14 Ağustos 2011 Pazar

Kemalizm, AKP’yi Neden Altedemez?

Ragıp DURAN kullanıcısının resmi• 88 yıllık resmi ideolojimiz çatırdamaya başlarken, yeni iktidar kendi çelişkili ideolojisini egemen kılmaya çabalıyor. Eskinin yeniye karşı direnişi henüz devam ediyor. Ama eski de yeni de demokrat da değil, cumhuriyetçi de…Bekir Çoşkun, istemeden bu mesajı veriyor kitabında.


Son zamanlarda neredeyse adet oldu: İşten atılan gazeteci, hafif medya eleştirmeni kılığında başından geçenleri kitap olarak yayınlıyor. Son örnek Bekir Çoşkun’un ‘Başın Öne Eğilmesin’. (Bilgi Yayınevi, Ankara, Ocak 2011)

Bu tür kitaplar, işten atılanların yeniden işe dönmesini sağlamıyor belki ama, hem Türk egemen medyasındaki patron-çalışan ilişkileri ve genel olarak medya manzaraları, hem de kitap yazarlarının mesleğe bakış açıları, siyasi kimlikleri, kültürel-ideolojik derinlikleri hakkında bilgi sahibi olmamıza yarıyor.

Bekir Çoşkun, popüler bir köşe yazarı. Muhabirlikten, Ankara temsilciliğinden geldiği için de meslek erbabı sayılır. Kalemi kıvrak. Mizacı yumuşak, mizahı kimi zaman hoş bir meslekdaşımız. 80’li yıllarda, bir söyleşide Çetin Altan’a, ‘Türk basınında köşe yazarı olarak en çok kimi beğeniyorsunuz?’ diye sorduklarında o da, ‘Günaydın’dan Bekir Çoskun’u’ demişti. Kendisini yakından tanıyan meslekdaşlar da Çoşkun’dan hep övgüyle sözeder. Dürüstlüğünden, iyi niyetinden, gazetecilik kariyerinden kuşku duyan yok. Ne var ki gazetecilik, cennette karayolları işçiliğinden farklı bir meslek. Çünkü çok siyasi, çok kültürel, çok ideolojik ve kaçınılmaz olarak da çok toplumsal.Çoşkun, toplumu iyi okuyup anlayamadığını itiraf ediyor (Bkz. s.10).

Öncelikle ve kesinlikle belirtmemde yarar var ki, Çoşkun, gerek medya işverenleri ve yöneticileri, gerekse AKP iktidarıyla çelişmelerinde, hep mağdur tarafta. Dolayısıyla da esas olarak haklı.
Çoşkun, bu ihtilaflarda emeği, gazeteciliği ve muhalefeti temsil ediyor. Bu nedenle, benim gönlüm de aklım da bu çatışmalarda Çoşkun’dan yana. Çoşkun’un AKP ve F tipi cemaate karşı muhalefetini ilke olarak anlamak ve kabul etmek de mümkün.
Ne var ki iş, kime muhalefet edildiği ve taraf tutmakla sınırlı değil çünkü sorunu ayrıntılı ve mümkün olduğunca derin ve geniş bir şekilde tahlil etmek gerekiyor. Üstelik, ‘mağdur’, her zaman/otomatik olarak haklı ve doğru konumda olmayabiliyor. Kime nasıl muhalefet edildiği önemli. 

Çoşkun’un 158 sayfalık ‘Başın Öne Eğilmesin’ başlıklı anlatısını bir oturuşta okudum. Tam 33 not çıkarmışım. Hepsini gerekçeleriyle yazmaya kalsam bir başka kitap olur. 

Çoşkun, yakın arkadaşı Çölaşan ve egemen medyadan henüz uzaklaştırılmamış az sayıdaki köşe yazarı gibi, içinde yaşadıkları medya ortamını, iç ilişki ve dengeleri, özellikle de iktidar/medya bağlantılarını bütünsel olarak kavramamışa benzer. Ola ki bir gün, neredeyse birden bire, kendini kapının önünde bulunca, iktidarın (Siyasi ya da medyatik) kendisi gibi ünlü bir yazarı, sıradan bir muhabir gibi işten attığına bizzat tanık olunca, adeta şoka giriyor. Kimyası, fiziği, psikolojisi, tarihi, coğrafyası, tabiat bilgisi…her şeyi bozuluveriyor. Denizde yaşayan balıklar, denizde yaşadıklarını karaya vurunca anlar gibi olur ya… Üstelik Çoşkun nispeten kısa bir süre içinde önce Hürriyet sonra da Habertürk’den ayrılmak zorunda kalıyor. 

