2 Şubat 2013 Cumartesi

MİT’te Ajan Paniği


MİT, Murat Şahin’in açıklamalarını “Elemanımız değil, hepsi mizansen” diyerek yalanladı. MİT ajanı Murat Şahin ise, “MİT telaşlandı sanırım. Beni tanıdıklarını söyleseler, bunun Ömer ile MİT arasında bir ilişki olabileceği algısından korkuyorlar” dedi. 

MİT ajanı Murat Şahin’in gazetemizde yer alan kişisel hikayesiyle birlikte Paris katliamıyla ilgil açıklamaları, Türk medyasının da dikkatini çekti. Ancak Türk medyası, ellerindeki Murat Şahin bilgileriyle bu açıklamaları birarada değerlendirip iz sürmek yerine yalanlama veya yeni senaryolar üretmeyi tercih etti. MİT de, yine deşifre olan devlet kayıtlarına rağmen Murat Şahin’i açıklamalarıyla birlikte inkar etti. Şimdiki ilişkisini bilemediğimiz MİT ajanı Murat Şahin de MİT’in açıklamasını “MİT telaşlandı sanırım” diye karşıladı.

MİT adına sızdığı Devrimci Karargah’ta gözaltına alınınca yine MİT’in müdahalesiyle serbest bırakılan Murat Şahin, gazetemize konuşup Paris katliamı zanlısı Ömer Güney’in de kendisi gibi MİT elemanı olduğunu söylemişti. Ankara’da bağlı oldukları birimin başındaki ‘Teyze’nin kendisine bir şahsın fotoğrafını göstererek, tanıyıp tanımadığını sorduğunu ve “Bu Parisli hevaldır” dediğini aktaran Şahin, Paris cinayetinden sonra yayınlanan Ömer Güney’in fotoğraflarını görünce “Parisli heval” olduğunu anladığını belirtmişti. “Ömer tek başına değildir. Aldığımız eğitimler de tek başına yapılmasını öngörmez. 2-3 kişi olması lazım. MİT içindeki iki kanadın çekişmesinin ürünüdür. Savaşın devamından, Kürtlerin hiç bir hak almamasından yana olan kanat ile çözümden yana olan kanat. Eğer tetikçi o ise konuşmayabilir” diyen MİT elemanı Murat Şahin neden gazetemize konuştuğunu da şöyle izah etmişti: “Çünkü ortada bırakıldım. Resmi olarak hala MİT ajanıyım. Devrimci Karargah davasında Başbakanlığın emriyle serbest bırakıldım. Ama bu emir yazılı olarak mahkemeye verilmediği için her an tutuklanabilir ya da bir grubun hedefi olabilirim.”

31 Ocak tarihli sayımızda yer alan bu haber, bütün Kürt medyasınca paylaşıldı ve Kürt yetkililer de haberi ciddiye alıp Fransız makamların dikkatine sundu. Çünkü Murat Şahin, Fransız savcısına da konuş maya hazır olduğunu ifade ediyordu. Türk medyası ise Paris katliamıyla ilgili devletin servis ettiği bilgilerle yetiniyor.
MİT, Türk medyası aracılığıyla haberimiz, öznesi ve bütün anlatımlarıyla birlikte yalanladı. Habertürk gibi gazeteler bunu servis ederken Taraf ise başka bir şantajın borazanı oldu.


Taraf’a göre gazetemiz bu haberi yayınlayarak MİT’i kızdırıyor, dolayısıyla Öcalan’ı hedef alıp İmralı sürecini baltalıyor. 


Murat bir MİT elemanı. Deşifre olmuş, basına yansımış, MİT’in “benim elemanım” diye sahiplendiği, başbakanlığın ise yasa gereği “yargılamayın” dediği için serbest bırakılan biri. Bu konuda hiçbir şüphe yok, MİT “Murat bizde çalışmadı, ilişkisi olmadı” diyecek durumda değilken bunu da yapıp “Elemanımız değil, hepsi mizansen” dedi.


Peki Murat Şahin neden serbest bırakıldı? Dosyası Devrimci Karargah davasından neden ayrıldı? Türk basınının hemen tümünde çıkan “Murat Şahin MİT Elemanı” haberleri, neden o zaman yalanlanmadı? Savcılık Murat Şahin’in yargılanması için neden MİT’ten bilgi istedi ve ardından serbest bıraktı? 


Zaten Türk gazeteleri de “deşifre olan MİT elemanı konuştu” diyerek, Şahin’in ilişkisini şimdi de onaylıyor.


Gelelim Şahin’in anlatımlarına. Şahin, Sol içinde görevlendirilmiş biri. Bu konularda çok şey biliyor, farklı ilişkiler hakkında bilgi sahibi. Fakat biz sadece Paris olayı ile ilgili kendisiyle konuşmayı yeğledik. Sol’a ilişkin şeyleri Sol’a bıraktık. Zira farklı sonuçları olabilir, farklı yönlendirilebilinirdik. 


Eğer Murat’ı yönlendirmek gibi subjektif bir niyetimiz olsaydı, Murat’ın bu olay üzerinden “kendini aklama” niyeti olsaydı anlatımları “sadece fotosu gösterildi”den çok öte bilgileri kapsardı.

Türk basını gibi olamayız


Kaldı ki anlatımlarda zanlı Ömer hakkında da “MİT elemanı” diye bir ifade kullanmıyor. “Teyze”nin Ömeri bir şekilde tanıdığını, MİT’in bir biriminin Ömer’i bildiğini ama ilişkilerinin nasıl, ne düzeyde olduğunu bilmediğini söylüyordu. Eğer biz de Türk basını gibi olsaydık bunu bir fırsata dönüştürüp olayı MİT, devlet vb üzerine yıkma çabasına girerdik. 

