşecektir. Türkiye öncülüğünde Suriye’ye yapılacak bir müdahale özünde Kürt ve İran karşıtıdır. Bu iki gücün çıkarları burada da kesişmektedir. Önemli üçüncü faktör ise Kürt-Şii ittifakın üzerinde yaşamış oldukları coğrafyanın bu planı boşa çıkartmak için oldukça stratejik değerde olmasıdır. İran bu ittifakla Lübnan’dan Afganistan’a kadar uzun ve oldukça geniş bir direniş cephesi kazanır. Her şeyden önce sınırlarını güvenceye aldığı gibi oldukça geniş bir manevra kabiliyeti kazanır.

Burada Kürt-Şii ittifakına ayak diretecek tek güç KDP olacağını düşünüyorum. KDP, ABD ve İsrail ile olan yakın ilişkilerinden kaynaklı bu ittifaka mesafeli durmaya çalışacaktır. Fakat ittifakın dayanacağı en temel güç İran ve PKK’dir. Her iki güç temel noktalarda anlaşırlarsa Kuzey, Batı ve Doğu Kürdistan ittifaka dahil olmuş demektir. Güney Kürdistan’da ise İslami güçler, YNK ve Goran hareketinin yok diyeceğini düşünmüyorum. KDP’de uzun süreli buna direnemeyecektir. Aslında süreç hızla Kürt-Şii ittifakına doğru kayıyor.

Kürt-Şii ittifakın oluşması içinde bazı ön koşulların her iki güç tarafında da kabul edilmesi şarttır. Bu ittifak sadece mevcut sistemlerin devamı için bir araya gelmeyecektir. Her şeyden önce Kürt tarafının bölgedeki varlığını ve statüsünü garanti altına alacak bazı anlaşmalara ‘varım’ demesi gerekir. Kürt tarafının istemlerini gözardı ederek bu ittifakın gelişmeyeceği gün gibi ortadadır. Onun için bu ittifakın gelişmesini hiç kimse Kürtlerin bölgedeki statükocu ve diktatör rejimlerin yanında yer alıyor şeklinde yorumlamamalıdır. Aksine Kürtler bu ittifakı geliştirerek Ortadoğu’yu tümden demokratik dönüşüme zorlayacaktır. Çünkü bu ittifak gücünü halkların demokratik örgütlü gücünde alacaktır. 

Yusuf Ziyad

Çatı Partisi Kongre Girişimi Program Çerçeve Metni

Kongre Hareketi, 15-16 Ekim’de yapmayı planladığı kongrenin hazırlıklarını sürdürüyor. Çalışmalar kapsamında 20 bölgeye ayrılan 81 ilde oluşturulan hazırlık komiteleri, halk toplantıları yaparak ve kurumlarla görüşerek, delegeleri belirliyor.

Milletvekili seçimleri öncesinde 18 siyasi parti, çeşitli kurum ve kuruluş tarafından oluşturulan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun 20 Ağustos'ta geniş katılımla yaptığı toplantıyla Kongre Hareketine dönüşmesinden sonra, Ekim ayı sonunda yapılması planlanan kongre hazırlıklarına hız verildi

15-16 Ekim 2011’de Ankara’da toplanacak olan Kongre Hareketi karara bağlanmak üzere bir program taslağı hazırladı. Kongre Girişimi Program Çerçeve Metni’ni adıyla hazırlanan taslağı olduğu gibi yayınlıyoruz:

NEDEN BİR ARADAYIZ?

1. Bizler, halklarımıza yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya geldik.

2. Türkiye’nin baskı ve sömürüye dayalı sistemi, egemenlerin iki ana siyasal akımı tarafından sürekli olarak yeniden üretilmekte, buna karşı mücadele eden tüm toplumsal direniş odakları ise baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak her dilden ve kültürden Türkiye halkları, mevcut sistemin ömrünü uzatmak için birbiriyle yarışmakta olan bu iki akım arasından birini; egemenlerin dayattığı neoliberal ve anti-demokratik düzen içinde, Türk-İslam sentezci veya ulusalcı anlayışlardan birini tercih etmek zorunda değildir.

