30 Nisan 2010 Cuma

Silahlı halk: Venezüella

Sekiz yıl önce bugün, Latin Amerika’da eşi görülmemiş bir şey oldu. 11 Nisan günü, ABD ve CİA ile işbirliği içindeki Venezüella oligarşisi, gerçekleştirdiği gerici darbeyle Hugo Chavez’in demokratik yolla seçilmiş hükümetini yıktı. Ve bu darbe, kitlelerin kendiliğinden ayaklanmasıyla çökertildi.

O gün tarihe geçti. Sıradan kadınlar ve erkekler sokaklara döküldüler ve Bolivarcı Devrim’i savunmak için hayatlarını tehlikeye attılar. Başkan Chavez’in özgürlüğünü zorla almak için hiçbir parti veya kuruluştan olmayan ve darbeyi yıkmanın dışında net bir perspektife sahip bulunmayan binlerce işçi, köylü, devrimci gençlik, adamlar, kadınlar, gençler ve yaşlılar Miraflores Sarayı’nın kapılarına yürüdüler. Askerler halkın yanında yer aldı ve darbe devrildi. Bu kahramanlık olayı sadece 1936 yılının Temmuz ayında, eski av tüfekleri, sopalar ve ellerine geçirdikleri her şey ile silahlanan işçilerin, kışlaları bastıkları ve gerici faşistleri ezdikleri Barcelona olayları ile karşılaştırılabilinir. Eğer herhangi biri bunun bir devrim olmadığı konusunda şüphe duyuyorsa, yalnız 2002 yılının Nisan ayında, Venezüella’da yaşanan olayları incelemesi yeterli.

Bu olay, son yıllarda devrimi kutlama gününe dönüştürüldü. Caracas’ın merkezindeki Bolivar Bulvarı, sallanan pankartlardan ve kızıl gömleklilerden bir deniz haline geldi. Fakat bu yılki sahne hatırladıklarımdan çok farklıydı. Kızıl bir deniz olan Bolivar Bulvarı’nın yerini yeşil kamuflaj kumaşla coşan bir deniz almıştı. Bu, halk milislerinin günüydü – silahlı bir halk iktidarının ispatıydı.

Kadın ve erkek milislerden oluşan kortejler (üstelik üniformalı birçok kadın vardı) bulvar boyunca yürürlerken sanki sonu gelmeyecek gibi görünüyordu. Burada, bir kez daha, kitlelerin yenilmez gücü hissediliyordu. Fakat bu yıl orada farklı bir element vardı. İçeridekiler kadar dışarıdaki düşmanlarına karşı da, devrimi savunmak için mücadele isteklerini haykıran, ellerinde silahlarıyla binlerce ve binlerce fabrika işçisi, köylerden köyler, kolejlerden ve okullardan çocuklar vardı.

İnsanlar, yakıcı bir güneşin altında, her zaman nöbetçi olan kızıl tişörtlüler ve yeşil gömleklilerle bir araya geliyorlardı. Konuşmacılar, bulvar boyunca emperyalizme ve kapitalizme karşı, Chavez’in ve sosyalizmin lehine devrimci sloganlar atıyorlardı: Sağ hala başka bir 11 Nisan hazırlığı içinde ama şimdi halkın silahları var! Yaşasın Bolivarcı devrim! Yaşasın silahlı halk! Yaşasın başkan Chavez!

Birileri soğuk içeceklerin (çok talep edilen), tişörtlerin ve şapkaların satışından hızlı bir kâr elde ederken, insanlar daha iyi bir görünüm elde etmek ve savaşçı sloganlar yazılı pankartlarını göstermek için ağaçlara, elektrik direklerine çıkıyorlardı. Sloganlar ve marşlar tarafından kesilen, devrimci sözlü Latin Amerika ritimli müzik sağır edici bir coşkudaydı. Milisler kendi köklerini gösteren gruplar tarafından organize edilmişlerdi: okullardan genç delikanlılar, Belarus traktörleri ve hasır şapkalarıyla köylüler. Arka sıralardaki milisler silahsızdılar fakat biri gösterinin başlarına yaklaştığında herkesin, kullanışı kolay ve hafif, etkili ve çok yönlü Rus yapımı AK–47 model silah tuttuklarını görebilirdi. Chavez, son yıllarda Rusya’dan büyük miktarda bu silahlardan satın almıştı. Washington ve onun hizmetindeki medya, bu silahların Kolombiya’daki FARC gerillaları için olduğunu iddia ederek çok büyük bir yaygara koparmışlardı. Şimdi, herkes bunun gerçekte kimin için olduğunu görüyordu.

Başkanın gelişi beklenirken milisler ya rahat pozisyonda ya da sandviç yemek için yere oturmuş durumdaydılar. Bazıları silahlarının üzerinde dinleniyor hatta bir iki kişi, botlarının üzerinde dinlenirlerken - biraz riskli bir uygulama düşüncesi oluşturabilecek – AK-47 silahlarını ağızlarına dayamışlardı. Gerçekten de acımasız bir profesyonel çavuş, ateşli silahlar kuşanmış bu yarı eğitimli sivillere bakarak hiç şüphesiz bir kalp krizi geçirebilir, kuşkusuz acı çekebilirdi.

Fakat böyle bir intiba tamamen yanlış olurdu. Bu milisler; Kübalı gerillanın soyundan gelenlerin, İspanyol İç Savaşı’nda Franco’ya karşı savaşan milislerin, 1917 yılında Rus Çarı’nı deviren işçi milislerinin ve biraz daha ileri tarihe gidersek Fransız Devrim ordularının ve XVIII yüzyıldaki Kuzey Amerika devrim milislerinin torunlarıdırlar.

Bunların hiçbiri profesyonel bir ordu değildi. Daimi burjuva profesyonel ordunun normlarına uygun değillerdi. Ama bunun için kötü de mücadele etmemişlerdi. Birden fazla durumda (İspanya aklıma geliyor) profesyonel bir ordu formatına uymaya zorlandıklarında, mücadeleci ruhları üzerinde olumsuz etkiler oluyordu.

İkindi vakti, umut atmosferi gözlenebiliyordu. Milisler kortejleri oluşturmaya başlamışlardı. Kaldırımlardaki kalabalıklar, kahramanlarına bir bakış atabilmek için ileriye doğru itişiyorlardı. Açık bir aracın arkasına binen -- düzenli orduya ait kamyon — kalabalıkları ve milisleri el sallayarak selamlayan, askeri üniforma giymiş olan Chavez göründü. Milisler, Chavez’in konuşma yapacağı kürsüye doğru yürüdüler.

Onun konuşması her zamankinden daha kısaydı. Direk konuya girdi. Nisan 2002’nin trajik olaylarını hatırlatarak muhteşem bir kılıç çıkardı ve onu kalabalığa gösterdi. Kurtarıcı Simón Bolívar’ın kılıcı. Chavez insanlara, Latin Amerika’nın 200 yıldır özgür olmayı başaramadığını ve bunun sadece sosyalist devrimle elde edilebileceğini söyledi.

Onun tipik dramatik jest özelliği, insanı kutsal bir yemini yerine getirmeye zorluyor: onlar bu görevi tamamlayıncaya kadar asla rahatlamayacaklar. Milisler tüfeklerini kaldırarak yüksek sesle onun kelimelerini tekrarladılar: “Milis halktır ve halk milistir.”

Sonra Chavez, 11 Nisan tarihindeki faşist darbeden 13 Nisan halk ayaklanmasına, 2002 Nisan olaylarını anlattı. “Bu konu üzerine çok düşündüm. Birileri, 1970’li yıllarda silahlı halk ayaklanmasını hep hayal ettiler. Fakat asla gerçekleşmedi. 1980’li yıllar ise kötü bir dönemdi ve 1989 yılında binlerce silahsız sivilin öldürüldüğü *Caracazo olaylarıyla sonlandı.”

Chavez, kendisi ile birlikte bir grup ilerici subayın 1992 yılında, nasıl bir ayaklanma organize etmeye çalıştıklarını anımsattı ve sözlerini “Biz başarısız oluyorduk çünkü halkın katılmadığı bir ayaklanmayı gerçekleştirmeye çalışıyorduk” diyerek tamamladı. Bir süre sonra, cezaevinden, bir kitle hareketi yaratılması için çağrıda bulundu: bu, 1998 yılı seçimlerinde, ezici bir zafer elde eden Bolivar Hareket’iydi. Ama oligarşi de 2002 darbesini hazırlanmak için hiç zaman kaybetmemişti.

Chavez darbe de öldürülen kadın ve erkekleri, yaralanan birçok insanı hatırlattı. Venezüella’da iddia edilen diktatörlük ve baskıcı bir rejim üzerine batıda, medya tarafından bu kadar yaygınlaştırılan efsanenin tersine bu suçlardan dolayı hiç kimsenin cezaevinde bulunmadığını ve soruşturmaların sekiz yıldan fazla bir zamandır takılıp kaldığını belirterek “bu katlim cezasız kalmayacak, tarihimizde pek çok katliamın cezasız kaldığı gibi” dedi.
Sonra, bu devrim şehitlerinin kanının Devrim için bir teşvik görevi gördüğünü belirterek devam etti. “11 Nisan’dan hemen sonra tutuklamalara, işkencelere, televizyonda ve diğer medya araçlarında tehditlere başladılar. Ama bu, çok uzun zamandır ezilmiş kitlelerin bastırılmış tüm gizli gücünü uyandırdı” ve “uzun zamandır görmeyi beklediğimiz halk ayaklanmasına, tarihimizin en büyük isyanına yol açtı. Bu emperyalizme ve burjuvaziye karşı bir isyandı. Bu sonuncu isyanın da Caracazo’da olduğu gibi askerin kanla bastıracağı hesaplanmış olmalıydı. Fakat bizim ordumuz, sadece halka karşı ateş etmeyi reddetmekle kalmadı, halkın yanında yer aldı. Burjuvazi ve emperyalistler hayatlarının sürpriziyle karşılaştılar.”

Chavez, ABD emperyalizminin darbeye aktif bir şekilde katıldığına işaret etti. Amerikan helikopterlerinin ve casus uçaklarının Venezüella hava sahası üzerinde dolaştıklarını, bir amerikan denizaltısının ve uçak gemisinin Venezüella karasularında müdahale etmek için beklediklerini fakat kitlelerin harekete geçmesinin onları geri çekilmeye zorladığını, belirtti.
O zamandan beri burjuva medyası, takvimlerden bu tarihi silmeye çalışıyor fakat kitleler onu yaşatıyor. “Onlar takvimlerden nisan ayını silemezler, tıpkı ocak ayını, şubat ayını veya herhangi başka bir ayı yok edemedikleri gibi”

Chavez, eğer Venezüella Devrimi’ni ezmeyi başarırlarsa, bunun bütün Latin Amerika’nın devrimci hareketlerine büyük bir darbe vuracağını belirterek “Omuzlarımızda ağır bir sorumluluk taşıyoruz.” dedi. “Latin Amerika halkları kurtuluşlarını bizde arıyorlar” Devrimin tamamlanmasının uzak olduğunu, daha devasa büyüklükte yapılması gereken şeyler bulunduğunu itiraf ederek, sabırlı olmaları çağrısında bulunarak “devrimin, ilk onuncu yılından sonra henüz yeni başladığını” belirtti.

Ve Chavez, devrim karşıtlarının uzağa gitmediklerini ve zaten kendisini öldürmek için komplolar kurduklarını söyleyerek onları uyardı. Eğer bu gerçekleşirse “sağduyuyu kaybetmeyin, sakinliği muhafaza edin. Sizler ne yapılması gerektiğini biliyorsunuz: iktidarı kendi ellerinize alın. Tüm iktidarı! Burjuvazinin elinde kalan tekelleri, endüstriyi ve bankaları kamulaştırın.”

Eylül ayında yapılacak seçimler konusuna geçerek uyardı: “Burjuvazinin Millet Meclisi’nin denetimini ele geçirmesine izin vermemeliyiz. Eğer bunu gerçekleştirirlerse, başka bir 11 Nisan koşullarını yaratmak ve ülkenin istikrarını bozmak için kullanacaklardır. Programımızın ileriye doğru akışını sürdürmek için sandalyelerin üçte ikisini kazanmak zorundayız.”

Chavez, 2002 Nisanı’nda yaşananların tekrar edilmesinin mümkün olmadığını, şimdi halkın silahlı olduğunu ve herhangi bir karşı devrimci girişimi ezeceğini söyleyerek burjuvaziyi uyardı. Ve konuşmasını şu sözlerle bitirdi: Yaşasın ulusal milisler! Yaşasın silahlı halk! Yaşasın sosyalist devrim! Vatan, sosyalizm ya da ölüm!

Çevirenin notu:
Caracazo: 1989’da IMF’nin yapısal uyum programları uygulanmaya konulmasına tepki olarak ortaya çıkan olaylara verilen isimdir. Bu politikalar faiz oranlarının serbest bırakılması, kamu hizmetlerine uygulanan vergilerin arttırılması, ithalat vergilerinin büyük ölçüde kaldırılması, bütçe açığında %4 oranında indirime gidilmesi ve yabancı firmalara karlarının tamamını ülkelerine aktarabilmesi gibi yeni-liberal politikaları içermiştir. Oluşan tabloda ise enflasyonun %80,7’lere ulaşması, işsizliğin %14’e yükselmesi ve halkın %80,42’sinin fakirlik içinde yaşaması gibi sıkıntılar ortaya çıkmıştır. İktidardaki AD’nin lideri Calos Andrés Perez’in politikalarına tepki için sokaklara dökülen, resmi olmayan rakamlara göre yaklaşık 3000 kişi, hükümet güçleri tarafından öldürülmüştür.

Alan Woods

İşte 'Dersim 38 Katliami'nin 'kıyım' belgesi


İSTANBUL - “...Hüseyin Altıntaş’ın nüfus hane kayıtlarında adı yazan Hüseyin karısı Humar ve Hüseyin evlatları Humar’dan doğma Elif, Mehmet, Hadice, Ahmedi, Suzan, Alicemal, Hetip, Emine’nin 1938 harekâtında imha edildiği ve aile reisi Hüseyin Altıntaş’ın da 952 yılında öldüğü, haneden yalnız Ali Akgün’ün sağ kaldığı...”
Tunceli Valiliği, 27 Ağustos 1955’te toplandığında, ‘haneden sağ kalan’ Ali Akgün’ün, sürgün olduğu Kütahya’dan Tunceli’ye dönüşünü bu zabıtla karara bağlamıştı. Ancak o gün geri dönüş için yazılan bu ifadeler, bugün ‘Dersim Katliamı’nın ilk resmi itiraflarından biri oldu. Ali Akgün, bu zaptı kanıt gösterip 10 yakınını yitirdiği kıyımı 72 yıl sonra yargıya taşıdı. Dönemin jandarma erleri ve yetkilileri hakkında ‘insanlık karşı suç işlendiği’ iddiasıyla suç duyurusu yaptı.
Tunceli’de yaşayan emekli memur Hüseyin Aygün, geçen 22 Nisan’da avukatı Hüseyin Aygün aracılığıyla Nazimiye Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bu dilekçenin şüpheliler hanesinde, ‘Dersim Harekâtı’na katılan jandarma birlikleri ve yetkilileri’ yazıyor. ‘Suç’ hanesinde ise ‘Plan dahilinde siyasi, felsefi veya dini saiklerle bir toplumsal grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi amacıyla 10 kadın ve çocuğun öldürülmesi’ ifadesi bulunuyor. Hüseyin Akgün, kendi iddiasıyla, ‘Dersim 38’de yitirdiği 10 akrabasının hesabını tam 72 yıl sonra soruyor.

Zeynel Çavuş’un hikâyesi
72 yıl önce ne mi oldu?
Nazımiyeli Nahiye Müdürü Zeynel Çavuş’un ailesi, iddiaya göre, jandarma birliklerince Çamurek Köyü Avlosen Deresi’nde kurşuna dizildi. Zeynel Çavuş ile birlikte öldürülenler arasında 36 yaşındaki gelini Humar ve Humar’ın çocukları olan; 20 yaşındaki Elif, 14 yaşındaki Mehmet, 11 yaşındaki Hadice, altı yaşındaki Ahmedi, beş yaşındaki ikizler Suzan ile Alicemal, üç yaşındaki Hetip ve iki yaşındaki Emine vardı.
Zeynel Çavuş’un oğlu ve Humar’ın eşi olan Hüseyin ile kardeşi Ali ise dağlara kaçtı. Kıyımdan sonra Kütahya’nın Altuntaş köyünde zorunlu iskâna tabi tutuldular. Bu karar 1947’de kalktı. Bakanlar Kurulu kararıyla memleketlerine döndüler. Ağabey Hüseyin 1952 yılında öldü. Geriye sadece Ali Akgün kaldı. Akgün’le ilgili kesin karar, 27 Ağustos 1955’te, Tunceli Valiliği’ndeki o toplantıda çıktı. Toplantıya vali yardımcısı, defterdar vekili, ziraat müdürü, tapu sicil muhafızı, toprak ve iskan müdürü katılmıştı. Alınan karar, kıyımın belgesi niteliğindeydi:
“...Hüseyin Altıntaş’ın nüfus hane kayıtlarında adı yazan Hüseyin karısı Humar ve Hüseyin evlatları Humar’dan doğma Elif, Mehmet, Hadice, Ahmedi, Suzan, Alicemal, Hetip, Emine’nin 1938 harekatında imha edildiği ve aile reisi Hüseyin Altıntaş’ın da 952 yılında öldüğü, haneden yalnız Ali Akgün’ün sağ kaldığı...”