Bunca yıl Ankara’da gazetecilik yapıp, bu kadar sığ bir siyasal-ideolojik kimliğe sahip olmak da herhalde özel tahsil isteyen bir yetenek. Sığlığın önemli nedenlerinden biri dogmatizm olsa gerek. Çünkü Çoşkun’un siyasi söylemi, AKP’ye yönelik eleştirileri, ortaokul Yurttaşlık Bilgisi kitabı düzeyinde. Cumhuriyet kurumları, laiklik, Atatürk ilke ve devrimleri…vs…

Bizim Cengiz Aktar, AKP’ye bence çok güzel yeni bir kartvizit bulmuş: ‘Müslüman Kemalist’!.

Çoşkun da en kısa tarifiyle ‘Laik Kemalist’ olduğuna göre, bu iki zihniyet büyük ölçüde birbirine benziyor. Biri ötekini kolayca altedemez. Çünkü aradaki anlaşmazlık, temel bir siyasi-ideolojik tercih gerektirmiyor, üstelik de her ikisi gerçek demokrasi, özgürlük ve bağımsızlıktan neredeyse eşit derecede uzak. Tabi bu aralar biri kadim, diğeri cedid iktidar olduğu için, kaçınılmaz olarak bir savaş yaşanıyor. 

Çoşkun, Türkiye’yi, bu toplumu nasıl görüyor? Nasıl algılıyor? Nasıl yorumluyor?

‘’Sokaklar tesettürden, türbandan Arabistan’a dönmüştü…
Üniversitelerde artık manga manga türbanlı kız vardı…
Sinemaları, tiyatro salonları, içkili lokantaları olan Anadolu şehirlerinde bira içecek bir tek yer bile kalmamıştı…

Ramazanlarda sokakta ağzı oynayanı bıçaklıyorlar, bacağı gözüken kadın afişlerini parçalıyorlardı. Çankaya Köşkü dahil, bir çok devlet kurumunda olduğu gibi, Anadolu’daki kamu binalarındaki pisuarlar sökülüyor, yerlerine taş konuluyordu…’’ (s.36)

AKP’nin kendi muhafazakar/Amerikancı/Arabi yaşam tarzını empoze ettirmeye çalışması ile Çoşkun’un bu en azından abartılı gözlemleri, nüansın ötesinde farklı şeyler.

Çoşkun, toplumbilimci olmadığı halde, üstelik mevcut çalışmalara gönderme de yapmadan, 12 Eylül 2010 referandum sonuçlarına göre kıyıların hayır dediğini hatırlatıyor ama sonra da bir açıdan bakıldığında açıkça ırkçılık çağrışımı yapan şu satırları da yazabiliyor: ‘’Ama güvenlik istatistiklerine göre ; hırsızlık, adam öldürmek, mal ve cana tecavüz, sahtekarlık, dolandırıcılık gibi dehşet verici ve yüz kızartıcı suçlar öbür bölgelere (Evet çıkan bölgeler-RD) göre çok az’’.(s.64). Suç ile yurttaşların siyasal tercihleri arasında paralellik kurmak Cesare Lombroso’nun bile cüret edemediği bir girişimdi. Gerçi Fransa’da Le Penciler, ‘Arapların suça daha meyilli’ olduğunu öne sürüp Çoşkun’a yaklaşmışlardı ama Çoşkun bu satırlarla Le Pencileri de geçti.
Çoşkun bununla yetinmiyor, elektrik idaresinin ideolojik müfettişliğine soyunup bir cevher daha yumurtluyor: ‘’Dinci partinin en çok oy aldığı yerlerin haritası ile en çok kaçak elektriğin kullanıldığı yerlerin haritasını üst üste koyun bunun (Dincilerin, sahtekar, saygısız, ikiyüzlü ve bedavacı olduklarının –RD) kanıtını göreceksiniz…’’. (s.65)