3. Bugün dünyada hâkim olan kapitalist sistem, toplumsal yaşamı yıkmakta, insanı yalnızlaştırmakta, bireyi kendi emeğine, topluma ve doğaya yabancılaştırmaktadır. Bu durum karşısında ortak mücadele ve dayanışma ruhunu yeniden kurmak, sisteme karşı direnişin en önemli adımıdır.

4. Halktan, ezilenden, yok sayılandan, doğadan, emekten, özgürlükten, eşitlikten, barıştan, adaletten ve demokrasiden yana olanların yeni bir toplum, insanca bir yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemelerinin zamanıdır.

5. Her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığa karşı olan birey ve örgütlerin, halkın kendi yönetimini kurmasını sağlamak üzere, birlikte mücadele etmesinin zamanıdır.

6. Artık birleşik ve güçlü bir mücadele hem daha gerekli hem de daha mümkündür. Kongremiz bunun temel gücü olmaya adaydır.

7. Halkların dinmeyen mücadelesini ve arayışını temel alan bizler, bu genel görüşlerde ortaklaşıyoruz. Farklılıklarımızı zenginliğimiz olarak görüyor ve Kongre oluşum sürecinde bir araya geliyoruz.

NE YAPACAĞIZ?

8. Kongremiz, tüm demokratik muhalefet güçlerinin mücadele alanlarını, ortak mücadele alanı olarak görür ve buradan güç alır. Kongremiz, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; işçilerin, emekçilerin, göçmenlerin, kadınların, köylülerin, gençlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT bireylerin, dışlanan ve yok sayılan bütün halkların, tüm inanç topluluklarının, yaşam alanları tahrip edilenlerin buluştuğu ortak bir mücadele zeminidir.

9. Kongremiz, Anadolu ve Mezopotamya’nın tarihsel ve toplumsal dokusunun inkârına dayalı, tekçi ve asimilasyoncu ulusal egemenlik anlayışına karşı, Türkiye’de yaşayan tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınmasını demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak görür. Kongremiz, halkların, başta anadilinde eğitim hakkı olmak üzere eğitim ve kültür politikalarının hazırlanmasına ve uygulanmasına katılımının hayata geçirilmesi için mücadele eder.

10. Kongremiz, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme/düzene itirazı olanların gücünü açığa çıkarmayı ve bu gücü örgütleyerek, demokratik bir toplum yaratmayı amaçlar. Kongremiz, halkın yerelde karar alma ve uygulama süreçlerine en geniş katılımını sağlamayı amaçlayan ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği siyasi ve idari modelleri hedefler.

11. Kongremiz, emperyalizmin bölgemiz halkları başta olmak üzere, dünya halkları üzerindeki egemenlik ve baskı politikalarına, onların askerî üslerine, ekonomik, siyasi anlaşmalarına ve kurumlarına karşı mücadele eder. Sömürgeciliğe, işgallere ve benzeri müdahalelere karşı çıkar, ezilen halkların direnişlerinden yana tutum alır. Uluslararası sermaye kurumlarının dayattığı neoliberal sömürü, soygun ve talan politikalarına karşı mücadele eder.

12. Kongremiz, bölgemiz halklarıyla mücadele birliğini savunur. Tüm dünya halklarının mücadelelerini kendi mücadelesi sayar ve enternasyonal dayanışmayı yükseltir.

DEMOKRASİNİN KAZANILMASI

13. Kongremiz, ezilen ve sömürülen halkların, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin bugüne kadar verdikleri ekonomik, sosyal ve siyasal mücadeleleri kendi mücadelesi ve deneyimleri olarak görür. Bu mücadelelerin ürünü olarak toplumda güçlü bir demokratikleşme isteği ve özgürlükler lehine bir beklenti ortaya çıkmıştır. Bu beklentileri karşılamak üzere başlatılan bir girişim olarak Kongremiz, askerî ve bürokratik vesayete; otoriter, katı merkeziyetçi siyasi/idari yapılanmaya ve hukuk adı altında dayatılan anti-demokratik yasalara, uygulayıcı kurumlara ve yerel idarelerin piyasaya terk edilmesine karşı mücadele yürütür.