İddia: İnsanlığa karşı suç
Ali Akgün’ün oğlu Hüseyin Akgün, şimdi bu zabıt tutanağını suç duyurusuna ekleyip geçen 22 Nisan’da Nazımiye Savcılığı’nda şikâyetçi oldu. Bu aynı zamanda ‘Dersim 38’ ile ilgili açılan ilk dava anlamına geliyor. Avukatı Hüseyin Aygün, ‘Dersim 38’in ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ kategorisine girdiğini, dolayısıyla zamanaşımının bu davada işlemeyeceğini söylüyor. Avukat Hüseyin Aygün, davanın ‘Dersim 38’ ile yüzleşebilmek için iyi bir fırsat olduğunu da düşünüyor:
“Dersim dosyası hukukçularca yürütülebilir. Buna uluslararası hukuk ve soykırımla ilgili sözleşme fırsat veriyor. Türkiye’de geçmişteki acı olayları hatırlama dalgası var. Dilerim, bu dosya bu yüzleşmeye hizmet eder.”

Ölüm tarihi: 0/0/1938
‘Dersim Katliamı’yla ilgili ikinci suç duyurusu dilekçesi de yine avukat Hüseyin Aygün tarafından 86 yaşındaki müvekkili Efo Bozkurt adına bugün Hozat Cumhuriyet Savcılığı’na veriliyor. Dilekçede yer verilen iddiaya göre Bozkurt Ailesi, ‘Dersim 38’i Hozat’ın Çaytaşı köyünde karşılamıştı. Kıyımda Efo Bozkurt’un Kurtuluş Savaşı gazisi olan 43 yaşındaki babası Keko, annesi Kuhari, ablaları 16 yaşındaki Havi, 12 yaşındaki Eyti, altı yaşındaki Besi, erkek kardeşleri dört yaşındaki Mehmet, iki yaşındaki Niyazi jandarmalarca kurşuna dizildi. Efo Bozkurt, kıyımdan kaçarak ve yaralı halde kurtuldu. Bozkurt’un üç kardeşinin ve Altıntaş Ailesi’nin altı çocuğunun ölüm tarihi olarak, nüfus kütüklerinde, ‘0/0/1938’ yazıyor.

Savaşın sonuçlarını Turk halkina anlatamadık


Baharla birlikte artan operasyon hazırlıklarının rutin hale geldiğini belirten Gazeteci Celal Başlangıç, bugüne kadar yapılan sınır içi ve sınır dışı operasyonların sorunu çözmediğini aksine büyüttüğünü söyledi. Savaşın sürmesinin Türkiye’nin batısındaki her işçinin sofrasındaki bir dilim ekmeğin eksilmesi anlamına geldiğini belirten Başlangıç, “Ama biz bunu Türkiye’nin batısına anlatmasını beceremedik. Bu başarılamadığı için Türkiye tek yanlı bir propagandanın etkisinde ciddi bir çatışma ortamına doğru gidiyor. Bu operasyon eğer böyle yapılır ve askeri gücü tümüyle yok etmeye dönük bir hale dönüşürse Amerika ile ortak çatışma alanları da çok daha artar ve gerilim çok yükselir” dedi. Operasyonların başlamasıyla bölgedeki insanların içlerinin “cız” ettiğine dikkat çeken Başlangıç, ‘’Bu operasyonlar sırasında, örneğin Diyarbakır’dan uçakların kalkışı yoğunlaştığı zaman, insanların yüzündeki tedirginliği daha çok anlarsınız. Çünkü en sonunda uçakların gittiği yerde, askeri sevkıyatın yapıldığı yerde çocukları, akrabaları, kardeşleri var. Türkiye eğer sorunu çözmek istiyorsa bu yöntemden vazgeçmelidir. Bu yöntem aradaki ayrılığı, gerilimi arttıran bir yöntemdir ve bu zamana kadar başarılı olamamıştır. Eğer birilerinin amacı bu ayrılığı, bu gerilimi arttırmak ise çok başarılı olmuşlardır. Sorunu aşağı yukarı 25 yıldır bu noktaya kadar taşımışlar çünkü” dedi.
80’lerde gereken yapılmadı
1980’lerde çözüm için yapılması gereken çalışmaların ancak 2010’da yapıldığına işaret eden Başlangıç, şunları kaydetti: “Bu zamana kadar kaybettiğimiz onca değer, onca insan, ekonomik kayıp, köylerin yok olması, kentlerin köyleşmesi bu süreçte yaşandı. Türkiye bu süreci sorunu bitirmek değil, sorunu büyütmek boyutunda kullandı. Hem de bunu bugüne kadar yok sayarak, inkar ederek yaptı. Artık iş inkar edilemez noktaya ulaştı. AKP de iktidarda kalabilmek, hükümet olabilmek için hem de orada kendisinin çevirebileceği bir potansiyelinin olduğunu düşündü. Ve böylece AKP Kürt sorununu kendi yönetimi ile çözmeye kalkmıştı. Kendine tahvil edebileceği oylarla alabileceğini düşündüğü bir sonuca yöneldi, o nedenle de süreç başarıya kavuşamadı. Ama süreçten yine de umutluyum, Türkiye eninde sonunda bu noktaya gelecektir. Şartlar Türkiye’yi bu noktaya gelmeye mecbur kılacaktır.”
Sorunu PKK’yle çözeceksiniz
Açılım noktasının tek başına Türkiye’nin kendi dinamikleri ile olmadığını, uluslararası konjonktürün de buna katkı sunduğunun altını çizen Başlangıç, ilk kez Kürdistan yapılanması, ABD, Irak ve Türkiye’nin çıkarlarının ortak bir noktada kesiştiğini söyledi. Başlangıç, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çıkarlar kesişince bu çözüm noktasına gelindi ama bu çözüm noktasına gelindiğinde Türkiye en az şeyi verip, en çok şeyi alma anlayışıyla hareket etti. Bir de tabi muhataplık sorunu var. Eninde sonunda eğer meselenizi PKK ile çözeceksiniz muhatabınız bellidir. Eğer siyasi alanda çözecekseniz orada da muhatabınız bellidir.”
Sınır ötesinde iki ihtimal var
“1992 ve 93’lerde Xakurke’ye kadar gidildi, neredeyse cephe savaşı bile oldu. İş gerilla savaşının ötesine geçti” diyen Başlangıç, geçmiş yıllardaki gibi sınır ötesi operasyonlar beklemediğini belirterek, “Ya hiç olmayacak ya da Amerika ile ortak çok büyük bir operasyon olacak” dedi. Başlangıç, şunları kaydetti: “Şu anda en yakın komşumuz Amerika. Görünen o ki Amerika bir an önce oradan çekilmek istiyor ama tümüyle çekilmeyecek zaten. Ama Irak’ın da daha stabil hale gelmesini istiyor. Stabil hale getiren de oradaki Kürdistan parçası çünkü özellikle Şiilerle, Sünniler arasındaki büyük çatışma var. O bölgede yaşayan Kürtleri kendi sınırları içerisinde o bölgede devlet haline dönüştürdü. Belki tek devlet görüntüsü de aslında şu anda o Güney Kürdistan’dan gelmeye başladı. Orada PKK’yi bir tehdit olarak görüyor ve o paralelde düşünen partinin seçime girmesini falan yasakladı. Yani PKK gibi bir örgütün Kürdistan’da iktidara gelmesi Amerika’nın bütün oyununu bozar. O anlamda Amerika yaparsa bunu ortak olarak Türkiye ile yapar ve askeri gücü tümüyle bitirmek için yapar. Bu toplum içinde müthiş bir gerilime yol açar. Müthiş bir çatışmaya yol açar ve Türkiye Kürt sorununu çözmeyi biraz daha zorlaştırmış olur.”
Duygusal kopuş hissediliyor
Türkiye’nin batısında yaşayan vatandaşların sorunun boyutlarını sadece medyanın tek yanlı propagandasıyla ve gelen askerlerin cenazeleriyle bildiğini vurgulayan Başlangıç, “Müthiş bir düşmanlık tohumu atılıyor Türkiye’de. Eğer böyle bir çatışma da olsa bu süreci daha zor geri döndürecek hale getirir. Yani son 4-5 yıldır Diyarbakır’a gittiğimde duygusal kopuş hissediyorum. Bu duygusal kopuş, çok daha fazla boyuta gidebilir. Sorunun çözümü zorlaşabilir” uyarısında bulundu.
Batıdakilere etkileri anlatamadık
Turgut Özal döneminde sorunun çözülmesi halinde bu noktalara gelinmeyeceğine dikkat çeken Başlangıç, “Yani Türkiye eğer bu sorunu 1987’de çözmeye kalksaydı örneğin, Özal çıkıp üç buçuk eşkıya demeseydi, bugün Türkiye buralara gelmeyecekti. Bu kadar insan ölmeyecekti. Türkiye ekonomik olarak bu kadar değer kaybetmeyecekti. İşsizlik bu kadar olmayacaktı. Ama biz bunu Türkiye’nin batısına anlatamıyoruz. Yani bu savaşın sürmesi Türkiye’nin batısındaki her işçinin sofrasındaki bir dilim ekmeğin eksilmesi demektir. Ama biz bunu anlatmasını beceremedik. Bunu anlatması gereken partiler bu savaştan nemalanmaya kalkıştılar. Bu başarılamadığı için tek yanlı bir propagandanın etkisinde ciddi bir çatışma ortamına doğru gidiyor Türkiye. Bu operasyon eğer böyle yapılır ve askeri gücü tümüyle yok etmeye dönük bir hale dönüşürse Amerika ile ortak çatışma alanları da çok daha artar ve gerilim çok yükselir” dedi.
Medyanın skorer tavrı etkiliyor
Kürt sorununun çözümünde medyanın rolünü de değerlendiren Gazeteci Başlangıç, eskiden Doğan, Sabah karteli ve Cumhuriyet gazetesinin var olduğunu ancak günümüzde Doğan ve Erdoğan medyası bulunduğunu hatırlatarak, “Şimdi bu iki medya var, çeşitlilik de bu kadar arttı. Erdoğan medyası AKP’nin çıkarları doğrultusunda konjonktür olarak daha barıştan yana görünüyor. Diğer taraftan Doğan medyası var geçmişten sabıkalı. Mehmetçik medya olarak ve bütün savaş kışkırtıcılığını yapmıştır. Gazetenin genel anlayışı oradaki bütün çatışmaları skor olarak görme şeklindedir. Bu mantık Türkiye’de sorunun bu hale gelmesinde büyük katkı sunmuştur” şeklinde konuştu.

Ermeni Soykırımıyla İlgili İki Temel Sorun

Ermeni soykırımı gündeme geldiği zaman Türk tarihçiler şöyle söylüyorlar: “Yıllardır arşivlerde çalışıyoruz. Soykırım olayını doğrulayacak hiçbir belge yok.
Başbakanlık arşivlerine, Cumhurbaşkanlığı arşivlerine, Türkiye büyük Millet Meclisi arşivlerine… Arşivlerine girdik. … Bütün arşivleri inceledik, soykırımı doğrulayacak hiçbir belge bulamadık. Soykırım Türk devletini zorda bırakmak için Türk karşıtlarının uydurduğu bir yalandır…” Bu, genel olarak devletin ve hükümetin görüşüdür. Türk tarihçiler, uzmanlar, Türk basını hu görüşü doğrulamak için büyük bir çaba içindedir. Sivil toplum kurumlarının önemli bir kesimi de bu görüş doğrultusunda çalışmaktadır.
İnkar anlayışını biraz irdelemek gerekir. Bunun için iki olayla ilgili olarak bazı düşünceler geliştirmek gerekiyor.
Cezaevlerinde Yapılan Katliamları Nasıl İncelemek Gerekir?
24 Eylül 1996’da Diyarbakır cezaevinde bir olay meydana geldi. Güvenlik güçleri PKK’li yurtseverlere saldırdı. Tüfek dipçikleriyle, kalaslarla, zincirlerle saldıran güvenlik güçleri 10 yurtsever Kürdü döverek öldürdü. Katledilen Kürt yurtseverlerinin isimleri bellidir. Bir o kadar Kürt yaralandı. Yaralananlar, sakatlananlar, yaralı halleriyle Gaziantep Özel Tip cezaevine sürgün edildiler. Yaralananların ve sürgün edilenlerin simleri de bellidir.
Bu olayla ilgili olarak katliama uğramış Kürt yurtseverlerinin yakınları dava açtılar. Olaya karışan güvenlik güçlerinin ifadesi bile alınmadı. Bu kişiler duruşmalara hiçbir zaman gelmediler. Diyarbakır Ağır ceza mahkemesi bunları duruşmalara getiremedi. Mağdur yakınlarının avukatlarının bu dosyayı Avrupa insan hakları mahkemesine götürdüğü kanısındayım.
O dönemde başbakan Prof. Necmettin Erbakan’dı. Adalet bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı idi.
Bu olayı basının yazdığı kadar biliyorum. O zaman ben de İstanbul’da Metris Cezaevi’ndeydim.
Bu olayla ilgili olarak hükümet açıklama yapmaktan hep kaçındı. Açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman ise “teröristler birbirlerine saldırmışlardır. Güvenlik güçlerinin bir saldırısı yok” demişlerdir.
Buna benzer bir olay da 26 Eylül 1999’da Ankara’da, Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Güvenlik güçleri 5. Koğuşta tutulan yurtseverlere cezaevi hamamında saldırdı. Kalaslarla, demir çubuklarla, zincirlerle yapılan saldırıda 10 yurtsever katledildi, bir o kadarı da yaralandı, sakatlandı. Katledilen, yaralanan, sakatlanan devrimcilerin, yurtseverlerin isimleri de bellidir.
Katledilen devrimcilerin yakınları bu olaya ilişkin olarak dava açtılar. Bu olayda da hükümet açıklama yapmak zorunda kaldığı zaman “teröristlerin kendi aralarındaki çatışmalar” dedi.

Bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu idi.
O dönemde, Bursa Özel Tip Cezaevi’nde idim.
***
Seksen sene sonra, diyelim 2080’lerde bu iki olay araştırılmak, incelenmek isteniyor. Bu inceleme, araştırma nasıl yapılabilir? Devletin ve hükümetin bu araştırmacılara karşı tutumu ne olabilir?
Bu süre içinde, Türk siyasal sisteminin temel özelliğinin, örneğin resmi ideolojinin korunduğunu düşünelim.
Bu koşullarda, devletin, devlete bağlı basının, üniversitenin, yazarların tutumuyla, özgür araştırmacıların tutumunun birbirine zıt olacağı hemen görülebilir.
Devletin, devlet kurumları olan üniversitenin, basının, devlete, resmi görüşe bağlı yazarların, araştırmacıların tutumu herhalde şöyle olur.
Başbakanlık, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı arşivlerine bakılır. Buralardan Diyarbakır’a, Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen bir emir, bir talimat aranmaya çalışılır. “Falancaları, falanca gruptan teröristleri imha edin” şeklinde bir talimat… Buna benzer bir talimat, yazı, emir bulunmadığı zaman “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur. Arşivlerde, dikkatli bir şekilde yaptığımız araştırmalarda buna ilişkin küçücük bir belge bile bulunamamıştır” denir.
Arşiv çalışmaları daha sonra Diyarbakır’da yapılır. Valilikte, adliyede, cezaevi müdürlüğünde, emniyet müdürlüğünde arşivlerde araştırmalar yapılır. “Falanca gruptan teröristleri şiddet kullanarak imha edin” şeklinde bir yazı, bir talimat aranmaya çalışılır. Bulunamadığı zaman da “güvenlik güçlerinin böyle bir saldırısı yoktur, buna ilişkin küçücük bir belge bile yoktur” denir. Bu tür iddiaların, devleti zor durumda bırakmak isteyen dış düşmanlar, iç düşmanlar tarafından gündem getirildiği söylenir.
95-100 yıl önceki Ermenilere, Asurilere, Süryanilere ilişkin olaylar arşivlerden böyle araştırılıyor. Bir talimat, bir yazı aranıyor. Halbuki, soykırım sürecinde, karar verme ve bu kararın yaşama geçirilmesi sürecinde merkezi yönetim ile taşradaki çeşitli görevliler arasında, pek çok toplantı, gizli toplantı gerçekleştirilmiş olabilir. Bu toplantılarda, merkezdeki yöneticiler taşradaki görevlilere, hangi durumlarda nasıl hareket edeceklerini zaten öğretmişlerdir. Simon des Fr. Precheurs, 1915 Bir Papazı Günlüğü, Kartal Yuvası Mardin’de Beklenmedik Felaket Ermeni-Asuri Süryani Soykırımı, Çev. Mehmet Baytimur Peri Yay. Kasım 2008, kitabında, Diyarbakır valiliğinde, vali, savcı, emniyet müdürleri, kaymakamlarla, çeşitli kademedeki görevliler arasında pek çok toplantının yapıldığını vurgulamaktadır. (s.21 . vd. ) Bu toplantıların gizli toplantılar olduğu da vurgulanmaktadır. Haberleşmede şifre kullanılıyor da olabilir. Bu bakımdan arşivlerde belge, yazı, talimat vs. aramak sağlıklı bir yöntem değildir. Hitler’in bile Yahudilere ilişkin böyle açık bir talimatı yoktur. (Bk, Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yay. Ekim 2008, s. 175 vd.)
Bunun yanında bazı uzmanlar İttihat ve Terakki Fırkası’nın önderleri, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın İstanbul’u, Osmanlı İmparatorluğu’nu terk ederlerken bazı belgeleri yaktıklarını bildirmektedirler. “Cağaloğlu’ndaki hamamlarda günlerce bu belgeler yakıldı” demektedirler. Prof. Dr. Selim Deringil, Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı bir röportajda, Osmanlının son dönemlerinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında Alevilere, Ermenilere, Kürtlere ilişkin politikaları, uygulamaları dile getirmektedir. 29-31 Mart 2010 tarihli Taraf gazetelerinde yayımlanan bu röportajın üçüncüsünde yukarıda belirtmeye çalıştığımız konuya da değinmektedir.
İttihatçı önderlerin yaktıkları, yakılmasını istedikleri belgeler hangileriydi? Bu konunun üzerinde düşünmekte yarar var.
Ermeni soykırımı gündeme geldiği zaman arşivlerden belge aramanın doğru olmadığını belirtmeye çalışıyorum. Yukarıda sözünü etmeye çalıştığım iki olay için de aynı şey söylenebilir. Doğru olan yöntem şu olabilir. Olayların geçtiği günlerdeki basını incelemek, mağdur yakınlarının tanıklıklarına başvurmak çok daha sağlıklı bir yöntem olabilir.
Ermeni soykırımı, Asuri, Süryani soykırımı söz konusu olduğu zaman 1928’deki harf inkılabı üzerinde de durmak gerekir. Harf İnkılâbı yeni nesillerin Osmanlı ile bağını tamamen koparmıştır. O dönemdeki basının incelenememesi şüphesiz çok büyük bir eksikliktir. Yeni nesiller o dönemi ancak devletin, devlete yakın yazarların ortaya koydukları kadarını bilebiliyor.
“Pek çok Ermeni’yi kurtardık” sözü ne anlama geliyor?
Son yıllara kadar, Ermeni soykırımı denildiği zaman hep savaş cephesindeki Ermenilerden, Erzurum, Sivas, Muş, Bitlis, Van, Diyarbakır vs. Ermenilerinden, bunların tehcire tabi tutulduğundan söz edilirdi. Batı ve Orta Anadolu’da yaşayan Ermenilere dokunulmadığı anlatılırdı. Eskişehir’de, Bursa’da Tokat’ta, Kastamonu’da, Yozgat’ta yaşayan Ermenilerin de tehcire tabi tutulduğu artık biliniyor. Geçmiş yıllarda sadece Ermenilerin soykırıma uğratıldığı vurgulanırdı. Artık Asuri- Süryanilerin, Keldanilerin, Rum-Pontusların, Ezidilerin de soykırıma uğratıldığı biliniyor, konuşuluyor.
İşte bu konuda gerek Türklerde, gerek Kürtlerde şöyle bir anlatım var. “Ermenilere zulüm yapılmış olabilir, ama pek çok Ermeni’yi de sakladık, kurtardık”. Bu ifadenin biraz irdelenmesi gerekir.
Kurtarılanlara bakıldığı zaman daha çok genç kızlar, küçük çocuklar olduğu görülüyor. Gerek Kürtlerde, gerek Türklerde aileler bunları Müslümanlaştırmışlar ve kendi hizmetlerine almışlardır. Ailede hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Bazı genç kızları Müslüman edip evlenmişler. Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller tarafından hazırlanan Tanıkların Dilinden Ermeni Soykırımı, Çev. Ajda Pelda, Peri Yay. Mayıs 2006 kitabında, Müslümanlaştırmanın nasıl yapıldığı da etraflı bir şekilde anlatılıyor. (s.210) Ayrıca bk. Recep Maraşlı, a.g.e.s. 385 vd.
Gerek Türklerde, gerek Kürtlerde Ermeni olarak korunan, Ermenilerin dilsel, dinsel, kültürel değerlerine saygı duyularak, kabul edilerek korunan bir Ermeni yok. Bir Ermeni ailesi yok… Bu bakımdan bu sürece “kurtarma” demek doğru değildir. Bu doğru bir adlandırma değildir. Örneğin genç bir kızı düşünelim. Anası, babası, dedesi, kardeşleri kendisinin gözü önünde katledilmiş. Bu kız güzel olduğu için öldürülmemiş. Tecavüz edilmek için saklanmış. Müslümanlaştırılıp eve hizmetçi olarak alınmış, ileri bir tarihte onunla evlenilmiş de olabilir. Bu süreci “kurtarmak” olarak adlandırmak yanlıştır. Çünkü insanın ruhsal ve fiziksel yapısı bir bütündür. Ruhsal yapısını ezerek fiziksel yapısını korumak, “kurtarma” olarak değerlendirilemez. Dinini inkar etmesi, Müslümanlaşması isteniyor, anadilini unutması Türkleşmesi isteniyor. Çoban olarak, hizmetçi olarak, besleme olarak kullanılıyor. Köleleştiriliyor. Bunu “kurtarma” olarak adlandırmak doğru değildir. Bu ancak yaşama katlanma, zorunlu olarak yaşama kavramlarıyla anlatılabilir. Bu kavramların bile gerçek yaşamı doğru dürüst anlattığı kanısında değilim. Ama, Dersim yöresinde Ermeniler, belirli bir süre için de olsa, kendi dinsel ve dilsel kimlikleriyle yaşamış olabilir. Aleviler, Kızılbaşlar arasında böyle bir yaşam olabilir. Ama Müslümanların böyle bir yaşama izin verecekleri kanısında değilim. Müslümanlar, Ermenileri Müslüman yapmayı temel bir görev olarak telakki etmektedirler. Türk, Kürt, Ermeni ilişkilerini ele alırken, koruma-kurtarma etkinlikleri de dikkatten uzak tutulmamalıdır.

  
İsmail Beşikçi

1 Mayıs’ın katili devlettir!

İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, Milliyet’ten Serhat Oğuz’a diyor ki:

-Valilik her şeyi önceden biliyordu!
Sonra devam ediyor:
-Polisi tembihlemişler hiçbir şey yapmayın diye… O kadar belliydi ki, patlamış tek silah getirmediler mahkemeye!
Ahmet İsvan 1977 yılında Taksim’de kutlanan 1 Mayıs’ta İstanbul Belediye Başkanı sıfatıyla yer alıyordu. Alanda yaşananları gördü. Devlet çarkının nasıl işlediğini tespit etti. Aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına karşın, tespitlerinden asla geri adım atmadı:
-1 Mayıs’ta halkın üzerine panzerleri sürenler, tek silah bulup ortaya çıkartmayanlar, meydandaki kalabalığa ateş edenler, amirlerinin yanında resmi üniformalarıyla belediye başkanına saldıranlar aynı tezgâhın kirli mekanizmalarıdır!
Hepsini toplayınca tek yapı ortaya çıkıyor:
-Devlet!
Bunun başka izahı yoktur artık…
1 Mayıs katliamı devletin bir operasyonudur.
Çünkü o yıllarda devlet, hükümetiyle, güvenlik güçleriyle, istihbarat güçleriyle bir bütün olarak Türkiye’deki sol hareketlerin tümünü Sovyetler Birliği’nin uzantıları olarak görüyorlardı. Hatta bu görüşün kapsama alanına “Maocu” akımlarda giriyordu ki, bunların tümü “kahrolsun Sovyetler Birliği” diye bas-bas bağırıyorlardı.
Ama devlet başka görüşteydi:
-Solcuysan, hainsin!
O yıllarda CHP lideri Bülent Ecevit bile “tehlikeli” derecede “solcu” olarak kabul ediliyordu.
Bu yüzden 1 Mayıs’tan bir ay sonra onun da işini bitireceklerdi. Hem de Taksim’de tıpkı DİSK’e yaptıkları gibi miting sırasında Sheraton Oteli’nin çatısından dürbünlü tüfekle ateş ederek kürsü üzerinde vurarak…
Bu kadarını göze alamayan dönemin başbakanı Süleyman Demirel operasyonu deşifre etti. Ecevit’i aradı:
-Mitingi iptal et, seni vuracaklar. Sheraton’un üzerine keskin nişancı yerleştirdiler!
Bu kadar açıktı her şey… Biliniyordu. Kartlar açık oynanıyordu.
O yıllarda çılgın bir savaş ortamı vardı.
Dünyada “soğuk savaş” diye bilinen güç çatışması Türkiye’de yakıcı bir sıcaklıkta icra ediliyordu. Çünkü Türkiye, SSCB’nin sınır komşusuydu. Amerika bu oyunun baş aktörü olarak işbirlikçileriyle birlikte büyük bir solcu katliamına giriştiler.
1 Mayıs işte bu ortamda yapılmıştı.
Alana toplananların tümünü “düşman” olarak görüyorlardı, güvenlik birimleri…
Bu yüzden ilk tabanca sesiyle birlikte önceden mevzilenmiş olan tekitçileri kalabalığın üzerine ateş yağmuru başlattılar.
Yetinmediler.
Alanın köşelerine yerleştirilmiş polis panzerlerini kitlenin üzerine sürdüler. Ses bombaları attılar. Tazyikli su sıktılar. Yere düşmüş insanların üzerinden geçtiler.
Sonra da Ahmet İsvan’ın dediği gibi “patlamış tek silah” bulup mahkemeye getirmediler.  Kendi oluşturdukları delilleri kendileri yok ettiler.
Ama insanlar unutmadılar.
O gün 1 Mayıs alanında olanlar yakından gördüler ve biliyorlar:
-1 Mayıs’ın katili devlettir!
internet haber

29 Nisan 2010 Perşembe

TSK, PKK'yi eylem yapmaya zorluyor

Araştırmacı Yazar ve Tarihçi Ayşe Hür, Kürtlerin silahlı olmayan hiçbir mücadelesinin karşılık görmemesinin PKK'yi ortaya çıkardığına işaret ederek, gelinen aşamada Kürtlerin aktif olmayan kesimlerinin de zımni olarak mevcut Kürt siyasetini destekler duruma geldiğine dikkat çekti. Hür, TSK'nin baharla birlikte yeniden arttırdığı operasyonlarla PKK'yi tahrik etmeye çalıştığını söyledi.

Tarihçi Ayşe Hür: TSK, PKK'yi eylem yapmaya zorluyor
 
Kürt sorununda gelinen noktayı, KCK operasyonları adı altında Kürt siyasetçilerin tutuklanmasını ve son dönemlerde artan operasyon hazırlıklarını DİHA'ya değerlendiren Araştırmacı Yazar ve Tarihçi Ayşe Hür, Türk siyasetinin önce Kürt siyasetini yok saydığına, ardından asimile ve ezmeye çalıştığına işaret ederek, 'Gelinen noktada bunun olmadığını gördü. Karşısında güçlü talepleri olan bir Kürt grubu var. Bu taleplere Kürtlerin aktif olmayan kesimlerden de zimmi bir onay geldi. 'Tamam, ben bugüne kadar seni desteklemiyordum ama senin yöntemlerinle ancak devlet bizi dikkate alır' dedi. Böyle bir iç dinamik var' diye konuştu.

'Kürtlerin silahlı olmayan hiçbir mücadelesi karşılık görmedi'

'Bugünü acaba tarih mi belirliyor yoksa tarih bugünkü durumu açıklamak için malzeme mi yaratıyor kestiremez hale geldim' diyerek Kürt sorununun çok tarihsel ve kökünün geçmişlere uzandığının altını çizen Hür, bugünkü taleplere meşruiyet kazandırmak için tarihe atıfta bulunulduğunu ancak sorunların kimi dönem tarihten koptuğuna işaret etti. Hür sözlerini şöyle sürdürdü: 'Sorunu onlara anlatmak için 'Bir zamanlar Türk diye bir şey yoktu. Sizin de diliniz Osmanlı'da egemen değildi. Şöyle şöyle aşamalardan geçtiniz. Kendiniz dışındakilere şu kadar gaddar davrandınız. En ufak bir talebi şiddetle bastırdınız. Onun için ben şu haklarımı isterken silaha da başvurmak zorunda kaldım' diye bir açıklama yapmak için tarih işe yarar. Bu anlamda
PKK'nin varlığını anlatmak açısından tarih önemli bir şeydir. 'PKK
niye silahlı bir mücadele yürütüyor' diye baktığımızda silahsız olan hiç bir mücadelede karşılık görmediğini söyleyebiliyorum bir tarihçi olarak. Yani taleplerini bazen isyanlarla belli etmiş ama o isyanların hiçbiri bugünkü anladığımız anlamda organize eylemler değiller. Spontane hareketler çoğu. Bıçak kemiğe dayandığı için olmuş şeyler. Elbette bunun içerisinde siyasi aktörlerin rolü ve örgütlenmesi var. Ama sonuçta bir toplumun kendi kültürüne sahip çıkma hareketidir. Türk bürokrasisi bu hakları hiçbir şekilde meşru görmediği için en ufak bir taviz bile vermeye yanaşmadığı için siyasi mücadele giderek sertleşiyor.'

'AKP 'kötü Kürtleri' olarak gördüğü politik Kürtleri tasfiye peşinde'

Silahlı mücadelenin aşılması gerektiği düşüncesinde olduğunu dile getiren Hür, devletin bu konuda çok fazla açık kapı bırakmadığını,
PKK'nin de 'Silahlı yöntemi bırakırsak acaba devlet bizi tuzağa mı düşürmüş olacak, gafil mi avlamış olacak' kaygısını taşıdığını söyledi. Siyasal alana geçiş için AKP'nin sığlığının güvenilmezliğin başlıca nedeni olduğunu belirten Hür, AKP'nin Kürt meselesi tarihini ve insan hakları konusundaki çağdaş kavramsallaşmayı bilmediğini, tamamen günü kurtarma peşinde olduğunu savundu. Hür, 'AKP bu düzen içinde kendisine bir yer sağlamaya çalışıyor. Bunu yapmak için de uluslararası ortamdan, aydın liberal destekten yararlanmayı düşünüyor. Amerika ile iyi geçinmeye çalışıyor. Bunları yaparken bizlerde 'belki Kürt meselesi hal olur' diye bir umuda kapıldık. Fakat gerek AKP'nin dar görüşlülüğü, gerekse ona karşı olan grupların bastırması sonucunda hükümet müthiş bir geri adım attı. Bunların akıl hocalarının Sedat Laçiner gibileri olduğunu düşünüyorum. Bu akıl hocaları bunlara Amerikan politikalarının işlevselliğine uygun bir şeyler empoze etmeye çalışıyor. Onlara göre bunun da başlığı şu olacak. 'Kötü Kürtleri ayıralım. PKK
'yi tasfiye edelim geri kalanlarla biz muhatap oluruz' yaklaşımını yürürlüğe koymaya çalışıyorlar. Kürtsüz bir çözüm. Onlara bunun olmayacağını anlatmak mümkün olacak mı bilmiyorum' diye konuştu.

'Siyasi olarak aktif olmayanlarda desteklemeye başladı'

Hükümet politikalarının iç ve dış faktör doğrultusunda şekillendiğine dikkat çeken Hür, iç dinamikte Kürt siyasal hareketinin şu veya bu şekilde kendi varlığını ortaya koyması ve kanıtlamasının çok önemli olduğunu ve Türk siyasetinin karşısında güçlü talepleri olan bir Kürt grubunun var olduğunu ve siyasi olarak aktif olmayan kesimlerin de buna zımni bir onay verdiğini ifade etti. Kürt siyasetini bugüne kadar desteklemeyen ve siyasi olarak aktif olmayan Kürtlerin de, 'Tamam ben bugüne kadar seni desteklemiyordum ama senin yöntemlerinle ancak devlet bizi dikkate alır' dediğini vurgulayan Hür, 'Böyle bir iç dinamik var' dedi. AKP'nin politikalarını şekillendiren bir diğer faktörün de dış dinamik olduğuna dikkat çeken Hür, 'Maalesef iç dinamikler, Kürt siyasi hareketinin gücü, aydınların talepleri ya da AB baskılarından ziyade, Amerikanın bu sıcak reel politik talepleri gündemini belirliyor' dedi. Bir anda sınır ötesi operasyon yapılması ve hemen ardından 'Kürt açılımı' diye bir cümlenin icad edilmesini de ABD'nin istemlerine bağlayan Hür, 'Müesses nizam' diye tabir ettiği arka plan devlet teşkilatının da hemen bunun karşısında durmaya başladığını söyledi.

'Demokrasinin gelişmesi için sonuna kadar talep kar olunmalı'

Bölgedeki kimi operasyonların güvenlik güçlerinin kendi inisiyatifleri doğrultusunda yaptığını ileri süren Hür, ''Bu askeri hareketlilik, bilmiyoruz siyasi aktörler mi karar veriyor, yoksa orada birileri 'ben bildiğimi okurum' mu diyor. Çünkü karşımızda çok sıkışmış bir TSK var. Ergenekon davalarıyla, yolsuzluklarla kendi döşediği mayına basmış şehit verip
PKK'ye yıkmaya kalkışmasıyla müthiş köşeye sıkıştı. Şimdi varlığını sürdürmesi için hiçbir rasyonalitesi kalmıyor' diye konuştu. Anayasa değişikliği konusunda AKP'nin 'korkunç hatalar yaptığını, BDP
'nin de yanlış şeyler yaptığını belirten Hür, 'Demokrasinin gelişmesi için sonuna kadar talep kar olacaksın. Kavga etmeden ama sıkıştırarak ve güzellikle talep etmek lazım' dedi.