Çoşkun’un bu yaptığına en azından ayıp denir. Çünkü böyle bir somut araştırmaya (İki haritayı üst üste koyma ve eşleştirme) gönderme yapmadan bu sonucu çıkartmak, ‘dinci’ tabir ettiği yurttaşları aynı zamanda ve otomatik olarak elektrik kaçakçısı ilan etmekle eşanlamlı. Çoşkun, her iki örnekte de şunun farkında değil ki, özellikle referandum sonuçları açısından bakıldığında, yüzde 58 ile yüzde 42, öyle kesin coğrafi sınırlarla birbirinden ayrılmamış durumda. Aynı evde, aynı mahallede, aynı köyde yan yana yaşayan evetçiler ve hayırcılar var. Çoşkun’un yazdığını doğru kabul etsek bile, evetlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde kaçak elektrik kullananların kaçta kaçının hayırcı olduğunu biliyor mu? Ya da hayırın çoğunlukta olduğu bölgelerdeki suçluların kaçta kaçının evet oyu verdiğini saptayabilmiş mi acaba? Çoşkun, bu saçma sapan mantığı ile kelimenin gerçek, resmi ve gayrıresmi anlamıyla zırvalıyor. Çünkü suç ya da kaçak elektrik kullanmakla siyasi tercihler arasında bir ilişki kurulamaz, kurulmamalı. Suç ve kaçak elektrik kullanımı, esas olarak siyasal-ideolojik tercihlerle değil, ekonomik, toplumsal, kültürel, tarihsel gerekçelerle açıklanabilir.
Bekir Çoşkun’un siyasal bilgiler alanında da çok bilgili olmadığını gösteren bir tanım var.

‘’İktidar güya darbe düşünenleri içeri tıkıyordu ama aslında bu yaptığı darbe yıllarında bile görülmemişti…

Tek adı vardı bunun:
Faşizm…’’(s.84).
‘Darbe düşünenler’ meselesine bilahare geleceğim ama. AKP’nin muhafazakar, sağcı, neo-liberal, Amerikancı, Arap sermeyesi yanlısı politikalarını, öyle bir kalemde faşizm olarak nitelemek, belki ajitasyon-propaganda olarak değişik bir tutum olabilir ama gerçekleri yansıtmıyor. Hele bugünkü AKP rejimini, 12 Mart ya da 12 Eylül’den de beter göstermek, darbeleri övmek değilse nedir? Bir köşe yazarı, her kızdığına faşist der mi? Hemfikir olmadığı her akım faşizm ise durum vahim. Çoşkun’un durumu.

Çoşkun, iktidar partisine oy veren insanları, yurttaşları bence hiç de sevimli olmayan bir şekilde aşağılıyor :
‘’duygusal –cahil köylü toplum çoğunluğu’’(s.10) ; ‘’göbeğini kaşıyan adam’’ (s.25); ‘’üzerine badem bıyıklarını oturtuyorlar, İtalyan ayakkabılar giyiyorlar ama onları apartman koridorlarında bırakıp evlerine giriyorlar’’(s.35); ‘’o çember sakallı beyaz eşya satıcıları’’(s.37); ‘’Ortaçağ kalıntısı, ilkel çağdışı,bir Arap yarımadası topluluğu…’(s.158).

Ben ‘Halk, toplum, yurttaş kesimi aleyhinde hiçbir sözcük kullanılmaz, kullanılamaz’ diyen kesimden değilim. Halk dalkavukçuluğu bizim solda da, iktidar partilerinde de hep önemli bir söylem olagelmiştir. Yazar halk, yurttaş, toplum konusunda düşündüğü olumsuz, eksik, hatalı yanları da özgürce yazabilmeli, isterse mizah konusu etmeli hatta alay bile etmeli. Bu konuda hemen iki iyi örnek, Fransız anarşist şarkıcı Renaud’nun ‘Hexagone’ şarkısı ile Raphael’in son CD’sindeki ‘Le Patriote’ şarkısının sözleri. Ayrımcılık yapılmadığı sürece isteyen isteyeni eleştirir, makaraya sarar.