14. Kongremiz merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki vesayetini, demokrasinin kazanılmasının önünde önemli bir engel olarak görür. Askerî-sivil bürokrasinin egemenliğine karşı, halkın kendi kendini yönetebileceği mekanizmaların geliştirilmesini savunur ve bu uğurda mücadele eder.

15. Demokrasiyi temsili bir meclisle sınırlı görmeyen Kongremiz, halkın tartışma, örgütlenme ve karar mekanizmalarına katılımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, her düzeyde halk denetiminin geliştirilmesini savunur. Kongremiz, İlçe-İl ve Bölge Halk Meclisleri gibi örgütlenmelerle, halkı siyasetin öznesi haline getirmek için mücadele eder. Halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerini ve özerklik modellerini geliştirmenin zeminini yaratır.

16. Kongremiz, baskı ve şiddeti bir yönetim tarzı olarak benimseyen devletin yetkilerini sınırlayarak, düşünce, basın, ifade, örgütlenme ve eylem hakkı başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesini savunur.

17. Kongremiz, 12 Eylül darbe anayasasının ortadan kaldırılmasını, tüm kurumlarının dağıtılmasını, fiili uygulamalarına son verilmesini, darbecilerin yargılanarak cezalandırılmasını hedefler.

18. TMK, TCK ve Özel Yetkili Mahkemeler kıskacındaki adaletsiz, otoriter ceza sisteminin değiştirilmesi ve cezaevlerinde tecrit uygulamalarının kaldırılması için mücadele eder; yargının bağımsızlığını ve demokratikleştirilmesini savunur.

19. Cinsiyetçi olmayan, ulusu ve yurttaşlığı etnik kimliklerden arındıran, tekçi olmayan; tüm kimlik, dil, kültür ve inançların varlığını kabul ederek güvence altına alan, ekolojik, çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir anayasayı, demokrasinin kazanılması için önemli bir mücadele alanı olarak kabul eder. Kongremiz, anayasa yapmayı anti-demokratik yasalarla oluşturulmuş, halk temsiliyetini sınırlayan parlamento bileşimine bırakmaz. Uzun soluklu bir halk mücadelesi ile taleplerini görünür kılarak, anayasayı halkla birlikte inşa etmeyi hedefler. Siyasi partiler ve seçim yasalarının, halk iradesinin sınırsız ve barajsız açığa çıkmasını sağlayacak şekilde demokratikleşmesi için mücadele eder.

Kürt sorunu; barış ve demokratik çözüm

20. Kongremiz, tüm kimliklerin farklılıklarıyla varlığını korumayı savunur; eşit ve özgür yurttaşlık hukuku içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını, temel bir ilke olarak kabul eder. Kürt halkının temel hak ve özgürlüklerine bu ilkesel tutum çerçevesinde yaklaşan Kongremiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, barışçıl demokratik ve eşit haklara dayalı çözümünü savunur, bunun için mücadele eder. Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.

EMEK MÜCADELESİ

21. Kongremiz, kapitalizme, emek sömürüsüne, yolsuzluk ve talana; gelir dağılımındaki uçuruma, açlık ve yoksulluğa karşı mücadele eder. Kongremiz, güvencesiz ve sigortasız, güvensiz ve sağlıksız ortamlarda insan çalıştırmaya; sendikasızlaştırmaya, taşeronlaştırmaya, kazanılmış hakların gaspına karşı, emekçilerin haklarını savunur ve kazanımlar için mücadele eder. İşsizliğe, işçi kıyımlarına ve iş cinayetlerine karşı insanca yaşam kavgası veren işçi ve emekçilerin, yıkıma sürüklenen küçük esnafın, ürününün karşılığını alamayan üretici köylünün yanında yer alır. Göçmenler ve mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ve yaşam koşullarının insanca olması için mücadele eder. Kadın işçi ve emekçilerin üretim sürecindeki ikincil konumlarına karşı verdikleri mücadeleyi destekler. Tüm kimlik ve inançlardan işçi ve emekçilerin siyasete daha güçlü ve örgütlü müdahalesinin olanaklarını yaratmak ve emeğin örgütlenmesinin önündeki tüm engelleri kaldırmak için çaba gösterir.