 
Gazetemiz de biz de bu konuda çok dikkatliyiz. Zira işin içinde çok farklı şeylerin çıkabileceğini, özellikle yönlendirmelerden uzak duracağımızı kararlaştırmış durumdayız. Biz sadece Ömer Güney iddiasını yazmakla yetindik. Türk basını gibi hiç bir temele, tanığa, delile dayanmadan haber üretmedik. Ortada bir MİT elemanı var, ilişkileri var, verdiği isimler var. Bilgiler ona ait, bizi bağlamaz. Oysa Türk basınında çıkan bütün haberler onları bağlıyor. Zira hiç bir temele ve tanığa dayanmıyor. Tümüyle gazete yönetimlerinin bağlı bulundukları merkezlerin çizdiği senaryolar, salt PKK’yi karalamaya yönelik subjektif haberler. 


Biz rahatız. İddialar Murat Şahin’i bağlar. Bizim ve kamuoyunun görevi iddialar hakkında ilgili çevrelerin de açıklamalar yapmasını sağlamaktır. Biz gerçeği araştırıyoruz. Kanıtlı, tanığı olan bir bilginin bizi belki yeni bilgilere götürebileceğini düşünerek, Şahin’in iddialarını yansıttık. 


Habertürk bile dün “MİT’den yalanlama” haberini yayınlarken, Murat Şahin’e ilişkin “Devrimci Karargah davasında tutuklanmış, MİT elemanı olduğu için serbest bırakılmıştı” diyerek, haber içinde MİT’i yalanlıyor. Bunların yalanlama nedeni ise Murat Şahin Yeni Özgür Politika’ya konuşmadan önce Murat’ın MİT’e çalıştığını çarşaf çarşaf ilan etmiş olmalarından dolayıdır.

Murat Şahin ne dedi?


Murat Şahin, MİT açıklamasından sonra gazetemizi telefonla arayarak şunları söyledi: “MİT telaşlandı sanırım. Beni tanıdıklarını söyleseler, bunun Ömer ile MİT arasında bir ilişki olabileceği algısından korkuyorlar. Gazeteler günlerce beni MİT elemanı olarak haber yaptı, Savcı İsmail Tandoğan mahkeme tutunaklarına da yansıyan ‘Murat Şahin’in MİT’e çalıştığı için Başbakanlık’tan bilgi istenmesine…’ diye neden konuştu. Ya peki iddianamede yazılan ‘Şüphelilerden Murat Şahin’in İstanbul MİT bölge Müdürlüğü tarafından şifai olarak görevli personelleri olduklarına dair bilgi vermesi nedeniyle, hakkında kamu davası açılmasının izne bağlanmasından dolayı dosyasının ayrılması” cümlelerinin anlamı nedir?”


Açıkçası MİT’in Murat Şahin’i inkar etmesi artık birşey ifade etmiyor? MİT,  Murat Şahin”in elemanları olduğunu kabul etmek ve Ömer Güney’e ilişkin açıklamalarının ne anlama geldiğini kamuoyuyla paylaşmak durumundadır. MİT’in toptan inkarı seçmesi, Ömer-MİT ilişkileri ile Murat Şahin’in Ömer’e ilişkin açıklamalarına daha fazla anlam yüklenmesi sonucunu yaratmak dışında hiç bir anlam ifade etmiyor.

Polat Küçük’ü MİT gönderdi


Murat Şahin ve ailesi, Avukat Polat Küçük’ün MİT tarafından tutulduğunu belirtiyor. Murat Şahin şunları söylüyor: “Gözaltında iken beni ziyarete geldi. Yıldızlar MİT merkezinden gönderildim. Avukatlığını üstleneceğim. Korkma yakında çıkarsın” dedi. 


Şahin’in ailesi de “İsviçre’yi aradı. Devlet avukatıyım dedi. Birkaç gün sonra yine aradı. 30 bin TL vermezseniz davayı bırakacağım dedi. Biz de bırak, bu parayı veremeyiz dedik ama o davayı bırakmayıp sürdürdü” şeklinde konuştu. 


Murat Şahin ve ailesinin, Avukat Polat Küçük hakkın söyledikleri bunlar. Tümüyle kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.

Murat Şahin’e güveniyor muyuz?


MİT tarafından Devrimci Karargah'a sızdırılıp deşifre olunca kendi deyimiyle ‘bir kenara atılan’ Murat Şahin’e güvenme lüksümüz yok. Murat Şahin’in söyledikleri doğru olmayabilir, Murat Şahin hala MİT veya Emniyet tarafından kullanılıyor olabilir. Hatta Murat Şahin’in gazetemize konuşması bile bir operasyon olabilir. Murat Şahin’in bütün anlattıkları doğru ve kendisinin şu anda hiçbir devlet birimiyle ilişikisi olmayabilir. Biz zaten, Murat Şahin’in açıklamalarını, bütün kayıtları düşerek verdik. Bizim de Kürt kamuoyu gibi cevap beklediğimiz iki merkez var: Türk Hükümeti ve Fransız Hükümeti ile ilgili birimleri.


