27 Haziran 2010 Pazar

Taraf Gazetesi Yol Ayrımında

Bundan bir süre önce, Taraf Gazetesi yazarlarından Doçent Önder Aytaç'ın kendi sesinden Abdullah Öcalan hakkındaki sözlerini dinlemiş, hemen ardından da, benimle telefon bağlantısı kuran Roj TV haber bültenine konuyla ilgili konuşmuştum.

Taraf yazarı Önder Aytaç 18 Haziran 2010'da Küre TV'de şöyle demişti: Öcalan 'madem elinizde, alacaksınız karşınıza, dersiniz ki, 'eğer Türkiye'de bir ay içerisinde bir yaprak kımıldarsa, bu terörü bitirmezsen, seni idam ederim, seni asarım'. Bakın bakalım bu olayların hepsi bitmiyor mu! Bitmiyor mu! O zaman alır asarsınız, öldürürsünüz. O zaman geleceğli kurtarabilirsiniz.'

Haber Aktüel programında, dinlediğim bu sözlerden sonra, 'bu Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük provokasyonudur' demiş, ardından da Taraf Gazetesine, Önder Aytaç'la ilişkiyi kesmesini önermiş, bu olmuyorsa, gazetede yazan dürüst, demokrat, solcu, sosyalist yazarların Taraf Gazetesinden ayrılması çağrısında bulunmuştum. O günden beri bekliyorum. Ses yok. Doç. Önder Aytaç gazetede yazmaya devam ediyor. En son yazısı 21 Haziran'da, yani yukarda aktardığım TV programındaki sözlerinden üç gün sonra yayınlanmış. Aytaç Taraf'ta haftada bir gün yazıyor. Gelecek yazısı 28 Haziran'da yayınlanacak.

Nihayet, yazı günü gelince Suzan Samancı kendi köşesinde, geçerken konuya işaret etti. Onun yazısını 'okuyarak' konudan haberdar olduğunu söyleyen Halil Berktay da, yazısının en sonunda köşe arkadaşını protesto etti. Hepsi bu.

Gazete büyük bir pişkinlikle yoluna devam ediyor.

Can güvenliği devletin korumasına bırakılmış bir insanın 'öldürülmesini' talep eden bir kişiyle birlikte geçirilen her gün, Taraf yazarlarının, çoktan beri aşınan saygınlığını bin defa yerle bir ediyor. 'İslamcı' çevrelerin 'tepkisi' yüzünden Sevan Nişanyan'ı 'kapı önüne' koyanlar, 'idamcı' yazardan hiç de rahatsız değiller.

Bu gazetede 'PKK devlet gibi hastalıklı bir organizmadır, çünkü insan öldürmeyi olağanlaştırıyor' diye yazan kimseler, burunlarının dibinde 'cinayet' çağrıları yapan kişiyle can ciğer, kuzu dolması yaşıyor.

Şimdi bu gazete, aklı sıra Kürt toplumunu Kürt özgürlük hareketine karşı 'harekete geçmeye' çağırmakta, 'cinayet' provokasyonu yapan yazarın 'ikizi' yazar Emre Uslu, PKK'yi 'sınır dışına' çıkartma konusunda 'zihni sinir procesi'ne benzer bir öneri yaparken, bir yandan da Ahmet Altan'ın gözlerinin içine baka baka şöyle yazmakta: 'Bu süreçten en fazla yararlanacak kişi de Abdullah Öcalan olur. Karşılıklı kin duygularının törpülenmesiyle onun hapishane koşullarının yumuşatılabilmesi için gereken zemin de doğmuş olur. Yoksa karşılıklı kin yükseltilmeye devam ederse korkarım toplumsal baskı Öcalan'ın asılmasını istemeye kadar gider ve bir noktadan sonra bunun önüne kimse geçemez.'

Evet, böyle. İçindeki mesaj da şöyle: 'Ya rahat bir zından, ya da idam'... Bu Küre TV'de değil, Taraf gazetesinde söyleniyor. Taraf Gazetesinde 'idam' provokasyonu sürdürülüyor.

Bu gazetenin stratejleri akılları sıra, Kürt toplumunda 'devletten de, PKK'den de bağımsız' bir 'alternatif' yaratmak için, AKP'yle tam bir dayanışma, birlik ve beraberlik içinde canhıraş bir kampanya yürütüyorlar. 'Kürt coğrafyasında Devletten ve PKK'den bağımsızlık' lafları, yufka yürekli, konformist, rahatına düşkün çevrelerin kulaklarına çok hoş geliyor.

Ama bu iş nasıl olacak? Kürt coğrafyasında 'devletten yana' bir güç var mı? Olmayan devlet 'yanlılarının' devletten 'uzaklaşmasına' karşılık, şu ana kadar PKK yanlısı olanların da PKK'den uzaklaşmasını istemek kurnazlık gibi görünse de, bir hamakat ürünü 'tuzak' değil mi? Serçe kapanıyla 'ayı' avlamaya kalkışan ahmak avcı misali, Tarafçılar, boş işlerle uğraşıyorlar. Bölgede gezen, panellere katılan, bilgi, veri, 'istihbarat' toplayan, sonra Taraf'ta liberal şekere bulanmış, Küre TV'de ise aşikar 'cinayet' önerileriyle polisiye işler peşinde koşan yazarlarıyla Kürt toplumunda etkili olma düşüncesi size nasıl bir düşünce izlenimi veriyor?

Taraf Gazetesi Kürt özgürlük hareketini 'Ergenekon'la ilişkilendirmeyi, en etkili yıpratıcı yöntem sayan bir gazete. Ama o, her konuda binlerce sayfalık belgelere sahipken, bu iddiasını tek bir belgeyle kanıtlayamıyor, buna rağmen, iddiasında ısrar ediyor.

Ama 'idam', 'öldürme', 'cinayet' tehditleriyle Taraf Gazetesinde icra-i mesleklerine devam edenlerle yan yana verdiği resimle, kendisi hakkında çok kötü 'kanıtları' bizzat yayınlamaya devam ediyor.

Taraf Gazetesi, Kürt sorununda kendine özgü ve Kürt özgürlük hareketine karşı yüklendiği misyonu çoktan yitirdi.

Ama şimdi bu gazetenin önünde duran çok büyük bir tehlike var: Yazarlarının 'idam edilsin, öldürülsün' dediği Öcalan'a, bu kışkırtmaları bahane ederek yapılacak bir saldırının, Türkiye'yi iç savaşa aynı gün sürükleyecek sonuçlarıyla karşı karşıya kalmak...

Bu ağır yükü hanginiz yüklenebilirsiniz, sevgili Taraf yazarları, çalışanları?...

Tekrar ediyorum: Önce bu yazarlarınızı okurlarınızın önünde Kürt toplumundan özür dilemeye çağırın. Sonra düşünün: Bu ortaklığı sürdürmek ne işe yarar?