Ne var ki Çoşkun’ un betimlemelerinde mizah zayıf olduğu gibi, Araplık temasını kullanırken ırkçılık kokan yaklaşımlar var. Bu tutum, aslında laik Kemalistlerle, Müslüman Kemalistlerin ortak yanı olsa gerek. İkinciler, kömür ve buzdolabı dağıttığı yoksul halkı olmadık yere överken, gerçek Cumhuriyetçi, hakiki laik ve ciddi solcuları da ‘seçkinci’, ‘batıcı’, ‘entel/dantel’ gibi deyimlerle aşağılamaya kalkışıyor.

Bekir Çoşkun’un kitabında sık sık abartının yanı sıra olgusal yanlışlıklar (Tahrifat diyemiyorum) da var. Yazmayı unuttuğu bölümler de.

‘’Çünkü Emin’in ayrılması ile gazete 70 bin gibi önemli bir tiraj kaybına uğramıştı’’(s.34). Dönemin tiraj raporları sıra dışı bir tiraj düşüşü göstermiyor.

‘’Habertürk 35 bin tiraj kaybetti…’’(s.123)
Bekir Çoşkun’un ayrılmasından sonraki tiraj raporları da Habertürk’de böyle bir düşüş kaydetmiyor.

‘’Bu dönem (Şimdiki dönem-RD) medyanın başına gelen hiçbir dönemde gelmemişti. Darbe günlerinde, askeri ara rejimin her türlüsünde, hatta Abdülhamid zamanında bile gazeteler daha kimlikli ve onurluydu…’’(s.127).

Bekir Çoşkun’un sıkı bir basın tarihi okumalarına ihtiyacı var. Bilmeden de olsa ve büyük bir ihtimalle istemeden de olsa, Çoşkun, bu sivri ve saçma kıyaslama ile, DP’nin son dönemi, 12 Mart, 12 Eylül günleri basını yetmiyormuş gibi, Abdülhamid dönemi gazetelerini aklıyor galiba.

Çoşkun’un anlatısında askeriye ciheti özel olarak kollanıyor. Evet, AKP rejimi, darbe heveslisi askerleri mahkum etmeye çalışırken, kasıtlı olarak sapla samanı karıştırıp, hükümet karşıtlarını da Silivri’ye gönderdiği yetmiyormuş gibi, Ergenekon yargılaması hem uzun tutukluluk süreleri hem de binlerce sayfalık iddianamelerdeki tutarsızlıklar nedeniyle adaletsizliğin ve hukuksuzluğun sembolü oluyor. Ama Çoşkun’un iddia ettiği gibi öyle sadece sıradan masum Atatürkçüler de yargılanmıyor.

‘’Yaşarken insanları asarlar:
Gazetecileri, yazrları, dekanları, rektörleri, patronları, askerleri, aydınları, Atatürkçüleri, Cumhuriyetçileri, yurtseverleri…’’(s.50).
‘’(…)dinci iktidar kıyılara kızıyordu. İzmir’e ‘’Gavur İzmir’’ demelerinin nedeni de buydu…’’(S.64).

İzmir, AKP’den çok önce ‘Gavur İzmir’di.
‘’Bana bir gazetede ilk işi Murat’ın (Bardakçı-RD) babası vermişti’’(s.80).

Çoşkun, İlhan Bardakçı’yı övdükten sonra, Bardakçı’nın başına gelenleri de yazsa iyi olurdu.
‘Başın öne eğilmesin’de militarist satırlar sırıtıyor:
‘’Ben bu ülkeyi severim.
Devrek 125’inci alayda askerliğimi yaptım.
Nöbet tuttum.

Mataramı parlattım, potinlerimi kaybettim.
Askerlikten kaytarmak için rapor-mapor almadım’’(s.27).
Ülke sevgisi ile zorunlu askerlik görevi arasında kurulan ilişki manidar.