'TSK PKK'yi kışkırtarak eylem yapmaya zorluyor'

TSK'nin operasyon hazırlıkları ile
PKK'yi tahrik etmeye çalıştığına dikkat çeken Hür, 'Yani Hakkâri dağlarında dolaşarak, tankları gezdirerek, uçakları uçurarak karşı tarafı kışkırtarak eylem yapmaya zorladıklarını düşünüyorum. Bu adamlar yıllardır hiç olmadığı kadar cüretkâr ve yanlış şeyler yapabildiler. Sınır ötesi operasyonla bunu yine yapabilirler mi bilmiyorum ama ABD'nin buna izin verebileceğini sanmıyorum. Gerçi ABD şimdiye kadar son 24 saat istihbaratı vermiyordu, ancak şimdi daha sıcak istihbarat verme kararı almış bulunuyor, bu da hiç hayra alamet bir şey değil. Bu istihbaratı kullandırır mı bilmiyorum ama bana kalırsa yapmamalı, kullandırmamalı. Yapmaması için gücümüzü ortaya koymalıyız' şeklinde konuştu. Hür, konuşmasının sonunda KCK
operasyonları temelinde tutuklanan Kürt siyasetçileri ve belediye başkanlarının serbest bırakılması için kendilerinin de içinde olacağı eylem ve girişimlerin örgütlenmesi gerektiğini vurguladı.

ÖMER ÇELİK/ABDURRAHMAN GÖK
İSTANBUL (
DİHA)

Artık Akp’nin Kont-Gerilla Müsteşarlığı Var

AKP iktidarı ile birlikte tüm kont-gerilla yöntemleri kanuni hale getirildi.
Anasol-MHP hükümeti döneminde çıkarılan yasalarla tanınan bazı cüzi haklar AKP hükümeti tarafından en az elli yıl geriye götürüldü.
AKP hükümeti DGM’leri kaldırıyorum diyerek, DGM’ler yerine daha geniş yetkilerle donatılmış Özel Ağır Ceza Mahkemelerini kurdu.
OHAL yerine onun değişik bir versiyonu daha fazla yetkilerle donatılmış şekliyle Geçici Güvenlik Bölgesi ilan etme yetkisini direk orduya verdi.
CMUK ile 1 Haziran 2005  kanunu ile birlikte tüm kontgerilla yöntemlerinin meşrulaştıracak kanuni zemini oluşturdu
29 Haziran  2006 tarihinde çıkardığı TMK kanunu ile birlikte Kürt halkının demokratik yöntemlerle-siyaset ve basın yolu- temel hak ve özgürlüklerini talep etmesini “terör” suçu kapsamına soktu.
27 Mayıs 2007 tarihinde koruculuk kanununda değişikliğe giderek Kürdistan’daki savaşı kalıcılaştırmak amacıyla korucu sayısını artırma kararını aldı.
Aynı şekilde 2 Haziran 2007 tarihinde “Polis Vazife ve Salahiyeti Kanununda” değişiklik yaparak 90’lı yıllarda kontgerillanın  yaptığı yargısız infazları kanuni bir şekle soktu.
11 Haziran 2008 tarihinde Askerlik Kanununda yaptığı bir değişikle Kürdistan’da görev yapan tüm kontgerilla elemanlarının hiç bir sınava tabi tutulmadan devlet ve sivil kuruluşlarda görev yapmasını meşrutiyet kazandırdı. Kont-gerillaya sivil elbise giydirerek tüm kentlerin sokaklarında ve işyerlerinde kontgerilla örgütlenmesini yaygınlaştırdı.Kürtlere karşı faşist saldırıların yaygınlaşması bu kanunun çıkışıyla birlikte daha örgütlü ve yaygın bir hal aldı. Böylece polise verdiği açık infaz yetkisini daha önce Kürdistan’da görev yapmış olan askerlere de verdi.
AKP bunlarla da yetinmedi 17 Şubat 2010 tarihinde de “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı” adıyla bir kanunu çıkararak, Kürtlere karşı “Özel Savaş Karargahı” görevini görecek sözkonusu müsteşarlığı kurdu.
Bu müsteşarlıkla birlikte kontgerillanın tüm özel ve psikoloji savaş ile hareket yol ve yöntemleri meşrulaştırıldı.

POLİS VAZİFE VE SELAHİYETİ KANUNU VARKEN, ERGENEKONA  NE HACET VAR!
 AKP 2007 yılında seçime girerken “kurt dumanlı havayı sever misali” tümden ele geçirdiği polis teşkilatını daha fazla yetkilerle donatmak ve kentlerde kendi polis devletini kurmak amacıyla 2 Haziranda Polis Vazife ve Selahiyeti Kanununu çıkardı.
Daha önce kontgerilla yöntemleriyle yapılan infazlar, işkence, ajanlaştırma, uyuşturucuya alıştırma,  taciz ve tecavüzler bu kanunun çıkarılmasıyla açık hale getirildi.
Demokratik ve siyasal mücadele yürüten Kürt kadınına  yönelik AKP hükümetine bağlı polisin bir özel ve psikolojik savaş yöntemi olan taciz ve tecavüzleri artarak devam etti.
Amed’te BDP’li kadın polisler tarafından taciz edildi.
Polisin taciz ve tecavüzleri ilk öğretimdeki Kürt kızlarına kadar uzadı. Siirt’te 14 yaşındaki H.T ile S.T ve diğer beş Kürt kızına tecavüz edilmesinde başı çekenlerin AKP hükümetine bağlı polis, asker, öğretmen, AKP’li şeyh ile AKP’li milletvekili Yılmaz Helvacıoğlu’nun akrabaları olduğu açığa çıktı.
Sokaklarda ise işkenceler aleni hale geldi. Polisin en fazla işkencesine maruz kalanlar ağırlıkta Kürt çocuklarıdır. Bunun en son örneği Colemerg’te polisin vahşi işkencesine maruz kalan 14 yaşındaki Hatip Kurt oldu.
2006 yılında TMK ve 2007 yılında da PVS Kanunun buna eklenmesiyle bugüne kadar 28 bin Kürt çocuğu yargılandı.
Bu çocuklardan binlercesi ağır hapis cezalarına çarptırıldı.Devletin kendi verilerine göre şuanda bu çocuklardan 2 bin 721’i zindanlarda bulunmaktadır.
Zindanlarla yetinilmedi, sokaklarda, zindanlarda ve karakollardaki polis infazları katmerleşti.
PVS Kanunun çıkışından sonra polis tarafından öldürülenlerin sayısı 255 olarak tespit edildi.
Bunun içinde Cizre’de öldürülen 18 aylık bebek Mehmet Uytun’da var.

 BEBEK KATİLİ  TÜRK DEVLETİ
1989 yılı ile 2010 yılları arasında Türk devletinin öldürdüğü Kürt çocuklarının sayısı 373’tür. AKP hükümeti döneminde öldürülen Kürt çocukların sayısal olarak diğer yıllara oranı daha fazla olmuştur. Sözkonusu sayı sadece tespit edilendir.Tespit edilmeyenlerde var.
  
KÜRT DÜŞMANI POLİSLERİN ARKASINDA HANGİ ZİHNİYET VAR?
Tüm polisler, hem polis okulunda iken hem de polislik görevini yürütürken Polis Akademisi’de hazırlanan eğitim müfredatına göre eğitilmektedir. Hangi zihniyetle eğitilmişlerse halka karşıda öyle davranmaktadırlar. Hocaları kimse onlarda ona göre şekillenmektedir. Zaten Yeşil Türk Irkçısı bir zihniyetle eğitilen polislerin ırkçı refleks dışında bir reflekste bulunması biraz zor gözükmektedir.
Kürt düşmanlığı temelinde eğitildikleri için Kürtlere karşı her türlü işkence, taciz ve tecavüz ile öldürmelere kadar varan yol ve yöntemleri mübah görmektedirler.
Polisin Kürt halkına karşı bu kadar gaddar, düşmanca davranmasının arkasında Fetullahçı ve AKP’li polis yöneticileri bulunmaktadır.Bunlar Türk-İslam sentezine dayalı Yeşil Türk Irkçısı bir zihniyetle polisleri eğitmektedirler.
  
 KATİL VE TECAVÜZCÜ POLİSLERİ EĞİTEN KİMLERDİR?
Söz konusu polisleri eğiten yöneticelerin hepsinin ortak özelliği Fetullahçı ve Türk Yeşil Irkçısı olmalarıdır.
BuYeşil Türk Irkçısı yöneticilerden birincisi,Polis Akademisinin başında bulunan Zühtü Arslan’dır.Arslan’ın kendisi Fetullahçıdır. Akademinin başına geçmeden önce Fetullah Gülen’e ait Zaman Gazetesi’nde makaleler yazıyordu.Fettulah Gülen cemaati tarafından ABD’nin Leicestir Ünivesitesi’nde uzman olarak yetiştirildikten sonra Polis Akedemisi sorumluluğuna getirildi.
İkinci yönetici Önder Aytaç’dır. Zühtü Arslan’ın yardımcısıdır. Erdoğan ile Ertuğrul Günay’ın danışmanıdır. Babadan Fetullahçıdır. Taraf Gazetesi yazarıdır.Cemaat tarafından İngiltere’nin Hull Üniversitesi’ne gönderilerek “özel savaş uzmanı” olarak Kürt Özgürlük Hareketine karşı özel bir şekilde eğitilerek yetiştirilmiştir.
Üçüncü yönetici İhsan Bal’dır.Eski bir MHP’li şimdi ise Fetullahçıdır. Aynı zamanda Zaman Gazetesi’nde de yazmaktadır.Polis Akademisinde de Zühtü Arslan’ın yardımcısı konumundadır.İngiltere’de PKK üzerine kriminoloji eğitimini görmüştür.
Dördüncü yönetici-resmi değil, fiili yönetici-Emrullah Uslu’dur.Uslu’da Fetullahçıdır.ABD’nin Utah Üniversitesi’nde MİT kontejanından Fettullahçı MİT elemanı olarak yetiştirilmiştir. PKK masasından sorumludur.Ayrıca Ergenekoncu Bedrettin Dalan’ın Yedi Tepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir. Bir taraftan AKP ile Fetullahçıların oluşturduğu Yeşil Ergenekon yapılanmasının çekirdek kadrosu olarak görev yaparken diğer taraftan da Yeşil Ergenekon’un ikiz kardeşi Avrasyacı Ergenekon’a da hizmet etmektedir.Aynı Emrullah Uslu Hizbul-Kontra’yı Elazığ, Çewlik, Muş ile Amed’te örgütleyen bir elemanıdır. Elazığ’da Palu’lu Mele Selam ile Sivrice’li Özcan Aytaç’ı paravan olarak kullanarak Hizbul-Kontra’yı örgütlemiştir.Amed’te Heci Bayıncık’ı Hizbul-Kontra adına örgütleyen yine Uslu’dur.Benzer şekilde Çewlik’te Eyüp Kişi’yi örgütleyerek Hizbul-Kontra’ın temellerini burada atan Taraf gazetesi yazarı Emrullah Uslu’dur. Muş’ta da Hizbul-Kontra’yı örgütlemiştir. Kürdistan’da PKK’nin verdiği özgürlük mücaddelesinin yükselişini önlemek amacıyla Çewlik, Elazığ, Muş gibi stratajik şehirlerde Hizbul-Kontra örgütlenmesi görevi direk devlet tarafından kendisine verilmiştir. Bu amaçla Çewlik’te Emniyet Müdürlüğü’nde özel olarak görevlendirilmiştir. 2003 yılında İstanbul’da El-Kaide’nin yaptığı bombalama eylemlerinde Çewlik’li Azad Ekinci’nin ismi geçmişti. İşte sözkonusu Azad Ekinci’yi Hizbul-Kontra örgütlenmesine sokan da Uslu’dur. Ekinci’ye El-Kaide adına eylem yaptıran da yine Emrullah Uslu’dur. Tüm bunlardan dolayı Emrullah Uslu devlet tarafından PKK Masası sorumluluğuna getirilmiştir.
Görülüyor ki,Avrasyacı Ergenekon yerini alan AKP ile Fetullah Cemaati’nin Yeşil Ergenekon’u  İslam kılıfını kullanmaya çalışsa da, Avrasyacı Ergenekoncuları yüz kat geride bırakacak bir şekilde Kürtlere işkenceler yapmaktadırlar. Kürt kadınlarına tacizda bulanmakta ve tecavüz etmektedirler.Avrasyacı Ergenekon’un yaptığınu açık bir şekilde kanunlaştırarak yapmaktadırlar.18 aylık bebek Mehmet Uytun’dan 78 yaşındaki Halit Söğüt’e kadar bebek  yaşlı demeden her yaştaki Kürdü öldürmektedir.Böylesine Yeşil Türk Irkçısı bir zihniyete sahip olan Fetullahçı ve AKP polislerinin İslam maskesini takması İslamı kirletmiyor mu, ahlakı kirletmiyor mu, vicdanı kirletmiyor mu? Bunlar İslam’a düşman değilse daha kimler İslam’a düşman olabilir.

Özgür Bilge

Askerliğin Teorisi ve Askerlerin Tipik Güncesi

Sıra geldi askerliğe.
“Her Türk’ün asker doğduğu” bu ülkede askerliğin tartışılması, paralı olması/parası olmayanların kredi-borç-harçla bir şeyler yapılması tartışılırken, mezara gidecek tartışmaların bir yenisi daha yapıldı ve sonuç “şu anda yürütülen mücadelenin hassasiyeti ve kritik bir dönemden geçiliyor olması” nedeniyle, geçici bir süreliğine tartışmalara son nokta koyuldu.
Ayın akşamdan ışıklı olduğu bir tartışmadır bu ve dönem dönem ne idüğü belirsiz bir şekilde palazlanır!
***
Bu ülke diyorduk;
Askerlik sanatının icraatlarını ve uygulama pratiğine Kürt halkının savunma mekanizmalarını koymuş ve bunun üzerinden siyasete yön vermeye, defacto olmaya and içmiştir.
Her ne kadar 19 Mayıs kutlamalarında “Kuleli” askeri öğrencilerin, birbirlerinin omuzlarına çıkması ve bu şekilde kuleyi oluşturmaları da bu toprakların zihniyetinde loğusa olmuş bir devlet geleneği olsa da, tezkerenin gelmesi gerekir! Neden mi?
Evde yolu gözleyen ana vardır, bacı vardır, bir de gece gibi gizemli yar vardır…
***
Bir milyonluk ordu var, bunların içinden 80 bin asker orduevlerinde, askeri gazinolarda ya tabak taşımakta, ya tabakları/bardakları yıkamakta ya da kazan kaynatmakta, soğan/patates doğramakta!
Bu şekilde askerliğini, vatani görevini yapmakta!
Sorsan;
Almanların “Yıldırım Savaşları” taktiğini yüzüne bön bön bakacak.
Atilla’nın “yararak savunmayı, saldırıya geçirme” taktiği hakkındaki görüşlerin nedir diye sorsan, şafağını hesaplamaya çalışacak!
***
Askeri selam vermenin kökeni hakkında dahi bir şey bilemeyecek kadar zavallı bir askerliktir yaşanmakta olan!
Şimdi bütün orduların verdiği askeri selamın kökenlerinin; ta ortaçağdaki şövalyelik zamanına dayandığını, selam vermenin temel nedeninin de: rakibini görmek isteyen şövalyenin yüzündeki demir zırhın aralaması sonucu ortaya çıktığını da nerden bilecek!
***
“Komşu kızını zapt eyle” denildiğine bakmayın, Anadolunun ufak şehirlerinde namus anlayışını sarsan ve zorlayan bugünün askerleri olmaktadır. Ahlak anlayışının en gevşek olduğu yerde askerlik başlar! Her ne kadar kullanamadığı ve nasıl kullanacağını da doğru düzgün bilmeyen her askerin silahı onun namusu olsa da!
Silahla ilgili bütün yaptırım komutlarının neden sol el ile yapıldığını dahi bilemezler!
Onun tarihçesi hakkında da doğru düzgün bir mantıkları yoktur! Neden mi?
***
Ayrılık yaşanıyordur, yani bu işte bir kendin olma, kavuşma değil de zorla-mecburiyetin kaçınılmazlığı arasındaki sıkışmanın zaruriyeti vardır.
Onun da tarihçesi şövalyelerin zamanına dayanmaktadır;
Kın-kılıç o zamanlarda hep vücudun solunda yer alırmış ve bütün hareketler bundan dolayı soldan başlarmış…
***
Konu uzun kelamı çoktur bunun;
Kıssasına gelince,
Bu ülkede askerlik zanaatı yoktur! İnsanların buna kafa yorması diye bir gerçekte yoktur! Bu kadar yokluğun içerisinde “çılgın”ların kağnıya mermi taşıttığı bir toplum da yoktur. Ne hatunlar kaldı, ne de ceberut hulasa vatan-ı İslahiye projeleri!
Düşman yok mu?
Var...
***
Bugün düşman ordunun kendisi ve pozitivist mantığıdır! (bundan dolayı da her yeni gün masum Kürt halkı üzerinde zor’un en vahşi, çıplak gerçekliği uygulanılmaya çalışılmaktadır. Savunmasız Kürtler bilinçli bir şekilde, faşizan duygularla katledilmektedir)
M. Weber’i okumak/tartışmak boşunadır!
Çünkü bugün askerler ölmektedir ve vatanın bölünmemesine rağmen her gün nur topu gibi “şehitler” olmaktadır! Bu işin tabiatı böyledir…
Ve gerçekten kahrolanlar ise; ateşin düştüğü yerde yananlardır…