* Kaynak: Günlük Gazetesi

'Düzenin bekçi köpekleri…'

Fransız gazeteci Serge Halimi, Fransa’da medya-iktidar ilişkisini ele alırken, “Yeni Bekçi Köpekleri” tanımını yapıyor. Fransa’da bunun bariz örnekleri olsa da medya alanında en “çarpık” ve “kirli” örneklere Türkiye’de rastlanır. Öyle ki TSK’dan önce “bombalar”, polisten önce “yakalar” ve zaten sicili bozuk olan yargıdan önce “infaz” eder.

Gazetecilik ilkeleri, gazetecinin ahlakı, medya-toplum ilişkileri ve haberin nasıl olması gerektiği konusu bilinen ancak en temel ödev olması gerekirken, en arka plana atılan, hatta unutulan bir noktaya geldi. Dördüncü güç olarak ele alınan medya bugün iktidarların toplumları maniple etmedeki en etkili aracı haline gelmiş bulunuyor. Kimi zaman savaşlar doğrudan medya üzerinden yürütülüyor. Medya-iktidar ilişkisinin en “kirli” haline Türkiye’de rastlanıyor. Akıl almaz iddialar, hiçbir araştırma ihtiyacı duymadan öne sürülen “gerçekler”, komando timlerine dönüşen “muhabirler”, hazır kıta bekleyen köşe yazarları, manşetlerle yapılan “infazlar”…

TOPLUM KARŞITLIĞINA DÖNDÜ

“Karşı-iktidar” olması gereken medya bugün “toplum-karşıtı” bir yapılanma içerisinde. Türkiye’de bir medya organından bahsedildiğinde, haberciliği değil patronu ilkin akla gelir. Serge Halimi’ye göre medya bugün hizmet etmesi gerekenlerin aleyhine döndü. Yani “gözlemlenmesi gerekenlere hizmet ediyor.” İletişim olanaklarının gelişmesiyle bu durum yeniden doğru bir rotaya dönse de Türkiye’de “düzenin bekçi köpekleri” kulübelerini terk etmeye niyetli görünmüyor. Onlar sahiplerinin değişmesini yeterli görüyor.

Fransız gazeteci İgnacio Ramonet de global liberalizmin işbirlikçisi ve yayın organı haline gelen medyadan bahsederken, “O medya organları ki, bazı durumlarda, sadece vatandaşı savunmayı bırakmakla kalmayıp, halka karşı çalışır hale geldi'' diye belirtiyor.

BU MEDYA DEĞİL BAŞKA BİR ŞEY

Yayınladıkları haberlerle aslında “suç” işleyen Türk medyasının nasıl da “kirli” bir habercilik örneği gösterdiğine biraz daha yakından göz atmak gerekiyor. Zira sadece son günlerde Türk medyasında çıkan bazı haberler medyanın ne kadar “polis”, “asker”, “siyasetçi”, “milliyetçi”, “ırkçı” ve “provokatör” olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye’de medya adı altında yürütülen bu faaliyet öyle bir hale geldi ki oluşan bilgi kirliliği ve kirletilen kavramlar arasında bir tanım bulmak mümkün görünmüyor. Türk medyasının şu anki haline bir tanım bulmak için kitap sayfalarını karıştırmanın pek bir yararı olmayacak gibi, zira bu başka bir şey.

TÜRK MEDYASI

Bir masum nasıl “azılı bir suçlu” olur, bir gazeteci nasıl “terörist” olur, bir siyasetçi nasıl bir günde ülkeyi ikiye böler, bir çocuk nasıl “düşman” olur, mağdur nasıl “zanlı”, katil nasıl “masum”, katliam ve istila nasıl “meşru” , “görünmez” yada “barış operasyonu” olur… Bu liste uzadıkça uzar. Türk medyasına bir tanım bulamasak da, habercilik ve etik dışı tüm bu örneklere “Türk medyası” adını verebiliriz. Türk medyasındaki durum “münferit” olsaydı bu tanımdan kaçınılabilirdik ancak, “öteki” medyanın sesi “bekçi köpekleri”nin uğultusunda çoğu zaman kaybolup gidiyor.

HÜRRİYET VE DOBERMAN

Hürriyet gazetesi, 22 Haziran’da Halkalı’da askeri konvoyu hedef alan patlama ardından 23 Haziran günü çoğu Kürt işçiye yönelik gözaltı furyasını “Hain pusuyu kuranlar gözaltında” başlığı altında yayınladı. Aslında Hürriyet gazetesi sözkonusu olduğunda şaşılacak bir durum yok ancak yine de bir gazete masum insanları ‘bombacı’ olarak hedef haline getirdiği için en ağır suçu işlemiş oluyor. Türk polisi ve sistemini bilen, her eylem ardından polisin keyfi bir şekilde bu tür gözaltı operasyonları düzenlediğini de biliyor. Öyle görünüyor ki Hürriyet polisin “dobermanı” olmaktan “gurur” duyuyor. Serge Halimi’nin “bekçi köpekleri” yerine Ragıp Duran, “doberman” tanımını kullanmıştı. Ancak sözkonusu medya organı polisin her seferinde kendisine yanlış “elbise” koklatarak, masum insanların arasına salıverdiğini anlamak da istemiyor.

Peki ne oldu bu “hain saldırıyı” düzenleyenlere? Radikal gazetesinin 26 Haziran tarihli sayısına bakmak yetiyor: “Vali Hüseyin Avni Mutlu'nun, 8 Haziran'da 14 polisin yaralandığı ve 22 Haziran'da 17 yaşındaki Buse Sarıyağ'ın yanı sıra dört askerin şehit olduğu bombalı saldırıların failleri diye kamuoyuna tanıttığı 19 kişiden 16'sı serbest bırakıldı. Başka suçlamalarla tutuklanan üç kişi dahil hiçbir zanlıya mahkeme sürecinde soru bile sorulmadı. Polislerin yaralandığı Küçükçekmece'deki saldırıyla ilgili gözaltına alınan 10 kişiden de dokuzu serbest bırakıldı.”

Hürriyet 26 Haziran günü yayınladığı başka bir haberde ne kadar “atışa” hazır olduğunu bir kez daha gösterdi: “Ağrı'da eylem hazırlığı yapan terör örgütü PKK'ya bağlı kendilerine ‘Ararat Apo'cu Gençlik’ adını veren grubuna bağlı 6 terörist, yakalandı. Kullanılmayan boş binada 23 molotof kokteyli, atışa hazır durumdaki havai fişekler, kar maskeleri ile yakalanan şüphelilerle ilgili soruşturma sürdürülüyor.”