Yeni Özgür Politika

Haluk Gerger: AKP Devleti, Batı Kürdistan’da Mevzi Kazanma Peşinde


Araştırmacı-Yazar Haluk Gerger, Türkiye’nin Batı Kürdistan'a yönelik hesaplarını değerlendirirken,  bunun beş temel nedeni olduğuna dikkat çekti. Gerger, bunlardan ikisini, " Kürtlerin hak arayışlarını darlaştırarak oluşuma gitmelerini engellemek, Güney Kürdistan’a karşı kullanmak, PKK’ye karşı mevzi kazanmak" şeklinde özetledi.
ESP Ankara İl Örgütü, Tüm Bel-Sen genel merkezinde "Ortadoğu denkleminde Suriye ve Kürtler" konulu panel düzenledi. Panele BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, ESP Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ve Araştırmacı-Yazar Haluk Gerger konuşmacı olarak katıldı. Panelde ilk olarak Gerger konuştu. Ortadoğu’da 1. Dünya Savaşı sonrasındaki statükonun günümüzde sancılı bir dönem geçirmesi nedeniyle yeni arayışlar içinde olduğunu dile getiren Gerger, 1990’lardan bu yana da Arapların kendi içinde milliyetçilik hareketlerinin geliştiğini söyledi.
‘KÜRTLER ŞİDDETLE STATÜSÜZ KILINDI’
Sınıf devriminin yanında ikinci bir devrimin de Ortadoğu’daki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle gerçekleştiğini ifade eden Gerger, “Araplar kendi devletlerini kurdu. Türkiye kendi devletini kurdu ancak Kürtlerin payına bölünme ve parçalanma düştü. Dört parçadaki Kürtler, statüsüz parçalanmaya maruz bırakıldı. Bu da büyük bir şiddetle oldu. Bu süreçte ilk kimyasal silahlar Kürtler üzerinde kullanıldı. Bunun 1917-1920 tarihleri arasında Süleymaniye’deki örnekleri mevcuttur. Parçalanmış Kürdistan ve statüsüz Kürde dayalı bu durum Türkiye’nin de mevcut sistemde işine geldi. Statüsüz Kürt üzerinden inşa edilen Ortadoğu’daki bu sistem, asimilasyon ile birlikte kimliksizleştirilmiş Kürt yarattı. Bu önemli” dedi.
‘TÜRKİYE BATININ ORTADOĞUDAKİ TRUVA ATIDIR’
Türkiye’nin kuruluşunun özünde doğuya sırtını dönmek, batıya yönünü çevirmek olduğunu dile getiren Gerger, “Türkiye, kuruluşunun ilk yıllarında toplumsal bir mühendisliğe soyundu. İdeoloji yarattılar. Kemalizmi yarattılar. Kemalizm ise sadece bir ideoloji değil aynı zamanda örgütlenme biçimidir. Yani o dönem ‘Doğu gericiliğin kaynağıdır. Bize kaybettirdi. Batılılaşacağız’ dediler. Bu da hiç olmadı esasen. Kemalist toplum mühendisliği bu kopuşu sağlayamadı. Çünkü batı Türkiye’yi kabul etmedi. Ortadoğu’ya doğru iteledi. Batı, Türkiye’yi Ortadoğu’daki Truva atı olarak görüyor. Çünkü zenginlik kaynakları itibariyle de Kuzey Kürdistan’daki potansiyel karşısında Türkiye sırtını Ortadoğu’ya dönemezdi. Bu süreçte Kürdistan toplumu ve iç dinamikleri de Türkiye’nin iç siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Kemalist projesinin gerçekleşmeyen ayağı budur” diye konuştu.
TÜRKİYE’NİN ROJAVA HESAPLARI
Emperyalizmin Irak’a müdahalesi sürecinde Türkiye’nin tarihinde ilk kez kurumları ve toplumuyla batının operasyonunda devre dışı kaldığını söyleyen Gerger, şunları ifade etti: “Aslında Türkiye, Irak’a girmek, Güney Kürdistan’da ot bitmez hale getiren operasyonlar yapmak niyetindeydi. Ancak olmadı. AKP, bu nedenle Suriye’de de Kürtlerin Güney Kürdistan’daki gibi bir oluşuma, federatif bir yapıya kavuşmasını istemiyor. Bunun için de doğrudan işgalle ya da tampon bölge aracılığıyla bunun önüne geçmek niyetinde. AKP, bununla birlikte PKK toplumunu bertaraf etmeyi, Kürtlerin hak arayışlarını darlaştırarak oluşuma gitmelerini engellemek, Güney Kürdistan’a karşı kullanmak, PKK’ye karşı mevzi kazanmak, Birleşmiş Milletler (BM) olası diplomasisinde masada Rojava’ya hakim olarak yer almak amacını güdüyor.”
ESP Genel Başkanı Yüksekdağ, Türkiye’nin Suriye politikasının tam manasıyla bir çöküş olduğuna dikkat çekerek, AKP’nin emperyalizmin savaş üssü olma ve savaş pozisyonunu yükseltmekte ısrarcı olduğunu söyledi. AKP’nin füze rampalarını yerleştirme ve silahlanma politikalarının bunun bir göstergesi olduğunu kaydeden Yüksekdağ, atılan bu adımların kapsamlı bir bölgesel savaşı gösterdiğini vurguladı.
‘TÜRKİYE SOLU KÜRTLERLE YETERİ KADAR ORTAKLAŞAMIYOR’
AKP’nin Suriye’de çetelerin lojistik ve silahlanma ihtiyaçlarını karşılayan bir pozisyonla Suriye’deki savaşı tırmandırmak niyetinde olduğunu ifade eden Yüksekdağ, “AKP, emperyalist güçlerin destekçiliğini daha da güçlendirerek, Suriye’deki çeteleri besleyip organize ediyor. Bu bizim siyasi gündemimizi de oluşturuyor. Buna karşı pratik bir mücadele yürütmek zorundayız. Bu da etkin ve birleşik halk hareketi örgütlülüğüyle mümkün. Türkiye sol hareketinin tavrı ise bu konuda yetersiz. Çünkü Kürt özgürlük hareketi bölgesel ölçekte yeterince görülmüyor. Anti emperyalist mücadele ile Kürt özgürlük mücadelesi birleştirilemiyor. Bu da kırılma noktasıdır. Kürtlerin örgütlülüğü, emperyalist güçler karşısındaki mücadelesi önemli” dedi.
Yüksekdağ, Ortadoğu’da güncel olarak yeni bir denklem olanaklarının daha fazla yoğun olduğuna işaret ederek, “Asıl soru, bu denklemi kimlerin ve nasıl oluşturacağı. Halkların çıkarına mı dönük olacak? Bu bizim gündemimizdedir. Halkların çıkarı adına olması, ilerici bir denklem kurulması yönünde ortak bir mücadelenin yürütülmesi elzemdir” diye kaydetti.
‘AKP, SURİYE’YE KARŞI AÇIKÇA SAVAŞ İLAN EDİYOR’
BDP Şırnak Milletvekili Kaplan da Ortadoğu’da 20. yüzyılla birlikte yaşanan emperyalist politikaları anlatarak başladığı konuşmasında şunları dile getirdi: “Antakya’da eğitilen radikal İslamcılar, Ceylanpınar üzerinden Serekaniye’ye giriş yapıp burada Kürtlerle çatışıyorlar. Bu gruplar Suriye’de Esad rejimiyle değil Kürtlerle çatışıyor. Antakya’dan tutun Şemdinli, Yüksekova’ya kadar bu hat önemli ölçüde asker ve ağır silahlarla donatılmış durumda. Türkiye, Suriye’de resmen taraftır. Arka planda ya da farklı bir pozisyonda değil. Silahlı çetelerin Antalya’da silahlarıyla birlikte toplantı yapmasına izin veriyor. Bunun adı Suriye ile savaş ilanından başka bir şey değildir. Bu süreçte ise Kürtlerin zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Direnecek ve dayanışmayla mücadele etmekten başka bir seçenek yok.” 