22. İş Yasası, Sendikalar Yasası ile Toplu Sözleşme ve Grev Yasası’nın işçilerin ve kamu emekçilerinin haklarını güvence altına alacak şekilde yeniden düzenlenmesi, sendika üyeliğinde noter şartının, sözleşmede işkolu barajının kalkması ve lokavtın yasaklanması için mücadele eden Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.

23. Kongremiz, sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesine karşı, herkesin ulaşılabilir, yeterli ve parasız sağlık hizmeti alabilmesi için mücadele eder.

HALKLAR ve KİMLİKLER

24. Bu topraklarda yaşayan tüm halkların toplumsal ve tarihsel dokusuna aykırı olan tekçi, inkârcı, asimilasyoncu egemenlik sistemine karşı, tüm halkların, kimliklerin, dillerin, kültürlerin eşit, özgür ve gönüllü birlikte yaşamını savunan Kongremiz, bunun gerçekleşmesi için mücadele eder. Egemenlerin başta Ermeni, Rum, Süryani, Kürt, Laz, Yahudi, Çerkes, Arap, Roman halkları olmak üzere tüm halklara yönelik soykırım, katliam, imha, inkâr, aşağılama ve asimilasyon politikalarına karşı durur; geçmişte yaşanan katliamların ve karanlık tarihin aydınlatılması, yüzleşme ve hesaplaşmanın sağlanması için mücadele eder. Anadil hakkını temel bir hak olarak kabul eder.

25. Kongremiz, Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler, Ezidiler gibi ezilen ve dışlanan tüm inanç ve kültürel grupların üzerindeki baskıların kaldırılması için mücadele eder. Devletin dini biçimlendirme aracı olarak işleyen Diyanetin kaldırılmasını; inanç sembolleri üzerindeki her türlü baskıya son verilmesini, inanç ve ibadetin inananların vicdanına bırakılmasını savunur. Zorunlu din dersinin kaldırılması, Alevilerin eşit yurttaşlık haklarının kabulü, Cemevlerinin ve ayrımcılığa maruz kalan tüm inançların ibadet yerlerinin statüye kavuşturulması, yaşanan tüm kimlik sorunlarının eşit haklar temelinde çözülmesi hedefi ile hareket eden Kongremiz, inananların ve inanmayanların, tüm kimliklerin kendilerini özgürce ifade etmesinin olanaklarının yaratılması için mücadele eder.

TOPLUMSAL CİNSİYET VE KADIN MÜCADELESİ

26. Kongremiz, kadın emeğinin görünür kılınması ve örgütlenmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması için çalışır. Kadın emeğinin çifte sömürüsüne karşı mücadele eder. Ücretli ya da ev içi karşılıksız emek kıskacındaki kadının toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde, kadın iradesinin ve özgücünün önemine inanarak, kadınların örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılması için mücadele eder ve kadın hareketleriyle dayanışır.

27. Kongremiz, toplumsal cinsiyet eşitliğini temel hedef olarak belirler. Ekonomik, siyasal, sosyal alanda fiili ve gerçek eşitlik sağlanıncaya kadar en etkili yol yöntem ve araçlarla mücadele eder. Geçici, özel önlem olarak kota ve pozitif ayrımcılık ilkelerini kabul eder. Kongremiz, tüm kurullarında ve çalışma alanlarında, kadınların eşit katılım ve temsil hakkını her zaman gözetir. Kadın hareketini, emek ve demokrasi mücadelesinin vazgeçilmez unsuru olarak görür.

28. Kongremiz, kadına karşı şiddeti bir insanlık suçu olarak tanımlar, kadına karşı her türlü ayrımcılığın ve baskının sona ermesi için mücadele eder. Kadına yönelik cinsel şiddetin tanımlanması ve soruşturulmasında kadının beyanının esas alınmasını benimser.