ZAMAN’DA ERGENEKON YOLCULUĞU

Elbette ki bu durum sadece Hürriyet için geçerli değil. Zaman gazetesi de yöntem olarak daha ilginç ama özünde aynı refleksleri sergiliyor. Zaman denildiğinde bu aralar akla ilk gelen şey “Ergenekon” oluyor. Nasıl mı? Şöyle düşünün; “doberman” burnuna tutuşturulan yanlış elbiseden hareketle kokuyu alıyor, hedefe doğru ilerliyor, buldum deyip üzerine atlıyor, tam orada Zaman devreye giriyor. Doberman yakaladı ama “kimi?” diye sorulduğunda, Zaman anında yanıtı buluyor; “Ergenekon bağlantılı bir örgüt.” Bu, Zaman gazetesi için artık bir “mecburi” görev haline gelmiş görünüyor. Sahipleri tarafından onlara verilen iş Fethullahçılar dışında her grubu Ergenekon ile “kirletmek”. Bu gazetenin 24 Haziran’daki bir haberi: “İddianamelere göre Halkalı saldırısını üstlenen TAK, Ergenekon'la bağlantılı”. Bakın, gördünüz mü ne kadar haklı olduğumuzu…

ALTAYLI ADAM OLUR MU?

Yeri gelmişken Habertürk’ün patronu Fatih Altaylı’ya da bir cevap vermek gerekmez mi? Kendince Kürtlerin “tek ve nihai” bir talebinin olmadığı kanaatine varmış ve bunun dışında kim ne söylerse “yalan söylermiş”. 26 Haziran tarihli yazısında ayrıca şu cümleyi de kullanmaktan geri durmamış: “Öcalan’ı adam yerine koyarken düşünselerdi.” Fatih Altaylı’yı okuyanlar, onun her yazısının altında “ne zaman adam oluruz”a cevap aradığını da bilir. Belki de bütün bunları kendisine soruyordur ancak son noktayı koymadan önce Altaylı’nın başka bir ülkede olsa ne gazeteci-yazar ne de adam yerine koyulmayacağını anlaması gerektiğini belirtmek gerekiyor. “Fatih Altaylı ne zaman adam olur?” sorusuna gelince, cevabı çok kısa ve net: “Hiçbir zaman!”

TARAF’TAKİ EKSEN KAYMASI

Ah unutmamışken, bu gruba katılan bir gazete daha var, adı Taraf. Aslında çoktandır tarafını seçmiş. Bu nedenle “medya-iktidar” ilişkisini yeniden tartışmaya gerek yok. Ancak dikkat çekmek istediğimiz; bu gazetede habercilik açısından da “Hürriyet”leşen ya da “Anadolu Ajansı”laşan bir “eksen kayması” var. Taraf geçtiğimiz günlerde Anadolu Ajansı ve Doğan Medya grubunun artık sistematik bir hal alan “medya-iktidar” ilişkisinden öte “medya-istihbarat” ilişkisinin açık örneğini teşkil eden haberlerinden birini sürmanşetine taşımıştı. “Suriye’de 11 PKK’lı öldürüldü” başlıklı haberde hiçbir kaynağa dayandırılmadan, Suriye güvenlik güçlerinin “Kamışlı, Afrin, Haseki ve Halep kentlerinde düzenlediği eş zamanlı operasyonlarda 11 PKK’liyi öldürdüğünü” ileri sürmüştü. Bunu analiz etmeye gerek yok, açık bir şekilde “başkalaşım” geçiren bir gazete var karşımızda. Bu da medya-iktidar ilişkisinin diğer kaçınılmaz yan etkileri olsa gerek…

“Vur Kurtul“dan, „Çöz Kurtul“ veya „Ver Kurtul“a

TC kuruluşundan bu yana "Vur kurtul"la Kürt sorununda yol almaya çalıştı. Koçgıri’de vurdu, Amed ve Piran’la, Genç ve Palu ile karşılaştı. Amed ve Piran’ı vurdu Agıri ile karşılaştı. Agıri’yi vurdu, Dersim’le karşılaştı. TC, Demirel’in çetelesini tuttuğu 28 Kürt direniş ve isyanını bu yöntemle kanla bastırdı. Ne var ki bu, sorunu çözmedi, tersine Kürtlerde derin nefret duyguları oluşturdu. Ve sonuçta Koçgıri, Amed ve Piran, Ağrı ve Dersim’de gerçekleşen katliamların ağıtlarıyla boy veren yeni bir nesil Kürt mücadelesini omuzladı ve bugüne getirdi.
İsterseniz şimdi işgal edilmiş Kürdistan’ı da içeren Türkiye haritasını önünüze serin. Ve dünle bugünü karşılatırın. Dün Koçgıri, Amed ve Piran, Ağrı ve Dersim direnişleri lokal kaldıkları, belli bir bölgeyle sınırlı kaldıkları için kan ve katliamla bastırıldılar. Bunda birlik olamamanın, aşiret kültürünün, farklı inançtan olmanın rolü belirleyici oldu. 1984’te başlayan ve salt bir bölge ile sınırlı kalmayan, farklı dini inançtan, farklı sınıf ve katmanlardan insanları çatısı altında toparlayan ve ortak bir amaç için seferber eden 29. Kürt direnişi ikiyüzbin kilometrekarelik bir alanda aralıksız sürmeye devam ediyor.
Hem de bu, öyle bir direniş ki Türk devletinin dev savaş aygıtına, yüzlerce, binlerce savaş uçağı ve helikopterine, F 16, Heron, Skorsky ve Kobra’lara, tank ve topuna, bir milyonluk ordusu, yarım milyona varan polis ve jandarmasına, yetmiş binlik korucuya, NATO, Amerika ve Avrupa devletlerinin her türlü desteğine, İran, Irak ve Suriye ile girilen kirli ittifaklara rağmen aralıksız süren destansı bir direniş.
Bu gerçeğin kendisi bile bir zaferdir, bir devrimdir!
Evet, açın haritayı önünüze ve bakın! İşaret parmaklarınızdan birini Şemdinli’nin, diğerini Koçgıri’nin üzerine koyun. Yine parmaklarınızdan birini Agıri’nin, diğerini Maraş’ın üzerinde gezdirin. „Wan nere, Palu nere" diye, bir düşünün.
Hatta bununla da yetinmeyerek isterseniz Akdeniz kıyısındaki İskenderun’a kadar uzanın, oradan Karadeniz kıyılarına bir çıkın ve Amasya ile Tokat’a, Giresun’la Gümüşhane’ye bir göz atın. Bunlar da bir şey ifade etmiyorsa İstanbul’a sefere çıkın.
Haritayı tam ortasından, Samsun-Adana hattına denk gelecek şekilde katlayıp cebinize koyun. Beyoğlu’nda karşılaşacağınız devletin akıldanelerine katladığınız haritanın „Doğu" yakasını gösterin ve „bu nedir" diye sorun. „Şemdinli ile Tokat, İskenderun’la Giresun arası kaç kilometredir" diye sorarak bir de test edin. Hatta bununla da yetinmeyerek 1000-1500 kilometrelik bir yolun ne kadar zamanda alınabileceğini öğrenmeye çalışın. „Uçak’la bir, otobüsle 15-20 saat" yanıtını alırsanız soruyu bir de şöyle yöneltin. „Bir insan, sırtında çanta ve cephanelik ile onlarca, yüzlerce pusunun kurulduğu, dağ silsileleri ve vadilerle bezeli bir coğrafyada gündüz gizlenerek, gece yol alarak durup dinlenmeden, yaralarını sarmadan ve soluklanmadan ne kadar zamanda bu mesafeyi katedebilir" diye sorun. Bir ay mı, üç ay mı, beş ay mı?
Ve aldığınız yanıtı yüksek sesle 25 kere tekrarlayın, zira bu insanlar 25 yıldır açlığa, yorgunluğa, kışın dondurucu ve el ayak koparan ayazına, yazın kavurucu sıcağına rağmen hep yollardalar.
„Bunlar ajandır, bunlar maşadır, bunlar taaşerondur" diyenlerin yüzüne tükürün ve soruyu bu kez de şöyle yöneltin: „Hangi ajan, hangi maşa, hangi taşeron 25 yıl bu koşullara dayanır, ölümü, işkenceyi göze alır?"
„Vur kurtul"la Kürt sorunu lokallikten tüm Kürdistan sathına yayıldı. Dün birkaç bin olan direnişçi sayısı bugün onbinlere ulaştı. Dün bu haklı davaya destek olan, gönül verenlerin sayısı binlerle ifade edilirken, bu sayı bugün milyonlara vardı. Ve katledilen her Kürt’le, tutuklanan her çocukla bu sayı katlanarak yeni kesimleri bünyesine almaya devam etti.
Türk tarafı „Vur kurtul"la yol alamayacağını artık görmeli. Bu ise sadece ve sadece yüzüne tükürüleceklerin sayısının azalmasıyla sağlanır.
Kürt tarafı uzun bir süredir „çöz kurtul" politikasıyla sonuca ulaşmaya çalıştı. „Çöz kurtul" formülü kapsamında attığı her iyi niyet adımı, her ateşkeş ve girişim ne yazık ki güçsüzlük ve çözümsüzlük olarak algılandı. Kürtler sustukça bu, barış ortamının oluştuğuna, Kürt sorununun çözüldüğüne yorumlandı.
Kürdistan’daki yangının kıvılcımları zaman zaman Karadeniz ve Akdeniz’e sıçradığında „bu da nereden çıktı" diye yaygara koparanlar, en başta Ankara’ya bakmalılar. İkiyüzbin kilometrekarelik bir alanı ateşe verenler Ankara’dakilerdir. Komşu evini ateşe verenler, bu ateşten kıvılcımların kendi evlerine de sirayet edebileceğini hesaba katmak zorundadırlar.
„Çöz kurtul" olursa şimdi olur. Bunun da adresi Kürdistan’da doksan yıldır süren yangını söndürmeye çalışan PKK’dir. Ya PKK ile oturulup bu yangının sönmesine, bu kanın durmasına, bu sorunun çözümüne çalışılır, ya da katlayıp cebinize koyduğunuz haritanın Samsun Adana hattı masaya konur. Bu da „Ver kurtul" anlamına gelir.
msahin1@web.de