Toprak Cemgil

Post Yeşilçam Dedikleri Türkiye -1

Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı.
Türkiye’de olup biten şeyler bizi de yakından ilgilendirdiği için, karşılıklı bir etkileşim içindeyiz. Yeşilçam ile bir kuşak yetişti. Kır- kent hayatının çelişkilerini harmanlaştıran Yeşilçam, aynı zamanda kapitalist yaşamın toplumsal dokularını genelleştiren, evcilleştirmeye çalışan bir sinema sitilini esas aldı. Temel gaye bu iken, aynı zamanda endüstrileşmek için kaliteden çok, olan şeyi alıp geri satan bir sanat (sanatsızlık) anlayışını esas aldı. Sinema boşluğunu doldurmak için, uzun zaman Arap sinema anlayışını esas alarak vizyona girdi. Mısır’ın komedi filmlerini Türkiyeleştirdi. Bu konuda biraz şaşkın başladığını söylemek mümkündür. Devlet kapitalizmi ile sınıflaşan Amerikan toplumunda olduğu gibi bireyciliğin sinemaya yansıdığı o popüler yıldızları olmadı. Sinema da kendi toplumsal tarihinin mayasıyla katılaşır. Amerika’nın keşfi, belki de her türlü Amerikan bireyciliğinin potası oldu. Sanat ve edebiyatına yansıyan bu bireyci serüvenler, Hollywood’un esin kaynağı oldu. Neredeyse sinemasının bütün artistlerinde o genetik kodu bulmak zor değildir.
Sinemanın altında böyle bir toplumsal gerçeklik vardır. Toplumsal inşa ile at başı giden sanat ve edebiyatın ardından sinema gelişmiştir. Dolayısıyla tiplemesini ondan alan sinema, bu ilişkinin gücü ile orantılıdır.
 Türkiye’de durum biraz farklıdır. Türkiye’de gelişen sinema ve sanat kültürü, toplumunun kendi iç dinamikleriyle gelişen bir sanat ve sinema kültürü değildir. Uzun zaman Hacivat-Karagöz sanatını aşamayan bu durum, Cumhuriyet ile birlikte ya Ermeni ya da faklı etnik guruplardan gelen insanlarca geliştirildi. Osmanlı coğrafyasına giydirilen dar elbise, sersemlemiş bir sanat anlayışı yarattı. Dünyanın hemen hemen en geç yıkılan Osmanlı imparatorluk geleneği, ulus anlayışıyla çatışan ve o temelde zayıflayan bir gelenek değildi. Bunun Sanatı algı olarak, ulus ideolojisiyle harmanlaşan ve o doğrultuda bunu takip eden bir rotayı izleyemedi. İzlemesi mi iyiydi, tartışmasını yapmıyorum; Tartışmaya açtığım şey, Türkiye sanatında bir kök sorununun olma gerçekliğidir. Köksüzdür demek abartma olmaz. Osmanlı’nın despotik yönetimi halk kültürünü dumura uğratmıştı, Sultanları eğlendiren şarlatan ve güldürü zanaatı dışında, sanat olarak gelişebilecek unsurları mezhep ve farklı siyasi nedenlerle aforoz etmişti. Dolayısıyla, imparatorluk yıkılırken elde kalan sanat hafızasında Hacivat ve Karagöz ile halk kimliğine yakıştırılan Keloğlan dışında hiçbir emare yoktu. Saray sanat kültürü, saraylar yıkılırken o da yıkıldı. Çok fazla bir şey de yoktu.
 İstanbul ve egenin tarihi gelgitleri, batı ile bir ilişki içinde olması nedeniyle batının sanatından etkilendiği açıktır. Dini akrabalıktan kaynaklı kendisini batıya daha yakın hisseden gayri Müslim çevre, batıdan tiyatro ve yeni gelişen sinema kültürünü Türkiye ye taşıdığını biliyoruz. Gelişen ulus devlet ile birlikte öne çıkartılan Türklük kavramı karşısında, sanat ve hata edebiyat bir nevi bu çevrelerin yaşam garantisi oldu. Batının ihraç ettiği ulus dini birçok etnik guruba umut verip yaratığı enerji hüsrana uğrarken, sanat ile adeta kendilerine bir sığınak bulmuş gibi oldular. Cümleler basit olsa da, Türkiye sanatı ve sinemasının altında o gerçeklik vardır. Derin bir ironidir, adeta görüntüdeki ulusun içinde kodlanmış başka uluslar vardır. Sanatta öyle kodlanmıştır. İnkârcılığın, inkâr edilmiş olgular tarafından yapılması bu haliyle doğaldı.
 Ulusların mutlaka esin aldığı bir geçmişleri olur. Türklük nereye dayandı. Türklük adına yapılan, onun kültürünü konu edinen bir tiyatro ve film yoktur. Sultan kültürü, değişik kılıflar altında sanat ile devam ettirildi. Nedeni, demin saydığım sultandan devir alınan kültürün uzun zaman kendisiyle çatışan değil de, üstten dayatılan bir gerçeğe dayanmasıydı. Bizzat adına hareket ettiği ulustan, daha ulus olmadan ulus sanatı ile hareket etmesi oldu, halk olarak bilinen Türkmenlerden oluşan bir ulus değildi. Yani bir kültür ulusu değildi. Ondan kaynaklı, her şeyi kuramsal ve yapaydır. Sanat böyle bir temele dayanmadığı için, devir aldığı şey sultanları eğlendiren güldürü ve hokkabazlık zanaatı oldu.
İşte, sinema da buna dayandı. İlk kaynağı tiyatrodur ve bütün ilk artistler ondan gelmedir. Sanat okulların çoğuna yine farklı etnik yapıdan gelen eğitmenler ilgi duydu, iki tip çizildi sinema için; birincisi şarlatan, ikincisi ise sultanın tezahürü olan zorlamalı kabadayı karakteri… Temelinde, bilinçaltında yatan Türk erkek tipinin, sanata yansıyan hali de demek yanlış olmaz. Bu karakter yapısı kurgulanırken, çok ince bir alay etme saklıdır. Söz, hitap ve davranışlar oldukça betimseldir ve abartıya kaçmaktadır.  Türk sultan tipi klâsında yansıtılan karakterlerin, vurgu konuşmalarının ilk hecesi Türkçe değildir. Nayır, nolamaz kelimelerinin ilk harfleri olumsuz anlamıyla Latincedir. Diğer tip de, şarlatanların geleneği olan komedi karakterleridir ki hiç kültürel değildir. Sayısız filme konu olan bu karakterlerin, Anadolu coğrafyasının hangi insanına benzediği eminim hala bulunamamıştır.
İşte, Yeşilçam da bu geleneğe dayandı. Bu ikili karakter Türk sinemasının mayası oldu. 70’ler sonrası kısmi gelişme olsa da, donup kaldı. Anadolu’yu işleyen sahici karakterler fazla yaşayamadı. Yılmaz Güney’in belki de büyüklüğü burada saklıdır. Yılmaz Güney’in filmleri bu ikili karakteri aştı. Film hazırlarken, karakterler adeta bir sokak, bir cezaevi ya da iş başından getirilen insanların ta kendisiydi. Rol, gerçek hayatı tekrarlayan onun acısı, sevinci hatta tokadını yaşayan bir sahicilikte oynanır. Adeta savaşır. O, iki filmi, bir filmde verirdi. Perdenin arkasında da bir film oynatırdı. Oyuncularını döver filme hazırlardı. Onun anlayışı, adeta Yeşilçam’ın, Yeşilçam’a tepkisi gibidir, Sonrası malumdur.

Zeki Sarı

Karargah ve Mehmet Baransu

/FRANKFURT - Geçen hafta, iki yıldır Türkiye’nin gündemini belirleyen gazeteci Mehmet Baransu’nun Karargah isimli kitabını okudum. Baransu Taraf gazetesinde görev yapıyor. Kitabında haberlerini bu kez öyküleriyle birlikte işliyor.

Medya- Ergenekon İşbirliği, Türkiye’yi Biçimlendirme Planı, Dağlıca ve Aktütün baskınları, AKP ve Gülen Cemaati’ni bitirmek amacıyla hazırlanan Albay Dursun Çiçek imzalı İrticayla Mücadele Eylem Planı, Kafes Operasyonu, Pimi Çekilmiş El Bombası ve nihayetinde Balyoz Darbe Planı gibi Türk ordusuyla ilgili kritik haberlere imza atan ve ‘Türkiye’yi sarsan adam’ Baransu Iğdırlı Kürt bir gazeteci.

Kürt fakat, Akşam gazetesine verdiği röportajda “Kürdüm ama bir MHP’linin nefret ettiğinden daha çok PKK ve DTP’den nefret ediyorum” diyor. Taraf gazetesinde çalışıyor ancak gazetesinin Kürt meselesine yaklaşımını da eleştiriyor. Bu yüzden Taraf’tan ayrıldığı ve kısa bir süre sonra tekrar geri geldiği de söyleniyor.

Ulusalcı cephe Baransu’nun Fetullahçı olduğunu ve Türk ordusuyla ilgili ‘çok gizli’ haberleri polis teşkilatı içindeki Fetullahçı ekipten aldığını iddia ediyor. Baransu ise bu iddiaları reddediyor. Bazıları kozmik değer taşıyan ‘çok gizli’ bilgi ve belgelerin ‘ordu içinden’ geldiğini söylüyor.

Ne var ki bunlar sadece ona geliyor. Türkiye genelinde sarı basın kartı sahibi 7 bini aşkın gazeteci var. Ayrıca bu kartı olmayan on binlerce gazeteci de değişik basın organlarında çalışıyor. Ancak, Türk ordusuyla ilgili kritik belge ve bilgiler yalnızca ona gönderiliyor.

Türkiye ve dünya kamuoyu ordunun içinde olup biteni ondan öğreniyor. İki yıldır belli peryotlarla süren kritik haber akışı Baransu’nun belli bir merkez tarafından ‘seçilmiş’ olduğunu gösteriyor.

Belli ki söz konusu merkez ona herkesten daha çok güveniyor. Bu merkezin Genelkurmay Karargahı olduğu da anlaşılıyor. Baransu ‘belgeler ordu içinden geliyor’ derken doğru söylüyor.

Zira Türk ordusunun yüksek komuta kademesi (Karargah) Baransu üzerinden kendisine ve Türkiye’ye değişen şartlara uygun olarak yeni bir biçim vermeye çalışıyor. Küresel güçlerin talebi üzerine yeniden şekillenmeye çalışan Türkiye’de ordu düzelirse herşeyin düzeleceği hesaplanmış görünüyor. Ağırlık bu nedenle orduya verilmiş bulunuyor.

Türk ordusu küresel sürece ayak uydurmakta zorlanan ve ‘tehdit unsuru’ haline gelmiş olan güçlerini tasfiye ediyor. Belgeler bunun için sızdırılıyor. Karargah, değişen şartlara uygun olarak kendisini yeniliyor. Taraf yazarı Rasim Kütahyalı da ‘Türk ordusu yeniden ordulaşıyor’ derken bunu kastediyor. Ancak, Taraf gazetesi buna rağmen, Türk ordusu ve Türkiye’nin zorunlu nedenlerden ötürü yeniden dizayn edilmesini ‘asrın demokratik atılımı’ olarak değerlendiriyor ve başta Kürtler herkesi bu çabaya katkı sunmaya çağırıyor. Bunda ısrar da ediyor. Bu tutum aslında gerçek manada bir demokratikleşmenin ötelenmesine neden oluyor.

Taraf gazetesi ile liberal kesim bu nedenle okun sivri ucunu AKP yerine Kürt siyasetine çeviriyor. Türkiye’nin en güçlü demokrasi dinamiği olan Kürt siyasetine haksızlık ediliyor. Bu kesimin yüzünden Türkiye’nin gerçek manada demokratikleşme temelinde değil, statükonun yeniden üretilmesi temelinde dizayn edildiği fark edilemiyor.

Kürt siyaseti bunların yüzünden son iki yılda epey sıkıntı çekti. Ergenekon Davası’ndan bu yana Kürt tarafı bunlar tarafından her fırsatta AKP’nin yedeğine düşürülmek istendi.

Ancak oyuna gelinmedi. Kürt halkı ve siyaseti haklı gerekçelerle buna itiraz etti. AKP Hükümeti’ni devirmek için harekete geçen Ergenekon Kürdistan’daki savaştan çıkıp gelmişti. Bazı mensupları alanen ‘Kürt kanı’ içmişlerdi. Bunlar tescilli katildi ancak mahkeme gibi AKP Hükümeti de işin bu yanıyla ilgili değildi.

Kürtlerin davaya ‘müdahil’ olmalarına dahi izin verilmedi. Bütün bunlar elbette Kürt karşıtlığıyla sağlanan ‘Dolmabahçe’ mutabakatının bir gereğiydi. Basın ve liberaller bunun üzerine gideceğine Kürt tarafını bu oyuna alet olmaya davet etti.

Davet kabul görmeyince de ‘Ergenekon-PKK ilişkileri’ şantajını gündeme getirdi. Aylarca bu konu işlendi. Karargah’ın yönlerdirdiği psikolojik savaşa bazı Taraf yazarları da açık destek verdi.

Bu arada kimse Kürt tarafını duymak istemedi. PKK ‘Ergenekon şantajını’ elinin tersiyle itti, Öcalan Ergenekon savcılarına dilekçeler gönderdi ama kabul görmedi.

Sonuçta iki yıl böyle heba edildi. Ve sonradan fark edildi ki ne ordu kışlasına geri dönüyor, ne de barış geliyor. Anayasa paketi de kimseyi ikna etmeye yetmiyor. Türkiye demokratikleşmiyor tersine, statüko kendisini yeniden üretiyor.

Bu gerçek geniş kesimler tarafından da fark edilince, iki yıldır sabırla bekleyen PKK de sonunda resti çekti. ‘Artık hedef değişti’ diyen PKK, geçen yazımda belirttiğim gibi tek yanlı barış ve çözüm talebini geri çekti. Gerilim bir anda yükseldi.

Ancak Öcalan yeniden devreye girdi ve geçen hafta “bizim tercihimiz çatışma değil, çözümdür” dedi. PKK’nin ‘yaz başına’ kadar beklemesi gerektiğini de söyledi. Anayasa paketi içinse “demokrasi ve insan hakları” şartını getirdi. AKP’nin güvence vermesi halinde paketin desteklenebileceğini belirtti.

PKK lideri, Kürtler üzerindeki baskıya, kuşatmaya ve yürütülen psikolojik savaşa rağmen örgütünü iki yıldır çatışmadan uzak tutmaya çalıştı. ‘Demokratikleşme’ sürecine en büyük desteği de PKK ‘eylemsizlik’ kararıyla sağladı. Buna rağmen çözüm konusunda dişe dokunur bir gelişme yaşanmadı. Yaşanmadığı gibi her adımda Kürtler suçlandı.

Çünkü ‘Karargah’ yeni dizayn planında siyasi taktik yapmıştı. Kürtleri kabul eder görünerek tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Kürt tarafın sağlam duruşu sayesinde bu plan tutmadı. ‘Karargah’ boşa çıkarıldı. Onun şimdi yeni bir plan yapması, PKK’yi, BDP’yi ve Öcalan’ı hesaba katması gerekiyor.

Çözümün ve barışın yolu buradan geçiyor. Baransu ve liberallerin bundan böyle okun sivri ucunu AKP’ye ve Karargah’a yöneltmeleri gerekiyor. Türkiye için bundan başka çıkış yolu bulunmuyor.

* Kaynak: Özgür Politika

26 Nisan 2010 Pazartesi

Amerika'yla savaşan TKP, Amerikancı PKK!

MEHMET GÜNEŞ *
Analiz
İSTANBUL - Türk, bir Kürt ve bir Papaz birlikte yürürken güçlü birinin bahçesinden elma koparırlar. İriyarı bahçe sahibi ortaya çıkar. Türk ve Kürde çıkışır siz Müslümanlar bu bahçe sizin istediğiniz kadar elma alın bu kafiri niye bahçeme sokuyorsunuz diyerek papaza saldırır ve yere yıkar. Ardından Türk’e bahçe senin bu Kürdü niye sokuyorsun diyerek Kürdü de yere serer. En son Türk’e girişir. Yere düşen Türk Kürt’e “Papazı dövdürtmeyecektik” der

Bu ‘önce Yahudileri götürdüler biz sesimizi çıkarmadık’ diyen Alman Profösörün üzerinden anlatılan hikâyenin benzeridir. Almanya’da Nazizmin Yahudi düşmanlığı üzerinden nasıl güç topladığını anlatır. Yalnız Almanya’da değil bütün Avrupa çapında Nazizm Yahudi düşmanlığından güç devşirmiştir. Alman Faşizminin en güçlü ve en başta kırılması gereken halkasının Yahudi düşmanlığı olduğu çok açıktır.

Türkiye’de de durum benzer bir hal alıyor. Patrona kızan işçi, müdürden azar işiten memur, siftah yapmayan esnaf, kocasından dayak yiyen kadın; sorumludan önce PKK’ye lanet ediyor. Türk gericiliği bilinçli olarak tüm siyaseti Kürt düşmanlığı çemberine sıkıştırmak için elinden geleni yapıyor.

Bugün Türkiye’de bütün düzen güçleri ve düzenin kendisi Kürt düşmanlığından besleniyor. Düzen güçleri Kürt düşmanlığında ve Kürtlere saldırıda birbirleriyle yarışıyorlar. Gerici faşist odaklar dâhil, Türk siyasetinin tüm eğilimleri birbirleriyle didişirken bile direk rakibine saldırmıyor, ilk taşı Kürtlere fırlatıyorlar. Bir silsile halinde, aşağıdan yukarıya her haksızlığa uğrayan sistemden değil Kürtlerden hesap soruyor. Bu durumdan en çok sistem besleniyor ve sistemin en gerici kesimleri güç devşiriyor. Ağır, kanlı, kirli hak ihlallerinden yargılananlar, aynı mantıkla göğüslerini gererek ‘teröre karşı vatan için çarpıştım’ diyebiliyor.