ANF

Kürtlere ve Muhaliflere Karşı “Ekonomik Soykırım” Hazırlığı


Terörizmin Finansmanının Önlenmesi” (TFÖ) yasa tasarısının Meclis Adalet Komisyon'undan geçmesiyle birlikte, Türkiye bir kez daha, soykırım politikalarında uzman bir ülke olduğunu kanıtlamış oldu. Tabii 1915'i kabul etmeyince, devletin soykırımcı geleneği de sürmüş oluyor. Buna göre yargıç kararı olmadan ve hukuki denetim yapılmadan, hükümetin emrindeki bürokratlardan oluşan bir “Değerlendirme Komisyonu”, sözde terörizme finansal destek olunduğu gerekçesiyle, muhaliflerin mal varlığını keyfi bir biçimde donduruyor ve el koyuyor. Üstelik tasarının 4. maddesinin ikinci fıkrasında şöyle deniyor: “ (...) ceza verilebilmesi için fonun bir suçun işlenmesinde kullanılmış olma şartı aranmaz”. Bu kanun tasarısı, Nazilerin, soykırım öncesi, Yahudilerin mallarına el koymalarını andırıyor. Sonrasını hepimiz biliyoruz. 90'larda Kürt işadamları, tek tek devlet tarafından öldürtülürken, şimdi konuyu makro planda, Nazilere uygun bir yöntemle çözmeye karar vermişler. 

Kanun ekonomik ve siyasi anlamda hangi alanları kapsayacak? Şirketler, medya, partiler, belediyeler, sivil toplum örgütleri, sendikalar, şahıslar, toprak sahipleri, bankalar, vd. Kısaca listenin sonu yok. Sahibinin muhalif olduğu bilinen, örneğin bir holdingin, uyduruk bir belge, ya da bir düzmece bir ihbarla bütün aktiflerine, mallarına hemen el konacak, tabii bu ayni zamanda şirketin iflası anlamına da gelecek. Kanun tasarısının adına bakınca muhalifin de kim olduğu anlaşılıyor: Kürtler. Amaç Kürtleri ekonomik ve mali olarak çökertmek. Bunun uzantısı da sosyal tahribattır. Ancak, bu yaptırımın, siyasi boyutu öyle sanıldığı kadar basit ve kabul edilebilir değil; soykırım kavramının yaratıcısı Rafaël Lemkin'in kriterlerine göre, bu kanun tasarısı doğrudan, “Ekonomik Soykırım” kategorisine giriyor. 

Türkiye Cumhuriyet'inin 90 yıllık tarihinin en vahim ve en tehlikeli olayı ile karşı karşıyayız. Kanun uygulanmaya görsün bütün toplum dokusu mahvolacak, bürokrasiyle devlet terörü estirilerek ekonomide korku dalga dalga yayılacak. Bakalım ve görelim demenin de hiçbir anlamı yok, çünkü konunun terörizmin finansmanı ile ilgisi göstermelik. Kanun tasarısının, çok büyük bir kitlenin ekonomik ve finansal olarak çökertilmesi gibi sinsi bir misyonu var. Üstelik bu sinsi mizansen, yarın hak arayışına girebilecek, ya da siyaset yapan ve Kürt olmayan başka muhalif işadamlarını, yatırımcıları, şahısları, basın yayın kuruluşlarını, televizyon kanallarını ya da partileri de hedefleyebilir. Eğer “bana dokunmayan yılan...” diye başlayan bir politika peşinde olurlarsa bu kanundan yarın TÜSIAD üyeleri bile kendilerini kurtaramaz. Çünkü yalancı şahitler bulmak, düzmece kanıtlar yaratmak, sahte belgeler üretmek, mizansenli ihbarlar organize etmek bu sistemde çok kolay. Erdoğan listesini “Değerlendirme Kurulu”na verecek, “Bunları yok et!” diyecek ve emrindeki bürokratlar gereğini yapacak. Muhatabın böyle bir karardan sonra en az bir yıl eli kolu bağlı kalıyor. Yani bu kanunla islam sermayesi, klasik Türk burjuvazisini de elimine edebilir. Kısaca bu kanun islamcı ve cemaatçi olmayan herkesi mahvedebilir. TFÖ ile, bütün Türkiyeliler ayni gemide bilesiniz. 

Kürtler üzerinden ırkçılık ve faşizm yapan CHP de, yarın bu kanundan nasibini alabileceğini hiç unutmamalı. Sahte bir belgeyle emir eri birkaç bürokrat (“Değerlendirme Komisyonu”) partiye el koyar ve mallarını dondurur. Aynı durum MHP için de geçerlidir. Diğer taraftan, kanunun açık hedefi de zaten BDP'nin mal varlığına el koymaktır. AKP'nin, BDP'yi hallettikten sonra, totalitarizmini kurmak için diğer partilere dokunmayacağını sanmak büyük saflık olur. Erdoğan daha en başında söylememiş miydi, “hedefe ulaşmak için her yol mübahtır” diye. 