Direnip, kazanacağız

Türk askeri, polisi, partileri ve mahkemeleri bir yıl boyunca Kürtlere vuruyor. Türk savaş uçakları Kürdistan topraklarını atış poligonuna çevirdi. Pilotlar, eğitimlerini canlı Kürt vurarak yapıyorlar. Mahkemeler, Kürde ait her şeyi dava konusu haline getiriyor. Mülki amirler, Kürt çocuklarına tecavüzü öğütlüyor. Polis, KCK operasyonu adı altında, hanesine tecavüz etmediği Kürt bırakmadı. Çok aşağılık, acımasız, kuralsız ve insanlık dışı bir savaş sürdürüyorlar Kürde karşı. Kürt kendini senenin bir günü savunduğunda, kıyameti koparıp, mağdurları oynuyorlar.

Terör saldırısı altında imişler. Sahtekarlar… Terörize etmediğiniz tek Kürt bireyi bıraktınız mı?

Tabii yılın 364 günü yatan, Kürdistan’da adaylığını koyduğunda beş oy almayacak “bağımsız Kürt aydın ve siyasetçileri” de PKK saldırıları arttığında devreye giriyorlar:

“Silah bırak!”

Böyle dedikleri için bu aydınlar makbul, işin esasını anlatan, hile ve dolandırıcılıkla bu sorunların çözülemeyeceğini söylen bizim gibileri ise öldürülmesi veya sürülmesi gereken "makbul olmayan aydınlar” sınıfına girmiş oluyor. Diyarbakır, İstanbul ve Ankara’da taht kurmuş “makbul” aydın ve siyasetçilerimiz Türkleri ve Kürtleri birlikte idare etmekte hayli ustadırlar. Aslında idare ettikleri çürümüş rejimin kendisidir.

Irk esasına dayalı Osmanlılık düşü Doğu sınırlarından ve Akdeniz’den geri dönünce yeniden Kürdün üstüne abandılar. İmparatorluk düş ve güçleri bu kadardı. Osmanlı, imparatorluk olurken, güneşin doğduğu tarafta sırtını Kürtlere dayamıştı. Irk esasına göre örgütlenmiş devletin Doğu, yani Kürt cephesi çürük olduğu için, ufacık bir dış arayış sınırlardan geri dönüyor. Gelsinler, kendilerine imparatorluk dersi verelim ve yirmi milyon Kürdün, yirmi milyon da Alevinin yasak olduğu, devletin yalnızca bir kesime amirlik, memurluk, bürokratlık ve generallik sunduğu hileli devlet yapısından imparatorluk çıkmayacağını kendilerine anlatalım. İmparatorluk ve modern emperyalistliğin, aynı zamanda çok kültürlülük olduğuna dair kendilerine sayısız örnek sunalım.

Sayısını 6.500 kişi olarak yazdıkları PKK’lilerin, 6.500 kalaşnikofu bırakması durumunda sorunların çözüleceğini öne sürüyorlar. Yalan söylüyorlar. Kürtler daha önce 28 isyanda silah bıraktı veya silahları ellerinden alındı. O zaman bu sorun neden hala sürüyor?

Ortada suni Türk’e, Siyasal İslam’a ve Kemalist diktatörlere hizmet eden bir devlet yapısı var. Hazine ellerinde. Bütün önemli memurluklar ellerinde. Generallikler ellerinde… Sadece onlar bakan veya başbakan olurlar. Ötekiler, inançlarını ve etnik kimliklerini gizledikleri ve onların çanta taşıyıcıları oldukları sürece sistem içinde bir yer bulabiliyor.