Herkes kendi durduğu yerden önce Kürde vuruyor

Akıntı mı çok güçlü? Türkiye’nin ideolojik veya inanç gurupları mı çok savruk? Müslüman veya komünist fark etmiyor, kendi ilkeleri ve kaideleri yok. Milliyetçiliğin rüzgârında, sonbahar yaprakları misali savruluyorlar. Müslüman ümmetin kardeşliğini, komünist halkların kardeşliğini hatırlamıyor bile. Müslüman lailahe illallah diyerek, milliyetçi bölücülükle, liberal demokrasicilikle, ulusalcı bağımsızlıkçılık, solcu aydın etnikçilik, komünist adını taşıyanlar Amerika üzerinden Kürde saldırıyor. Her türlü siyasal ve ideolojik tavrın içi boşalıyor. Mazlum başka bir mazlumu hedef gösteriyor. Bilinçsiz kitle devlet zorbalığıyla karşılaştığı her yerde “biz bölücü müyüz” diyor. Saldırıya uğrayan militan televizyon ekranlarından “biz PKK’li değiliz” diyebiliyor. Ucuz komünist MHP faşistlerine taş çıkaran bir şöven üslupla Kürde saldırarak vatan savunusu yapıyor.

Belden Aşağı Vuruşlar

Hayatında ağzından Kürt sözü çıkmamış, duyduğunda da bölücülük kokusu almış bir yığın medya bülbülü bir dönemdir Kürt dostu kesildi ve bol keseden Kürt vatandaşlara sevgi dağıtıyorlar. Kürtlere sevgi dağıtırken, direk veya dolaylı BDP’ye küfür etmeyi ihmal etmiyorlar. Kendilerince önce dost ağzıyla, olmadı tehditle Kürtlerin tepsi içinde kendilerini düzene teslim etmesini dayatıyorlar. Bekledikleri olmayınca en liberali “vurun abalıya” misali aynı koroya katılıyor.

Kürtler Türkiye de o kadar yalnız ki; solun devrimci kesimleri dışında yanında kimse yok. Açık düşmanları dışında yandaşı görünerek arkadan vuranlar daha az değil.

Taraf gazetesi kamuoyunda Kürtçü bir gazete olarak bilinir. Bu gazete Kürt bölgelerinde en çok okunan gazete olmakla övünür. Kendi durduğu yerden Kürtlere yapılan caniyane katliamları teşhir ettiği bir gerçektir. Ama dost görünerek, fırsatını bulduğu her anda belden aşağı vurmaktan da geri kalmaz. En az devlet kadar temsil ettikleri adına Kürt mücadelesini tasfiye etmek için canla başla çırpınır durur. Bu kadar da değil sıkıştığında en az teşhir ettikleri kadar açık Kürt düşmanlığından geri kalmaz. Taraf’ın ödüllü, çok meşhur, demokrasi kahramanı gazetecisi Mehmet Baransu, Kürtçü olmakla itham edildiğinde şunları söylüyor. “Ben Erzurumluyum, Kafkas kökenliyim. DTP’den nefret ediyorum.” DTP iki milyondan fazla Kürdün oyunu almış bir parti. Bu kısa açıklamada Erzurumluluk, Kafkas kökenlilik, Kürt düşmanlığı dahil kaç çeşit ırkçılık yapıldığını; önüne gelene rahatlıkla ırkçı diyen diğer bir taraf yazarına, R. Ozan Kütahyalı’ya sormak gerekir. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen çok liberal, çok demokrat diğer Taraf yazarlarından da ses seda yok.

Kullandığımız Dil Bizi Anlatır

Kürt sorununun sistem katında en çok tartışıldığı bir süreçten geçiyoruz. Kürt sorunu, sadece tartışılan bir sorun değil aynı zamanda 25 yılı bulan bir savaş sorunu. Bu uzayan savaşın bir anlamda kader günlerinden geçiyoruz. Tartışılan hem Kürt hem Türk emekçilerinin kaderi veya geleceğidir. Bu günlerde konuyla ilgili yapılan, söylenen, yazılan her şey bu geleceğin kurulmasında durduğumuz yeri gösterdiği için her zamankinden çok daha önemlidir.

Doğruların kazandıracağı, yanlışların kötü biçimde kaybettireceği bir dönem. Bu dönemde, sorun karşısında sol hareketin tavırları; genel olarak Kürt mücadelesiyle arasına giderek sertleşen eleştirilerle ayrımlar koymak oluyor. Bu ayrımlar eleştiri düzeyini aşarak Kürt karşıtlığına hatta Kürt düşmanlığına kayıyor. Son dönemde Kürt mücadelesine karşı en yoğun eleştiriler TKP’den geliyor. TKP politik gelişmeleri yakından izleyerek hemen tüm konularda günlük değerlendirmeler yapıyor. TKP’nin söyledikleri Kürt eleştiricilerinin hepsini kestiği için tartışmayı TKP’nin söyledikleri üzerinden yürüteceğiz.

TKP kendisine geleneksel komünist diyor, Lenin’in izinden yürüdüğünü iddia ediyor ve Marksist teorik birikime çok önem veriyor. Bu yanıyla Marksist ulus teorisinden ve bu konuda Lenin’in yazdıklarından bihaber değiller. Marksizm, ulusal sorun ve Kürt sorunu üzerinde teorik olarak görüşlerini yazılı olarak belirttiler. Bu konuda 90’lı yıllarda çıkan Gelenek Dergisi’nde daha klasik bir çizgide durmaya özen gösterdiler. Bu dönemde TKP Kürt Hareketini emek, sınıf vb. üzerinden eleştiriyordu. Hedefte düzen vardı, önce sistem eleştiriliyor, Kürt hareketi sınıf hareketinin uzağında kaldığı için, politik olarak hedefleniyordu. Bu Türkiye solunda geleneksel olarak güçlü bir tavırdı; yanlışlığıyla birlikte sol içi eleştiri sınırları içindeydi. Durum giderek tersine döndü, eleştirinin hedefi yer değiştirdi. Artık hedefte Kürt Hareketi var, Kürtler eleştirilmeden sisteme dokunulmuyor. İkinci bir değişiklik daha var: Dil değişiyor. Düzenin 80 yıldır komünistlere karşı kullandığı vatan, millet hamasetiyle Kürtler eleştiriliyor.

“Lenin Niye Devrimcidir?”

Gelenek Dergisinin 98. sayısı teoriye takla attırma sayısıdır. Derginin konu başlığı Marksizm ve ulusal sorun değil. Kürt Ulusal Sorunu da değil. “Bir Emekçi Sorunu Olarak ‘KÜRT SORUNU” dur. Bu başlık bile başlı başına bir politik tutumu içeriyor. Gelenek’in 97. sayısının kapak konusu “90 yılında Ekim Devrimi; GÜNCEL BİR MİRAS”. Ulusal sorundan önce bu sayıyla “Yurtseverlik” için alan temizleniyor. Burada uzun teorik yazılarla yapılan UKKTH’nı emperyalizme tavır ve yurtseverliğin arkasına atma çabalarıdır. Dergi ve yazılar orta yerde duruyor isteyen bakabilir.

Gelenek Dergisinin 97. sayısı teoriyi istediği yönde bükmede (bu işe oportünizm deniyor) bir şaheser sayılmalıdır. Ama konu Ekim Devrimi ve Lenin olunca teoriye takla attırmak kolay olmuyor. Farkında olmadan fena halde açığa düşülüyor. O dönemde TKP Genel Sekreteri olan Kemal Okuyan bahsedilen sayıda “Lenin niye devrimcidir” diye soruyor ve cevabını kendisi veriyor. 1. Dünya Savaşında “kendi devleti Rusya’nın yenilmesini istediği için” Bu kadar açık. TKP niçin devrimci değildir? Kürt Devrimci Hareketine karşı kendi devletinin yenilmesini istemediği için. TKP burada da durmuyor TC nin yenilmesini istemek bir yana, bekası için Marksist incilerle “Cumhuriyetin Kazanımları” üzerinden Lenin’den ‘ihanet’ olarak alıntıladıkları “Vatan Savunmasına” sıçrıyorlar. Artık utangaç ta değiller.

Anti-Emperyalizm Üzerinden Kürt İnkârcılığı

Yalnız TKP değil geniş bir sol çevrede ABD karşıtlığı giderek Kürt Devriminin eleştirisi üzerine oturdu. Bu ağır bir yamulma ama gerçek bir durum. Şimdi birçok sol veya komünist adlı yayında 15-20 yıl önce söylense hakaret kabul edilecek yazılar yayınlanıyor. Bu dönemler zarfında düzenin söyledikleri olduğu gibi alınarak kullanılır hale gelmiş. Daha feceati bu hamaset yadırganır olmaktan çıkmış. Devletin ve düzenin yalanları sol ve komünizm adına ideolojikleştirilerek savunulur hale gelmiş. Bu tam bir hokus pokus işi gibi bir şey. TC’nin ABD’ciliği unutulmuş PKK'nin adı ABD'siz anılmaz duruma gelmiş. Bu konuda şampiyon İşçi Partisi’ni bir adım arayla TKP izliyor.

TC Devletinin 50 yıldır ABD den her türlü desteği alması, dünya ile bütün ilişkilerini Kürtler üzerinden geliştirmesi, dış politikasını PKK’ye karşı mücadeleye ipotek etmesi, “Bölünmez bütünüz, Kürtler eşit yurttaşlarımız” teraneleriyle Kürt Sorununu uluslararası kurtlar sofrasına yatırılması; bütün bunlar mubah. … her şey yapılabilir. Ancak kurban olarak emperyalizme bir tepsi içinde sunulan Kürtler, üzerine yürüyen kurt sürülerine; “Hop ne oluyor, durun bir dakika, ne istiyorsunuz ?” dediği anda emperyalizme yamanan hain, işbirlikçi olacak.

TC Devleti, Amerika’dan, Avrupa emperyalistlerinden, Rusya’dan, Ortadoğu’dan herkesten Kürtlere karşı destek alır, pazarlık yapabilir. Buna karşı Kürt Devrimcileri dişiyle, tırnağıyla kazıyarak kendisine mevziler oluşturmaya kalkınca emperyalist işbirlikçisi oluyor. Ne ala memleket, ne ala komünizm.

Son aylardaki ABD, Irak, Türkiye ilişkilerine bakın: ABD’den daha fazla destekten öteye; “bizim için PKK’yi imha et, biz de her istediğini yapmaya hazırız” diyorlar. Bunlar televizyonlar ve basın aracılığıyla açıktan yapılıyor. Nerde o hızlı Anti-Amerikancılar. Anlı şanlı Anti-Emperyalistlerimizden tek bir ses yok. Kürtlerin, ABD’nin işine gelir herhangi bir talebi mi var? Buna rağmen bizim solcular Kürt Devrimci Hareketini ABD’nin desteklediği konusunda devletleriyle aynı çizgiye geldiler.

Bugünün Türkiye’sinde Kürde Amerikancı demek çok kolay. Ne kapitalistler ne tekeller, ne devlet, ne ‘cumhuriyetin’ bekçisi TSK, ne başka bir gerici kesim, ne de sokaklara Kürt avlamaya çıkan şöven kalabalıklar size bir şey demez. Tersine alkışlanırsınız. Yıllardır Türk devleti PKK Amerika’nın, dış güçlerin uşağıdır propagandasını yürüttü ve geniş emekçi kesimlere bunu benimsetti. Devlet, güçlü olduğu dönemde devrimci ve komünist güçlere karşı da aynı şeyi kullanmıştı. Bugün Kürtlere karşı aynı koroya katılanlar bir dönüp arklarına bakmak zorundalar. Bugün aynı anti–komünist koroya katılanlar “bizde geçmişte dış güçlerin oyuncağıydık sonradan metanet getirdik” demiyorsa ne demiş oluyorlar. “Komünistlere dış güçlerin oyuncağı demek yanlıştı, Kürtlere müstahaktır mı, haklısınız mı” deniliyor. Yoksa Kürt taleplerinin tartışıldığı her adımda, Kürt dediğiniz her yerde neden ABD’yi anıyorsunuz. Kürdü işaret ederek asıl Amerikancıları gizlediğinizin farkında değil misiniz?

Amerikancılık Nasıl Gizlenir?

Ama asıl soru şu? Gerçekten Amerika PKK’yi destekledi mi, şimdi destekliyor mu, ilerde destekler mi? Her olayda şapkadan tavşan çıkarır gibi ABD’cilik buluyorsunuz. Sizler illüzyonist misiniz beyler. ABD’cilik gibi ABD desteği de somuttur. Destek olmak nasıl olur açıktır. ABD ‘kazanımlarını’ savunduğunuz bu ‘cumhuriyetinizi’ 50-60 yıldır destekledi, destekliyor. Özel olarak Kürtlere ve PKK’ye karşı da destekliyor. Politik destek veriyor, silah veriyor, teknolojik destek veriyor, anlık istihbarat desteği veriyor… PKK lideri Öcalan’ı yakalayıp verdi. Daha öteye başından beri PKK’yi ‘dünyadaki en tehlikeli son Stalinist örgüt’ olarak görüyor. Bush 2007’de Erdoğan’la birlikte Beyaz Saraydaki açıklamasında PKK’yi ‘iki halkında düşmanı’ olarak niteledi. Son Obama Erdoğan görüşmesinde üç devletin (ABD, Irak, Türkiye) düşmanı ve ortak mücadele edileceği tekrar ilan edildi. PKK ABD’nin terör örgütleri listesinden hiç çıkmadı.

Destek nasıl olur anlaşılmadıysa bir örnek daha verelim. ABD “anlık istihbarat desteği” vermeye başladığı günlerde zamanın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Kuzey Irak’taki PKK mevzileri için “BBG evi gibi 24 saat gözetliyoruz” demişti. PKK’nin Kuzey Irak ve Türkiye’deki tüm kampları, mevzileri üzerinde Heron uçakları dolanıyor. Bu kamplarda siyasi ve askeri tüm yönetici kadro ve liderliği üstleniyor. Heronlar 24 saat bu kamplar üzerinde her türlü hareketi izliyor ve anında havadaki veya havalanmak üzere hazır bekleyen uçaklara bildiriliyor, uçaklar çok kısa bir sürede bildirilen hedefleri vuruyor.

Destek de, köstek de böyle olur. Destek gizlenemez, gizlenmez. Peki, sizin destek kanıtınız nedir? Bakın TC devletinin yıllardır yaptığı dış güçlerin uşağı demagojisinde tek somut iddiaları; bir TSK generalinin ağzından Çekiç Güç helikopterlerinin bir tarihlerde PKK kamplarına erzak attığı iddialarıdır.

Geçtiğimiz günlerde bir olayla ilgili olarak daha önce hava boşluğuna karışan bir telsiz görüşmesinin bulunarak deşifre edildiği basında yer aldı. Bunun teknik olarak mümkün olup olmadığı konusunda bir fikrim yok. Ama Türk devletinin bu alandaki gelişkinliğinin göstergesidir. 30 yıldır aynı iddiaları sürdüren TC, PKK’ye ABD yardımlarını hallaç pamuğu gibi ortalığa saçması, somut kanıtlarıyla teşhir etmesi gerekirdi.

Yukarda TC’nin tek somut iddiasını söyledik. Siz TKP olarak ABD desteği derken bu kanıtı mı ileri sürüyorsunuz, yoksa sizin başka kanıtlarınız var mı? Başka kanıtlarınız varsa mutlaka açıklamak ve teşhir etmek ‘yurtsever’ ve ‘Anti-Emperyalistler’ olarak görevinizdir. Ama bir şeyi daha açıklamalısınız. TC Devletinde olmayan kanıtlar size nereden ulaştı? Bu soruları en azından size inanan üyelerinize açıklamak zorundasınız.

Komünistlik Adına Saf Irkçılık

Buraya kadar olanlar ağır yanlışlar olsa da her şeye rağmen tartışılabilir. Ama TKP yayını Sol’da Yurdakul Er imzalı yazı her türlü tartışmanın ötesindedir. Daha sonra bir dönem TKP Genel Sekreterliği yapan Kemal Okuyan Emek Defteri Editörü Ali Barış Kurt'a verdiği röportajda Hatip Dicle’ye ilişkin söylenenlere katılmadığını söylüyor. Ama yazının genelini savunuyor. “Ancak söz konusu yazı bu benzetmeye yaslanarak görmezden gelinemeyecek önemli gerçeklere işaret ediyor.” Bu “önemli” gerçekleri birazdan göreceğiz. Bu yazı kaba, açık ırkçı motifler taşıyor. Bu ve benzeri ırkçı saldırılarla tartışılmaz, teşhir edilir. TKP de adını değiştirip başka bir şeye dönüşmeyecekse kendi yayınındaki bu yazı konusunda mutlaka bir açıklama yapmak zorundadır.

Yazarın üslupsuzluğu edepsizlik ötesidir, daha doğrusu politiktir. Daha başlarken beynindekileri adeta kusuyor. Bir soruyla başlıyor. “Dünyanın neresindeyseniz, eli yüzü düzgün, yani insanlığını tümüyle yitirmemiş herhangi bir Arap’a sorun Kürtler için neler düşündüğünü... Talabani ve Barzani’yi başa alarak tabii. Bakalım ne diyecek? Ne denildiğini biz iyi biliyoruz. Bugün, yani Irak’tan sonra, dünyadaki her namuslu ve sıradan Arap için Kürt, “hain” ve “arkadan hançerleyen kalleş” anlamına geliyor.” Irkçılığa bakın, birde komünist geçiniyor. Bütün Araplar Kürtlerden nefret etmeliymiş! Üstelik “eli yüzü düzgün, yani insanlığını tümüyle yitirmemiş herhangi bir Arap”.