Şimdi yeniden Lemkin'e dönelim... Lemkin'e göre soykırım teknikleri sekiz ayrı alandadır: Siyasi soykırım, sosyal soykırım, kültürel soykırım, ekonomik soykırım, biyolojik soykırım, fiziki soykırım, dinsel soykırım ve ahlaki soykırım. Bunlardan ilk üçü (siyasi, sosyal ve kültürel soykırım) devlet ve hükümet tarafından halen Kürtlere karşı açık bir biçimde uygulanıyor. İlk üç soykırım şu alanları kapsıyor: 

Siyasi soykırım: Bölgedeki sokaklar, yerleşim yerleri, caddeler, ilçeler ve illere kadar adlarının değiştirilmesini öngören politikalar uygulanır.

Sosyal soykırım: Özellikle grubun entelektüelleri, aydınları ve seçilmişleri hedeflenir, çünkü onlar grubun önderleri olarak direnişin fikri örgütçüleridir.

Kültürel soykırım: Yerel halkın dilini okullarda konuşması ve kendi dilinde yayıncılık yapması yasaklanır. 

Gelelim ekonomik soykırıma... Grubun ekonomik gücünü elinden alınca, sadece hayatta kalabilmek için yaşama hedeflenir, böylelikle ulusal ya da etnik grubun kültürel gelişmesi önlenir, düşünme kapasitesi azaltılır ve ulusal problemlerle ilgilenmeleri engellenir. 

İşte TFÖ tam olarak bunu gerçekleştirmek için AKP tarafından uygulanacak. 

Terörle Mücadele Kanunu'nun (TMK) nasıl keyfi bir biçimde, yukarda açıklanmış olan “Sosyal Soykırım” politikasını uygulamak için, hayatında silah bile görmemiş insanlara karşı kullanıldığını ve bu kişileri terörist olarak ilan ettiğini gördük: Tutuklanan seçilmiş siyasetçiler, aydınlar, aktivistler, öğrenciler, gazeteciler, avukatlar ve yazarlar. Devlet'in ve AKP'nin amacı bu 15.000 kişiyi tutuklayarak, muhalif hareketin entelektüel damarlarını kesmekti, örgütsel gelişmesini ve fikri beslenmesini engellemekti. Ermeni Soykırımı da, toplam 260 Ermeni seçkinin (yazarlar, milletvekilleri, gazeteciler, toplumun önderleri) 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanmaları ile başlamıştı. Amaç, kitleleri kolay avlamak için onları başsız bırakmaktı. TMK uygulamasında Kürt olmayan entelektüellere kadar iş genişletilmişti, Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi... Sosyal Soykırım'ı tam olarak uygulayabilmek için entelektüel desteği yok etmenin yolu Lemkin'e göre ancak böyle sağlanabiliyor. Sosyal Soykırım uygulaması ülkede hâlâ sürüyor. Bu politikanın uygulanıyor olması bile, başlı başına, her iki tarafın barış görüşmesi yapabilmesini anlamsız kılıyor. Yani olay Kandil'in bombalanmasından çok daha önemli. Muhatabınız, soykırımı politika olarak benimsemiş bir devlet. Sözde barış için masada otururken, bu politikaları da gözünüzün içine baka baka hayata geçiriyor. Bundan daha büyük bir şizofreni olmaz! 

Rejimin asil niteliğini gizlemek için hep kafaları karıştırıcı eylemler yapılır, kelimeler kullanılır ve kavramların içi boşaltılır: ''Barış'' görüşmesi yapılırken savaş tırmandırılır, Kıbrıs'a ''Barış Harekatı'' derken asıl yapılan savaştır, mahkumlar için ''Hayata Dönüş'' Operasyonu başlatılır uygulanan tam bir katliamdır, 12 Eylül ''Demokrasiye Dönüş'' diye sunulur gerçekleştirilen tipik bir faşist darbedir. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde şizofrenik örneklerin sonu gelmez. Kısaca her şey yalana endekslidir, halkı aldatmaya yöneliktir ve sinsi bir biçimde bambaşka politikalar hedeflenir. TFÖ ile aynı politika uygulanıyor. 

Onun için, “Terörizmin Finansmanın Önlenmesi” kanun tasarısı, Kürtlere karşı bugün uygulanmakta olan soykırım politikasının çok önemli bir etabı olarak algılanmalıdır. Ekonomik olarak güçsüzlüğe mahkum edilecek olan Kürtlerin, devlet karşısında kolay yem olması hedeflenmektedir. TMK, nasıl Kürtlerin bütün siyasi birikimlerini ve meşru siyasi örgütlemesini yok etmek için kullanıldıysa, TFÖ de ayni şekilde onları ekonomik olarak perişan etmek için planlandı. 

Ulusal, etnik veya dinsel bir grubu kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak” amacıyla yapılması planlanan bir soykırımda Lemkin, soykırım politikalarının habercisi olarak, ekonomik yaptırımların belirleyici olduğunu ilk kez tespit eden kişi oldu. Bunu da keşfetmesine Stalin'in Ukraynalılara karşı 1932-1933 yıllarında uyguladığı, sonu soykırımla biten ekonomik yaptırımlar neden oldu. Daha sonra Naziler ayni politikayı Yahudilere uyguladı. Geri dönersek Osmanlılar da Ermenilere aynısını yaptı. Ulusal, etnik ya da dini bir topluluk ekonomik olarak kıskaca alındığında sadece ayakta kalmayı düşünür, kendisi için önemli olan siyasi konular geri plana düşer, kendini fikri olarak yenileyemez ve kültürel olarak geliştiremez. Böylelikle soykırımı planlayan güçlü aktör (devlet) karşında kolay bir lokma haline gelir. Lemkin'e göre artık fiziki soykırım (gruba ait üyelerin sistematik olarak öldürülmeleri; entelektüellerin ortadan kaldırılmaları öncelikli uygulamadır; böylelikle direnişin örgütlenmesi kırılır) için bütün şartlar oluşmuştur. Onun için ekonomik soykırım aşamasına gelindiğinde, bu durum, çok daha büyük başka felaketlerin habercisidir. 