Bu cumhuriyetin adı, Türkiye Cumhuriyeti Krallığıdır. Evet, Türkiye bir krallık gibi yönetilmektedir. Yalnızca İslam ve Türklük adına, ikisinin sentezi bir siyaset sürdürenlerin iktidar ve muhalefet olduğu bir krallık…

İşte çatırdayan bu krallıktır. İhtiyacı olmayan, dünyalık zahiresini tutmuş; acı, yoksulluk, işkence ve ölümle pek tanışmamış, ayrıca Kürdistan adında bir davası olmayan bir avuç sosyetik Kürde, kurulacak üç beş Kürdi kurumun parasal olanaklarını sunarak Kürt davasını çözmüş görünüp, TC krallığını sürdürmeyi planlıyorlar.

Bizim çocuğun dediği gibi, yine kandırık yapıyorlar. Hileye, yalana, dolana lüzum yok. Kürt davası, babası ve kardeşleri öldürülmüş, köyleri yakılmış, sürülmüş, Türk metropollerin ucuz işçileri, tinercileri, hırsızları, küçük fahişeleri haline getirilmiş; okullarda ensesi ve kaburgaları satırla parçalanmış, ırk esasına göre örgütlenmiş devlet olanaklarından Kürt olduğu için hiçbir pay alamayan yoksulların mücadelesidir. Sayıları on milyonla ölçülen aç ve kimliksiz bırakılmışların davasıdır.

Kürt sorunu, bu nedenle milli bir sorundur ve Kürt Milli demokratik devrimiyle çözülecektir. Çünkü mücadelenin temel yükünü, TC krallığının boyunduruğu altında olanakların çoğundan yoksun yaşayan Kürt yoksulları çekmektedir. Aç olan, hırslı olan, iktidar isteyen onlardır.



MİT eski görevlisi Öneş’in dediği gibi, bu nesil artık yabancı bulduğu her şeye taş atmaktadır.

Kürt zenginlerinin çoğunun Kürdistan sorunu yoktur. Çok özel yurtseverleri hariç, Kendilerine Kürt zenginiyim diyenler, çıkarlarını Türk rejimiyle bütünleştirmişlerdir. Yoksul Kürtlerin mücadelesini sevmemeleri bundandır. Yoksulların mücadelesini kaba bulmakta, ancak yoksulların bin bir fedakarlıkla açtığı Kürtlük alanına konmak için de dört göz ve kulakla beklemektedirler. Başka ülkelerin burjuvaları kendi halkına ülke ve devlet kurarken, bizim burjuvalarımız direnen kendi çocuklarından nefret etmektedir. Kürtlerin devlet ve vatan olamamasının en önemli nedenlerinden biri de budur.

Bir toplumun kendi dilinde eğitim istemesinin iç savaş anlamına geldiğini, Türk devleti ve ona bağlı siyasal gericilik söylemektedir.

Bir toplumun simgelerini ve renklerini sevmesinin ülkeyi böleceği fikri de onlara aittir.

Kendine ait harfleri kullanmanın, can güvenliği istemenin, ölüm korkusundan uzak gün ve geceler geçirmeyi arzu etmenin Türklüğe açılmış bir savaş olduğu görüşünü bunlar ileri sürüyor.

Sömürgeci Türk devletinin kanunları ve yasaları iç savaş korkusu üzerine kuruludur ve iç savaş içeriklidir. Toplumun yarısını çiğneme üzerine kurulmuş kanunlar ve yasalar insanlara onursuzluğu dayatmakta, buna karşı çıkmanın bedeli iç savaş olarak ödettirilmektedir. Türk yasaları, iç savaş yasalarıdır. Bu yasalar ve kanunlar var oldukça, Kürt ve Türk toplumu iç savaş tehlikesi altında yaşamaktan kurtulamayacaktır.

Kürt sorununun çözümünün PKK’nin silah bırakıp bırakmamasıyla bir bağının olmadığını kendileri de çok iyi biliyor. PKK silah bıraksa da bırakmasa da, Kürtler, vatanları olan Kürdistan’ı ismi, güvenliği ve statüsüyle geri istemeyi sürdürecekleridir… Dünya başımıza yıkılsa da, saç tellerimizden tırnaklarımıza kadar satırla doğrasalar da en azından bir kesimimiz Kürdistan’ın özgürlüğünden ve egemenlik davasından vazgeçmeyeceğiz. Fakat hesapları yanlış değildir, PKK'ye boyun eğdirdikleri zaman en azından bir insan ömrüne denk düşen bir zamanı kazanmayı ummaktadırlar. İzledikler yol basittir: Vur, dağıt, bastır ve ertele...

Bunun böyle olduğunu, 12 Eylül’de birkaç ay süren polis sorgularında da gördük. Türk sisteminde teslim alma süreci şöyle işler: Sorguyu yapan polis, çözülen tutsak karşısında “babacandır”. O noktaya gelene kadar tutsağın kırılmadık yerini bırakmayan sorgucu polisin, kurbanını çözdükten sonraki ses tonu yumuşaktır. Ağzından bal damlamakta, kurbana çay ve sigara servisi yapmaktadır. Bu ara, duygusal ortam içinde, savcılığa sunulacak hazırlık dosyasına sorgucu polis, kurbanın anasını ağlatacak başka faili meçhul suçlar da yedirmiştir.

Çözülmüş tutsağı polisin bizzat kendisi savcılığa götürür. Götürürken yolda bir de savcı ve mahkeme karşısında duruş dersi verir. O derste klasiktir:

“Savcının karşında boynunu hafif yana eğecek; ellerini pantolonunun yan dikişleri üstünde nizamı tutacaksın. O sırada hakim veya savcı, dosyadaki suçları işleyip işlemediğini soracaktır. Sen bir an için düşüneceksin, gözlerin dolacak, boynunu biraz daha eğeceksin. Cevabın şöyle olacak: ‘Evet, o suçları işledim, itten pişmanım.’”

Kaç zavallı arkadaş veya tanıdık, polisin bu oyununa gelip müebbet cezaları boyunlarına geçirdiler. İtirafçı oldular. Ondan sonra da koridor temizleyip ayakçılık işleri yaptılar.

Şimdi Türk basını, televizyonları, siyasetçileri, çürümüş rejimin Kürt ve Türk çürükleri boyun eğilirse, devletin “babacan” olacağını söylüyorlar.

"Babacanlık” rolü karakterli devletlerin işidir. Türk devletinde bu karakter yoktur. Ne kadar karakterli olduğu, Kandil’den çağırdığı barış gruplarını tutuklamakla ortadadır. Bunların babacanlığı, asilerin boyunlarına idam veya müebbet hükmünü iliştiren işkenceci polislerin babacanlığıdır.