Burada ne söyleniyor inanılmaz. Kürt için ‘hain’ ve ‘arkadan hançerleyen kalleş’ demiyorsa o sıradan Arap hem Arap değildir, hem “eli yüzü düzgün” değildir, (Çirkin mi, hırpani mi diyor tam anlaşılmıyor. Ama yazarın Araplardan da hiç hoşlanmadığı açık.) hem de insanlığını yitirmiştir. Arap, Arap olarak kalacaksa mutlaka Kürt ‘hain’ ve ‘kalleş’ olacak. Önce ‘sorun’ diyor, sonra Araplar adına cevap veriyor. “Ne denildiğini biz iyi biliyoruz.” “Hain”, “Kalleş”. Nereden biliyorsun? Sordun mu, anket mi yaptın? Ne dediğinin farkında değilsin. Bütün Araplara ırkçı diyorsun.

Burada hiçbir Arap’ın kabahati yok. Bu sadece Türkiye’de adı TKP olan bir partinin iddiasıdır. Herkes kendi niyetini söyler. Yoksa biz bu doğrultuda irade beyan eden tek bir Arap tanımıyoruz. Yazarında tanıdığını sanmıyoruz. Üstelik yazar tek bir kişiden değil tüm Araplardan söz ediyor. Araplar dendiğinde 300 milyondan fazla bir nüfus, sayısı 20’yi bulan devlet, Şii, Sünni, Baas Milliyetçisi, devrimci, komünist, İslamcı vb. örgüt ve partileri olan bir topluluk söz konusu. Bahsedilen bu Arap dünyası ise; bu Arapların hiçbir örgütü Kürtler hakkında böyle bir açıklama yapmadılar. ABD ve Irak üzerine Filistin örgütleri dâhil, diğer devrimci Arap örgütleri, ayrıca Irak’ta ABD işgaline direnen İslamcı, Milliyetçi, Devrimci hiçbir örgütün e benzeri tavrı söz konusu değil. Varsa iddia sahiplerinin bunu ortaya koymaları gerekirdi. Değilse bu ırkçı iddialar, tekrar ediyoruz, TKP’nin üzerindedir.

Arap silahlarıyla Kürtleri vurmak.

Kürt ‘hain’ ve ‘arkadan vuran kalleştir’. Ne zaman söylüyor bunu? Türkiye’ de devlet çocuk- yaşlı, kadın-erkek ayırmadan Kürt avındayken; İran son aylarda bizim bildiğimiz 4 Kürt devrimciyi idam ederken; Türkiye, İran yıllardır yüz binlik ordularla ortak operasyonlar yapıyorlarken; Suriye’de benzer uygulamalar giderek sertleşiyorken; Irak istisna, yani Kürtler bütün bölgede kan revan içindeyken.

Yaşanılanlar herkes tarafından apaçık ortadayken bu laflar söylenemez. Komünistliği bir tarafa bırakalım, ama vicdanen de gene yazarın deyimiyle ‘aklı başında hiçbir kimse’ vicdansız olmayı göze almadan bunları sayıklayamaz. Bölgeden Türkiye’ye gelirsek tamda TC Devletiyle (Kendi deyimleriyle AS-Parti ve AK Partisi birlikte) Kürtlerin 30 yılın en yoğun hesaplaşmasının yaşandığı günlerde bu lafları etmek; Türkiye’de savaşan Kürtlere ikiyüzlü ve korkakça hain demektedir. Aynı üslubu kullanmak zorunda kaldık. Ama tavır tam ikiyüzlüdür. Hem korkak, hem sinsicedir. Açıkça Devlet ve Türk gericiliğinin ağzıyla PKK haindir diyemiyor. Bunu Araplara söyletiyor.

Komünisti bir tarafa bırakalım. Bir kişi, aydın diyelim, bütün ulusal kurtuluş savaşlarını destekler, 1923’ü de Türk Ulusal Savaşı olarak destekler; Kürt uluslaşmasını niye desteklemez? Daha öteye bölücülük ve ihanet olarak görür. Marksizmin bir kabahati yok. Bunun 40 türlü Marksist izahatını da yapar. Ama bir kez daha soralım? Niye? Cezayir evet, Çin evet, Küba evet, Vietnam evet benzeri hepsine ve Türk’e evet; Kürd’e hayır. Kürtler kuyrukludur demiyorsanız, ne diyorsunuz? “Normal aklı başında her insan”a bu soruları sorun, bakalım size nasıl cevap veriyorlar.

Emperyalizm karşıtlığı gibi emperyalistlere uşaklık da uluslararası bir olaydır. Enternasyonalizmle ve enternasyonalist ilişkilerinizle çok övünüyorsunuz. Bu çok olumludur. Dünyada Kürt ulusal mücadelesine sizin gibi yaklaşan, ilişkide olduğunuz devrimci, komünist, anti-emperyalist her hangi bir örgüt var mı? PKK bildiğimiz Avrupa solu tarafından Stalinist vb. çeşitli açılardan eleştiriliyor, bilmediğimiz başka eleştiriciler de olabilir. Ama Kürt mücadelesine ve PKK’ye “ABD’nin işine yarıyor”, “ona hizmet ediyor” diyen Ortadoğu, Latin Amerika, Afrika, Avrupa, Asya veya başka herhangi bir örgüt bilmiyoruz. Bunlar anti-emperyalist değil mi, siyaset bilmiyor veya sizin gördüklerinizi göremiyor mu?

Peki, başka bir boyutuyla olaya bakalım. Her hangi bir Arap, (aklı başında) bu Türk komünisti gibi, şoven değilse niçin Kürt düşmanı olacak, Kürtleri ‘hain ve kalleş’ görecek? Kürtler yıllardır Arapların üzerine ordular mı gönderiyor? Arapların topraklarına mı saldırıyor? Arap şehirlerini bombardımana mı tabi tutuyor? Zehirli gazla kaç bin Arap boğdular? Hangi gerekçeyle Araplar Kürtleri suçlayacak.

ABD Emperyalizmi eski işbirlikçisi Saddam’ı devirmek için Irak’a önce saldırdı ve sonra Irak’ı işgal etti. Saddam’la, ABD’nin işbirliğinde olduğu gibi, savaşmasında da Kürt halkının hiçbir dahli yok, benzer iddiada bulunan kimse de yok. Daha sonra Irak nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şii’ler gibi Baas iktidarıyla savaşta olan Kürtler de değişen politik koşulları kendilerince değerlendirmeye kalktılar. Bu süreçte Güney Kürt liderliklerinin ABD ile işbirliği yapmalarını herkes eleştirebilir. Siz, Talabani ve Barzani nin ABD işbirlikçiliği üzerinden bütün Kürtleri vuruyorsunuz. ABD’nin Irak’taki asıl dayandığı güç Kürtler değil, Şii’ler. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin olağanüstü gayretiyle önemli bir Sünni Arap kesimi de ABD ile işbirliğine ikna edildi. ABD ile işbirliğinde olan diğer güçler için ne diyorsunuz? Şiilerin büyük kesimi, oldukça geniş Sünni Araplar, bu kesimlerde mi ‘aklı başında Araplar’ için “hain” “kalleş” ? Yoksa Irak da, Araplar da bahane siz buradan başka mesajlar mı vermek istiyorsunuz?

Sağcı hamasetten komünizm çıkmaz.

Bir şey söylüyor gibi yapıp bunu Araplara söyletmeye kalkıyorsunuz. Kürtlerin her türlü ortak ulusal taleplerinin ihanet olacağını, Türkiye’nin Yugoslavya gibi bölüneceğini söylüyorsunuz. Sormazlar mı adama, ‘günaydın, sende nereden çıktın’ diye. Türk gericiliğinin bütün eğilimleri elli yıldır aynı ağızla saldırarak komünist ve devrimcilere kan kusturdular. Size dönüp, “biz bu uğurda bölücülüğe ve komünizme karşı yıllardır savaşıyoruz, siz yeni hidayete eriyorsunuz, aramıza hoş geldiniz ama önce adınızı değişirin” deseler haksız mı sayılırlar? Yok, Türkiye’den Kosova, Bosna çıkarmış; yok, Türkiye kan gölüne dönermiş.

Tamam, böylesi gelişmelerden halisane endişe duyduğunuza inanalım ama bunda da samimi değilsiniz. Türkiye kan gölüne döndürülüyorsa niye bunun tek suçlusu Kürtler oluyor. ‘Kazanımlarını’ savunduğunuz Türkiye Cumhuriyetinin hiç mi kabahati yok? Bu hamasetler size mi kaldı? Doğu Perinçek 1975’ten 1990’lara kadar “Rus Emperyalistleri Türkiye yi işgal edip bölecek” diyerek çırpındı durdu. Somut ortada, bölünme filan yok. Bu politika doğrultusunda yapmadığı provokasyon kalmadı. Açtığı kulvarda yüzlerce devrimci birbirlerini öldürdü. Bugün bütün bunları unutmuş olabilir. 90’ların ortasından itibaren Kürtlerin ABD’ciliği ve bölücülüğü teranesini aynı şirretlikte devam ettiriyor. Bugün özeleştiri isteyip sizleri partisine katılmaya çağırsa yerden göğe kadar haklı olur. Böyle giderseniz aynı hak MHP içinde geçerli olur.

Siyasette ideoloji ve ilkeler önemsizdir denilemez. Ama bunun kadar, açıklıkta önemlidir. Başka türlü ‘dilin kemiği yoktur’. Politik olarak soruna şöyle açıklık kazandırabiliriz. PKK “kazanımlarını savunuyoruz” dediğiniz cumhuriyet devletiyle savaşıyor. Siz verili durumda bütün faaliyetlerinizin önüne PKK’yi eleştirmeyi koyarak, sosyalist devrimi savunan Marksistler olmaktan öte ‘kazanımlarını’ aşarak devlet savunucusu durumuna düşmüyor musunuz? Buna açık itirazı PKK ve Kürtlerden daha çok devletle sözden öteye mücadele ettiğinizi kanıtlayarak yapabilirsiniz. Başkası inandırıcı olmaz.

TKP olarak PKK’yi sert eleştiriyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti de 25 yıldır PKK ile savaşıyor, devlet bu zaman zarfında Kürt inkârcılığından işbirlikçi Kürtlük inşasına kadar vardı. Terbiye edilmiş komünistlik, terbiyeli İslam gibi terbiye edilmiş bir Kürtlük oluşturmaya çabalıyor. Hem de var gücüyle. ABD desteğinde AKP, TSK, TÜSİAD, Fetullah bütün Kürt coğrafyasında para akıtarak, devlet olanaklarıyla PKK öncülüğündeki Kürt Hareketini ezmek için alttan, üstten, cepheden, yandan her yöntemle her yönden saldırıyor. Din, iman, para, ideoloji, asker, silah, teknoloji her şey bu amacın hizmetinde. TKP, ABD’yi bölgede baş düşman olarak değerlendiriyor. Türkiye Cumhuriyeti, Suriye, İran, Irak, Talabani, Barzani ABD ile birlikte PKK’yi ezmek, silmek, imha etmek olmadı teslim almak için savaşıyor. Açık Olun Siz Neredesiniz?

Amerika ile savaşan TKP, Amerikancı PKK

Anti-batı, anti-Amerikan olmak bir iştir ama bunlar komünistlerle ilgili değildir, anti-emperyalizm ise zor bir mücadeledir. Palavrayla yürümez. Bugün yürüttüğünüz anti-Amerikan propagandayı ve bu konuda her yöne savurduğunuz eleştirileri okuyan yabancı biri haklı olarak sizlerin emperyalizme, ABD’ye karşı kan revan içinde bir savaş yürüttüğünüzü sanır. Kürt Hareketinin ABD’ciliğini ispat etmek için çırpınanlar sanırsınız ki yıllardır ABD ile kan revan içinde savaş yürütüyorlar. Kendileri, ABD ile ve içerdeki işbirlikçileriyle savaşıyor; PKK de ABD ve işbirlikçilerle işbirliği içinde. Heronlar 24 saat TKP mevzileri üzerinde dolanıyor, ABD acil istihbaratıyla tepelerine yağan bombalar, her gün birçok TKP savaşçısının canını alıyor; PKK ise ABD ile işbirliği veya politik uyum içinde!

Bunları yazmak istemezdik, ama söylenenler karşısında zorunlu oluyor. Tarihinizde nerde ne zaman bir emperyalist hedefe zarar verdiniz? Bırakın eylemi, bir emperyalistin üzerine toz mu attınız? Bu iş birbirine bağlıdır. Emperyalizmle savaşan bir örgüt zaten önüne gelene Amerikancı demez, bunun gerçek Amerikancıları gizleyeceğini bilir. Emperyalizmle savaşanlar Türkiye gibi ülkelerde emperyalizmle savaşın işbirlikçilere karşı savaş olduğunu bilir. Genç devrimci Mahir Çayan 40 yıl önce ‘emperyalizm iç olgudur’ diyerek bunu tespit etmiştir. Bu tespitinin bedelini canıyla ödemiştir. Üstelikte bugün komünistlik adına paye biçtiğiniz ‘cumhuriyetin’ silahlı kuvvetleri eliyle katledilmiştir. Dünyanın her yerinde emperyalizme karşı mücadeleler hep bu doğrultuda yürümüştür. Vietnam’da, Laos’da, Kamboçya’da emperyalizme karşı savaş kendi topraklarında, kendi devletlerine ve işbirlikçilere karşı savaş olarak başlar.

Zurnanın zırt dediği yer de burası.Bu gün emperyalizme ve emperyalist saldırılara direnmenin tek yolu içerdeki düşmanlara karşı kararlı bir top yekun savaşı göze almaktan geçmektedir. Sabah akşam ABD’ye laf söyleyerek; daha çokta ABD’cilik üzerinden bu devletle savaşan Kürtler eleştirilerek emperyalizmle mücadele olmaz. Birkaç istisna hariç emperyalizm bölge devletlerinin hepsi ile iç içedir. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün vb. ile eskiden TC’nin emperyalizmin bölgede ileri karakolu olduğunda bütün devrimciler hemfikirdi. Şimdi bu konuda mutabık olunmadığını anlıyoruz.

Emperyalizme karşı savaşmakta ciddi olanlar, Ortadoğu’da dinamik bir devrim gücü olan Kürt Mücadelesine ilgisiz kalamaz. Çok açıktır ki PKK, Türkiye’de aradığınız tüm yurtseverlerden, bölgede bulabileceğiniz tüm ulusallardan daha devrimci ve anti-emperyalist bir güçtür.

Devlet kendi komünistini iyi tanır

Emperyalizm ve ‘gericilik’ AKP’den mi ibarettir? Bugün Demirel bilinse bile Türkiye’de 1960-80 arasının anlı şanlı AP’sini(Adalet Partisi) kaç kişi hatırlıyor. Özal ve ANAP çoktan tarih oldu. Sistem için, AKP bunlardan daha mı önemlidir? Hem önemli olsa ne yazar? Bugünün dünyasında Türkiye’de bir partiyi iki dönemden fazla iktidarda tutmak kolay değildir. Bir dönem sonra AKP’nin suyu ısınacak. Ne olacak? AKP olmayınca emperyalizm işbirlikçiliği bitecek, gericilik toz mu olacak? Halk düşmanı egemenlik aygıtları zayıflayacak mı? Üzerinde titrediğiniz “Cumhuriyetin kazanımlarını” görece daha fazla gözeten bir parti iktidara gelse ne değişecek?

AKP’nin emperyalist gericiliğin asıl odağı olduğunu kabul etsek bile sorun bitmiyor. AKP Kürdistan’da tek düzen partisidir ve buradan devşirdiği güçten dolayı rakiplerine karşı daha avantajlıdır. Nitekim kapatma davasından kellesini kurtarmasını buna borçludur. ‘Cumhuriyetin’, Kürt tarafında AKP dışında nesi var? AKP de olmazsa doğacak boşluğu kim, MHP’mi, CHP’mi, yoksa TKP’mi dolduracak? Devlet çok önemli bir faktör olarak bunu göz önüne alarak AKP’yi kapatmaktan vazgeçti. Devlet laik, dini bütün klikleriyle ABD ve AB desteğiyle, Talabani ve Barzani ile birlikte AKP’nin arkasında toplandı. Sahi yerel seçimlerde emperyalizmin timsali olarak dilinize doladığınız Talabani ve Barzani kimi destekledi? PKK’nin başka yönleri görmezden geliniyorsa; ‘emperyalizmin ve gericiliğin’ asıl odağı AKP’ye karşı mücadelesinin bile dolaylı olarak emperyalizme karşı mücadele olarak desteklenmesi gerekmez mi?

Hangi açıdan yaklaşırsak yaklaşalım Kürt Mücadelesinde desteklenecek hiçbir yan bulamıyorsak; bu konudaki siyasetin başka bilinmedik derin anlamları olması gerekir. Ya da TKP adındaki komünist sözcüğünde ısrar ediyorsa; Kürtler ve ‘Cumhuriyet’ başlıklarındaki politikalarını yeniden ciddi olarak gözden geçirmelidir.

Çeşitli çevrelerden TKP’ye yönelik İP’ye benzemek, milliyetçilik, hatta MHP’ye yaklaşmak yönünde eleştiriler geliyor. Parti yetkilileri bundan oldukça muzdarip görünüyor. TKP’nin şuna dikkatini çekiyoruz. Üç beş yıl önce bu eleştiriler yoktu. Tesadüf bu ya, TKP de aynı zaman dilimi içinde Türkiye’yi zorlayan tüm politik sorunlarda bahsedilen çevrelerle yan yana düşüyor.