Hemen iki örnek daha verelim; mesela Robotski katliamı...Tipik bir soykırım provasıdır. Burada fiziki soykırımdan bahsediyoruz. Devlet tarafından reaksiyonlar test edildi, ama infial hem yurt içi, hem de yurt dışında çok büyük olunca tutmadı. Paris'te katledilen üç Kürt siyasetçi kadının durumu da “kurşunla soykırım” kategorisine girer. Pek fazla bilinmez ama, Naziler aslında Ziklon B'yi kullandıkları gaz odalarını icat edip Yahudileri endüstriyel yöntemle kitle halinde yok etmeden önce (1942-1945), doğu Avrupa'da onları kurşunla tek tek öldürüyorlardı (1939-1942). Daha sonra bu durum tarihçiler tarafından “kurşunla Shoah” olarak adlandırıldı. Cansız, Fidan ve Şaylemez'in katledilmeleri de, bağlı oldukları etnik gruba karşı devlet soykırım politikası uyguladığı için, “kurşunla soykırım”dır. ''Devamının Almanya'da gelebileceğini''  bildiren hükümet yetkilisi de “kurşunla soykırım”ı zaten doğrulamış oluyor. Demek ki, Robotski'den Paris'e, fiziki soykırımın habercisi olan örnekler de mevcut. 

TFÖ'nün günümüz Türkiye'sinde böyle okunması lazım. Devlet ve AKP, TFÖ ile sinsi bir biçimde ekonomik soykırımın temel taşlarını döşüyor. Bu devlet ve onun hükümetleri zaten hep böyle yapmıştır. Yani sinsi bir biçimde sürekli olarak faşizmin altyapısı hazırlanmıştır. Mesela bugün, barış diye önce size havucu sunmuş, o noktada Erdoğan, Kürtleri pasifize edip Başkanlık seçimi için önünü açmaktan öte bir hedef edinmemiş, ama arkasından sopayı göstererek, Nazilerin soykırım uygulamalarının neredeyse bir kopyası olan TFÖ'yü sinsi bir biçimde uygulamaya koyma politikaları üretmiştir. TFÖ'nün planlandığı bir ülkede hâlâ barış görüşmesinden medet umuluyorsa, ortada ciddi bir terslik var demektir. Hadi bu zokayı Türkler yuttu diyelim, ama Kürtlerin böyle bir lüksü yok! Çünkü ekonomik soykırımın ardından, Lemkin'e göre, fiziki soykırım gelir. Yani tehdit bu denli büyüktür ve bu durumda karşı tarafa güvenmek mümkün değildir. 

Daha büyük felaketlere uğramamak için, bu soykırımcı tasarının kanunlaşmadan önlenmesi şarttır. Bu noktada Türklerin de (işadamı örgütlerinden sivil toplum kuruluşlarına kadar) ellerini taşın altına koyarak, Kürtlerle birlikte, bu sefil politikayı hükümetin yüzüne çarpması ve uygulanmasını kesinlikle önlemesi lazım. Eğer başarılı olunamıyorsa kanun kesin olarak Anayasa Mahkemesi'ne götürülerek iptal ettirilmelidir, çünkü anayasaya aykırıdır. 

Açık faşizm denen rejim biçiminin de, iste böyle adım adım, sinsi bir biçimde inşa edildiği de unutulmamalı. Hitler rejimi de gökten zembille inmedi; aşama aşama, göz göre göre, herkesin önünde Nazizm inşa edildi. Ölümcül tehlikelere dikkat çeken ve felaketi öngören aydınları o dönemde kimse dinlemedi. Resim tam olarak ortaya çıktığında artık herkes için çok geçti.

AKP'nin ülkemizde kurmaya çalıştığı totaliter düzen üzerine son sözü David Rousset'ye bırakalım: “Normal insanlar, her şeyin mümkün olabileceğini bilmezler”.

http://www.kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=1096&yazarId=24



Kapitalizmin Yapısal Krizi: Orta Vadede Öngörülemeyen Olgular



Immanuel Wallerstein


Sistemsel geçiş sürecinde öngörülemez üç durum mevcut. Bunlar; iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve nükleer savaşlar…

Daha önce kapitalist sistemin neden bir yapısal kriz içinde olduğunu ve bunun neden iki alternatifli sonuçlardan birinin galip geleceği dünya çapında bir politik mücadeleye yol açacağına değindim. Biri kapitalizmin bütün kötü özelliklerini (hiyerarşi, sömürü ve kutuplaşma) sürdüren kapitalist olmayan bir sistem, diğeri ise göreli demokratik ve göreli eşitliğe dayalı bir sistemin temelinde yatan, daha önce hiç var olmamış bir sistem.

Fakat sistemsel geçiş sürecinde öngörülemez üç durum mevcut. Bunlar modern dünya sisteminin tarihsel gelişiminin kökenlerinde yatan ve gelecek yirmi ila kırk yılda dünya çapında politik mücadeleler açısından kestirilemeyen sonuçlarla birlikte oldukça yıkıcı şekilde “patlayabilecek” olan üç görüngüyü oluşturmakta.

Bu öngörülemez üç durum iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve nükleer savaşlar. Bunlar insanlık için taşıdıkları tehlikeler açısından değil fakat felaketin zamanlaması açısından öngörülemez. Bu öngörülemez durumların her birine dair bilgimiz derin fakat bu meseleleri (ki tam olarak ne olacağıyla ilgili emin olabileceğimize inanmıyorum) ciddi biçimde çalışmış olanların görüşlerinde bile yeteri kadar farklılıklar ve belirsizlikler mevcut. Her birini sırasıyla tartışalım.

İklim değişikliği, politik ve ideolojik nedenler dolayısıyla bu gerçekliği reddedenler dışında sorgulanamaz bir gerçeklik. Dahası iklim değişikliğine yol açan her şey yavaşlamaktan ziyade hızlanmakta. Varlıklı olan ve varlıklı olmayan devletler arasında iklim değişiklikleri konusunda ne yapılması gerektiğiyle ilgili politik farklılıklar karşısında riskleri yumuşatacak bir anlaşmaya varılması imkansız görünüyor.