Kandıramazlar. Kürt sorunu silah sorunu değil, vatan ve iktidar sorunudur. Kürtler, yaka silktikleri Türk siyasetinden, onun iftiracı ve yalancı basınından ve öldürücü Türk namlularından artık kurtulmak istiyorlar…

Her türlü öldürücü silahı kuşanmış bir milyonluk ordusu, seksen bin köy korucusu, birkaç yüz bin kişilik polis teşkilatı, kelle avcıları, Özel tim elemanları, Kürdistan topraklarında vurulmadık köşe bırakmayan öldürücü F 16 savaş uçakları ve zırhlı helikopterleriyle kocaman bir ölüm ve zulüm makinesinin Kürdistan’daki konumlanışını konuşmayıp, PKK’nin 6.500 ferdi silahını sorunun temeline koymak, dürüstlük değil, sahtekarlıktır…

Bu arada PKK için de söylenecek şeyler vardır. PKK kendisini bir ateşkes ve misilleme makinesi olarak görmemelidir. Türk devletiyle silah ve ölüm yarıştırmanın lüzumu olmadığı gibi, mağdur numaralarına yatan Türk devletinin ve onun basın içindeki uzantılarının yarattığı kabus ortamdan etkilenerek, bir süre sonra bozulacağı kesin olan tek taraflı ateşkeslere ihtiyaç duymamalıdır. Tek taraflı ateşkesler her iki topluma da sür git travmalar yaşatmaktadır.

PKK bu kez, ateşkes ve silah bırakma konusunda hiçbir ipotek altına girmemeli; tavrını, Türk ırk devletinin bozuk psikolojisine göre ayarlamamalıdır… Çöüzm koşulları artık bellidir.

Türk devletinin düşündüğü tedbirlerin başında ölüm hala ilk sırayı alıyorsa; şundan emin olunsunlar ki, Kürtler ölürken aman dilemeyecektir Bir adım daha ileri giderek, artık şöyle söyleme gerekmektedir: Kölelik ve tecavüz nasıl bütün ülkelerde kabul görmüş bir suçsa, Türk yasaları altında yaşamak da Kürt toplumu ve aydınları açısından bir suçtur artık. Tecavüz kültürü altında yaşamak ve o kültürle ittifak yapmak tecavüz suçuna ortak olmaktır.

İtirazımızı gittikçe yükselteceğiz. Türk sömürgeciliğinin toplumumuzun ırzına geçen egemenliğini kabul etmeyeceğiz.

Korkmak ve geri çekilmek yok.



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Fethullahçı İtiraflar

Önce aceleyle ağızlarından kaçırdıkları 'İskenderun ile gemi baskını arasında 'manidar' bağ' olduğuna dair sözlerin...
Hemen anladılar.
Önce aceleyle ağızlarından kaçırdıkları 'İskenderun ile gemi baskını arasında 'manidar' bağ' olduğuna dair sözlerin...
'Ulusal menfaatlerine' nasıl 'zarar' vereceğini gördüler...
'PKK ile İsrail arasında bağ' kurmanın, İskenderun'daki çatışmanın arkasında İsrail'in olduğunu iddia etmenin, Türk bölgesel emperyalizminin ABD ile olan stratejik ittifakına ters düştüğünü, böyle bir iddianın yolu 'savaş ilanına' açtığını anladılar...
İyi de, hem Bakan Çelik, hem de 'yeni damat' gibi utangaç, sıkılgan CHP Başkanı neden İsrail'i PKK ile irtibatlandırmaya kalktılar.
Çünkü onlar, yani 'ılımlı, liberal muhafazakar İslamcılar' ve 'laik, hem de Alevi Kılıçdaroğlu gibiler, bu 'iki olayın eşzamanlılığından', Müslüman kamuoyunu Kürtlere karşı kışkırtmak için yararlanmaya kalktılar. Onlar, İsrail'li katillerin döktükleri kanı, Kürtlere karşı kullanarak, aslında dertlerinin İsrail'in barbarlığı olmadığını gösterdiler.
El çabukluğu ile, İsrail saldırısını ikinci plana atarak önemsizleştirmenin ve halkın haklı tepkisini, savaşı tırmandırma pahasına PKK hedefine yöneltmenin telaşına düştüler.
Sonra ne oldu?
Akıllar başa geldi.
İçişleri Bakanı 'İstenderun ile gemi baskını'nı 'paralel' olarak ele aldıklarını, ama bunların arasında 'bağ' kurmadıklarını açıkladı.
Böylece, bütün 'yandaş' medyaya da yön vermiş oldu: 'Paralel' ele alın, 'bağ' kurmayın.
'Paralel ele alın' direktifi, 'Müslüman kamuoyunun İsrail'e karşı öfkesini Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı çevirin' demekti.
'Bağ kurmayın' direktifi ise, 'İsrail'le sürtüşmeyi düşük yoğunlukta tutun, gelecekte yeniden ABD-İsrail-Türkiye eksenini imkansız hale getirmeyin' demekti.
Özetle, İçişleri Bakanı demek istiyordu ki, bizim için İsrail'in vahşetiyle mücadelemizden daha önemli olanı 'PKK'ye karşı mücadelemizdir.'
Nitekim, Fethullahçı Zaman gazetesi yazarı Mümtazer Türköne, bizim içişlerine ait direktifi yorumlamamızı gereksiz kılacak açıklıkta, cemaatin 'İsrail saldırganlığını' ikinci plana atma gayretini açığa vurdu. O, dünkü makalesinde şöyle yazıyordu:
'PKK'nın başlattığı terör, İsrail'in Mavi Marmara gemisine yönelik terör saldırısından daha önemli.'
Evet. Tastamam böyle. İsrail'le 'beklenmedik' kriz, Fethullahçı çevreyi telaşlandırmıştır. Kontrollü krizin kontrolden çıkacağı korkusu bacaları sarmıştır. Fethullahçılar, krizin kontrollü bir şekilde yürütülmesinden yanadırlar; ABD ve İsrail'e karşı 'tatlı-sert muhalefet' oyunuyla, Arap, Fars Müslüman aleminde 'ılımlı İslam' hegemonyasını amaçlamaktadırlar. Bu oyunun, öncüleri arasında 'radikal İslamcıların' olduğu 'Gazze'ye yardım' eyleminin kanlı sonucuyla bozulmasından telaşa kapıldılar. Şimdi bütün güçleriyle krizi 'makul' bir sınırda tutmak için, halkın öfkesini İsrail'den Kürtlere karşı çevirmenin yollarını arıyorlar. O nedenle onlar, içerdeki savaşı derinleştirmeye, her türlü barışçıl öneriyi çürütmeye çalışıyorlar.
Nitekim, 'PKK'nin başlattığı terör, İsrail'in Mavi Marmara gemisine yönelik terör saldırısından daha önemli' diye yazabilen Türköne, AKP'nin PKK'yi muhatap almamasını, alırsa seçimlerde kaybedeceğini de yazdı.
Böylece Fethullahçılar için İsrail'in saldırısı 'önemsiz' olduğu gibi, TSK ile PKK arasında süren savaşta dökülen kanlar da, 'kaybedilecek oyların' yanında 'önemsiz' ilan ediliyordu.
Bütün bunlar, Fethullahçı hareketin, Said-i Kürdi'yi 'Türkleştirmesinden' de anlaşılacağı gibi, İslam'ın 'birliği' anlamında 'ümmetçilikten' ziyade, Türkçü, milliyetçi özünü de ortaya koymaktadır.
'PKK'nin başlattığı terör, İsrail'in Mavi Marmara gemisine yönelik terör saldırısından daha önemli' sözleri, hem AKP'nin hem de Fethullahçı çevrenin 'Türk-İslam sentezi' denilen dünya görüşlerini en açık, en kesin ve en mükemmel şekilde özetlemiştir.
Her şey açık.
Türk diplomasisinin ABD ve İsrail'le oynadığı 'düşük yoğunluklu diplomatik sürtüşme', beklenmedik şekilde amacına ters düşen tehlikeli bir oyuna dönüşmüştür.
Tıpkı 'düşük yoğunluklu savaş'ın da hızla 'orta yoğunluklu savaşa' dönüşmekte oluşu gibi...
Türk bölgesel emperyalizmi bölgede nüfuz alanlarının paylaşılması için militarist bir yolda hızla yürüyor. Kürt sorununda tek bir kararla savaşı durdurabilecekken, savaşın devamında ve yayılmasında ısrar ediyor. Bunu da hasmını 'ya teslimiyet, ya ölüm' ikilemine hapsederek yapmaya çalışıyor.
Kürt savaşı, Ortadoğu devletlerini ve İsrail'i de içine çeken bir krize dönüşmüştür.
Bölgesel nüfuz savaşları kapımızdadır ve Fethullahçı yazar nasıl 'PKK'nin başlattığı terör, İsrail'in Mavi Marmara gemisine yönelik terör saldırısından daha önemli' diyerek, gerçek görüşünü dile getirmek zorunda kalmışsa, bütün bu 'düşük yoğunluklu diplomatik sürtüşmelerin' ve 'düşük yoğunluluktan orta yoğunluğa tırmanan savaşların' altında yatan nedeni de, yine bir Fethullahçı yazar, Star gazetesinde dile getirmiştir.
Yazımızı, Star yazarı Nasuhi Güngör'ün şu sözleriyle bitirelim:
'Türkiye, dünyada kendisine yeni nüfuz alanları elde eden ve bunların eski sahiplerini ürküten bir ülkedir.'