29. Kongremiz, lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin sürekli, yoğun ve sistematik şekilde maruz kaldıkları ayrımcılık, nefret suçları ve nefret söylemi, polis şiddeti, toplumsal dışlanma gibi sorun alanlarına yönelik LGBT bireyler ve örgütleri ile ortak mücadeleyi geliştirir.

EKOLOJİ VE YAŞAM

30. Kongremiz, yaşam alanlarına sahip çıkan halkımızın mücadele gücü ve kararlılığından ilham alır. Kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine karşı, Kongremiz insanı doğanın efendisi değil, bir parçası olarak görür. Doğanın, insanın, hayvanların ve tüm canlıların yaşam haklarının garanti altına alınmasını savunur.

31. Kongremiz, suyun ve doğanın ticarileştirilmesine, piyasa temelli enerji politikalarına ve projelerine karşı mücadele eder. İnsan-doğa-enerji ilişkisini kullanım değeri üzerinden tarif eden Kongremiz, insani ihtiyaçlar için gereken ve geçimlik tarımda kullanılan suya parasız, temiz ve yeterli miktarda erişim hakkının güvence altına alınmasını hedefler.

32. Kongremiz, su kullanım hakkı anlaşmalarına, karbon ticaretine, yaşamı yok eden başta HES (Hidroelektrik Santrallar) projeleri ile termik, nükleer santral ve diğer enerji ve madencilik politikalarına, endüstriyel atık ve kirlilik sonucunda yaşamın sürdürülemez hale getirilmesine, küresel iklim değişikliğinin nedenlerine ve sonuçlarına karşı mücadele eder. Kentlerin doğasızlaştırılmasına; kenti yağmalayan kentsel dönüşüm projelerine; tarihi, kültürel varlıkların ve kamusal alanların gasp edilmesine; sermayenin tüm yıkıcı kır ve kent politikaları ile çevresel hizmetlerin özelleştirilmesine ve piyasalaştırılmasına karşı mücadele eder, herkes için insanca barınma ve ulaşım hakkını savunur. Kongremiz, doğal, tarihi ve kültürel varlıklara ilişkin korumaları kaldırmayı amaçlayan mevzuat saldırılarının da karşısında durur.

33. Kongremiz, kırda ve kentte, doğa ve yaşam haklarını savunma ve yaşam ortamlarını koruma mücadelesi verenlerin dayanışmasını güçlendirmeyi, bu mücadeleleri ortaklaştırmayı ve taleplerini siyaset zeminine taşımayı görev edinir.

34. Çökme noktasına getirilen tarım ve hayvancılık, tekellerin ve tüccarın insafına terk edilmiştir. Kongremiz, tarımsal destekleri yok eden, tarımsal birlikleri güçsüzleştiren yasaların, ürün kotalarının kaldırılmasını ve tekellerin çıkarına endeksli politikalar altında ezilen üretici köylülüğün hak ettiği insanca yaşama kavuşmasını hedefler.

GENÇLİK

35. Kongremiz, gençliğin siyasete aktif katılımının ve temsiliyetinin bir zeminidir. Gençliği işsizliğe, ucuz işgücü sömürüsüne mahkûm eden kapitalist politikalarla mücadele eden Kongremiz, ayrımcı, cinsiyetçi, milliyetçi ve tekçi eğitim anlayışını reddeder; herkese parasız, eşit, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim hakkının sağlanması ve çalışma yaşındaki her gence iş olanağı yaratılması için mücadele eder. Rekabetçi ve eşitsizliğe dayanan ve eşitsizliği derinleştiren sınav sistemini reddeder. Üniversitelerin bilimsel ve akademik özgürlüğünü ve yönetsel özerkliğini savunur.

36. Kongremiz, zorunlu askerlik uygulamasının kaldırılması ve vicdani ret hakkının yasalarca güvence altına alınması için mücadele eder.

*****

Bizler, seçim sürecinde oluşturduğumuz Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun ortaya çıkardığı başarının yarattığı umut ve heyecanla tüm toplumsal muhalefet kesimlerini, demokratik direniş odaklarını, demokrasi, eşitlik ve barış mücadelesi veren tüm özneleri, ortak bir mücadele hattında buluşturmanın tam zamanı olduğunu düşünüyoruz. Kongre sürecinde farklılığımızı ve çeşitliliğimizi birlikte mücadelemizi güçlendirecek temel politik değerler olarak görüyor, tüm ezilenlerin birliği için attığımız bu ilk adımda herkesi birlikte yol almaya çağırıyoruz.