‘’Şanlı ordunun şerefli subayları dinci gazetelerde birer düşman subayıymış gibi gösterildiler kamuoyuna…’’(s.143).
Arif Doğan, Levent Temizöz vs gibi subayları mı kastediyor acaba?
Çoşkun, Kürt meselesi konusunda, MHPlilerin gittiği kahvedelerdeki boş konuşan, gazete kültürüyle kifayet eden tekaüt amcalar gibi düşünüyor. İnsan, Çoşkun gibi kıdemli bir köşe yazarından, bu fikriyata yakın olsa bile, daha rafine bir söylem bekliyor.

‘’Binlerce askerimizi öldürmüş teröristlerle o sırada pazarlık yapan, Türkiye’ye davet edilen teröristleri davul-zurna ile karşılayan ve ömrü terörle mücadelede geçmiş yiğit subaylarımızı hapisanelere dolduran iktidara bir gün önce ‘’Evet’’ diyen halkımız…Bu kez çocuklarını askere gönderiyordu davul-zurna ile…
Böyle bir milletindi bu ülke…’’(s.106)

‘’Türkiye’nin eğitimli batısı ileri demokrasiye geçmemize ‘hayır’ dedi…Ama Ağrı, Hakkari, Tunceli vs. öncülüğünde ileri demokrasiye geçtiniz’’(s.105).

Çoşkun referandum sonuçlarını tahrifatlı okuyor. Çünkü Hakkari ve Tunceli, boykotun en güçlü olduğu iller. Bu bölgede CHP’nin ‘Hayır’ına kimse yanaşmadığı için, bazı yörelerde yüzde 10’lara kadar düşen katılım oranında kullanılan oyların yüzde 7 ya da 8’i evet çıkmışsa, resmi sonuçlarda bu durum, yüzde 70-80 evet olarak yansıtıldı.

Tunceli’den sonraki ‘vs’de biraz aşağılama yok mu?

Çoşkun’un öyle azılı bir sermaye propagandisti olmadığını, aklının ve yüreğinin daha çok emekten yana olduğunu sanıyoruz. Şimdiye kadar ki yazıları okurda böyle bir izlenim doğmasını sağlamıştı.
Ama bakıyoruz, kitabında, AKP yönetimine yönelik son derece sert (Hepsi doğru olmasa da çoğu haklı) eleştiriler getiren Çoşkun, bu saaten sonra hala Ertuğrul Özkök’ü, Aydın Doğan’ı hatta Hürriyet gazetesini övüyor.

‘’Diğer büyük grup Hürriyet ise; şu satırlar yazıldığı sırada kesilen 1 milyar dolarlık haksız-hukuksuz cezanın altında kıvranıyor’’(s.39)
Vergi cezasının miktarına itiraz edenler var da, Hürriyet yönetimi bile bu cezanın ‘haksız-hukuksuz‘ olduğunu savunamadı.
‘’O gece Ertuğrul Özkök’ün büyük adam olduğuna karar verdim’’(s.44).

O büyük adam, o akşam bir okurun saldırısından kendini kurtarmıştı ama bir süre sonra Hürriyet’deki büyük iktidar koltuğunu terk etmek zorunda kaldı.

‘’Belki vazgeçebilirdim; (Hürriyet’ten ayrılma kararından-RD) ama hep patron Aydın Doğan’ın bir telefon açmasını bekledim…(s.53).
Bunun adı aymazlık değilse patron sevgisi midir? Sizi kovmak zorunda olan işveren, neden size telefon edip ‘N’olur kal!’ desin ki?
‘’Aydın Doğan aslında etkili ve güçlü bir medya patronuydu’’(s.57)
Dili geçmiş zamanda yazılsa da bir nebze nostalji yok mu bu satırlarda? Devamını tahmin edebiliriz: ‘Ne olur, durumunuzu düzeltip yeniden geçin şirketlerinizin başına ve beni de çağırın bir telefonla…’

Belki ayrıntı ama bir soru: Bir insan yazdığı kitabın kapağına koskaca portresini neden koyar? Hele Çoşkun gibi utangaçlık derecesinde mütevazı bir insan, aslında güzel gülen bu portreyle ne amaçlıyor?

Kitabın başlığı da güzel: Başın Öne Eğilmesin! Sabahattin Ali’nin dizesi.

Ali ile Çoşkun arasında önemli bir çok fark var. Mesela S.Ali dava adamıydı ayrıca kendisine güç veren sağlam bir ideolojiye sahipti.