AKP Gerçeği

KCK Kürdistan’da yeni bir mücadele dönemine girildiğini nedenleriyle birlikte açıkladı.

KCK Kürdistan’da yeni bir mücadele dönemine girildiğini nedenleriyle birlikte açıkladı. Her şeyden önce de AKP’nin çözüm değil,
oyalama ve tasfiye politikası izlemesinin bu durumu ortaya çıkardığının altı çizdi.
Herkes de biliyor ki 1999 yılında gerillanın sınır dışına çıkarılmasından sonra Kürt sorununun çözümü için adım atılmadı. Gerillanın çekilmesi ve sürekli demokratik çözüm ve barış çağrıları bir zayıflık olarak değerlendirildi. Çözüm yerine zamana yayılmış çürütme ve tasfiye politikası yürütüldü. Bu politikaya karşı gerilla 1 Haziran 2004 yılında direnişe geçti.
Bu dönem Türkiye’de yıllarca tartışıldı. Birçok çevre beş yıl hiçbir şey yapılmamasının büyük bir hata olduğunu dillendirdi. Ne var ki AKP hükümeti 1999-2004 arasındaki dönemden hiçbir ders çıkarmayarak o dönemdeki politikanın farklı bir versiyonunu son yıllarda uyguladı.
AKP 2006 yılına gelindiğinde gerilla eylemleri karşısında çok sıkışmıştı. Hem aracılar yoluyla hem de doğrudan Kürt Özgürlük Hareketine haber göndererek ateşkes olursa bir şeyler yapacağını iletmiş, ama ateşkes yapıldıktan sonra hiçbir adım atmayarak 2007 seçimlerine kadar oyalama politikası yürütmüştür. 2007 seçimleri öncesi “içeride hal ettik mi ki dışarı gidelim” diyen Erdoğan, seçimleri kazanıp Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra savaş hükümeti haline gelmiş, yaptığı ilk iş savaş tezkeresi çıkarma kararı olmuştur. 5 Kasım 2007 Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra PKK ortak düşman ilan edilmiş; uçaklarla bombalar yağdırılmış; yeni bir Sarıkamış olan Zap yenilgisiyle sonuçlanan kara operasyonu yapılmıştır.
İçeride ve dışarıda geniş bir çevrenin desteğini alan AKP hükümeti, yerel seçimlerde DTP’yi yenilgiye uğrattıktan sonra çok yönlü saldırı yaparak Kürt Özgürlük Hareketine darbe vurup bitirmek ya da marjinalleştirmek istemiştir. Bu seçimde Güney Kürdistanlı siyasi güçlerin ve bunların Kuzey Kürdistan’da etkilediği çevrelerin de desteği alınmıştır. Ne var ki AKP hükümeti bu defa da istediği sonucu alamamıştır.
Eğer 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden AKP başarılı çıksaydı Hewler’de bir Kürt konferansı yapılarak PKK’ye teslim ol, silahları bırak çağrısı yapılacaktı. Bu çağrıya boyun eğse zaten biterdi. Boyun eğmediğinde ise Kürt örgütlerinin çağrısına uymayan ve dışlanan PKK’nin üstüne çok şiddetli gidilecekti. Ne var ki evdeki hesap Kürt halkının iradesinden geriye dönmüştür.
29 Mart seçimleri Türkiye devletine ve hükümetine bu sorun ne zorla ne siyasi yollardan bastırılabilir mesajını vermiştir. Bu sonuç karşısında yapılması gereken, Kürt sorununun çözümü için demokratik adım atmakken AKP tersini yapmıştır. Bir taraftan saldırılarla daraltma, bir taraftan oyalama ile yeni bir seçime kadar Kürt Özgürlük Hareketini atalet içine sokma politikası yürütmüştür. Her seçim öncesi izlediği bu yönlü politikaya yine başvurmuştur. 2010 sonbaharında yapmayı düşündüğü yeni bir saldırı planlayıp Özgürlük Hareketini tasfiye ederek Kürt sorunundan kurtulmayı hesaplamıştır.