PKK-Devlet Görüşmeleri

  Ses Kaydını Dinlemek İçin;


http://guncelyorum-canadil.blogspot.com/2011/09/mit-ve-pkknin-barscl-cozum-gorusmeleri.html


Kürdistan genelinde geniş halk yığınları indinde meşruiyeti tartışma götürmeyen PKK'nin yöneticilerinin Türk Devlet yetkilileri ile bir masa etrafında eşit koşullarda Kürt sorununun çözümünü tartıştıkları görüşmenin kayıtları  ınternet üzerinden yayınlandı. Bir başka ülke temsilcisinin de aracı olarak bulunduğu anlaşılan görüşmeler, PKK'nin meşruiyetinin resmi makamlarca da tanınması açısından son derece önemli. Bu görüşme, PKK'nin Kürt sorununun çözümü konusunda hem Türk Devleti, hem de diğer uluslararası aktörleri indinde Kürt tarafının meşru temsilcisi olduğunun kabulü niteliğinde.

Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, “Hakan Fidan kendisine verilen talimatın gereğini yerine getirdi” sözleri görüşmelerin Hükümet tarafından doğrulanması anlamına geliyor. İlk kez Türk tarafının diyalog yöntemi konusunda aktif bir tavır alması dikkat çekici. CHP ve MHP'nin küçük muhalefet hesaplarına boğma girişimleri bir yana bırakılırsa, kamuoyunda da sorunun diyalog yolu ile çözülmesi konusunda ciddi bir kanaatin hakim olduğu görülüyor.

Yayınlanan bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla bu görüşme ilk değil. Sadece bugün MİT Müsteşarlığı koltuğunda oturan Hakan Fidan'ın bu görüşme sürecine dahil olduğu ilk görüşme. Bundan sonra daha kaç görüşme yapıldığı da şimdilik bilinmiyor.

Buna rağmen, Türk basını görüşmelerin yayınlanmasından bu yana-her zamanki gibi-tamamen bilgiden yoksun, her zaman ki refleksi ile ortaya çıkan durumu algılamak, bu görüşme sürecinin sona ermesinin asıl nedenini ortaya çıkarmak yerine, görüşmede devlet tarafının kullandığı dili gündemleştirmeyi tercih etti. Ellerinde hiç bir kanıt olmadığı halde, bu kayıtların ”PKK tarafından sızdırıldığını” söylemekten de geri durmadılar.

Konuya vakıf olmadıkları için nasıl bir manüplasyona girişeceğini kestiremeyen Gülen Cemaati yayın organları ile AKP'ye yakın sermeyenin denetimindeki gazeteler de böyle bir görüşme yokmuş gibi davranmayı ”tercih” etti. Taki Hükümet üyeleri ”MİT Müsteşarı Fidan'a sahip çıkma” üzerinden görüşmeleri doğrulayana kadar.

Cemaat ve AKP basınının aklı evvel köşe yazarlarından da, ”mutlaka bu kayıtları PKK sızdırdı” korosuna katılanlar oldu. Ancak, Başbakan Erdoğan'ın eski basın sözcüsü, şimdileyin başbakan kontenjanından Radikal Gazetesi yazarı Akif Beki, görüşmelerin PKK ya da Hükmet tarafından sızdırılmış olma ihtimali olmadığını yazdı.(15.09.2011 Radikal Gazetesi)

Bugün kayıtları ortaya çıkan görüşme trafiğinin PKK lideri Abdullah Öcalan'ın İmralı Adası'nda -aralarında Hakan Fidan'ın da bulunduğu- devlet yetkilileri ile yürüttüğü uzun görüşmelerin sonucunda olgunlaşan zeminin bir sonucu olduğu açık. Görüşmelerin, ”devletin bir hüsnü niyeti” olmadığı ortada. Çünkü devlet hali hazırda bu sorunun sahibi aslisi konumundadır. Bugün bu görüşmeleri yürüten Hükümetin Başbakanı hala, inkarın paradigmaları olan, ”tek millet, tek bayrak, tek vatan” da ısrar etmektedir. Masaya otursa da devletin bir ayağı inkarda ısrar etmekte. Tüm bunlara rağmen, bu hükümeti de çözümde ısrara zorlayan PKK'dir.