Fakat dünyanın ekolojik karmaşası o kadar muazzam ve bu iklim değişiklikleri o kadar büyük ki ne türden yeniden uyum sağlamaların ortaya çıkacağını bilemeyiz. Öyle görünüyor ki su seviyesi artacak, ki şimdiden artıyor, ve bu durum geniş toprak alanlarını su altında kalmayla tehdit ediyor. Ayrıca öyle görünüyor ki dünyanın çeşitli bölgelerinde ortalama sıcaklıklar değişecek, ki şimdiden değişiyor. Fakat bu, tarımsal üretimin ve enerji kaynaklarının konumunun, şiddetli zararın diğer bölgelere “dengelenmesi” şeklinde farklı bölgelere kaymasıyla sonuçlanabilir.

Aynı şey salgın hastalıklar için de geçerli. Son yüz yıl veya daha fazlasında dünyadaki ilaç miktarının “ilerlemesi”, beraberinde kontrol altında olan pek çok hastalığı getirdi. Bu da eş zamanlı olarak insanlığın kadim düşmanı olan, medikal güçlerin mücadele etmek için oldukça zorlandığı bakterilerin daha dirençli olmasının ve yeni türden hastalıkların ortaya çıkmasının yeni yollarını bulmasına yol açtı.

Diğer yandan bakterilerin bazen insanlığın en iyi arkadaşı olabileceğini öğrenmeye başladık. Bir kez daha tekrarlarsak, bilgimiz muazzam görünmekte fakat her şey söylendiğinde ve yapıldığında bilgimizin acınacak derecede küçük olduğunu görürüz. Zamana karşı bu yarışta ne kadar hızlı öğreneceğiz? Ve hayatta kalmak için ne kadar unutmamız gerekiyor?

Son olarak bir de nükleer savaş var. Gelecek on yıl veya fazlasında nükleer silahlanmada kayda değer bi artış olacağını savunmuştum. Devletler arası savaş hali açısından bu durumu bir tehlike olarak görmüyorum. Aslında, durum tam tersi. Nükleer silahlar esasen savunma amaçlı olduğu için devletler arası savaş ihtimalini artırmak yerine zayıflatmakta.

Ancak tahmin edilemez birkaç olgu mevcut. Devlet olmayan aktörlerin motivasyonları muhakkak aynı değil. Ve şüphesiz bu türden (nükleer) silahları (bunların yanı sıra kimyasal ve biyolojik silahları) ele geçirmek ve kullanmak isteyenler bulunmakta. Buna ek olarak birçok devletin bu silahları gasptan ve satıştan korumadaki yetersizlikleri bu silahların devlet olmayan aktörler tarafından ele geçirilmesiyle sonuçlanabilir. Sonuç olarak, bu silahların asıl kullanımı bazı şahısların elinde. Ve “hilekar” (bir Dr. Garipaşk* kurgusu) bir devlet birimi olasılığı asla gözardı edilemez.

Dünyanın yeni bir dünya-sistemine küresel geçişe direnmesi veya bu felaketlerin olmadığı sistemlerin meydana gelmesi kuvvetle muhtemel. Fakat aynı zamanda tersi de mümkün. Ve eğer dünya bu dönüşümü engellerse, yeni dünya-sisteminin bu felaketlerden herhangi birinin gerçekleşme ihtimalini azaltmak amacıyla türlü önlemler alması da mümkün.

Elbette, neler olacağını görmek için öylece oturup bekleyemeyiz. Bu üç tahmin edilemeyen olgunun “patlama” ihtimalini en aza indirmek için şu an için elimizden gelen önlemi almamız gerekiyor. Bununla birlikte, modern dünya-sistemi içinde bulunduğumuz sürece politik olarak başarabileceklerimiz sınırlı. İşte bu nedenle onlara tahmin edilemez olgular diyorum. Gerçekte ne olacağını ve bunun dönüşüm üzerine olacak etkilerinin neler olduğunu tahmin edemeyiz.

Açıklığa kavuşturacak olursam; bu tehlikeli oluşumlardan hiçbiri yapısal dönüşüm sürecini nihayete kavuşturmayacak. Fakat mücadele içindeki politik güçlerin dengesini ciddi olarak etkileyebilir. Bu türden tehlikeler karşı birçok insanın vereceği temel tepkinin aşırı korumacı ve dışlayıcı bir şekilde içe çekilme olacağı şimdiden açıkça görülmektedir, dolayısıyla bu durum baskıcı bir sistem kurmak isteyenlerin elini güçlendirecek (kapitalist olmayan bir sistem olsa bile). Bu eğilimi şimdiden her yerde görmekteyiz. Bu göreli demokrat ve göreli eşitlikçi bir sistem isteyenlerin neler olduğuyla ilgili daha net olması ve bu eğilime karşı koyacak politik stratejiler geliştirmek için daha gayretli çalışması gerektiği anlamına gelmekte.

* Dr. Garipaşk: Stanley Kubrick filmi. Filmde Amerikan haberalma ve genelkurmay noktalarında bulunan bir dizi önemli kişinin içine düştüğü yanlışlıklar zinciri sonucunda dünyanın bir atom savaşına nasıl sürüklendiği anlatılmaktadır.

Kaynak : Sendika.org

Alman İstihbaratı Bayern'deki Türk Milliyetçilerini İyi Biliyor!


Türk Irkçı-Faşistleri kimliklerini gizleme gereğini asla duymuyor. Bütün dünya halkları tarafından nefretle anılan Alman Faşizminin simgesi gamalı haçı Türk Bayrağı ile eşdeğerde ve yanyana yaptıkları gösteri ve mitinglerde taşıyorlar. Ve ilginç olan bu Alman Devleti tarafından önemsenmiyor.