Bu durumu gören Kürt Halk Önderi ve Kürt Özgürlük Hareketi “çözüm için adım atın, oyalamalarla bu işi yürütemezseniz” çağrıları yapmasına rağmen ciddiye alınmamıştır. Bunun sonucu Kürt Halk Önderinin 18 yıldır sabırla yürüttüğü demokratik çözüm politikası anlamsız hale gelmiştir.
Kürt Özgürlük Hareketi bu oyuna ve oyalamaya dur deyince AKP sözcüleri ve yandaş kalemşorları cıyak cıyak bağırmaya başlamıştır. PKK’yi Ergenekon yönlendiriyor, bu tutmayınca İsrail yönlendiriyor biçiminde bir karalamaya yönelmişlerdir. Başbakan “biz ne zaman bir şeyler yapmak istesek o zaman terör örgütü devreye giriyor” biçiminde laflar ediyor. Demagojiyle, kara propagandayla gerçeklerin üstünü örtmeye çalışıyorlar.
Öncelerini bir tarafa bırakalım, 29 Mart seçimleri bir çözüm fırsatıyken siz ne yaptınız? KCK tek taraflı eylemsizlik kararı almışken siz ne yaptınız?
13 Nisan’da ilan edilen tek taraflı eylemsizlik kararından bir gün sonra yüzlerce DTP’liyi tutuklayarak cevap vermediniz mi? Açılımdan söz edip herkesten düşünceler alınırken demokratik çözümde ısrarlı olan ve Kürt halkı tarafından dikkate alınan Kürt liderliğinin Yol Haritası’nın kamuoyuna yansımasını siz engellemediniz mi? Bir Yol Haritası’ndan, bir düşünceden bu kadar korkan sizin hükümetiniz değil miydi? Bu Yol Haritası’nın öğrenilmesinden sonra İmralı, Kürt Özgürlük Hareketi ve DTP’ye karşı psikolojik bir harekat yürüten siz değil miydiniz? Kürt halkının barış gruplarına barış umuduyla sahiplenmesine karşı bir propaganda saldırısı başlatan ve silbaştan ederiz diyen kimlerdi? DTP’nin kapatılması, belediye başkanları ve yüzlerce siyasetçinin tutuklanması bırakalım açılımı, olsa olsa bir tasfiye saldırısının uygulanması değil miydi? Bu tutuklamalarla yürüttüğünüz tasfiye politikası önündeki engellerin kaldırılması hedeflenmedi mi? 2-3 yıl içinde binlerce Kürt çocuğu zindanlara atılmadı mı?
Başbakanın ne zaman bir şeyler yapmak istenildiğinde terör örgütü ortaya çıkıyor sözünün neresine bu uygulamalar yerleştirilebilir? Bu uygulamalar Kürt Özgürlük Hareketinin ilan ettiği eylemsizlik kararı ve tanıdığı çözüm fırsatını sabote etmek değil de nedir? Askeri operasyonlar ve birçok insanın ölümü ile mi demokratik çözüm olur?
AKP hükümeti hiç kimseyi kandırmasın! Kürt Özgürlük Hareketi hiçbir hükümete tanımadığı fırsatı 8 yıl AKP’ye tanımıştır. Bazı misilleme eylemleri dışında özellikle 2006 Ekim ayından bu yana 4 yıllık zamanda çözüm için adım atma ortamı tanınmışken ciddi hiçbir adım atılmamıştır. Sadece tasfiye saldırısını meşrulaştırmak için açılan TRT 6 ile Kürtler oyalanıp siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sürdürülmek istenmiştir.
Bölgede İran-Irak ve Suriye ile anti Kürt ittifakı kuruyor. Her gün kuşatma yaptık, artık sonları geldi; tasfiye olacaklardır çığlıkları atılıyor. Bu tasfiye söylemleri her türlü saldırı ile pratikleştiriliyor. Ama hala başbakan Kürtlerin gözünün içine bakarak bir şeyler yapmak isterken bunlar eylemlilikle önlemek istiyor biçiminde yalan söylüyor. Bu kadar açık yalan söylemek Kürtleri ve demokrasi güçlerini aptal yerine koymaktır.
Nasıl ki 1999-2004 arası yılları doğru kullanılmamışsa son yıllar da böyle heba edilmiştir. Çünkü Kürt sorununun çözümünde bir irade hala ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle oyalama ve tasfiye yolu seçilmiştir.
Birçok yazar ve AKP destekçisi de AKP’nin açılım dediğini, ama hiçbir şey yapmadığını söylüyor. Hatta Obama gibi geldi, Bush gibi oldu denildi.

AKP hiçbir zaman demokrat olmadı; hiçbir zaman da Kürt sorununu çözme diye bir şey düşünmedi. Sadece sorun var deyip bir şeyler yapılacağı umudu vererek hükümette kalma ve kendini güç yapmayı hedefledi.
AKP için üç dönem vardır.
Birincisi; Kürt Özgürlük Hareketinin geriye çekildiği ve Kürt sorununun kendini yakıcı hissettirmediği ucuz demokratlık dönemi. Kürt sorunuyla ilgili olmadığı müddetçe demokratlık yapmak Türkiye’de en kolay işlerdendir. Avrupa birliği görüşmeleri de Kürtleri de ilgilendirecek müktesebatlara geldiğinde tıkanmıştır.
İkinci dönem; Kürt sorunu yakıcı olarak gündeme geldiğinde ilk önce oyalama, sonra Kürt Özgürlük Hareketini en iyi ben ezerim üzerinden iktidarını sürdürme dönemi.
Üçüncü dönem; 29 Mart seçimleriyle birlikte eski politikanın iflas edip devlet; bazı kültürel argümanlarla siyasi meşruiyet sağlayarak siyasi egemenliği ve kültürel soykırımı devam ettirecek yeni bir Kürt politikası inşa etme kararı alınca bu yeni Kürt politikasını ancak ben kabul ettirebilirim; bu nedenle devletin başat ideolojik siyasi gücü ben olmalıyım dediği ve bu konuda devleti ele geçirme hamlesi yaptığı dönem.
Kürt Özgürlük Hareketi duruşu ve tutumuyla AKP’nin demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü ifade etmeyen bu politikalarını boşa çıkarınca bunun öfkesini Kürt Özgürlük Hareketine çirkince saldırarak çıkarmak istemektedirler. Ancak AKP ve yandaşları başkalarını kandırsa da Kürt halkını kandıramaz. Çünkü Kürtlerin yaşadığı sanal dünya değildir. AKP’nin tasfiye politikalarını her gün yaşayarak bilince çıkarmışlardır. Özcesi 1999-2004 arası nasıl heba edilmişse AKP de kendi hükümeti döneminde oyalama ve kandırmayla bu süreci hiçbir şey yapmadan geçiştirmek istemiştir.
2004 1 Haziran direnişi başladığında bu, Güney Kürdistan kazanımlarını yok etmek için yapılan bir provokasyon olarak değerlendirilip karalama ile engellenmek istenmiştir. Ancak kısa sürede görülmüştür ki Güney Kürdistan kazanımlarını esas koruyan ve bölge ülkeleri tarafından tanınmasını sağlayan bu direniştir.
Kürt Özgürlük Hareketinin oyalama dönemine son vermesi de AKP’nin olmayan açılımlarını ortadan kaldırma ve demokratikleşmeyi engelleme biçiminde gösterilip bir kara propaganda ile engellenmek istenmektedir. Ancak bu direniş dönemi de kendine demokrat söylemlerin son bularak gerçek demokratikleşme döneminin önünü açan bir dönem olarak tarihe geçecektir.