Öcalan, başından bu yana İmralı Adası'nda yürüttüğü görüşmeleri açık bir biçimde avukatları aracılığı ile kamuoyu ile paylaştı. Bugün PKK yöneticileri ile devlet yetkililerinin bir başka ülke temsilcisinin arabuluculuğunda yürüttüğü diyaloga uzanan yolda, Öcalan'ın kendisi ile görüşen yetkililere, ”bu konuda yetkileri olup olmadığını, geçmişte benzet heyetlerin kendisini oyaladığını, bu sefer de çözüm gelişmez ise devrimci halk savaşının kaçınılmaz olduğunu” söylediği avukat görüşmeleriyle kamuoyuna yansıdı.

Tartışılması gereken, ortaya çıkan ses kayıtları ile kesinleşen PKK-Devlet görüşmelerinin neden kesildiğidir. Burada da PKK yöneticileri ile devlet yetkililerin bir araya gelmesini sağlayan yine Öcalan'ın üzerinde çalıştığı çözüm protokolleridir. İçinde Barış Konseyi ve Anayasa Komisyonları'nın da oluşturulacağı mutabakatlarını bulunduğu protokoller.

AKP Hükümeti, Öcalan tarafından hazırlanan Yol Haritası gibi bu protokolleri de imzalamaktan vazgeçti. Bununla da yetinmeyerek, halen cezaevinde bulunan Blok Milletvekillerinin seçmenlerini temsil etme haklarının gasp edilmesi, AKP Hükümeti'nin sorunun siyasal çözümünden uzaklaştığını gösteriyor. DTK'nın Demokratik Özerklik ilanının da, AKP'nin üzerinde mutabakata varılan protokolleri yok saymasından kaynaklandığını söylemek yersiz olmaz.

Bu görüşmelerin ilk kez kesintiye uğraması değil. Görüşme süreci ilk olarak Öcalan tarafından Hükümet'e iletilmek üzere verdiği ilk Yol Haritası'nın AKP tarafından el konulup, yok sayılarak kamuoyuna açıklanmaması oldu. AKP Yol Haritası’nı Öcalan'ın avukatlarına vermeyi de reddetti. Diyalogdan uzaklaşan AKP, şiddeti kışkırtarak savaşı dayatmayı bir yöntem olarak uyguluyor. Böylelikle iç siyasette milliyetçiliğe oynayarak MHP tabanına göz kırpıyor. Yine Kürt siyasetçilerine karşı zamana yayılmış bir biçimde yürütülen gözaltıların son süreçte yoğunlaşması çatışmayı derinleştirmekten başka bir şeye hizmet etmiyor.

Batı'da, Türk milliyetçiliği ile MHP tabanına mesaj veren Erdoğan bu tavrının Kürdistan'da aksi bir eğilimi derinleştirdiği unutulmamalı. Kürt sorunu konusunda çözüm arayanın Kürt tarafı olduğu açık. Aynı biçimde, tek taraflı bir milliyetçiliği beslemekten kaçınıp ortak yaşam projesinde ısrar edenin de Kürt tarafı olduğu ortada.

Kuruluşundan itibaren, kendisine benzetemediği tüm toplumsal kesimleri düşman ilan ederken, Kürtlere karşı inkar ve imhayı dayatan devletin içine düştüğü açmaz, orta yerde dururken milliyetçiliğe oynamak herkese kaybettirir. Geri dönüşü olmayan ayrışmalara fırsat vermeden diyalogun müzakereye dönüşmesi bu topraklarda yaşayan tüm kesimlerin ortak ve eşit geleceğine katkı sunmaya hizmet eder ki bugünün en acil ihtiyacı da budur.

Mehdi Atay