Siyasal daha önemlisi sınıfsal mücadelede dönem dönem öne çıkan can alıcı sorunlar olur. Bunlar dönemlerinin bütün çelikçilerini kendisinde toplayan başlıklardır. Bugünkü, Kürt sorunu, laiklik-şeriat kutuplaşması gibi. Adında Komünist, devrimci vb. adlar bulunan partiler kolay kolay ben devletten yanayım, generalleri destekliyorum diyemez. Devlete, generallere; NATO’cu, özeleştirmeci, kamucu değil, ABD’ci vb. sert eleştiriler yöneltirler. Generaller bundan hiç gocunmazlar. ABD ile müttefik olmaktan NATO mensupluğundan onur duyarlar. Devleti ve generalleri en sert biçimde eleştirirken hassas meselelerde, duyarlı oldukları politikalarda, yanlarında durarak aynı hedeflere ok yağdırırsın. Her ağzını açışta irtica dersin, Kürt dediğin yerde Amerika dersin. Devlette, generallerde Böylesi komünistleri gözünden anlarlar.

Açılım, 25 Yıllık Savaşın En Büyük Kuşatma ve İmha Hareketidir

Kemal Okuyan yukarda bahsedilen röportajda “KCK’ nin yayımladığı 4 maddelik deklarasyonu okumuş olmalısınız. Destek veriyor musunuz?” sorusuna tek kelimeyle cevap veriyor. “Hayır”. Röportajın devamında Kürt çocuklarının tutuklanıp ağır cezalar alması karşısında TKP’nin sessiz kalması için şunları ilave ediyor. “Burada bizi kısıtlayan şey, ana akım Kürt siyasetinin açılım ve eylemlerinin bugünkü emperyalist proje ve AKP açılımlarından ayrıştırılmasının mümkün olmamasıdır. Bakın bir gün ‘hükümetin açılımına destek vermeli’ diyecek, ertesi gün aynı hükümetin emrindeki kolluk güçleri tarafından tutuklanacaksınız. Bir gün hükümetin çabaları sevindirici, ertesi gün inkârcı ve tasfiyeci... Bir gün umut, bir gün öfke... Biz bir siyasi partiyiz, sürekli anlık reflekslerle hareket edemeyiz”. Burada söylenenler son derece önemli ve üzerinde durulmayı hak ediyor.

TKP’yi Kürt çocuklarının tutuklanıp ağır cezalara çarptırılması karşısında sessiz kalmaya iten; “Kürt siyasetinin, açılım üzerinden bugünkü emperyalist proje ve AKP politikalarıyla denk düşmesi” imiş. Bunun kanıtı olarak da; “Bir gün hükümetin çabaları sevindirici, ertesi gün inkârcı ve tasfiyeci...” görülüyormuş.

Kürt mücadelesi ABD, AB, Irak, Suriye, Talabani, Barzani, Türkiye ittifakıyla kuşatılmıştır. Kuşatmanın içerdeki ayakları daha geniştir. Devlet, hükümet, TSK, laikler, islamcılar, burjuva Kürtler, Fetullahçılar, AKP, tarikatlar, liberaller, ulusal sollar; hepsi aynı cephede Kürt hareketinin altını boşaltmak için ortaklaşa faaliyet yürütüyorlar. Devlet, Fetullahçı sermaye para saçıyor. Din, iman her şey bu kuşatmanın emrinde.

Devlet daha geniş bir kuşatma için bazı alanları rakibine açıyor. Bu en büyük kuşatma aynı zamanda Kürt Hareketine geniş alanlar ve olanaklar sunuyor. Açılım direk Kürt halkını, halkın can alıcı taleplerini vaat ediyor. Bunların çoğu PKK’ninde ısrarla savunduğu ve istediği talepler oluyor. Kürtlere, tüm hakların tanınacağı, savaşın duracağı, çocuklarının dağdan ineceği vb. sözler veriliyor.

PKK bir kısmı kendi talepleri olan bu vaatler karşısında kaçınılmaz olarak bunları desteklediğini ek olarak diğer taleplerini ekleyerek tavır alıyor. Halka her türlü vaat açıktan verilirken, arkadan tasfiye ve imha için kapsamlı hazırlıkları sürdürüyor. Kürt taleplerini destekleyen PKK bu hazırlıklar karşısında imha ve tasfiye yönündeki hazırlıkları halka teşhir ediyor. Açılımcı devlet daha çok şey vermeye hazırız derken; PKK’nin bunlara engel olduğunu söylüyor. PKK de devletin ve AKP’nin ikili oynadığını söylüyor. Kemal Okuyan ise “Bir gün hükümetin çabaları sevindirici, ertesi gün inkârcı ve tasfiyeci... Bir gün umut, bir gün öfke...” diyerek kendince bunlarla PKK’nin tutarsızlığını sergiliyor.

Kemal Okuyan Başka Şey Görüyor, Başka Şey Yazıyor

Dönemin ikili karekteri belirleyicidir. AKP geniş Kürt kitleleriyle ilişkisi olan tek düzen partisidir. Devlet adına büyük vaatlerde bulunuyor. Ergenekon operasyonundan faydalanıyor. Kürtlere eza yapanları hapse tıktığını ileri sürüyor. Kürt kitlelerindeki savaş yorgunluğundan faydalanıyor. Demokrasi vaat ediyor, savaşı bitireceğim diyor. Bunlar milyonlarca Kürdün yürekten istediği ve beklediği şeyler. Bunları söylerken PKK'yi imha ve tasfiye hazırlıklarını en yüksek düzeyde sürdürüyor.

Kemal Okuyan TKP’nin bir dönem Genel Sekreterliğini de yapmış üretken ve yetkili bir yazarı. Sık yazdığı gibi hemen her konuda da yazıyor. Teorik sorunlar üzerine olduğu kadar politik sorunlarda da çok çeşitli konularda yazıyor. Ulusal ve uluslar arası siyasal olayları ve araka planlarını, karşıt güçlerin stratejik ve taktik adımlarını vb. oldukça iyi tahlil edebiliyor. Okuyucularının da bildiği bu yeteneklere sahip yazar “kör gözüm parmağına” misali açılımdaki gelişme ve adımları görmüyor mu? İnsanın keşke görmüyor diyesi geliyor ama değil ne olup bittiğini gayet iyi görüyor ama gördüklerini değil bunları yazıyor. Asıl soru, irdelenmesi gereken soru bu. Kemal Okuyan başka bir şey görüyor, başka bir şey yazıyor. Niye?

Kemal Okuyan başka bir şeyi ise hiç görmüyor: PKK’nin bir gün öyle bir gün böyle yalpaladığını yazıyor. Bu doğru değil. PKK açılım ortaya atıldığı andan itibaren kitlelerin önünde dönemin ikili karakterini belirledi. Ama en başından bunun asıl olarak bir imhayı hedeflediğini açık olarak ilan etti. Sadece bir örneği buraya aktaracağız. Böylesi değişik onlarca örnek var. Cemil Bayık, “İçinden geçtiğimiz süreç oldukça hassas, kritik bir süreçtir. Siyasi mücadele oldukça kızışmıştır. Bir noktada sonuç verecektir. Bu süreçte siyasi mücadelede hata yapan kaybeder ve bunu telafi etme imkânını zor bulur. Hareketimiz, Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünde ısrar ediyor. Ama TC'nin de imhada ısrar ettiği artık netleşmiştir. Süreç giderek hızla bir savaşa doğru gelişmektedir. Bütün PKK militanlarının ve Kürt halkının bu gerçeği anlaması gerekiyor. Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü için çabalarını daha da derinleştirmesi, ama sonucu belirleyecek olan ve bu temelde gelişen büyük bir savaşa da hazır olması gerekiyor. Bu savaşın geçmiş yıllardaki gibi çok uzun yıllar almayacağı, belki de son savaş olacağı olasılığı çok güçlüdür' şeklinde konuştu. Bayık, son ve tarihi savaşın ciddi sonuçlar doğuracağını da belirterek, 'Eğer Zap gibi sonuç alamaz ve darbe yerse, o zaman zorunlu olarak çözümü kabul edecektir. Hem de Önder Apo ve PKK ile bunu düşünecektir. Tüm PKK militanları ve Kürt halkının böylesi bir savaşa hazır olması gerekiyor” dedi.

Burada oyun oynanmıyor, Türkiye’nin bütün sorunlarını kilitleyen 50 bin kişinin ölümüne yol açan bir savaş ve onun çok önemli bir safhası kamuoyu önünde tartışılıyor. TKP ve Kemal Okuyan nasıl şeyler söylüyor: PKK “bir öyle bir böyle” güvenilmez diyor ve ekliyor “Biz bir siyasi partiyiz, sürekli anlık reflekslerle hareket edemeyiz” Bu hayat memat kavşağında söylenenlere bakın PKK güvenilmez, biz ciddiyiz. Bu işte gözbağı yapılamaz. Konu PKK nasıl tutarsız, TKP nasıl ilkeli üzerinden tartışılmıyor. Devlet ve Kürt savaşının en kızgın anında bunlar söyleniyor. PKK ‘ye güvenmeyin deniliyor. Bir parti elbette ki bunu da söyleyebilir. Ama iki koşul var. Bir, kırpma yapamaz, hiçbir yerde hiçbir Kürt yetkili bir gün öyle, bir gün böyle demedi. Cemil Bayık, Duran Kalkan, Murat Karayılan başından beri Kemal Okuyan’ın yazdıklarının tersini söylediler. Kemal Okuyan bunlardan habersiz olamaz ama bunları yok sayarak çarpıtma yapar. Buna niye ihtiyaç duyar? İki, Kendisi savaşın bir tarafıdır, Kürt hakları için savaşıyordur ve kitlelere PKK’nin değil TKP’nin etrafında toplanın demek istiyordur. Bu koşullar yoksa Kürtlere güvenmeyin, onlar tutarsızdır, bir gün öyle, bir gün böyle davranıyorlar demekle ne amaçlanıyor? Kemal Okuyan bunları niye yazıyor? Bunun ne olduğunun cevabını okuyucularına ve partili yoldaşlarına bırakıyorum.

Röportajın devamında oldukça ilginç cevaplar var. Kürt çocukların hapse atılmasına tavır almama sorusuna yukarda cevabını aktardık. Sonrasında şunları söylüyor. “Sözünü ettiğiniz türden gelişmelere dönük tavır almadığımız da doğru değil ancak bu başlıklarda bir süredir öne çıkmadığımız bir gerçek….Kürt insanının çilesine duyarlılığımızı ise sorgulatmayız. Ama “dayanışma” açık artırmacılığında yokuz.” Kemal Okuyan “Bir süredir öne çıkmıyoruz ama kimse bizi sorgulayamaz.” diyor. Haklı mı? Kürtler İran’da idam ediliyor, Suriye’de kurşuna diziliyor, Türkiye’de çocuk, genç, yaşlı kurşunlanıyor, ayrımcı yasalarla zindanlara dolduruluyor. Türkiye’de adı komünist olan bir partinin yetkilisi bu zor zamanlarda Kürtlere hiçbir konuda destek yok diyor ve sonra da ilave ediyor, “bu tavrımızı ‘sorgulatmayız’.”

Kürtlere destek vermiyorsunuz. Olabilir, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Ama bu savaş kızışarak sürüyor. Destek vermediğinize göre Kürtler kazansın istemiyorsunuz. Devlet kazansın demiyorsanız, Kürtler kazanmasın derken kim kazansın diyorsunuz? Şurası kesin. Kürtler kaybeder ve Kürt hareketi ezilirse Türk işçi ve emekçilerinin de can düşmanı olan en gerici kesimler biraz daha güçlenecek. Türk işçi ve emekçilerinin boynundaki boyunduruk biraz daha kalınlaşacak.

Devrim ve Zor İlişkisi

TKP kendini reformcu bir parti olarak değil; devrim partisi olarak tanıtıyor, bunu çok önemsiyor ve Marksizm-Leninizm demekte ısrar ediyor. Marks-Engels olsun, Lenin olsun; devlet, devrim ve zor üzerine birçok şey söylüyor. Onların söylemesinden öte devrimler tarihi bütün deneylerle göstermiştir ki, devrim ve iktidar mücadelesi, bir al gülüm ver gülüm oyunu değildir.

Türkiye’de devrim denilen olay emperyalizmle birlikte bütün iktidar organlarının zor yoluyla alaşağı edilmesi, parçalanıp dağıtılması vb. işleri şart koşuyor. Türk egemenlik sisteminin PKK önderliğindeki Kürt mücadelesine kini ve lanetlemesi yalnızca Kürt olduğu için değil asıl olarak mevcut sömürücü sistemi tehdit ettiği, onun yasalarını çiğnediği, onun zor aygıtlarına silah çektiği içindir. Türkiye tarafından yükselecek en küçük bir tehdide de aynı biçimde karşılık verecektir. Nitekim isteyen arşivlerde 12 Mart öncesi Denizler ve Mahirler için yazılan ve söylenenlere bakabilir. Bu gün Kürt hareketi için yapılan hemen benzer saldırganlığın ve kinin bütün basını kapladığını görecektir.

Solda bazı parti ve örgütlerin Kürt mücadelesinden uzak durmasının temel sebebi düzenle aynı kaygılardır. Kürt hareketinde, onun yıkıcı yanında, sistem kadar, bu bazıları da sistemde kendi bulundukları konumun tehdit edildiğini hissediyor. Bunun doğal sınıfsal bir içgüdü olduğu açıktır. Kürt hareketine etnikçi vb. diyenler elbette bunu sınıf güdüsüyle, sistem içindeki yerlerini koruma kaygısıyla yapıyor. Bunu açıkça itiraf etmek yerine, Marksizm diyorlar. Gariptir sınıf diyorlar ama sınıf adına sistemle aynı kaygıları soldan dillendiriyorlar.

TKP, bildiğim kadarıyla devlet, iktidar, devrim ve zor üzerine bilinen teorik tespitleri savunmaya devam ediyor. Yukarıda değindik, siyasette ilkelerin programlara yazılmasıyla gerçek hayat her zaman üst üste düşmüyor. Siyasal mücadeleyi iktidar sorunu olarak alan parti ve örgütler bu sistemle 30 yıldır dişe diş boğuşan Kürt hareketini görmezden gelerek devrim iddiasında tutarlı olamazlar. Devrim ve iktidar sorununda az çok fikri olan herkes bu tutarsızlığı görür.

Marksizm ne hallere düşürülüyor, nelere alet ediliyor. Solcu veya başka türlü, hokus pokusla üstü örtülemeyecek bu toprakları yakan kavuran 25 yıllık bir savaşın son raunduna giriliyor. Halkların kurtuluş ve sınıfların devrim için mücadeleler tarihinde çok rastlanan son derece önemli bir dönem yaşanıyor. Uzayan savaş 1990’ların ortasında bir dengeye oturdu. Devlet ezici gücüyle yüklenerek Kürt mücadelesini bir anlamda belirli alanlara zorlayarak sınırladı. Ancak Kürt devrimi de kıran kırana direniyor ve hiç diz çökmedi. Devlet bütün çabasına rağmen hareketi yok edemedi. Devletin ağır bastığı pata durumu uzun süredir devam ediyordu. Dış ve iç koşulardaki değişimlerin zorlamasıyla bu dönemin sonuna gelindi. Dönemi can alıcı kılan burasıdır. Bu savaş bir tarafın imhası veya diz çökmesiyle bitecek.

Bahsedilen çatışmaya milyonlar katılıyor ve sert bir savaş göz önünde sürüp gidiyor. Teori, programlar komünizm ve devrim iddiaları böylesi dönemlerde her şeyiyle sınavdan geçer. Mevcut şövenist atmosferin yarıldığı koşullarda Kürt devrimi otomatik olarak Türkiye devrim dinamiğine dönüşür.

Hayat hiçbir devrimin önüne kitaplarda ve programlarda yazılı koşulları çıkarmamıştır. Böyle kitabi devrimler yoktur. Bütün devrimler sıçramalarla, patlamalarla beklenmedik zaman ve beklenmedik biçimlerde ortaya çıkmıştır. Sürekli devrim diyenlere tekrar tekrar sormalıyız? Devrimden ne anlıyoruz, devrimler nasıl oluyor?

Bizim de varlık sebebimiz olan bu kapitalist sömürü düzenini ve devletini 25 yıldır gümbür gümbür sarsan, kıran kırana her alanda savaşan bir güç ortaya çıkmış bu büyük bir devrimci birikimdir. Türkiye’nin devrim ve komünizm iddiasındaki örgüt ve partilerinin çoğunluğu, bu büyük potansiyeli ittifak gücü, emeğin ve devrimin gücü olarak görmek bir yana; bin bir tane teorik gerekçelerle var olan hareketten uzak duruyor, bazıları açık karşı duruş belirtiyorlar.

Bu bir anlamda sözün bittiği yerdir. İsyan ve ihtilallerin tarihi kesin olarak kanıtlamıştır ki her tarihte ve her yerde var olan, yürüyen hareket devrimcidir. Bunun dışında duran ve kitaplarda ki veya hayallerindeki “bilimsel”, “sınıfsal” steril hareketleri bekleyenler nal toplamıştır.

Tekrarla bitirelim: Şurası kesin. Kürtler kaybeder, Kürt hareketi ezilirse; Türk işçi ve emekçilerinin de can düşmanı olan, en gerici kesimler daha da güçlenecek. Türkiye işçi ve emekçilerinin boynundaki boyunduruk biraz daha kalınlaşacak.

* Bu yazı Türkiye Gerçeği'nin son sayısında yayınlandı...