Paris katliamının zanlısı Ömer Güney'in uzun süre Almanya'nın Bayern eyaletinde kaldığı ve burada milliyetçi çevrelerle ilişkisinin açığa çıkmasıyla gözler, bu eyalete çevrildi. Bayern Eyaleti Anayasa Koruma Örgütü'ne göre eyalette en az 1200 aşırı Türk milliyetçisi yaşıyor. Bunların sadece göçmenler arasında değil aynı zamanda Alman toplumu için de tehlike olduğu belirtiliyor.

50 yıldan fazladır aralıksız şekilde Hıristiyan demokratlar tarafından yönetilen Bayern eyaleti bir yandan Alman otomotiv devlerine ev sahipliği yapması, diğer yandan da Alman Haber Alma Servisi (BND)'nin merkezinin burada olmasıyla dikkat çekiyor. Eyaletin başkenti Münih'te ise bugün NATO Güvenlik Konferansı başlıyor. Güvenlik ve sermaye çemberine rağmen eyalette aşırı sağcı örgütlenmeler göze çarpıyor.

Neonazi ve yabancı düşmanı organizasyonların değişik isimlerle örgütlendiği eyaletteki aşırı Türk milliyetçi çevreler ise 9 Ocak'ta Paris'te Kürt kadın siyasetçiler Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Şaylemez'in katledilmesinde ismi geçen Ömer Güney'den dolayı gündemde. Zira katliamın bir numaralı zanlısı Ömer Güney, 2003-2012 yılları arasında kaldığı bu eyalette Türk milliyetçi kuruluşlarla ilişkiye geçtiği belirtilmişti.

Hem Ömer Güney'in çalıştığı fabrikadaki eski iş arkadaşları, hem de hem de oturduğu Schliersee kasabasındaki ev sahibi Güney'in milliyetçi kimliğine dikkat çekmişti. Kürt göçmenlere yönelik özel ve baskıcı politikalarıyla dikkat çeken ve eyalette sadece Nürnberg'de Kürt derneğinin bulunduğu Bayern'deki aşırı sağcı Türk kuruluşları ise iç istihbarat kurumu Eyalet Anayasa Koruma Örgütü raporlarında ayrıntılı şekilde anlatılıyor.

'GENÇLERİ KAFALIYORLAR'

Örgütün en son yayınladığı 2011 yılı raporuna göre eyalette 1200 aşırı Türk ırkçısı bulunuyor. Bu rakam Almanya çapında ise 7 bin. Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu'nun burada da örgütlü olduğu belirtilen raporda bu grupların sadece Türkleri değil aynı zamanda Müslümanlar arasındaki uyumun önünde engel olduğu ifade edildi.

Aşırı Türk milliyetçisi düşüncelerin özellikle gençler arasında yayıldığı ve gençlerin bu örgütleme içine çekildiği anlatılan raporda "Gençler Alman toplumuna karşı da kışkırtılıyor" tespiti dikkat çekiyor. Ayrıca raporda Ülkücü-bozkurt gençlik hareketinin gruplar halinde hareket ettiği bilgisi yer alıyor. 2011'in yanı sıra son yıllara ait Bayern eyaletinin bütün istihbarat raporlarında benzer bilgilere rastlamak mümkün.

İNTERNET ÜZERİNDEN YAYGIN ÖRGÜTLENME!

Eyaletin 2008 yılı Anayasa Koruma Örgütü raporunda ise internet üzerinden örgütlenen "Ay yıldız" isimli bir gruptan söz ediliyor. 2006 yılından itibaren kendisini "Türk milliyetçi hackerler" olarak tanıtan grubun Avrupa ve Kürt karşıtı olduğuna dikkat çekiliyor.

Grubun 10 bine yakın hacker saldırısı gerçekleştirdiği ve güvenliği kırılan sayfalara Türk milliyetçiliğini sembolize eden fotoğrafların yerleştirildiği bilgisi veriliyor. Gruba karşı Federal Suç Dairesi'nin harekete geçtiği ve internet güvenliği için gerekli uyarıları yaptığı belirtilen rapora göre söz konusu grup ideolojik olarak ülkücü harekete yakın.

BAYERN'DE TÜRK HİZBULALLAH'I ÖRGÜTLÜ

Bayern eyaletinin 2011 yılı istihbarat raporunda dikkat çeken bir başka ayrıntı ise Türk Hizbullah'ının eyaletteki varlığı. Almanya çapında bulunun 300 Hizbullah üyesinden 20'sinin Bayern'de yaşadığı belirtilen raporda örgütün, Almanya'yı yeniden örgütlenme ve lojistik amaçlı kullandığı görüşüne yer veriliyor.

Raporda ayrıca Almanya'nın yanı sıra Avusturya, İsviçre, İtalya, Belçika, Hollanda ve Fransa'da Hizbullah'ın örgütlü olduğu ve sosyal-ekonomik girişimlerle dikkat çektiği anlatılıyor. Örgütün Bayern'de aktif şekilde faaliyetlerde bulunduğu bilgisi verilen rapora göre Hizbullah özellikle propaganda ve bağışa ağırlık veriyor.

NRW EYALETİNDEN ÖZEL ÜLKÜCÜ BÜLTENİ

Bayern'in yanı sıra Almanya'nın diğer eyaletlerinde aşırı Türk milliyetçi kuruluş ve grupların faaliyetleri dikkat çekiyor. Hatta göçmenlerin yoğun yaşadığı ülkenin en büyük eyaleti Kuzey Ren Vestfilya (NRW) Eyaleti İçişleri Bakanlığı 2009 yılında ülkücü hareketi ayrıntılı şekilde anlatan bir bülten çıkardı. NRW'de 70 civarında ülkücü kuruluş bulunduğu belirtilen bültende özellikle Türk faşist grupların internetteki örgütlenmesine dikkat çekiliyor.

"Demokrasi-aşırılık, özgürlük-terörizm" başlık bültene ulaşmak için şurayı tıklayın: mik.nrw.de

ANF